Cuma, Şubat 29, 2008

İkiyüzlülük


İkiyüzlülük, kötülüğün erdeme saygısıdır.
La Rochefoucauld

Perşembe, Şubat 28, 2008

Kendini andırmaya devam et!

1.

Yazışarak daha yeni tanışmaya başladığımız birine “yazarım” dediğimde “kardeşime söyledim yazar olduğunuzu ne var ben de yazarım diyor” yazması üzerine her ne kadar cümlesinin sonuna gülme işareti de koymuş olsa “siz kardeşinizle konuşun o zaman” diyerek kapatıyor, onu siliyor ve yasaklıyorum (internetin en parlak buluşu). Sonra bana bir mail atıyor.

“Suratıma kapatılmasından hiç hoşlanmam” cümlesiyle başlıyor mailine.

Kendini anlatıyor, önemli bir işi varmış vs

Ben karşı mailimde rahatsızlığımı dile getiriyorum.

Sonraki maili şöyle:

“Biz insanlarla dalga geçecek kadar seviyesiz insanlar değiliz beyefendi. Sadece moralim çok bozuktu, kardeşim de arada sırada yanıma gelip ne yaptığıma bakıp beni güldürmeye çalışıyordu. Burada bizi görmediğinize göre söylemeyebilirdim de. Ama sizi yakın hissetmek istedim belki de, ya da ihtiyacım vardı buna kardeşimin beni güldürmek için söylediği bir şeyi siz de gülersiniz belki diye paylaştım o kadar.”

Tek bir özür cümlesi yerine, basit bir kusura bakmayın demek yerine, bir paragraf kadar kendini, durumunu anlatmaya çalışmak! (Benim de gülmemi beklemesi konusuna hiç girmeyeceğim!)

Tüm bu mazeret cümlelerinin bir özür başlığı altında toplanmadan bir anlam ifade etmeyeceğini bilmeyen biri, “seviyesiz birisi değilimdir” dediğinde altını doldurabilir mi?

İnsanlar seviyesiz olmadıklarına nasıl karar veriyorlar?

40 kere falan seviyeliyiz demişlerde mi olmuşlar!

Seviye testi falan mı yaptırmışlar!

Bir kart falan mı almışlar benim bilmediğim!

Ya da babadan miras kalıyor her halde bu seviye denen şey, hayata böyle başlamışlar, kendilerini bildiler bileli seviyesiz insanlar değillermiş!

Aynen diplomanın, bir şey bildiğiniz için verilmemesi, diplomanız olduğu için bir şey bildiğinizin varsayılması gibi…

Bakalım neymiş:

“Evet ben de yazarım babam da yazar. Ama biz karşımızdakini incitmemek adına yazarız söyleyeceklerimizi o kadar.”

O kadar!

Evet babadan geçmiş olabilir bunların seviyesi, “İncitmemek adına yazar” bu aile!

“Şimdi beni silebilirsiniz. Yasaklamanıza gerek yok zahmet etmeyiniz. Biz gururumuz ve onurumuz için yaşayan insanlarız. Bin yıl geçse de size tek kelime yazmam..”

Anladım, bu insanlar bir kulübe üye ve üye kartları var: GururEkstra ve OnurPremium.

Ne derlerse desinler bana hissettirdikleri şu: Bu insanlar hayallerinde olmak istedikleri, olduklarını düşündükleri insana sadece benziyorlar; o kibar, doğru tavırlı insanı, hareketleri, duruşları ve öyle olma istekleriyle, diyeceğim ama değiştiriyorum, öyle görünme istekleriyle, sadece andırıyorlar… Bir an o zannedilebilir, ama gerçekte öyle olmadıklarından, bir hareket, bir duruş, bir laf… Yetiyor. Yok, değilmiş, sadece benzetmişiz, sadece andırıyor…

Bu özensizlikler zekalarıyla doğru orantılı mı, bilemeyeceğim ama şunları da belirtmeden geçemeyeceğim (uzun süre düşüncesiz davranış zeka geriliğine yol açabilir):

(Kardeşiyle yazarlık konusunda dalga geçmelerinden bana söz etmesini) “Söylemeseydim, ruhunuz bile duymazdı. Doğru söyleyeni 9 köyden kovarlar.”

Düşünüyorum bu iki cümleyi nasıl art arda kurmuş olabilir: İlk cümledeki “söylemek” fiilinden bir deyim geliyor aklına, geldiği için de yazıyor, yoksa yazmasının orada bir anlamı, bir mantığı olduğundan değil.

“Basit bir şakayı bu kadar ancak bir Koç büyütebilir anlamadan dinlemeden.”

Koç! Evet, bravo, her şey açıklandı! Muhalif duruş, sert yazar, ödünsüz karakter… Hiç biri değilsin oğlum murat, her şey burcundan dolayı, doğdun öyleydin hiçbir şey katamadın üzerine, koç geldin koç gidiyorsun!

2.

-Evet sizi dinliyorum
-Ne anlamda
-Dün sohbet edemedik o anlamda
şu an müsaidim siz de müsaitseniz anlamında
şüpheci bir yaklaşım sergilemeyin
ben sizi tanımıyorum
unutmayın biraz yazıştık.
-Şu an siz şüpheci bir yaklaşım sergilediniz
-İyi
-…
-…
-Evet sizi dinliyorum
-İnanın aldığım elektrik size yazmamam gerektiğini söylüyor
kusura bakmayın lütfen
-Hanımefendi tuhaf bir cümleyle başladınız sonra da beni suçlamaya kalktınız, elektriğinizin beni neden ilgilendirdiğini düşünün, siz bana güzel elektrik vermiyorsunuz ve konu da budur...
-İyi çalışmalar.
-Elveda


Birisiye unutulmuş bir geçmiş sohbetin devamına “evet sizi dinliyorum” diye başladığınızda, karşınızdaki kişiye üstten baktığınız hissi uyandırırsınız, onca işinizin gücünüz ve güçsüzlüğünüzün arasında buna dikkat etmediyseniz, yine de geri adım atma hakkınız her zaman vardır.

Ama insan bunu anlayacak akla teorik olarak sahipken, bu aklıyla uyumlu bir özene sahip değil. Bir cümlenin doğru cümle, bir tavrın doğru tavır olması için tek neden yetiyor insana, kendi cümlesi, kendi tavrı olması!

Yoksa
“ne anlamda”
diye sormama
“dün sohbet edemedik o anlamda
şu an müsaidim siz de müsaitseniz anlamında”
diye bir cevap vermezdi.

O anlama zorla, uydurmadan getirmeye çalışmadan önce o anlama gelecek bir cümle kurmalı, ya da hatanın üzerini örtmeyecek bir cümle: “Kusura bakmayın biraz tuhaf oldu di mi öyle demem” gibi.

Oysa “şüpheci bir yaklaşım sergilemeyin” diye bir de suçlamaya yöneliyor. Yani en olumlu olasılıkla, ben tuhaf cümleler kurabilirim ama siz yine de şüphelenmeyin, demeye getiriyor.

Onu tanımıyorum, ama bunun önemi yok, onun beni tanımaması konumuz! Ha zaten “evet sizi dinliyorum” derken de kendimi tanıtmamı istemişti!

“Şu an siz şüpheci yaklaşım sergilediniz” demem, zekasını kullanamasa da zeka fark edebilme fırsatı sunuyor ona, ama zekaya zeka demez, zeka seni kayırmadıkça!

Ve ikinci zeka örneği de, bir süre iki taraf da durmuş yazmıyorken benden:
“Evet sizi dinliyorum.”

Kendi kullandığı özensiz cümlesinin kendine karşı haklı olarak kurulduğunu görmesi kendi haksızlığını görmeye yöneltebilir, cümle ve iki ayrı kullanılışı önünde, doğrusu ve yanlışı.

Ama: “İnanın aldığım elektrik size yazmamam gerektiğini söylüyor” diyor.

Hala sadece kendinde, yani aslında kendinde değil!

Baştan nerden aldığını bilemeyeceğim negatif elektriğini bana iletmesine ona karşı iletmekle cevap veriyorum ve hissettiği bu negatif elektriğin kendininki olduğunu anlamıyor. Halbuki hayata bakın, aynen böyle davranır o da size, yanlışınız size geri döner. Aynen bu sertlikte. (Anlamazsınız, ve hayat anlamsız dersiniz.)


Bir arkadaşım, kelimelere takılma Murat demişti…

Ben hemen kelimelere takılmayı bırakırım, hemen yazarlığımı da bırakırım, hatta diğer yazarların da bırakması için bir şeyler yapmaya çalışırım, nasılsa yazmak işlerine yaramıyor onların, ama kelimelere takılmayarak yapmayı önereceğiniz daha ileri ya da daha yerinde şey, telepati falan olacaksa olur ancak bu.

Başka birisi şöyle diyor sohbetin ortasında:

-Obsesif misiniz
-Biraz kaba olmadı mı
-Hayır sordum sadece

Tamam, kelimelere takılmıyoruz ya, ben de şöyle devam edeyim,
-Obsesif misiniz
-Biraz kaba olmadı mı
-Hayır sordum sadece
-Anlıyorum, bilmem belki de obsesifimdir, peki siz biraz aptal olabilir misiniz…
-Yoo değilim… zamanla anlarsınız… Anlayışınız kıt değilse, kıttır demedim, olasılık sadece sözünü ettiğim, alınmayın!

İki taraf da birbirini çarpa çarpa böyle devam eder bu!

Bence kelimelere takılalım, çünkü daha üst iletişimlere geçmek için kelimeler bizim zekamızı ve özenimizi gösteren, bunları geliştirmemizi sağlayan oyuncaklardır.

Yoksa herkes - seviyeli ya da seviyesiz- şu lafı kendisi için öne sürebilir:

“Benim bir sözümü duydunuz mu, benim söylediğimi bildirerek size bir şey söylediler mi, o sözü gönlünüz tasdik ederse, o söz kalbinizi yumuşatırsa, o sözü kendinize yakın bulur, benimserseniz, bilin ki, o söze sizden daha yakınım ben. Fakat size bir sözüm söylenince, gönlünüz inkar ederse o sözü, içinizden bir beğenmezlik, bir nefret duygusu uyanırsa, o sözü kendinizden uzak bulursanız, bilin ki, o söze sizden de uzağım ben.”

Ama bu laf sizin değil, Hz Muhammet’in! Yani ancak, peygamberlere layık…


Bir yazara soruyorlar: “Toplumun söylemekten çekindiği edebiyatın da dile getirirken estetize ettiği, yumuşattığı dili olabildiğince yalın ve sansürsüz kullanıyorsunuz. Bunu okuyucuyu sarsmak için mi yapıyorsunuz.”

Toplum söylemekten çekine çekine, adam gibi söylemesini unutmuş, giderek konuşmasını… Ya da herkes birbiriyle imalarla konuşuyor, tüm dünya bir toplantı masasında, politikacıların, iş adamlarının konuştuğu gibi konuşuyor. Aşırı "estetize", aşırı yumuşak, aşırı kibar...

Ya da sarhoş gibi konuşuyoruz, işte bu yazılarımda bunun örneklerini veriyorum. Sadece küfür yok, fazla yok, neden?

Çünkü kadınlar küfür etmez!

Bastıracağım romanımdaki dil, sert bir dil yer yer (güzel oldu: bastıracağım). Kabalık yapan bir kadına özellikle küfür etmeyi de içinde barındıran bir dil. Kadına küfür etmek erkeğe küfür etmekten daha kaba bir durum olarak alınır ya hala, ben kaba kadına küfür ettiğimde, bilinçli olarak yaptığımda bunu, onun kadınlığını tanımama hissini vermeye çalışıyorum, o kadını da bir erkek kabalığında gördüğümü söylemeye çalışıyorum, o bir kadın değil, o bir kaba.

Benim kaba olduğumu düşünenler olacaktır okuyanlardan, ama bakın ne diyeceğim, geçenlerde bir kadın “göt” dedi bana, o kadar güzel bir tepkiydi ki, yakıştı da ağzına, benim takındığım bir tavra karşı söylemişti muhtemelen ve bilemiyorum, benim hareketime de yakıştı belki. Romanımdaki de öyle, yakışıyor söyleyene ve üzerine söylenen tavra, diye düşünüyorum, ama zaten benimkiler espri değil, göte göt diyorum ben. Ara sıra bölümler okuduğumda yer yer ben de utanıyorum, yazar olarak değil insan olarak okuduğumda, kaba mı bu diyorum, terbiyesizce mi, günlük hayatımda küfür eden bir insan değilim çünkü, değildim diyelim, ama sonra yazar bakışıyla baktığımda bana cuk oturmuş geliyor, o zaman zaten yazar bakışımla insan bakışımın birbirinden farklı olmadığını, romanımı da bu bakışla yazdığımı bana hatırlatıyor, kanıtlıyor: Kadınlar böyle özensizleşip kabalaşıp erkeksileşirken, hala nasıl devam edebilirler o klasik, küfürden rahatsız olma tavırlarına…


3.

Bir cep mesajı geliyor:
-Slm nasılsın
-Sağ ol. Ama no’yu tanıyamadım.
-Kaydetmemişsin sanırım, X internet sitesinden Melike ben.
-Nick’in neydi?
-Neyse sorun değil ya, hoşça kal.
-Melike denince hatırlanacak yani, tuhaf!
-Tuhaf olan ne anlamadım. Mevcut bir nick’le de hatırlanmak tuhaf. Nickim falan yok Melike o kadar yani.

Nick’i Melike!
Nick ile hatırlanmak tuhaf o nedenle adını nick olarak almış!
Forest, sexygirl, total, kuzu, mandrake falan değil de Melike!
O tersini düşünüyor ama aslında Melike gibi bir nick, kadın olması haricinde hiçbir şey söylemezken, diğer nick’ler daha fazla şey söylerdi kendisiyle ilgili.

Diyorum ki:
-Nickinden girip profiline bakacaktım! Anlayışsız ve alıngan nicklerine baktım yok!
-Kabalaşma, sen de çok balık hafızaymışsın. Bu nasıl reklamcılık. 10 yıllık bir geçmişimiz yok ki hatırlamakta bu kadar zorlandın. Neyse uzatmayalım…

Anlayışsız ve alıngan davranıp beni rahatsız ediyor, bunu söylediğimde kabalaşmış oluyorum! Kabalaştığımı kesinledi ya, artık o da rahat davranabilir:
“Balık hafıza”
“Bu nasıl reklamcılık” (Bu ne alaka?)
Sonra da yetiyor bu kadarı ona, ferahlamış her halde, “uzatmayalım” diyor! Ama esas; 10 yıllık bir geçmişimizin olmamasıyla ilgili tespiti! Çünkü yarım saatlik bir geçmişimiz de yok!

-Zeka özürlüleri çabuk unuturum evet, diyorum.

Burada yasaklayacaktım, ama becerememişim iyi ki, bir numaralı “bayan” lafını bundan sonra etti.

-Adını sormadım. İnanılmaz kabasın. Her şeyden önce karşında bir bayan var. Lafını bil de konuş. Hakaret boyutuna taşıyorsun farkındaysan.

Lafını bilip de konuş diye suçlayan bu insankızı, 10 tane cümleden kendininki seç deseniz hemen seçer, hakaret boyutuna taşmayan onunkidir, kayıtlarla açıklasanız ki tam tersidir, inanmaz, böylece siz inanılmaz kaba olursunuz!

Şuraya geleceğim:
“Her şeyden önce karşında bir bayan var.”

Ağızdan kaçmış, ya da alışkanlıktan söylenen bir laf değil, kadının fikri bu!
Adının melike olduğunun doğrudan hatırlanmasını, ya da melike denince doğrudan kendisinin hatırlanmasını beklediği gibi bayan olduğu için de kendisinin doğrudan kabalaşmayacağını, bayan olduğu için onun hakaret etmesinin mümkün olmadığını, bayan olduğu için onun dilinin tavrının doğal olarak kibar olduğunu falan önceden kabul etmemi(zi) bekliyor.

Bu kadın kadınlığını bir orospununki gibi kullanmıyor mu, orospulara ayıp olmasın!

Hangi kadınlık-bayanlık özelliğini kullanmış da, ona bir kadın gibi davranmamı bekliyor? Herhangi bir kadınsal zeka (anaçlık, birleştiricilik, anlayış vs) kullanmamışken her şeyden önce bir bayan var karşında diyebiliyorsa… bana aynen yıllar önce diskoya bizimle girerken iki genç kızın söyledikleri şu sözü hatırlatıyor: “Bizim paramızı da biz mi vereceğiz.”

Bayan olduğu için parasını erkeklere ödeten bir kadınla erkekler ne yapmayı dünürlerse diskodan sonra; iki erkeğin kaba konuşmasından çok da farklı olmayan yukarıdaki gibi bir sohbette biri çıkıp da ben bayanım diyorsa, tek bir özelliğinden faydalanılabilir gibi geliyor bana, seksinden, çünkü başka bir kadınsılık “veremeyeceğini” zaten göstermiş.

Ona karşımda “her şeyden önce bir bayan var”mış gibi davranmadığım için bana teşekkür etmeli. Çünkü gerçek orospularla bile hiç işim olmadı bugüne kadar.


Yumuşak bir örnekle bitireyim, sizin için yumuşak, benim için farksız.

Lüks kahvecide oturuyorum Pazar sabahı. 5-10 gazete almışım. Üst üste koymuşum, en üste de Roll dergisini koymuşum, yarı bilinçli: Bu gazeteler müessesenin değil benim, deme Rollünü üstleniyor. Gazetelerin tekini bitiriyor yan taraf koyuyorum. Bir adam yaklaşıyor. O bıraktığım gazeteye bakıyor ama dağınık onlar biraz, beğenmiyor benimkilere doğru geliyor, anlıyor. Hafif gülüşüyoruz gidiyor. Sonra bir kadın geliyor, yandaki gazeteye yine şöyle bir bakıyor -Pazar sabahı bozulmamış gazete okunmalı!- yarı bodozlama benim gazetelere yöneliyor, fazla kaba değil ama hafif bir onun-gazeteleri-çekiştirmesi-benim-yarı-şaşkın-ne-yapıyorsunuz-hanımefendi-ne-istiyorsunuz-sorsanıza-bana bakış ve tavırlarımla “iletişim” kuruyoruz. Bir şeyler mırıldanıyor, işte sinemalar, ekler, hürriyet. Hürriyet yok diyorum, almadım. Bir gazete ekine baksak, falan diyor, bitirdiğim gazeteyi işaret ediyorum, onun eki olacaktı, oraya bakın. Bunları deminki erkek (aynı gruptanlar) hafif endişeli ama kibarca yarı uzaktan izliyor. Diğer gazeteden bakıyorlar sinemalara (yer göstericinin yerinde olmak istemezdim), ben yarı gergin, bana-laf-atmadı-ucuz-atlatıyorum-umarım-giderken-laf-sokmaz-ya-da-sinirli-sinirli-davranmaz, diye düşünerek gazetelerime gömülmeye çalışıyorum. Giderlerken kadın dağınık gazeteyi düzenleyip bırakıyor, teşekkürler diyor, sanıyorum gerçek bir teşekkür ve bir ölçüde yaptığını anlamış da neden olmasın, genelde izlemede kalan deminki adam daha sıcak bir teşekkür ediyor, belki biraz da özür gülümsemesi.

Mutlu son, hariç baktığınızda, burada erkek olan kadın, kadın olan erkek tavırları sergiliyor. Gazetelerimi, sormadığından ona sunmadığım için “Her şeyden önce bir kadın var karşınızda” deseydi bu kadın bana, “kadın olduğunuzu anlayabilmem için memelerinizi görebilir miyim” diyerek özellikle kaba olarak anılmak üzmezdi beni. Başbakan değilim çünkü ben.

Salı, Şubat 26, 2008

"Babamı severim beni dövmez"(!)

Kafede yan masada oturan yaşlı adam:
-Şu müziği biraz kıssana, dedi garsona.
-Efendim, en kısığı bu, deyince garson
-O zaman bir süre kapat çok bağırıyor, dedi.

Buraya kadar yaşından dolayı doğal bir rahatsızlık ifadesi olarak algılanacak isteğin haklılığı, adamın şu cümlesiyle son buldu:
-Bunu dinleyen kimse var mı, yok…

Cumartesi, Şubat 23, 2008

Al Kocayı Vur Sopayı


1. Kitabın Tanıtımı

AL KOCAYI VUR SOPAYI Sevenler arası şiddet

Ayşe Kudat, Doğan Kitap, 2007, 229 sayfa, 13 YTL

İnsanlık tarihi boyunca şiddete uğramış kişileri çeşitli sınıflandırmalara tabi tutarsak, yakınları tarafından dövülen, hakaret gören, cinsel saldırıya uğrayanların savaşlarda, sokak kavgalarında veya terör olaylarında yaralanan veya ölenlerden çok daha fazla olduğunu görürüz. Aile içi şiddet, çağımızda neredeyse her iki kadından birinin, belki her çocuğun ve önemli oranda erkeğin her gün, her hafta, her ay, sürekli olarak maruz kaldığı bir olgudur ve BM dahil uluslararası kuruluşlar ve ulusal sivil toplum kuruluşları konuya sahip çıkmaya başlamıştır. Bu kitap, erkeğin maruz kaldığı şiddeti gözler önüne seren Türkiye’deki ilk kitaptır ve birçok erkeğin eşi veya sevgilisinden şiddet gördüğünü belgeleme amacı gütmektedir... Erkekler yalnız kadın değil erkek sevdiklerinden de şiddet görmektedir. Erkeklerin pısırık görünmemek için gizlemeleri sonucu bir türlü açığa çıkarılamayan bu konu Batı toplumlarında yavaş yavaş incelenmeye başlanmıştır.Bu kitap sevgi ilişkileri çerçevesinde erkeklere yöneltilen şiddet konusu üstünde durmayı amaçlıyor ve erkeklerin eşlerinden, kadın ve erkek sevgililerinden çektiklerini dile getiriyor.




2. Kitap üzerine Radikal Kitap’ta çıkan “inceleme” yazısı.


Kadın dediğin döver!

Kitabın adı 'Al Kocayı Vur Sopayı' gibi 'kadının erkeğe uyguladığı fiziksel şiddet' çağrışımlı bir ad olunca, bunun, üstüne kitap yazılacak bir konu olduğuna inanmak hayli zor

DİLAY YALÇIN

Ayşe Kudat, Al Kocayı Vur Sopayı'da şiddetin toplum, tarih, insan psikolojisi ve insan ilişkilerindeki yerini anlatıyor. Ancak kitabın isminden de anlaşılabileceği gibi, bunu, insanın insana uyguladığı şiddetten ziyade, kadının erkeğe uyguladığı şiddet konusuna bir giriş olarak anlatıyor... Ne var ki, kitabın adı Al Kocayı Vur Sopayı gibi 'kadının erkeğe uyguladığı fiziksel şiddet' çağrışımlı bir ad olunca, bunun, üstüne kitap yazılacak bir konu olduğuna inanmak hayli zor. Ayşe Kudat da okuyucusunu buna inandırmakta zorlanması, hatta kitapta birkaç defa, kendisini de buna inandırmak istercesine, bu kitabı yazarken dünyada kadına uygulanan şiddeti görmezden gelmediğini belirtme ihtiyacı duyması normal karşılanabilir.

Gerçekten de, okuyucu olarak kadının erkeğe nasıl bir şiddet uygulayabileceğini hayal etmek kuvvetli bir hayalgücü gerektiren bir mesele. Kadın deyince akla, ilk insandan bugüne kadar (ya da Athena'nın Apollo'yla bir olup da, annenin çocuğuyla kan bağı taşımadığına karar verdiği günden bugüne kadar) hep ezilmiş, erkeğe göre özellikle de fiziksel anlamda hep zayıf olmuş bir varlık geliyor.

Şiddet konuşulmalı

Bu elbette ki, kadının erkeğe uyguladığı şiddetin konuşulması gerekmeyen bir konu olduğu anlamına gelmiyor. Kitabın adı sözlü veya psikolojik şiddetten ziyade, fiziksel şiddeti çağrıştırdığından, okurun, sopa vurulan erkeklerin sopa vurulan kadınlara oranını merak etmesi kaçınılmaz. Ayşe Kudat bu oranları şöyle anlatıyor: (B.J. Morse'un 1976 yılından başlayarak yirmi yıla yakın süre gözlemlediği 1725 evli çift üstüneden) "Örneğin, 1986'da kocaların eşlerine gösterdiği şiddet oranı yüzde 9,4 iken, kadınların kocalarına yönelttiği aşırı şiddet oranının yüzde 22,8 olduğu görülmüştür." R.J.H. Russell ve B. Hulson'un İngiltere'de yaptığı araştırmaya göreyse, 1992 yılında, İngiltere'de erkeklerin yüzde 5,8'i karılarına, kadınlarınsa yüzde 11,3'ünün kocalarına aşırı şiddet göstermiş. Bu sayılar şaşırtıcı olsa da, her zaman erkeğe kıyasla fiziksel olarak zayıf olduğunu söylediğimiz kadının erkeğe uyguladığı şiddetin açıklaması ise kitapta şöyle yapılıyor: (Alman Hükümeti'nin yaptırdığı bir araştırmaya göre) "... bir kadınla sevgili ya da eş olarak yaşamış erkeklerin yüzde 25'i şiddet görmüş ve bunların çoğu da birçok kez bu şiddeti yaşamıştır. Her altı erkekten birinin sevdiği kadın tarafından sert bir şekilde itiştirilip kakıştırıldığı da ortaya çıkmıştır. Ayrıca, erkekler yüzde 5-10 oranda da ısırıldıklarını, tırmalandıklarını, acı çektirici biçimde tekmelendiklerini ya da fırlatılan eşyalardan yaralandıklarını söylemişlerdir. Benzer bir orandaki erkek de, yaralandıklarını ve yaşamlarını yitireceklerinden korktuklarını dile getirmişlerdir."
Ayşe Kudat'ın, kadının erkeğe uyguladığı şiddetin oranını, 'kadın sevgililerinden veya eşlerinden hayatlarında en az bir defa fiziksel şiddete uğramış olanlar' üstünden değerlendirmesi gibi detaylar, okuyucuya bu kitabın yazılmasını kabullendirebilecek cinsten değil. Çünkü hayatı boyunca bir defa dayak yemiş bir kadın bile hayatının sonuna kadar bir daha dayak yiyeceği korkusuyla yaşamaya terk edildiği gibi, bir defa dayak yemiş kadınların çoğu hayatları boyunca dayak yemeye devam ediyor.

Kitabın daha en başlarında, Kudat'ın, Inter Amerikan Kalkınma Bankası'nın yaptığı araştırmayla belirlediği 'şiddetin devletlere maliyeti' konulu paragrafa girmesi, erkeğin akşam eve geldiğinde önüne düzgün yemek konmamasını kadının uyguladığı şiddetin bir örneği olarak göstermesi, genlerin de şiddet eğliminde payı olduğunu belirtmek için zencilerin şiddete genetik olarak daha yatkın olduğuyla ilgili bir giriş yapması ve onlarca ayrı araştırmanın adı geçmesine rağmen, konu 'kadının erkeğe sopa vurması'na gelince hiçbir sayısal bilgiyi net olarak vermemesi, ne zaten önyargılı olan okura ne de elinde ikna etmesi çok güç bir argüman olan Ayşe Kudat'a yardımcı oluyor.

AL KOCAYI VUR SOPAYI Ayşe Kudat, Doğan Kitap, 2007, 229 sayfa, 13 YTL



3. Benim yazım


Karşınızda her şeyden önce şiddet var!

Yakında yayınlatmayı düşündüğüm muhtemelen “roman” türüne girecek kitabımda sergilediğim bazı hayatlar, dünya çapında şiddet üzerine akademik araştırmalar yapan bir bayan arkadaşım tarafından “Tüm dünyada sadece kadına ve çocuğa yönelik şiddet örnekleri incelenmiş, senin kitabındaki gibi sözel, psikolojik ve benzeri şiddet örnekleri düşünüldüğünde dünyanın bu konuya bakışındaki eksik yön ortaya çıkıyor ve konu çok daha kapsamlı hale geliyor.” diye değerlendirilmişti.

Bu tespiti, belgelerle destekleyen bir ilk kitap çıkmış, Doğan Kitap’tan, Ayşe Kudat’ın “Al Kocayı Vur Sopayı” adlı eseri.

Ama bu metni yazma nedenim, kitabın kendisi değil, 1 Şubat 2008 tarihli Radikal Kitap’ta Dilay Yalçın’ın kitabı tanıtan yazısı.

“Gerçekten de, okuyucu olarak kadının erkeğe nasıl bir şiddet uygulayabileceğini hayal etmek kuvvetli bir hayal gücü gerektiren bir mesele.” diyerek kitabın hayal gücüne yer bırakmadan araştırma kanıtları ve günlük hayattan örneklerle açıkladığı konuya önyargılı bakışını belli ediyor Dilay Yalçın. Üstelik kısa inceleme yazısında üç kez (alt başlığı da sayarsak dört kez) “ima edilen” şey dikkat çekmeyecek gibi değil (italikler benim. MS):

“…kitabın adı Al Kocayı Vur Sopayı gibi 'kadının erkeğe uyguladığı fiziksel şiddet' çağrışımlı bir ad olunca, bunun, üstüne kitap yazılacak bir konu olduğuna inanmak hayli zor.”

“…kadının erkeğe uyguladığı şiddetin oranını, 'kadın sevgililerinden veya eşlerinden hayatlarında en az bir defa fiziksel şiddete uğramış olanlar' üstünden değerlendirmesi gibi detaylar, okuyucuya bu kitabın yazılmasını kabullendirebilecek cinsten değil.”

“….ne zaten önyargılı olan okura ne de elinde ikna etmesi çok güç bir argüman olan Ayşe Kudat'a yardımcı oluyor.”

Bilemiyorum Aşye Kudat, konunun işlenişini, örneklerin konuyu nasıl desteklediğini ve benzeri konuları incelemeyi aşıp konunun kendisinin anlamsız, gereksiz vs olduğu yolundaki “eleştiri” hakkında ne düşünür; ama ben bu romanımda olmasa da -çünkü içinde yeterince kadın şiddeti örneği var- belki bir sonrakinde Dilay Yalçın’ın “şu konuda kitap yazılamaz” şeklindeki yaklaşımını bir şiddet örneği olarak gönül rahatlıyla işleyip tespit edebilirim.

Hatta Ayşe Kudat’ın, “erkeğe yönelik şiddet” konulu eserinin amacının, erkeğin kadına yönelik şiddetini görmezden gelmek değil, kadına uygulanan şiddetle birlikte ve şiddet başlığı altından “artık” incelenmesi gereken bir konuya dikkat çekmek olduğunu defalarca belirtmesindeki inceliği, Dilay Yalçın’ın tam tersinden alıp, üzerine kitap yazılabilecek bir konuda kitap yazdığına, yazarın kendisini de inandırma çabası olarak aşırı yorumlamasını, bir “bel altına vurma hadisesi” olarak romanımda kullanabilirim.

Bakın işte buldum; romanımda, şiddet üzerine bir kitap ve onu eleştiren bir inceleme yazısı kurgulayıp, inceleme yazısının kendisinin, kitabın ikinci basımına şiddet örneği olarak eklendiğini anlatarak bunları yapabilirim.

Bu yazımı, Ayşe Kudat’ın kitabının ana fikri ve yazılış amacı olabilecek başlığımı da açıklayacak bir sözle bitirmek istiyorum; bir tartışma sırasında her hangi bir kabalaşma söz konusu değilken bir kadının söylediği şu söz: “Sözlerinize dikkat edin, karşınızda her şeyden önce bir kadın var!”

Murat Sohtorik


Not: Radikal Kitap yazımı, bırakın yayınlamayı, alıp almadığını bile bildirmeye tenezzül etmedi!

amınıza koyim

Bana amına koyarım dedi bana nasıl der ben de amına korum dedim. Onun adamı var korumaları benim de var korumalarım. Benim üzerime gelmesin yoksa dağılır oralar. Bana amına koyarım dedi ben onun amına korum. Eğer kavga edersem abi ben cinayet işlerim. Kafalarımız gözlerimiz kopacak. Görsen o gün birbirimizle nasıl kavga ediyoruz. Şişeler kırıyoruz kafalarda. O bana vuruyor ben kafasında şişeler kırıyorum o benim gözüme parmağını sokuyor. Bana amına koyarım dedi bana nasıl der ya ben de amına korum dedim. Abime söyle benim üstüme yürümesin. Ben cinayet işlerim. Orası camekan dağılır orası. Bana amına koyarım dedi ben de amına korum dedim.

Sen bilmiyorsun kavgamızı o benim parmağıma gözünü sokuyor ben onun kafasında şişe kırıyorum. Bana amına koyim diyor. Ben senin amına koyim.

(Yukarıdaki muhabbet Gümüşlük’de hemen deniz kenarındaki pansiyonumun balkonunda notlar alırken tam şu anda şahit olduğum ve birebir aktarmaya çalıştığım bir konuşma. Bir iki dakikalık bir konuşma sadece ama amına koyimler cidden 10 kez falan tekrar etti. Cinsel organ sizi yanıltmasın ikisi de erkek. Parmak kafa-şişe mevzu da rahat bir 5 kez. En fazla 5 cümleyle konuşuyordu adam. Ama 60 70 cümle etmiştir herhalde.

İnsanoğlu hiçbir yerde huzur bulamayacak. Huzur falan aradığı yok çünkü...

aptalsınız

2008 yılı
düşünün isa diyoruz ama musa socrates niçe vs den sonra diyebiliriz..

Saat gece yarısı 02:00

"gece yarısı götürüyorlar namaz kıldırıyorlar kılmayan öğrencileri......."
kesiliyor alkışlarla...

başka birisi türban takmalı diye bişi diyor

başka bir genç üniversiteli, türban takmayanın suratına
kezzap atılıyorsa ben de türban takanların kafasına kezzap atarım diyor.
(Bu sertliklerin yazmamda hiç bir önemi yok, anlatacağım şeyde.)


atatürkün çocuklarına güvenmiyorum, diyor.

türkiyenin kendisine güveniyorum, diyor.

birisi konuşuyor, şu anda 2:17 birileri tepki cümleleri ediyor, konuşan kızıyor...

mahalle baskısı değil mahalle dayanışması diyor aynı adam ya da bir başkası ne biliyim
niye dikkat edeyim

ha adam max weberden söz etti!!!! şimdi..

neyse

türbanla ilgili bir metin mi sandınız...

aptallıkla ilgili bir metin bu...

aptalız aptal kalacağız

asla gelişmeyeceğiz

can dündar mı neydi diğeri neydi yahu

sunan o işte adı aklıma gelmedi

iyi ki gelmedi

tv programlarını falan eleştiren bir yazı mı sandınız.......


insanoğlu geri zekalıdır, hala akıllanmamıştır ve bu benim çok canımı yakıyor...

bu metindir...

semih gümüşle

leyla erbilin salak tartışmalarından söz etmiyorum bile


aynen böyle yayınlayacağım
deymezsiniz çünkü

Cuma, Şubat 22, 2008

Pazar, Şubat 17, 2008

Mor ve Gerisi

"Morun ötesini yapmak için moru bilmeli önce." Atasözü


İngilizce, Türkçe veya Sanskritçe şarkı olmaz,
şarkı şarkıdır...
Siz burada yaparsınız, iyiyse eskimo bile anlar.
Eskimolara ayıp olmasın...

Enstrümantal müzik diye bir tanımlama vardı, bilmiyorum kaldı mı?
Sanki enstrüman olmadan müzik olabilirmiş gibi.
İnsan sesi de müzikte bir enstrümandır,
anlamlı laf etsin ya da etmesin,
o dilden ya da bu dilden.

Anlatmış işte adam resminde,
bir pipo çizmiş,
altına da yazmış (resmin içine)
bu bir pipo değildir diye.

Resmedilmiş bir cümle, edebiyattaki anlamıyla bir cümle değildir artık, resimdir.
Ve o yüzden, resimde, bu bir pipo değildir yazıyorsa, hatta ben de bir cümle değilim yazıyorsa, doğru söylüyordur, değildir.

Anlamdan bağımsız (anlamsız dememek için böyle diyorum) bir cümle de edebiyatta, sırf tınısı var olduğu için orada olan bir cümle, edebiyat değildir, çünkü o bir cümle bile değildir.

Bakıyorsun,
metnini senfoni yapmaya çalışıyor biri
melodidense söz yazıyor diğeri.
Edebiyatçısı müzisyen, müzisyeni edebiyatçı olmaya özeniyor!
Biraz akıllıları varsa ressamlarından çıkıyor,
anlamla, mantıkla en az işi olabileceklerinden.

Suzanne Vega yaparken bir albüm bebeği doğduktan sonra,
bakar, anlamaz bebeği, dinlemez, ilgisini çekmez şarkılar.
Çünkü Leonard Cohen tarzı,
bizdeki Bülent Ortaçgil tarzı*
“sözel” “anlatan” “konuşan” bir müzisyendir Suzanne Vega.
Ne anlasın bebek konuşan vegadan, susan vega ister o.**

Melodik bir albüm çıkar sonra Suzanne Vega’dan,
bebeğinin de anlayıp zevk alacağı.
İşte o benim dediğim Eskimo faktörü.


*Sıkı müzisyenlerle çalıştığından en müzikal ve bu yüzden en beğendiğim Ortaçgil albümünün adı bile şudur: "Bu şarkılar adam olmaz."
**Espri Tansu Gülaydın’ınkinden dönüştürülmüştür.

Cumartesi, Şubat 16, 2008

Salı, Şubat 12, 2008

Sakal var, mantık var!


Sakalım olduğu için
komünüst diye
üniversiteye alınmamış,
kahvede (Cunda Taşkahvede)
efkarla çay içer fotom
(temsili).

Salı, Şubat 05, 2008

Politika fasa, sanat fiso

“Benim tezim şu ki; edebiyatçı iktidarla yakın ilişkiler içinde olmamalıdır. Eğer ben onun yemeğine gidersem, partisine gidersem, o zaman onu rahat rahat eleştirmek ve yaptıklarına karşı çıkmak hakkını kaybederim, diye düşünüyorum.” Pınar Kür


Bu, insanın tanıdığını, yakın olduğunu, giderek dostunu eleştirememesi anlayışından kaynaklanıyor. Yani ya giderim ve eleştirmemeyi kabul ederim, ya gitmem ve eleştiri hakkımı korurum arası bir denge hali, yaşanamıyor. Karakterler farklı olabilir, ama doğru karakter bu örnekteki gibi görülür çoğu kez.

Politikacıyı sanatçıdan üstün bir yere koymak saçmadır, tarih bilmemektir bu, ki bir yeniyetmeyi 1 saat tarihe baktırsanız görülür bu, ama daha üst düzeyde, politika fasa, sanat fiso. Bu hayatın her zaman adama ihtiyacı oldu, oluyor, olacak. Olmak ya da olmamak derken, bir ihtimal daha var o da ölmek mi dersin, demiş Şekspir. Tersine çevrilerek, Olmamak ya da olmak, denebilir bu konuda. Olmamayı bırak bir olmak bul, bak burada olmak budur: Adam olmak… Bunun çevresinde dolanır, sadece buna yaklaşan politikacı sanatçıdan üstündür, buna yaklaşamayan sanatçı, politika yapıyordur.

Demiş işte diyeceğini adam olan, Çetin Altan: “Cumhurbaşkanı gelmez mi yazarın evine?..”

“Politika gelir geçer, sanatçı kalır.” da demiş ama yukarıdaki soru, onikiden…


Orhan Pamuk'la ilgili bir tartışmada demiştim: Bir tarafta bir yazar diğer tarafta bir hükümet, devlet... Hiç düşünmeden paranızı, değer verdiğiniz şeyi, yazara yatırabilirsiniz...

Şimdi de ekliyorum:

Yine de en çok parayı kasa kazanır...


Şunları da ekleyelim Çetin Altan’dan, bulunsun:

İktisat Fakültesi’ni kuran bir iktisatçı vardı, o demişti ki; “Sizde değerliler önemli değil, önemliler de değerli değil.”

“Sen de cevher var imiş/ Bunu alem ne bilsin?/ Süslü bir dairede/ Müdür bile değilsin”...

Pazartesi, Şubat 04, 2008