Cumartesi, Haziran 30, 2007

Salı, Haziran 26, 2007

İş hikayesi!

“Ömrümüzün halihazırdaki bölümlenişi bize sanki sonsuza kadar değişmezmiş gibi gelmektedir, çünkü emekliliğin ve hafta sonu tatilinin ne kadar yeni düzenlemeler olduğu unutulmuştur. İngiltere dünyanın en güçlü sanayi ülkesidir diye İngiliz Haftası’nı taklit eden bütün dünya, bunun bir modadan başka bir şey olmadığını ve modaların değişebileceğini hatırlayabilir. Emeklilik süresi insanın meslek hayatının sonuna yekpare bir parça olarak sıkıştırılmak zorunda değildir. (…) Fransızlar 1971'den beri becerilerini geliştirmek yeni beceriler kazanmak veya sırf ufuklarını genişletmek üzere işlerinden bir yıl izin alma hakkına yasal olarak kavuşmuşlardır; ama bu haktan yararlanmayı talep eden pek az kişi vardır.”

İnsanlığın Mahrem Tarihi. Teodor Zeldin. Ayrıntı Yayınları.

Cumartesi, Haziran 16, 2007

Aşk hikayesi

Ben 9-6 çalışıyordum. O günde 8 saat. Hangi saatler arasında çalışacağını belirleyebilme hakkı vardı. Kesinlikle öğleden sonra olması gerektiğini düşünmüştü. Çünkü sabah saatlerini, ki günün bedenen ve zihnen en zinde olduğumuz saatleriydi bunlar (sanki ben bilmiyordum bunu) evet, sabah saatlerini özel hayatına ayırması gerekliydi. O yazardı. İş dışı böyle yoğun bir uğraşı olan birisi için biçilmiş kaftandı bu düzenleme. (İş yerindeki arkadaşlarından birisi –epeyce semirmiş bir bilgisayar uzmanı- öğleye kadar uyur ama sabahlara kadar gezerdi. Hayata yemek içmek ve uyumak için gelindiğine inanırdı. Ben oturduğu yerden ahkam kestiğini düşünürdüm! Tabii kıskanıyordum... Bayan patronları ise öğleye kadarki tüm vaktini kafelerde, alışveriş merkezlerinde dolaşıp alışveriş yaparak, dostlarıyla buluşarak geçirirdi.)

Çoğu kez benden bile önce, beni bırak güneşten bile önce kalkardı. (Günün bekareti bozulmadan! derdi. Akşam orospu mu oluyor o zaman? derdim, peki ertesi sabah nasıl bakire olarak doğabiliyor yine!.. İşte dediğin gibi, derdi, yeniden doğuyor...) Çalışma masasının başına geçer yazmaya başlardı. Sonra ben kalkardım. (Hiç de bakire gibi hissetmezdim. Tam tersi...) Beni geçirirken ne lanet bir sabah olduğu ve o gün ne kadar işim olduğuyla ilgili şikayetlerimi dinlemek zorunda kalırdı. Benim her sabah hissettiğim ölesiye yorgunluk hissini mahmurluk düzeyinde bile hissetmemesine nasıl anlam veremediğimi yüzüncü kez tekrarlardım. (Doğum günü bir Pazar sabahıydı.) Ben işlerle boğuşurken o öğleye kadar yazmaya devam ederdi.

En çalışkan günlerinde böyleydi, yani yılın 300 günü falan! Arada bir, o gün kaytardığından, geç kalktığından, ya da tekrar yatağa döndüğünden, tembellik hakkını kullandığından, tüm öğleden öncesini ‘harcadığından’ söz ederdi. Aylaklık ettiğinden daha fazla enerji depoladığını söylerdi ama, erken kalkıp birşeyler ‘ürettiğinde’. Yine de bana okuttuğu etkileyici metinlerden çok, tüm öğleden öncesini müzik dinleyerek, yürüyüş yaparak ya da ne bileyim sadece oturup hayaller kurarak, ‘harcayarak’ geçirmesinin akşam eve geldiğindeki etkisini, o dingin halini kıskanırdım. Sanki işten değil de eğlenceden geliyormuş gibi. Ya da Cuma akşamıymış gibi. Pazar sabahıymış gibi! Yarının Pazartesi olmadığı bir Pazar sabahı hem de. Her günün Pazar olduğu... (Düşünebiliyor musunuz böyle bir hayatı? Her gün gözlerinizin önünde gerçekleşirken sizin kıyısından köşesinden bile sebeplenemediğinizi düşünebiliyor musunuz? Neler hissettiğimi tahmin edebiliyor musunuz?)

Eğer sabah verimli geçmişse canla başla, geçmemişse nasılsa bir sonraki sabahın olacağını bilerek ve ondan sonrakinin, nispeten, bana nispeten canla başla başlardı öğleden sonraki ‘asıl’ işine. Günün yarısını çok sevdiği bir şeyi yaparak geçirmişti, mesleğini dinlenme, biraz uzaklaşma olarak bile görürdü, ki onu da çok severdi. Nasıl sevmesin, işine öğleden sonra başlıyordu ve benim de zaten çoğu kez yapılacaklar biriktiğinde ya da birilerinin gün içinde dalga geçmesi akşam ani bir iş olarak benim üzerime çöktüğünde çıktığım saatte çıkıyordu.

İşten erken (yani tam vaktinde) çıkmışsam eve gelip dinlenmeye çalışırdım. (O işten yarım saat önce çıkardı ki o saati eve gitmek için trafikte geçirebilsin. Patronu çalışanlarının işe gelmesi için harcadıkları sürenin onların suçu olmadığını söylerdi. Size ne diyorum, bunlar bu dünyada yaşamıyorlardı!) Geldiğinde ancak sakinleşmiş, üzerimdeki olumsuz elektriği atmış olurdum. Ortaya çıkmasına gün boyu izin vermediğim yorgunluğum kendini hissettirmeye başlardı. Beni dışarı çıkarmak ister, ben de ona uymayı istemekle birlikte daha çok uyumak isterdim... (O yorgun olmaz mıydı? Nasıl olmazdı? Sabah 6’da kalktıysa ve işten 10’da geldiğini düşünecek olursak 16 saat çalışmış olurdu! Ve gece takılmak istiyordu!) Bazı geceler yalnız çıkardı.

Çıkmadığı geceler hafta içi görüşebildiğimiz yegane zamanlardı veeee... kavga ederdik (bazen o kadar yorgunken bile neden çıkmak istediğini şimdi anlıyorum). Ben konuşmak isterdim, işteki sorunları anlatmak isterdim; o ise bunları iyimserlikle geçiştirmeye çalışır, ‘bulaşmak’ istemezdi. Bencil olduğunu, sadece kendisini düşündüğünü düşünürdüm. Ben üsteledikçe rahatsız olur ve beni eleştirmeye başlardı. Ben de sinirlenmeye başlar ve benim tarafımda olmadığı için ona kızardım. Böyle gecelerde ortamı terk etmek isterdi, her zamanki gibi kaçmak… Çünkü ona geçirdiğim olumsuz elektrikten rahatsız olduğunu söylerdi. Yanımda kalmasını, bu olayı ‘çözmemiz’ gerektiğini söylerdim. Biraz sonra bağırmaya başlardı, onu dinlemediğimden yakınır, sözünü kestiğimi söylerdi; gitseydim bunlar olmazdı der, buna izin vermediğim için bağırmasından beni suçlardı. Tüm günü çok verimli ve keyifli geçirdiği halde yarım saatte her şeyi nasıl değiştirebildiğime inanamadığını söylerdi.

O gün öğleye kadar yazmayıp da gezmiş ya da ‘dalga geçmişse’ o zaman akşam yazmaya vakit ayırmak isterdi, onun dışında evde işle ya da yazdıklarıyla ilgili çok şey konuşmaz, işteki ya da yazılarındaki sorunları çözdükten sonra bana anlatır, yazdıklarını okuturdu. Bu anlamda kapalıydı, onun deyimiyle kendine yeterdi. Ben de onun hayatından çok fazla söz açmaz, zaten bunu düşünecek fazla vakit bulamaz, işleri yolunda olduğu için de ilgisiz olduğumu düşünüp rahatsız olmazdım. Sabah verimli geçmişse akşam asla yazmazdı, buna gerek görmezdi. Bir hayatını diğerine karıştırmamaya özen gösterirdi. Günlük hayatı o kadar mükemmel düzenlenmişti, o kadar dengedeydi ki bunu bozmak saçmaydı. (Yaşayabileceğinden daha uzun yaşamak istemezdi, bundan bile sıkılacağını düşünür, düşüncesinden bile rahatsızlık duyardı. Sadece yaşayacağı süreyi verimli geçirmeye bakardı. Yazı zamanı yazı, iş zamanı iş ve gezme zamanı gezme...) Benim gibi birşeylerin gerisinde kalıyormuş duygusunu hiç yaşamazdı. Bu halinin ona has, kişiliğinden kaynaklanan bir şey olduğunu sanırdım...

İşi benim kadar saygı gördüğü ve yönetici konumunda olduğu bir iş değildi ama en azından özel hayatına tecavüz etmiyordu. Benim kadar para kazanmıyordu ama sabah işe geç kalma stresi yoktu, trafik sorunu da... Pazartesi Sabahı Stresi diye bir şey yoktu. Öğleden sonra işe gittiği için değil sadece, yorgunluk biriktirmediği için. Günlerin, haftaların, ayların yorgunluğunu atmak için akşamları erkenden yatmaya ya da hafta sonu tatillerini uyuyarak geçirmeye ihtiyacı yoktu, isterse günde on altı saat uyuması mümkündü. Bu yüzden de günlerin, haftaların, ayların yorgunluğu olmuyordu. (İlginç değil mi, benim de iş dışında o kadar boş vaktim vardı ama sanki onun günü 36 saat falandı.) Ne tüm gün büroya kapanmak ne de ‘güneşe çıkmak’ için hafta sonlarını beklemek zorundaydı. Benim iş hayatımla eğlence hayatımı zorlu yaşam şartları nedeniyle boşanmış bir karı-kocaya benzetirdi; ben otoriter ama paralı olduğundan babamın (işimin) yanında kaldığımdan beni her zaman eğlendiren, kucağında çocukluğuma dönebildiğim şefkatli annemi (özel hayatımı) sadece hafta sonları görebiliyordum.

Hafta sonları haricinde çok da görüşemiyorduk. Hafta sonları öğleye kadar uyumaya çalışırdım, onun için hafta sonu da çalışma günü gibiydi. (Hafta sonu diye bir şey yoktu. Cumartesi akşamları benim gecelerimdi, çünkü boş gecelerimdi ama onun en kötü geceleriydi, çünkü her taraf ‘insan kaynıyordu.’) Sabahları yine yazardı, ortalık kalabalıklaşmadan çıkıp şehri dolaşmayacaksa. Yazmaya bir gün bile ara verse tekrar girmesinin zor olduğunu söylerdi, Pazartesi Sabahı Stresine bizim hafta sonu işten ayrı geçirdiğimiz zamanın neden olduğunu söylerdi. Hafta sonlarından “iki günlük ateşkes” diye söz ederdi.

Evet bir sorun vardı biliyordum ama sorunun benim hayatımda olduğunu göremedim. Ne körlük! Tam olarak bilmiyordum ama biz evliydik ve iki ayrı hayat yaşıyorduk. Sanki ayrı şehirlerde yaşıyorduk da sadece hafta sonları görüşebiliyorduk. Belki haklıydım ama şehir değiştirmesi gereken o değildi. Onun yaşadığı şehir benimki kadar bunaltıcı bir yer değildi çünkü...

Ben yıllarımı kazandığım paranın birazını da biriktirmem gerekirken yorgunluklar biriktirerek geçirirken o işinden benim kadar kazanmasa da (hatta yazılarından aldığı az parayı buna katsa da...) daha fazlasına ihtiyacı olmayan bir insan gibi yaşardı. (Roman yazıp voliyi vurmayı bekliyordu. Beklemiyor muydu?) Ama daha iyi bir eve taşınsak fena mıydı? Arabamızı yenilesek? Tatillerimizi yurt dışında geçirsek, hafta sonlarında şehirden uzaklaşabilsek? Daha fazla kazansa fena mıydı? Artık yan işini bırakıp adam gibi bir işte çalışsa iyi olmaz mıydı? Bir statüsü olurdu. (En azından çok para kazandığı için bir statüsü olurdu.) Şu an komik geliyor. Bu itirafları her şey için çok geç olduktan sonra yapabiliyorum ancak.

Bir çocuğumuz olmayacak mıydı? Uzunca bir süre çalışmasam da çocuğumuzu büyütsem istemez miydi? O zaman onun şu an kazandığıyla geçinebilecek miydik? (Edebiyattan para kazanmayı daha ne kadar hayal edecektik?) Üniversite yıllarındaki gibi yaşamaya dönebilir miydik? O dönerdi de ya ben? Ya ben? Evet, işte bu: Ya ben?

Ya o? Evet benden daha keyifli bir hayatı olduğu tartışılmazdı. Ama ben sorunlarıma ortak olmasını istedim ondan. Bu kadar rahat olmasını kendime haksızlık gibi görmeye başlamıştım. Onu daha fazla görmek istiyordum, belki sabahları benim gibi işe gitmesini istiyordum. Onu kıskanmak istemiyordum.

Benimki gibi saatleri olan bir işe geçti. Normal saatleri olan bir işe! Eski hayatına alıştığı için başta zor olacağını tahmin etmiştim ama bu kadarını tahmin etmemiştim. Yo, yeni hayatına alışmak için çok çaba harcadı ama keşke itiraz etseydi, bana karşı koysaydı. O kadar iyimser ve güçlüydü ki bunu başaracağına inanıyordu. Ama o bile başaramazdı. Kimse başaramazdı. Ne büyük bir mengenenin içine girdiğini tahmin edemedi. Sabah erken kalkmaya zaten alışıktı ama bunu zorunluluktan yapmaya başladı benim gibi, o yüzden de kalkamamaya başladı. Uyum sağlamayı hiçbir zaman başaramadı (hangimiz başarabildik ki!) ama para kazanma işini gayet güzel halletti. Fazla kazanmaya başladıkça daha da kazanması gerekti, daha fazla kazanmıyorsan daha az kazanıyorsundur ya. (Oyun gibi görürdü bunu; banka defterlerindeki rakamın büyümesini. Şaşırdığı, her şeyin sanal bir şekilde oluvermesiydi: Bankadaki paramız bir rakamdı sadece, bir şey aldığımızda o rakam biraz düşüyordu, maaşlar yattığında artıyordu, para denen şeyi elimize almıyorduk bile, her şey bir şaka gibi geliyordu ona bazen. Onu heyecanlandıran da buydu zaten. Bir oyun gibi başladı her şey onun için. Ama değildi.) İşleri çoğalmaya başladı. Artık işten benim gibi yorgun çıktığından ve tüm gündüz saatleri geçip gittiğinden, yarın da erken kalkması gerekeceğinden eve gelince çok da verimli olamıyordu yazılarında. Yazılarında verimli olmaya çalıştıkça sosyal hayat aksadı, beni oralara buralara götüren insan uyku düşkünü biri olmuş çıkmıştı (benimki gibi düşlemek anlamında değil düşmek anlamında düşkün). Sosyal hayata vakit ayırdığında bunu yazılarına ayırdığı vakitten kırparak yaptığından içinde hep bir huzursuzluk oluyordu. İş hayatı tüm yaşamını kıstırmıştı. Neredeyse tümüyle bıraktı yazmayı. Belki bazı hafta sonları... Bir süre katlanacağız diyorduk. Emekli olunca yazacak bol bol vakti olacaktı nasılsa. Nasılsa? Hem böyle giderse kendini işini kurduktan sonra daha çok zaman ayrılabilirdi de, daha erken, yaşlanmayı beklemeden, heyecanını kaybetmeden... Yükselen hayat standartımız buna izin verecekti sanki. (Eski evimizin önünden geçtik trafikten kurtulmak için ara sokaklara saptığımız bir gün. Bakamadı bile. Başını çevirdiğinde gözlerinin sulandığını fark ettim. Ben de başımı çevirdiğimde gördüm: Eski çalışma odasından görülen bostana inşaat dikiyorlardı... Bir hafta sonu yıllar önce kullandığı arabasını gördü bir ara sokakta, terk edilmiş ilk göz ağrısı. Alalım mı? dedim, toplatırsın. Unutmak daha iyi değil mi? dedi.)

Bana yapılanı ona yapılırken gördüğümde bana ne yapıldığını daha iyi anladım. Ve ona ne yaptığımı...

Yaşayan değil çalışan insanlardık, yaşamaya çalışan. Değişimi nasıl fark edemedik? Hayattan daha fazla şey isteyen ve bunun için daha fazla kazanması gereken ve doğal olarak da daha fazla çalışması gereken insanlar olarak bulduk sanki kendimizi bir sabah kalktığımızda. Ama asıl sorun şuydu ki günün yanlış saatlerinde çalışıyorduk. Daha doğrusu en doğru saatlerinde çalışıyorduk, günün yaşamak için en doğru saatlerinde. En zinde olduğumuz saatleri çalışarak harcıyorduk. “Önce derslerini bitir sonra oynarsın...” Daha çocuktan böyle alıştırılmıştık. Oynamak dersleri bitirmenin bir ödülüydü. Oynamak bir ödül olabilir mi? Yaşamak bir ödül olabilir mi? Bütün önemli ödüller gibi zordu ona ulaşmak. Eğlenmek, dinlenmek lüks bir şey olarak algılanıyordu artık. İşten çıkışlarımızda yaptığımız şeyin tatil olması mümkün değildi, sadece yarınki çalışmaya hazırlanmak için dinlenmekle geçiriyorduk vaktimizi.

İnsanların becerilerini geliştirmek, yeni beceriler kazanmak ya da sırf ufkunu genişletmek üzere işlerinden bir yıl izin alma hakkına resmen kavuşmuş modern ülkelerden söz etmişti. İşin ilginci bu haktan yararlanmayı talep edenler çok azmış. Gerçekten dinlenmek için emekliliğimizi bekliyorduk. Ama hiçbir becerimiz, iş dışında vaktimizi geçirebileceğimiz hiçbir uğraşımız kalmadığı için bu süreyi de sıkıntıyla geçirmeyecek miydik? Ölümü beklemekten ne farkı vardı bu tür bir emekliliğin?

Vaktimiz olmadığından doğal olarak okuyamıyorduk. Oysa insanlar yazıyorlardı bunları: “Tarih boyunca yaptıkları gibi, bugün de bizi -üstelik daha sinsi çevrelere başvurarak-, yaşamımızı ömrümüzün zamanına yaymaktan, bugünlerimizi kendi dünlerimizin ve kendimize kurgulamak istediğimiz yarınlarımızın ekseninde yaşamaktan alıkoymak peşindeler. Bugün bizden hemen her konuda “güncel” olmamız istenirken, bunun altında yatan amaç, günü ve yaşadığımız zamanı kaçırmayıp ona tanık olmamızı sağlamak değil, fakat bizi aslında bir nehir-roman gibi algılanması gereken insan yaşamının “gün” diye adlandırılan parçacıkları içerisine hapsetmek. İstiyorlar ki, sınırlılığı içerisinde sınırsızlığa uzanabilen tek canlı türü olan insan, böylece hep birbirinden bağımsız gün parçacıkları boyunca ilerlesin ve sonunda “bir gün” o yaşamı, neye yaşanmış olduğunu düşünmeye bile fırsat bulamadan tüketiversin!”

Onun bir zamanlar çalıştığı saatlere bakın, bir an siz de o saatlerde çalıştığınızı düşünün, hayatınıza ne kadar uygun olduklarını göreceksiniz. Ve işte ben onu bu hayatından ayırmıştım. Aramız her zamankinden fazla gergindi artık. Önceleri benim gerginliğim için paratoner görevi görürken şimdi benden de gergin biri oluvermişti. Çünkü benim gibi bu hayata alışık değildi, ‘özgürlüğünü’ sonradan yitirmişti. Bu şartlarda kavgalarımız, soğukluklarımız büyüdü ve ikimiz de mutsuz olduk. Daha önce en azından o mutluydu.

Çocuk kendimi gerçekleştirmeme çok yardımcı oldu. Hayata tutunmama. O ise doğmamış romanıyla yaşıyordu... Çocuğumu ona borçluyum. Onsuz asla doğru yetiştiremezdim. Bir iş adamı olarak otoriterdi ama baba olarak insancıldı. Eve asla iş getirmedi, yani kavga gürültü riyakar ilişki getirmedi. Çok çalışan tüm babalar gibi çocuğumuza yeterli vakit ayıramıyordu. Ama yine yanılıyordum. Bunu yapabilecekken de yapmıyordu. Benim ona bir süre önce yaptıklarımı çocuğumuza yapmamak için...

Daha sonra sadece yarım günlük işlerde ya da hayır işlerinde çalıştım. Kendini tatmin için insana bu kadarı yetiyor. Yanıla yanıla yaşayarak bu kadar iyi bir yaşam kurmam büyük şanstı. İnsanın şansını bazen başkaları yaratıyor! Rollerimiz tersine dönebilir miydi? Yani tarihsel, geleneksel rollerimiz. Ben kazanıp ona baksaydım... O doğurabilseydi ancak olabilirdi bu. (Romanından söz etmiyorum!.. Bunu o söylemişti.)

Kendimi onun için feda etseydim, paratonerimi korusaydım, paratonerimin paratoneri olsaydım? Romanını yazması için ona destek olsaydım? (Çocuğumu unutacaktım, ya da erteleyecektim.) Bunu ona da söyledim. Ama bunu benden isteyemezdi. Tek istediği vardı; benim için yaptığı fedakarlıkları artık yapmamak. Başarısız olduğunu falan düşünmeyin. Mesleğinin bir numarası oldu. Öyle gerekiyordu. Bir yerlerde bir numara olmak için de bu lazım zaten: Başka bir yerlerde bir ezikliğinin olması.

Çocuğumuz belli bir yaşa geldikten sonra ayrıldık. Artık kendi hayatını kurmak istemesinin yanında bana bir ceza verme isteği de vardı bu kararında. Beni hiç parasız bırakmadı. Beni hiç affetmedi! Çocuğumu aldırsaydım benim de onu affetmeyeceğim gibi... Çocuğumuzu giderek daha fazla görmeye başladı. Yazabildiği içindi bu sanıyorum.

