Çarşamba, Mayıs 28, 2025

RÜYALARIN ABDULLAH EFENDİSİ

“Onun içindir ki Abdullah geniş, ağır ve kaypak halkalarını bütün vücuduna doladıktan sonra, zehirli dişini en can alacak yerine geçirmeğe hazır­lanan bir yılanın ayaklarının ucunda birdenbire uyuyup kaldığını gören bir çöl yolcusunun inanılmaz sevinci içinde kadeh kadeh üstüne içiyordu.”

Yılan bile benzetmenin ortasında uyuyakaldı...

“Sonra gözleri daha ileriye gitti, karşısındaki pencere hücre­sinde oturan kadınla erkeğe, salona ilk girdiği zaman gördüğü çiftlerden birincisine baktı. Bu, ufak tefek, zarif, her istediği zaman dudaklarının ıslaklığına ve gözlerinin parıltısına biraz daha mana koymasını bilen kadınlardandı. Esmer ve çok tatlı bir teni vardı.”

Çiftlere baktı; ve bu bir kadındı! Hem de çok tatlı bir teni vardı!

“Başı, dudakları, omuzlan, göğsü, velhasıl bütün vücudu onu dinliyor ve muhakkak ki, bacaklarında bile, dokunacak olursam, aynı dikkati ve mesut teslimiyeti bulurum.”

Dokunacak olursam mı dedi o! Kafa mı gidiyor, kalem mi; belli değil...

“Bu acayip tesadüf, lüzumsuz bir tecessüsle birdenbire yakaladığı bu sır, onda alkolün verdiği uyuşukluğu gidermekle kalmamış, büsbütün başka bir şey, adeta ifadesi güç bir değişiklik yapmıştı.”

Başka bir şey’i adeta açıklamamayı beceriyor Tanpınar: ifadesi güç bir değişiklik! İfadesi bu kadar mı güç!

“Abdullah kırkı çoktan geçmiş bir adamdı, çocuk değildi. Hayatını hiç de boşuna geçirmemişti. Çok, pek çok şeyler, harpler, yangınlar her cins ölüm, korkunç ve şifasız ıstıraplar; hepsini görmüştü. Daha çocuk denecek kadar genç bir yaşta çıplak ve sefil bir evde bütün bir kış gecesini bir ölüyle baş başa geçirmişti.”

Gördüğünüz gibi gerçekte tek gördüğü, bir ölü... Diğerleri çok, pek çok, her cins, korkunç ve şifasız, harp ve yangın süsü verilmiş... baştan savma edebiyat...

“Bir billur parçası, yahut bir tas su içinde en uzak, en gizli şeyleri hatta bir düşüncenin, henüz müphem bir tasavvurun daha tamamlanmamış halkalarını, kımıldanmağa yeni başlamış tohumlarını bile sezip gören bir eski zaman bakıcısı gibi, Abdullah Efendi de şimdi, kendi kafasında bütün hakikatleri çırçıplak bir kıyafette ve hazır buluyordu. O, doğrusu istenirse, bütün ömrünce bundan korkmuş, bir gün insanlar ve eşya ile olan münasebetlerinin, ihsasların sathi planından çok daha derin ve çok başka bir seviyeye çıkmasın­dan, kainatı saran ve ona güzelliğini veren büyük sırrın, ortasından kesilmiş bir meyve gibi birdenbire bütün çıplaklığıyla apaçık görünmesinden, korkunç manzarasıyla onda her nevi yaşama zevkini bir anda, tıpkı bir nefeste söndürülen bir mum gibi söndürmesinden korkmuştu. İşte şimdi, o kadar ürktüğü ve bununla beraber beklediği saat gelip çatmıştı.”

Kainata güzelliğini veren büyük sırrın korkunç manzarası! Tutunamayanlar kanonuna tıkılmış bir bitkin ve düşük profilli artist daha...

“O geceden beri kendisinde çok derin bir yerde saklı, esrarlı bir zembereğin harekete geçtiğini duydu. Kainat karşısında artık aynı adam değildi. Her şey onda sanki daha derine, daha esaslıya doğru gidiyor ve bu yüzden günlük manzara ve çehreler kendisi için zaman zaman değişiyordu. O artık etrafında bulunan her şeyi, küçük ve bazen çok şaşırtıcı uyanışlar halinde görmeğe mahkum­du; bir sisten sıyrılan tek bir ağaç gibi, bu zihnin bulanıklığına, mevcut olan her şey tek başına aksediyordu. Hayatın bütünlüğünü ve basitliğini kaybetmişti; Abdullah bunun böyle olmasından çok mustaripti. Omuzlarına taşıyamayacağı kadar ağır bir yük yüklenmiş zannediyor ve bu yüzden meyus oluyordu.

Derine, esaslıya gidiyor; her şeyi uyanışlarla görüyor; her şey tek başına aksediyor; ama hayat bütünlüğünü ve basitliğini kaybetmiş! Zemberek harekete geçmiş; ama omuzlarına ağır bir yük yüklenmiş!

Diyeceksiniz ki, bölünmüş bir kişilikten bahsediyor... Bana ama, bölünmüş bir yazar olarak, bahsetmeyi beceremiyor gibi geliyor... Yarısından sonrasını okuyamadım, o kadar bölünemedim. Sonuna baktım, o da bilinmedik değil; kaçırdığım şeyler varsa da üzülemeyeceğim: Bütünlüğünü ve basitliğini kaybetmiş.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder