Perşembe, Aralık 27, 2007

Kastettin Hoca

“X filozofu okudum ama tam anlayamadım.”

“Y filozofu okumak için zorladım kendimi.”

Bunlar normal, okumuş, belki biraz ya da epeyce de zeki ve entelektüel insan lafları…

Böyle diyenlere, özellikle belli bir yetersizlik hissi ve aşağılık kompleksiyle bunları söyleyenlere; felsefe eğitimi görmüş, hatta profesör olmuş ya da sıkı bir okur olan yazarların söyleyişlerini yetiştiririm hemen:

“X filozofu anlayabildiğim kadarıyla…..”

“Y filozofun çetrefil metnine benim yorumum…..”

“Z filozofun orda kastettiği, bence…..”


Bunun en son örneğini geçen hafta Pazar günü (23 Aralık 2007) Milliyet Pazar ekinde yakaladım. Hepsinden daha ilginçti…

Efsanevi felsefeci olarak bilindiği söylenen Prof. Dr. İoanna Kuçuradi:
“Gündelik hayatta felsefenin boş laf kalabalığı olarak nitelenmesinin (“felsefe yapma”) nedeni biraz da anlaşılmaz bir dille konuşan yazan felsefeciler. Bir şeyi anlaşılmaz bir dille söylediklerinde felsefe yaptıklarını sanıyorlar. Oysa çok daha yalın bir dille de söyleyebilirsiniz.”

Ama bu cümlelerden birkaç santim aşağıda:

“Mesela Etik kitabımın çok zor olduğunu söylüyorlar ama ben aynı konuyu ders verirken çok yalın bir dille anlatabiliyorum. Başka filozofları anlatırken de bunu yapıyorum. Örneğin, Kant’ın Kesin Buyruğunu anlattığımda, bu muydu hocam? diyorlar…”


Bağışladığım bazı kitaplar için beni bağışlayın, kimsenin akıl sağlığına kastetmek istememiştim…

Hamurabi

Kitap almamaya, sadece yemin etmemiştim.

Adam Philips’in son kitabını heyecanla aldım, birkaç kitabını sevmiştim…

“Vaat hep vaat”

Hem kitabın adı, hem de benim kitapla ilgili duygularımın!

Yazarın suçu yok tabi, o, bana bir vaatte bulunmamış...

Ama yine aynı duygu: Ben buradayım sevgili yazarım, sen neredesin…


Giderek, atlaya atlaya okumaya başladım.

“Edebiyat ve psikanaliz üzerine denemeler” alt başlığı çok şey vaat ediyordu halbuki bana.

Tam şu sıralarda yazdığım Edebiyata Tüneyen Haydut metinlerimi (Hz Muammametin ve Hz Asi, şimdi Hamurabi, yakında Kastettin Hoca) birisiyle konuşmuş olurum diyordum.

Hem de bir yazarla değil bir psikanalistle.


İlk deneme: Şiir ve psikanaliz.

Tam istediğim şeyi soruyor: “Sözcüklerle ilgilenip anlamla ilgilenmemek nasıl bir şeydir?”

Ama bu soru cümlesi upuzun metnin sonunda yer alıyor!

“Sözcükleri bilgiden çok musiki gibi düşünmek nasıl bir şeydir?”

Daha ne isterim, tam da edebiyat takıntılarının bu tarzıyla ilgili düşünüyorum bugünlerde…

Ama yine metnin sonunda ve bir soru cümlesi!

Sonra da “Büyük Amerikan şairi James Wright” dediği birinden bir alıntı yapıp, tüm metinden bana elle tutulur gelen tek fikri veriyor: “Yalnızca dille fiyaka yapmaktansa insanca önemli bir şey söylemek isterim.”

Güzel.

Güzel, çünkü genelde zekasıyla fiyaka yapmak eleştirilir…

Ali Nesin’in bir “fiyakası” geldi aklıma:
“EQ (Duygusal Zeka), IQ’ları eksik olanlar tarafından uyduruldu, hiç değilse EQ’muz yüksek diyebilsinler diye. Ama aklın yolu birdir…”

Bence de, ikisi bir fidanın güller açan dalıdır.

Zaten şöyle bitiriyor denemesini Adam Philips: “Psikanaliz tasarısı bu ayrım hakkında, böyle bir ayrım olup olmadığı hakkında düşünmek olmalıdır.”

E düşünsene be Adam…

Tüm kitapta bu konuda düşünüleduracağını, pek bir sonuca varılmadan düşünülüp durulacağını tahmin ediyorum, yüzde yetmişi bittiğinden, şimdiden. (Ama orası “ceza” sahası, girmeyelim, diyen bir futbolcu geldi aklıma.)

Böylece “edebiyat sorular sorar, cevaplar vermez” takıntısının, psikanalistlere de bulaşmış olduğunu düşündürüyor Adam Philips…

Düşünmek, bunlar için, sadece sorular sormak demek.


Kitap sıktı.

Hava kapalı ama çok güzeldi.

Nasıl olur! Edebiyatta, bunalımlı havayı tasvir ettiğinizde karakterinizin sıkıntılı ruh durumunu tasvir etmiş olursunuz!

İşte bir edebiyat takıntısı daha…

Böylece, hava kapalı ama çok güzeldi, deyişimi de kanıt yaparsak, ben asla bu edebiyatçılarla aynı hamurdan yapılmamış oluyorum.


En önemlisi de, şu “acı” konusunda asla anlaşamıyor olmamız.

“Acıdan geçmemiş insanlar biraz eksiktir” mi diyordu Sezen Aksu, şarkısında…

Ama “Deneyim didaktik değildir” yazıyor Adam Philips, kitabında.

Deneyim öğretmez.

Edebiyat öğretmez.

İnsan (insana) öğretmez.

Hoş geldin M.S. 2008!

Edebiyat, kendisini sevdiğim halde eleştirmekten başka çare bırakmayan bir sevgili gibi… Edebiyat buysa çünkü (tümü değil, biliyorum), insanları eleştirmenin bir anlamı yok: Hepsi haklı çünkü, tüm insanlar. Ben sizin edebiyatınızdan bir şey anlamıyorum, derken bir yerde ne kadar haklılar…

“Edebiyat yapma!” derken ne kadar haklılar? (Soru cümlesi!)


Aynı hamurdan yaratılmama durumuna bir örnek daha vereyim: Hasan Ali Toptaş’ın bu bağlamdaki önceki yazılarımda değindiğim, bu konularda yazmama vesile olan kitabını da bir eleştirmenimiz şiirsel dili mi, üslup özelliklerinin güzelliği mi, diye birkaç açıdan övmüştü… Allah Allah demiştim! Herkesin yazabileceği bir üslupta yazılmış Hasan Ali Toptaş deneyimleriydi çünkü kitap. Toptaş’ın bazılarını okuduğum romanlarıyla da bence üslup açısından bir alaka kurulamayacak metinlerdi…

İşte, orada duruyor kitap, ne var ki…

Diyorum, hep diyorum, herhalde ben anlamıyorum, ben edebiyattan falan anlamıyorum…


Neyse eve geldim. İnternet bağlantısını beceremiyorum. 2 gündür geceli gündüzlü uğraşıyorum, küçük bir şeyi kaçırıyorum, olmuyor, keçileri kaçırıyorum…

Havadandır!!!!

Ya da burcuma baksaydım keşke sabahtan, söylüyordur olacağı!

Bu günnnn insanlarla iletişimdeeeee ve kendinizi ifade etmekteeee sorunlarlarlar yaşayacaksınızzzz.

İnternetten mi diyorsun abla…


5 6 kitap alıp yatağıma uzanıyorum. Hepsi daha önceden okuduğum, baktığım, şimdi hangilerini bağışlamayacağıma bakacağım…

John Lukacs / Yirminci Yüzyılın ve Modern Çağın Sonu
Woody Allen / Espri Kitabı (Arasında Muzır Etkilerden bir bölümün fotokopisi, Atatürk Kütüphanesi günlerinden kalma)
Bertolt Brecht / Me-ti’nin Özdeyişler Kitabı
Borges / Borges ve Ben
Kadri Öztopçu / Yanlış Hikayeler

Bir hikaye arıyorum, seçiyorum, doğru çıkıyor:
“Bırakılmış Eylül.”

Öykü yazmaya özendirdi beni.

Bitimine bir not yazdım, ama sır, kendimle aramda, Kadri Beye bile söylemeyeceğim, kendisi Reklam Yazarlığından ustam olur…

Başka bir öyküye geçmek istemiyorum. Öyküyü düşünüyorum…

Öyküyü düşünmüyorum…

Öykü kitaplarının içindeki öykülerin bir bütünlük oluşturması takıntısı geliyor aklıma, onu düşünüyorum.

Sanki öyle olmayınca, kitap, kitap olmuyormuş, bir eksikliği oluyormuş…

Roman değil ki ama bu…

İlk kitabımdaki öyküleri iki yazar olan editörlerimle sıraladığımız günü hatırlıyorum… Biri, şu ve sonra şu, arkasından da şu gelsin, diyor diğeri onaylıyor ya da itiraz edip başka bir tane öneriyor, önce şu, sonra şu, arkasından da senin dediğin gelsin…

Ben hepsini onaylıyorum…

Binbir şekilde dizilebilirdi bence, neden öyle değil de böyle ya da şöyle dizildiğini anlamıyor, içten içe gülüyorum -Ali Nesin’e sorulabilir, permütasyon muydu, kombinasyon muydu, kombinezon da olabilir.

Yanlış Hikayeler’deki öyküyü de sayfaları çevirip, başlık ve ilk paragraf denetiminden sonra bulmam ve sonra onun bana verdiği hoş duygudan uzaklaştırmasın diye başka bir öykü okumamam gibi… Budur bir öykü kitabının sevdiğim özelliği…


Borges ve Ben’e geçtim. 98 de okumuşum… 1900…

Bana bu metni yazdıran da biraz o oldu. Çevirmen Celal Üster’in giriş yazısında Borges’in de katılıp katılmadığı tam anlaşılmayan bir mantık:

“Kendi istemi dışında geldiği ve kendi istemi dışında çekip gideceği bir dünyada……”

İşte onulmaz acı…

Hiçbir yere konulmaz…

“Dünya” sözcüğünü çıkarsak, “Kendi istemi dışında geldiği ve kendi istemi dışında çekip gideceği…” desek ne düşünürsünüz…

Tatil…

İş yeri…

Başka bir şehir…

Dünya…

Başka bir dünya…

Hahaha

Her halde, ölüm hariç, ben bu dünyadan başka bir dünyaya gitmek istemezdim, aynen bu kentten başka bir kente de gitmek istemediğim gibi…


Metnin şu aşağıdaki son bölümünü önce yazmıştım, buraya bağladım. Şiirsel olmadı belki! Üsluptan da emin değilim! Ama derdini anlatıyor…

“Bu dünyaya kendi isteğimiz dışında geldik.”

Diyen kişi gerçekten de dünyaya isteği dışında gelmiş olmalı.

Çünkü Tanrı ile Sohbet adlı o harika kitabın birincisinde şöyle der:
“Ruh, büyük politik ve ekonomik zorluklar altında yaşayan bastırılmış bir toplumda, yapmaya ihtiyaç duyduğu şeyleri başarabilmek için özürlü bir bedende yaşamayı seçebilir.”

Çoğu düşünürün, başından aşağı kaynar sular dökülmüş gibi hissedeceği bir laf. (Amma saçmaladım, onlar her şeyde böyle hissederler, onlar için yeni bir şey değil…)

Ama bu kaynar su da onları uyandırmaz, hayattaki esas “acı”yı fark edemezler: Tanrıyla Sohbet’teki bu laftan sonra, artık kimse sorumluluktan kaçamaz…

İntihar etmiyorsa…

Bir de, tabii, hayata kendi isteği dışında gelmeyi planlayabiliyorsa…

Cumartesi, Aralık 22, 2007

He kurban

-ii bayramlarrrrr

-sana da
da ne bayramı

-nasi yani
bugun bayramya

-ciddi mi
resmi mi yani

-abi kurban bayrami ya dunden beri

-biliyordum
evet
dünden beri bir değişiklik vardı insanlarda
fazla kibar
iyi-kötü giyimli
biliyordum

hahaha
biliyordum gerçekten
ama bilmeyebilirdim de
alışasın diye öyle söyledim

Pazartesi, Aralık 17, 2007

Parantitez

Bana her gün yaz diyen eski ama eskimemiş bir dostumu düşünerek yazıyorum bu metni. (Yine de kendimi, şey gibi hissettim, hani bir gün bir tanıdığınızı gazetede köşe yazarı olarak görürsünüz… Ne alakası var yahu bunun yazarlıkla dersiniz… Ama tanıdıkları, yaz yahu sen demişlerdir, çok ısrar etmişlerdir de o yüzden yazıyordur ya…)
Bu bir medya eleştirisiydi, senin üzerinden oldu dostum, ne olur kızma, sağ ol…

Son zamanlarda oluşan, her gün yazma düşüncemi, çok fazla kurmadan, çok fazla kasmadan, kısa kısa da olsa yazma düşüncemi, yazmayı düşündüklerimi yazmadan önce buraya yazma düşüncemi, farkında bile olmadan desteklediğin için…

Hafta sonu Cem Mumcu söyleşisi bir gazetede.

Parantez:
Neredeyse 10 gazete eki okurum hafta sonu. Gazete düzeyinin üstünde yazılara rastlanır çünkü… Çünkü güncel, ama güncele o kadar da batmamış yazılara rastlanır. Yani rastlanırdı… Eskiden...

Parantitez:
Eskiden...
Eskiye özlem duyan bir orta yaşlı mı oldum ben… Siz karar verin, yazdıklarımdan...

21. yüzyılı tahmin etmek benim işim değil diyor bir yazar… İnsan neden yazar olur, bunu yapmayı kafasının bir yerinde düşünmediyse...

Ben çiçek yetiştirmeyi düşünmüyorum, kendi halimde bir saksıyım işte... Evet, içime biraz toprak ekiyorum, ektiriyorum.. Ama o kadar...

Paran(kadar)tez:
Bazen sadece ben büyüyormuşum herkes yerinde sayıyormuş gibi geliyor. Neyse, ukalalığımı (ve dayanaklarını) satır aralarında, üstü kapalı, “edebiyat” metinlerimde yeterince dile getiriyorum… Doğrudan dile getirmeyeyim bu kadar, biraz ben de herkes gibi takiye yapmasını öğreneyim… (Takiye + TDK = Olduğundan farklı görünme)

Para-sentez:
Kötü başlıyor Cem Mumcu, sonra iyi devam ettiğinden, iyi kısımlarından başlayayım, çünkü esas konu kötü kısmı, esas konu sıkı adamların bile nasıl böyle olabildiği, o nedenle önce sıkı adamlığını tespit edelim.

"Terapist oyun bozandır" diyor.
http://www.ucnokta.com/ adresinde yeni yayınladığım metinleri okuyun, PSİ’leri de konu ettiğim (psikolog, psikiyatrist, psikanalist vs), onları biraz küçümsediğim (yine) bir metnim…

Cem Mumcu içimi rahatlatıyor, "oyun bozanız" diyerek, kimselerin hastalarına söylemeye cesaret edemediği şeyleri söylüyorum diyerek. Onları sarstığını söyleyerek.

Güzel de örnekliyor: Uzun zamandır gelmeyen bir hastasına, “Neredesin?” diye sormasına hastasının cevabı: “O kadar çok sorunum vardı ki bir de seninle uğraşamayacaktım."

Paratonertez:
"Bugüne kadar, tüm tanıdıklarımın psikoloğu oldum" demem, hayatımdaki en önemli tespitlerden biridir. Onları hayatlarındaki herkesten fazla tanıdım. Bu, ancak, Cem Mumcu’nun şu yukarıda söylediği şekilde olur. Sevgi budur. ucnokta’daki yazımın devamında alıntılayacağım gibi: “Bir insanı olduğu gibi kabul etmek, olabileceği insandan nefret etmektendir…”

Sonra, Cem Mumcu, ona şaşırtıcı ölçüde iyi davranan bir taksicinin 4 eski sevgilisi tarafından aldatılmış olduğunu tamamen sezgisel şekilde, bildiğini anlatıyor, iyi davranışlı, hizmetkar bir insan olduğu için taksici… Olay, psikolog koltuğunda değil takside gerçekleşiyor. Çok güzel bir hikaye Cem Mumcununki… Okumanız lazım… Bakayım, Hürriyet, 9 Aralık 2007 Pazar. Nette bulursunuz, bulunuyorsa. Böylece şu sıralar yazmayı düşündüğüm bir edebiyat eleştirisine de çanak tuttu, “öykü anlatılmamalıdır” tarzı bir edebiyatçı saplantısı ile ilgili…

Evet, esas duruma gelelim, bu metni o durum için yazmaya oturmuştum.

Paraboltez:
Ben eleştirirken rahatsız edici olabilsem de, ki bu umurumda değil, her insanda insanlığın tüm halleri mevcuttur diyen Montaigne’den hareketle, o insanı, içindeki, mesela, o küçük faşist, o küçük özensiz, o küçük yalancı vs için uyarmaya çalışarak, ona iyilik ettiğimi, o anlamasa bile, düşünmekten başka bir şey … böyle işte…

Paranormaltez:
İşte böyle bir metindir BAP, o an ne hissediliyorsa onun yazıldığı bir metin…
Şöyle bir cümle vardır mesela:
“Off sıkıldım yazmak istemiyorum…”
Sonra 3 sayfa ara verilir.

Sağol ya Dostum…
Adama cümleleri sıkıcı olabilir, yazdığının içine koymalısın adadığını, bunu biliyordum da gösterebildim şimdi. Bir sevgilim vardı, kitabım yayınlanmak üzereyken, onla hiçbir ilgisi yokken, “e artık bana adarsın” demişti…

Sonrası benim için konik, onun için trafik…

Neyse Cem Mumcu’ya gelelim: Evi, arabası, bankada parası olmadığını söylüyor. Zaten neredeyse yarı zamanlı çalışıyormuş, öyle zengin olayım diye de çalışmıyormuş. Güzel…

Bazen korkuyormuş, onun ya da karısının işle ilgili bir sorunu olursa ne olacak diye. Hadi bu da olabilir diyelim…

Ama, sadece 2 ay idare edebilirmiş!!

Bu tuhaf… 2 ay…

Hiç kimse darılmasın, memur falan değilseniz, işinizi bırakınca 2 ay idare edemiyorsanız, hemen bırakın bence o işi boşa çalışıyorsunuz… Ya da bırakmadan biraz mesai yapın, düşünün, ben nerde hata yapıyorum diye…

Ama yanlış anlaşılmasın, diyor Cem Mumcu, yaşam standartlarımız iyi… Tayland’a, oradan bilmem nereye gidebiliyoruz!!!!! (Ünlemler benim…)

Ünlemler benim… Ünlüler sizin… sizin olsun…

Bu da zeki bir adamın aptal cümlesi olarak tarihe geçsin…

Ben kimseyi birey olarak eleştirmem, bir şey olarak eleştirmem.

O kişide, çoğu kişide rastlanan bir durum varsa eleştiririm. Eleştirdiğim İnsandır, o insan değil…

Şu yukarıda anlattığıma benzer 2000’li yılların başlarından bir örnek daha vereyim.

Türkiye’nin en eski reklam ajansı krizden dolayı boşaltılıyor. Ajanstan krizin başlama gününden bir gün önce ayrılmışım, müthiş bir öngörüm olduğundan, atılmaktansa gururla çıkayım dediğimden… Tabii ki değil…

Müthiş bir öngörüm olduğundan, birine “çünkü hayat kısa” dediğimden… senin ajansta keyfin, durumun, pozisyonun iyiydi, neden çıkıyorsun diyen birine…

Biriktirdiğim parayla uzun bir okuma-yazma tatili yapıyorum; her zaman en basit insan zevklerimin başkalarına nasıl lüks geldiğini görüp şaşmışımdır…

Sonraki aylarda hemen herkesin atılışına uzak-yakın tanık oluyorum… Onlardan bir arkadaş, bir grup toplantısında şöyle diyor: “Ya Murat işimden atılsam ne yaparım bilmiyorum birikmiş param yok…”

Üzüldüm diyorum üzülmediğimi belli etmeden, çünkü belli etsem şöyle diyeceğim: Abi ya, sen değil misin 1 sene içinde 3 tane lüks ev değiştiren, yahu sadece taşınma paralarıyla aylarca geçinirdin işsiz, tabi işsiz olmanın bilincinde, ne hata yaptığının bilincinde olarak aylarca…

Çocukken, hafta sonları, boğaz dönüşü, arabadan inerdik evimize girerdik, ellerimizde balık, midye, rastgele küçük alışverişler… Alışveriş merkezleri yoktu, kent dışındaki fabrikalardan giyecek alırdık, arabamız vardı… Bagajı açar taşırdık aldıklarımızı eve… Utanırdık göstermeye, herkes bize bakar gibi gelirdi, bakarlardı da… Hayatımın en paranoyak hatıralarıdır… Paranoyak olmanız, izlenmediğiniz anlamına gelmez...

Anlayamıyorum… Nasıl büyüttünüz gözünüzde halkım, alışveriş yapmasını… Gezmesini… Harcamasını… Bir de bunları göstermesini... Nasıl… Aklım almıyor…

Bir halkın tümü birden “görmemiş” olabilir mi… Bir “sonradan görme” ne kadar sonradan “görmemiş” sayılır, “görmemiş” sıfatını hak eder…

Bari Tayland’da gördüklerinizi anlatın, yediğiniz içtiğiniz sizin olsun…

Daha sert olayım mı, ben gülüyor olabilirim, okuyan herkes gülmesin: Bir bayan dostuma söylemiştim, borcu olan, ailesinden yardım almak istemeyen, ama Taylander hayatından da vazgeçmeyen:

“Büyünce bir kız, kadın çıkar. Büyüyünce bir borç, kız, adın çıkar…”

Pazar, Aralık 16, 2007

Şehir efsanesi

1.
“Kadınlar erkeklerden daha kararlıdır. Karar verirler ve arkalarına bile bakmazlar…”

2.
“Benim hislerim çok gelişmiştir.” (Bir kadın.)

İkinciden başlayarak açıklayayım: Daha doğrusu, bir kadından duymuşum gibi yazdığım bu lafı, binbir kadından duyduğumu ve bu kadınların hepsinin de gerçekten hislerinin çok gelişkin olduğuna inandıklarını söyleyeyim…

Böyle bir şey mümkün olabilir mi…

Böylece, birinci laf da açıklanmış oluyor bir ölçüde: Bir kararın arkasında gerçekten durabilmek için, karar verdikten sonra (aslında karar vermeden önce) arkasına bakmak gerekir… Hisleri gerçekten gelişmiş insan sayısının tüm nüfusun küçük bir bölümünü oluşturacağını biraz düşünsek bulur, etrafımıza baksak görürüz. Böylece “1 numaralı cümlenin” doğrusunun şu olduğunu görebiliriz:

“Kadınlar erkeklerden daha yalancıdır. Kendilerine yalan söylerler ve arkalarına bile bakmazlar…”

Karar vermek önemlidir. Doğru karar vermek daha önemlidir.


Ayrıntılar için bakınız: http://www.ucnokta.com/ adresindeki son yazım: Satürn’e haksızlık…

Bu konuya, bireyi, kadını bir kenara bırakarak edebiyat (ve düşünce) tarihi özelindeki yaklaşımımın ilk metinlerini, belki sonradan Edebiyata Tüneyen Haydut başlığı altında toplayabileceğim Hz. Muammametin ve diğer Hazretler yazılarımda bulabileceğiz, beraber…

Hz. Asi

(Hz. Muammametin yazısının devamı)

“Ben buradayım sevgili okur, peki sen neredesin acaba?”

Çok tekrarlanan bir Oğuz Atay cümlesinin tam tersi bir his: “Ben buradayım sevgili yazar, peki sen neredesin acaba?”

Ucu açık tarzda bazı metinlerin bana hissettirdiği bu.

Anlattıkları kadar anlatmadıklarıyla da var olan metinlere sözüm olamaz, ama giderek… Giderek, Hasan Ali Toptaş’ın yine aynı kitabındaki, arka kapağa da alınmış şu anlayışı hakim kılınıyor:

“Doğrusu, hiçbir şey anlatmamış olmayı çok isterdim. Her şeyi ancak o zaman anlatmış olurdum çünkü.”

İlk cümle bir tercihi belirtir, yanlış ya da doğru diyemeyiz, iyi ya da kötü yapıp yapmadığına bakılabilir. Ama ikinci cümleyle edebiyatçı, bir felsefi görüşe gitmek istemiş sanıyorum, belki de farkında olmadan: Hayat anlamsızdır… Ya da bu tarz edebiyatın diliyle söylersek: Hayat hiçbir şey anlatmaz…

Bu felsefi görüşün, eserde nasıl işlendiğinden bağımsız olarak, yanlış olduğunu söyleyebilirim. Hayatın anlamının olmadığı söylenemez, insanın onu bulamadığı söylenebilir… Hayatın anlattığını insanın okuyamadığı söylenebilir…

Hiçbir şey anlatmayan bir edebiyat olabilir, anlam aramayan bir edebiyat da olabilir, ya da harika nihilistik bir eser verilebilir (verilmiştir, benim bile helal olsun dediğim), ama tüm bir edebiyat tek bir yöne doğru götürülmek isteniyorsa, bir metnin sadece kendilerinin uygun gördüğü ve beğendikleri şekilde yazılabileceğini düşünen insanlar çoğalıyorsa, bu “Tek tip” edebiyat takıntısına dikkat etmek gerekir.

Necati Tosuner de bu kanıda: “Yazarlardan türlerle ilgili bir tanımlama istendiğinde çoğunlukla kendi ürünlerine, anlayışlarına yaslanan bir tanımlama koyuyorlar ortaya.” diyor.

Yıldız Ecevit’in yıllar önce bir eleştirisi vardı, edebiyatta eserini realist olduğu için göklere çıkarmanın anlamı yoktur diyordu, realizm bir tarzdır, o tarzı nasıl kullanıldığı incelenmelidir, ve bunun karşıtı, romantik bir eserle karşılaşıldığında da, realist yapıda olmadığı için o esere değersiz denmemelidir…

5-10 yıl kadar önce de, öyküyle ilgili şöyle bir görüş abartılarak, tek doğru diye konulmaya çalışılmıştı. Anlatılabilinen, özetlenebilen öykü iyi eser değildir, o öykü bile değildir, öykü bir başkasına anlatılamamalıdır!!!

Anlatılabilen, özetlenebilen, ve artık okumanız gerekmeyeceği, fıkra gibi öykülerin değersiz olduğu düşüncesine karşı geliştirilmiş, yine onun kadar aşırı ve yanlış bir uç görüştü. Oysa, öykü anlatıldı ve özetlendi diye değerini yitirmeyebilir, “anlattım ama bir de okumanız lazım” denilebilir…

Calvino’nun o güzelim Görünmez Kentler’i kesinlikle anlatılamaz, Tatar Çölü anlatılır, ama sonunda herkes kendi tatar çölünü aramaya gider, Suç ve Ceza’yı anlatırsınız ama okumadan olmaz, kimse bana onu neden bu kadar sevdiğini bugüne kadar anlatamamıştır, ben de Kundera’nın Ayrılık Valsi’ni Suç ve Ceza’dan daha çok sevilesi olduğunu bilmem kime anlatabilirim, ki içinde Raskalnikof da anılarak, ondan daha ilginç bir katil bulunur, Anna Karenina’yı da anlatacağım başka bir yazımda, sanırım kimsenin anlatmadığı gibi, bu size belki de Anna Karenina’yı başka türlü okutacak, ve belki birisi filmini başka türlü çekecek. (Oooo uçtum.)


Bir de şöyle bir sav hatırlıyorum:
“Bittikten sonra metinden konuşmak, iyi yazılmadığını, yetersizliğini gösterir.”

E göstersin.

Beckett gibi yazarlar “metnime ekleyecek bir şeyim yok, onu özetlemem gerekse, satır satır aynı metni tekrar yazmam gerekirdi” diyebilir (bu kişi Tolstoy da olabilir, bunun da ucu açık kalmıştır!). Beckett’e karşın, her yeni basımında metnini değiştiren usta yazarlar olduğu hatırlatılabilir…

Zaten Hasan Ali Toptaş’ın kitaptaki başka denemelerinde 2 örnek var, ikisi de aynı denemede yan yana konulmuş, ama bence onlardan çıkabilecek şeyler pek yan yana konulmamış…

“Çehov’un tüfeği” adıyla anılan bir sav vardır: Bir eserin bir yerinde örneğin duvara asılı bir tüfek bulunuyorsa, eserin içinde bir yerlerde o tüfek mutlaka patlamalıdır. Yani bir ayrıntı verirseniz, bunun bir işlevi olmalıdır. Böyle dendi, böyle kabul edildi yıllarca, ama daha sonraları, şimdi, bu görüşün aşılmış olduğu söyleniyor, hayatta da gereksiz ayrıntılar çoktur, ve bir eser de bunları konu edebilir… Bence de çok doğru.

İkinci örnek ise: Buzdağının 9’da birinin su yüzünde olması gibi, eserin de 9’da biri görülür olmalıdır, “derinnn” eser ancak böyle olur…

Bakalım salt böyle eser verileceği görüşü ne zaman aşılacak…

En az bir metin daha yazacağım bu konularda. Ve esas derdim yine edebiyat değil, ne anlarım ben edebiyattan. Derdim hayat… "Edebiyat metni anlama dayanmamalıdır" denilmesi zerre kadar umurumda olmazdı; edebiyatın, resimle, müzikle karıştırılmış olduğunu düşünür geçerdim, ama edebiyat sözle ilgilidir, herkes resimden ya da müzikten anlamayabilir, ya da anlamasa da zevkini aldığını düşünür, ama herkes yazıdan anlamak ister, anlamaması edebiyattan uzaklaşmasına da neden olabilir ki bu da birincil derdim değil…

Derdim ne…

Yavaş yavaş anlatmak, anlatırken kafamda toparlamak... Anlatacağım şeyi toparlamak değil ama, o yıllardır kafamda, nasıl anlatacağımı toparlamak…

Yoksa, becerebilsem, resmini yapardım, ya da müziğini bestelerdim…

Ama bu belki de ancak yazının başarabileceği bir şey…

Derdim bu…

(Alman subay Guernika’ya bakmış ve “bunu neden yaptınız?” demiş.
“Bunu siz yaptınız!” demiş Picasso. Bunu söylemek zorunda kalmış…)

Cumartesi, Aralık 08, 2007

Hz. Muammametin

Pers Kralı, kendine esir düşen Mısır Firavununu aşağılamak için bir plan yapar. Zafer alayını izleyecektir Firavun.
Firavun önce kızını hizmetçi olarak, elinde testiyle kuyuya doğru giderken görür.
Bu manzara karşısında tüm Mısırlılar dövünüp ağlarken Firavun kılını bile kıpırdatmadan taş gibi öylece durur.
Derken cellatlar tarafından idam sehpasına götürülen oğlunu görür ve yine tepki göstermez.
Oysa tüm bunlardan sonra esirler arasında itilip kakılan yaşlı hizmetkarını görünce Firavun kendini tutamaz ve birdenbire ağlamaya başlar…

Neden?

Bilinmiyormuş!

Walter Benjamin’in Heredotos’tan alıntıladığı bu hikayede Firavunun davranışının nedeni esas metinde yokmuş ve bu “ucu açık” metin bugüne kadar yorumlanagelmiş.

Montaigne hikayenin yazılışından 2000 yıl sonra, durumu şöyle açıklamış:
“O kadar kederliymiş ki kederindeki ufacık bir artış, duygularını zapt edememesine yetmiştir.”

Ondan 400 yıl sonra Benjamin, birkaç farklı açıklama getirmiş:
“Kendi sorundan olayların yazgısı firavunu etkilemez, çünkü bu onun kendi yazgısıdır.”

“Gerçek hayatta kayıtsız kaldığımız şeyleri sahnede görmek etkiler bizi. Firavun için hizmetkarı yalnızca bir oyuncudur.”

“Kaderin büyüklüğü tıkar insanı ve ancak bir gevşemeyle birlikte dışa vurulabilir. Hizmetkarın görülmesi, bu gevşeme anıdır.”

60 yıl sonra bugünlerde (2007) şu yorumların eklenebileceğini söylüyor Hasan Ali Toptaş, Harfler ve Notalar adlı denemeler kitabında, kendi deyişiyle “olaya değişik açılardan bakarak”:

“Firavunu en çok kendi yaşına yakın olan insanın düştüğü durum etkilemiştir.”

“Gözlerinin önünde cereyan eden bu dehşet verici görüntüler yüzünden firavun aklını yitirme noktansa gelmiştir de, son bir gayretle aslında gördüklerinin hepsine birden ağlamıştır”

“İtilip kakılan yaşlı hizmetkarının görüntüsünde kendi geleceğinin siluetini görmüştür de o sırada hizmetkarı için değil de düpedüz kendisi için ağlamıştır.”

“Böylece” diyor Toptaş, “Heredotos’un yazmadığı bir cümle karşılığında 2460 yıl sonra birçok cümle yazılmış olur.”


İşte edebiyatta ucu açık metin takıntısı…

Muammametin hazretleri…

“Ucundan accık” olsa sorun değil, ucu açık metin yazmak bir tarzdır dense sorun değil, ama ucu açık olmayan metin yazılamazmış, ucu açık olmayan metin edebiyat olmazmış noktasına getiriliyor, edebiyattaki diğer birçok takıntı gibi.

Yukarıdaki hikayede, doğru yorumun hangisi olduğu bence bellidir.
O kadar belli ki söylemeye gerek bile duymuyorum. (Böylece ben de metnimin ucunu açık bırakıyorum!)
Heredotos hikayesinin ucunu açık bırakmasa da açıklama yapsaydı, metnin önünü kapamış olmazdı bence, çünkü her şekilde etkileyici bir hikaye ve etkileyici bir son. Bugüne kadar taşınmasının nedeni taşınsın diye bir şeyinin gizlenmiş olması mı, yoksa sağlam hikayesi mi…

Montaigne’in yorumu da düşünülebilir aslında, ama, ikinci ve üçüncü sıralar boş bırakılarak, dördüncü sırada falan…

Firavunun ağlamaya başlaması için başka birini değil de hizmetkarını görmesi, bizi hikayenin “gizine” taşıyacak ipucudur çünkü. Yoksa şöyle de olabilirdi: Firavun oğlunu 20 kırbaç yerken seyredebilir ve hiçbir keder belirtisi göstermezdi yine. Kırbaçlanma bittiğinde seyircilerden belki bir çocuğun yerden bir taş alarak oğlunun sırtına fırlatması, Montaigne’in sözünü ettiği o “kederdeki ufacık artış” durumun gerçekleştirebilir ve o zaman ağlayabilirdi Firavun, çünkü kendini 20 kırbaca hazırlamıştı, o taş bardağı taşırmıştı.

Benjamin’in diğer iki yorumu ve Hasan Ali Toptaş’ın yaşlılıkla ilgili, aklını yitirmekle ilgili, egoizmle ilgili yorumları “aşırı yorum”dur bence.

Katil bellidir, ipucu ortadadır, yazar, katili açıkça söylememiştir sadece, ama işgüzar bazı dedektifler, başkalarının da katil olabileceğini ileri sürerek olayı gereksiz yere faili meçhul durumuna getirmeye çalışmışlar.

Böyle yaparak, edebiyatçının başka bir takıntısını daha sergiledikleri söylenebilir: “Edebiyat cevaplar vermez, hep sorular sorar” takıntısı…

O da başka bir yazının konusu…

Bu yazı, B. S. Johnson adlı yazardan şu alıntı ile bitebilir: “Ben fikirlerimin yoruma en az fırsat kalacak biçimde dile getirilmesini isterim. Gerçekte daha da ileri giderek diyebilirim ki, bir okur kendi imgelemini benim sözcüklerime ne kadar dayatabiliyorsa, o yazı o derece başarısız olmuştur. Kendi imgeleminden çıkardığı şeyi değil, benim görümü görmesini isterim onun. Başkalarının fikirlerini kabul etmedikçe ilerleme nasıl düşünülebilir. Kendi imgelemini dayatmak istiyorsa o zaman otursun kendi kitabını yazsın. Okur karşıtı bir şey olduğu düşünülebilir bunun; fakat biraz daha düşünülürse gerçekte benim yaptığım şey okuru kendi varlığını elle tutulur biçimde kanıtlamaya çağırmaktır, ben yazarak kendi varlığımı nasıl kanıtlıyorsam.”