Suçlu muyum? Çocuk doğurmak bir eser dünyaya getirmekten daha mı önemli... Beni affettikten sonra açıklayabilirim ancak aslında suçun bende de olmadığını. Ben de bekleyebilirim. Ben de sabredebilirim. Belki bunun romanının bile yazarım... Ne diyorum? Hala onu kıskanıyor muyum? Bir roman yazarsam beni asla affetmez. Hem belki o yazıyordur bunu... (İlk kitabı için, haliyle bana adarsın artık, demiştim. Sanırım bunun da bana yetmeyeceğini biliyor! Beni kitabının başına değil içine koyacak...)

Çocuğumuz kız... Geleceğinde kendisi için fedakarlık edecek bir erkek bulduğunda onunla sorumlulukları paylaşacak kadar güçlü olması gerekiyor...

Neden bu devirde o eski aşklar yaşanmıyor diye soruyor musunuz? Bana sormayın. Çünkü ben cevabı biliyorum. Neden büyüdükçe bilgeleşen insanlara değil de aksine çocuklaşan yaşlılara rastladığımızın cevabını da biliyorum. Aşk hikayemde neden romantik şeylerden bahsetmediğimi de biliyorum. Ama bildiğimi söyleyebilecek cesaretim yok. Değiştirecek cesaretim kaldı mı? Vaktim kaldı mı? Ya sizin vaktiniz var mı? Yaşamak için vaktiniz var mı? Hayat için...

Cumartesi, Haziran 09, 2007

Kadın dünyasının sonsuz çeşitliliği *

Denizaslanlarıyla
kılıçbalıkları
tabii ki birbirinden farklıdır.
Köpekbalıklarıyla
piranhalar
hem benzer hem benzemez...
Yunuslar sadece kendilerine benzer.
Soldan bir kartal girer sahneye
balık avlamak istiyordur
ıslanmadan.



*Milan Kundera

Çarşamba, Haziran 06, 2007

Olduğundan daha iyi görün, sonra göründüğün gibi ol

“Ben kendi payıma hep insanın neyse o olduğunu ve olduğundan başka türlü gözükmemesi gerektiğini söylemişimdir. Oysa Oliver bana bu konuda hep karşı çıkmış ve insanın kim olduğunu iddia ediyorsa o kişi olduğunu söylemiştir.” (Julian Barnes - Seni sevmiyorum)

"Olmak istediğin gibi görün, olduğun gibi değil! Çünkü her yalan bir yaratış." diye farklı bir açıdan yaklaşmış konuya Cemil Meriç.

Orijinali olan “Olduğun gibi görün göründüğün gibi ol.” yerine “olduğundan daha iyi görün, sonra göründüğün gibi ol.” diye yazmıştım ben de. Bunu da “gelişme” denilebileceğini düşünmüştüm. Tabii olduğundan daha iyi görünmek kendine güveni getirebileceği gibi, ukalalığı da getirebilir, temelsiz bir ukalalığı, nedensiz bir kendini beğenmişliği. O zaman da sadece olduğundan daha iyi görünmeye devam eder insan, göründüğü gibi olmadan. Rol yapar, oynar, miş gibi yapar. Kendisiyle önceden gururlanıp gururlandığı şeyleri gerçekleştirmeyi başaramazsa, onların altında kalırsa kibre dönüşebilir gururu…

Sartre söyle diyor: “İnsanın kendisiyle kibirlenmesi için zeki, güzel ya da güçlü olduğunu sanması gerekmez. İnsan hem aptal olduğuna inanıp hem de kendisiyle kibirlenebilir. Kibir kendi kendini besleyen bir eğilimdir. Fakat kayda değer bir zihinsel inançla desteklenmeyen kibir, alınganlık, çekingenlik, kötülük verir.”

Bu durumda insanın ne yapacağını da Nietzche söylüyor: “Ben yaptım bunu der belleğim. Bunu ben yapmış olamam der gururum ve ayak direr. Sonunda bellek kaybeder.” Schopenheur buradaki gurura kibir denmesi gerektiğini söyleyerek düzeltiyor, haklı olarak…