(Hz. Muammametin yazısının devamı)
“Ben buradayım sevgili okur, peki sen neredesin acaba?”
Çok tekrarlanan bir Oğuz Atay cümlesinin tam tersi bir his: “Ben buradayım sevgili yazar, peki sen neredesin acaba?”
Ucu açık tarzda bazı metinlerin bana hissettirdiği bu.
Anlattıkları kadar anlatmadıklarıyla da var olan metinlere sözüm olamaz, ama giderek… Giderek, Hasan Ali Toptaş’ın yine aynı kitabındaki, arka kapağa da alınmış şu anlayışı hakim kılınıyor:
“Doğrusu, hiçbir şey anlatmamış olmayı çok isterdim. Her şeyi ancak o zaman anlatmış olurdum çünkü.”
İlk cümle bir tercihi belirtir, yanlış ya da doğru diyemeyiz, iyi ya da kötü yapıp yapmadığına bakılabilir. Ama ikinci cümleyle edebiyatçı, bir felsefi görüşe gitmek istemiş sanıyorum, belki de farkında olmadan: Hayat anlamsızdır… Ya da bu tarz edebiyatın diliyle söylersek: Hayat hiçbir şey anlatmaz…
Bu felsefi görüşün, eserde nasıl işlendiğinden bağımsız olarak, yanlış olduğunu söyleyebilirim. Hayatın anlamının olmadığı söylenemez, insanın onu bulamadığı söylenebilir… Hayatın anlattığını insanın okuyamadığı söylenebilir…
Hiçbir şey anlatmayan bir edebiyat olabilir, anlam aramayan bir edebiyat da olabilir, ya da harika nihilistik bir eser verilebilir (verilmiştir, benim bile helal olsun dediğim), ama tüm bir edebiyat tek bir yöne doğru götürülmek isteniyorsa, bir metnin sadece kendilerinin uygun gördüğü ve beğendikleri şekilde yazılabileceğini düşünen insanlar çoğalıyorsa, bu “Tek tip” edebiyat takıntısına dikkat etmek gerekir.
Necati Tosuner de bu kanıda: “Yazarlardan türlerle ilgili bir tanımlama istendiğinde çoğunlukla kendi ürünlerine, anlayışlarına yaslanan bir tanımlama koyuyorlar ortaya.” diyor.
Yıldız Ecevit’in yıllar önce bir eleştirisi vardı, edebiyatta eserini realist olduğu için göklere çıkarmanın anlamı yoktur diyordu, realizm bir tarzdır, o tarzı nasıl kullanıldığı incelenmelidir, ve bunun karşıtı, romantik bir eserle karşılaşıldığında da, realist yapıda olmadığı için o esere değersiz denmemelidir…
5-10 yıl kadar önce de, öyküyle ilgili şöyle bir görüş abartılarak, tek doğru diye konulmaya çalışılmıştı. Anlatılabilinen, özetlenebilen öykü iyi eser değildir, o öykü bile değildir, öykü bir başkasına anlatılamamalıdır!!!
Anlatılabilen, özetlenebilen, ve artık okumanız gerekmeyeceği, fıkra gibi öykülerin değersiz olduğu düşüncesine karşı geliştirilmiş, yine onun kadar aşırı ve yanlış bir uç görüştü. Oysa, öykü anlatıldı ve özetlendi diye değerini yitirmeyebilir, “anlattım ama bir de okumanız lazım” denilebilir…
Calvino’nun o güzelim Görünmez Kentler’i kesinlikle anlatılamaz, Tatar Çölü anlatılır, ama sonunda herkes kendi tatar çölünü aramaya gider, Suç ve Ceza’yı anlatırsınız ama okumadan olmaz, kimse bana onu neden bu kadar sevdiğini bugüne kadar anlatamamıştır, ben de Kundera’nın Ayrılık Valsi’ni Suç ve Ceza’dan daha çok sevilesi olduğunu bilmem kime anlatabilirim, ki içinde Raskalnikof da anılarak, ondan daha ilginç bir katil bulunur, Anna Karenina’yı da anlatacağım başka bir yazımda, sanırım kimsenin anlatmadığı gibi, bu size belki de Anna Karenina’yı başka türlü okutacak, ve belki birisi filmini başka türlü çekecek. (Oooo uçtum.)
Bir de şöyle bir sav hatırlıyorum:
“Bittikten sonra metinden konuşmak, iyi yazılmadığını, yetersizliğini gösterir.”
E göstersin.
Beckett gibi yazarlar “metnime ekleyecek bir şeyim yok, onu özetlemem gerekse, satır satır aynı metni tekrar yazmam gerekirdi” diyebilir (bu kişi Tolstoy da olabilir, bunun da ucu açık kalmıştır!). Beckett’e karşın, her yeni basımında metnini değiştiren usta yazarlar olduğu hatırlatılabilir…
Zaten Hasan Ali Toptaş’ın kitaptaki başka denemelerinde 2 örnek var, ikisi de aynı denemede yan yana konulmuş, ama bence onlardan çıkabilecek şeyler pek yan yana konulmamış…
“Çehov’un tüfeği” adıyla anılan bir sav vardır: Bir eserin bir yerinde örneğin duvara asılı bir tüfek bulunuyorsa, eserin içinde bir yerlerde o tüfek mutlaka patlamalıdır. Yani bir ayrıntı verirseniz, bunun bir işlevi olmalıdır. Böyle dendi, böyle kabul edildi yıllarca, ama daha sonraları, şimdi, bu görüşün aşılmış olduğu söyleniyor, hayatta da gereksiz ayrıntılar çoktur, ve bir eser de bunları konu edebilir… Bence de çok doğru.
İkinci örnek ise: Buzdağının 9’da birinin su yüzünde olması gibi, eserin de 9’da biri görülür olmalıdır, “derinnn” eser ancak böyle olur…
Bakalım salt böyle eser verileceği görüşü ne zaman aşılacak…
En az bir metin daha yazacağım bu konularda. Ve esas derdim yine edebiyat değil, ne anlarım ben edebiyattan. Derdim hayat… "Edebiyat metni anlama dayanmamalıdır" denilmesi zerre kadar umurumda olmazdı; edebiyatın, resimle, müzikle karıştırılmış olduğunu düşünür geçerdim, ama edebiyat sözle ilgilidir, herkes resimden ya da müzikten anlamayabilir, ya da anlamasa da zevkini aldığını düşünür, ama herkes yazıdan anlamak ister, anlamaması edebiyattan uzaklaşmasına da neden olabilir ki bu da birincil derdim değil…
Derdim ne…
Yavaş yavaş anlatmak, anlatırken kafamda toparlamak... Anlatacağım şeyi toparlamak değil ama, o yıllardır kafamda, nasıl anlatacağımı toparlamak…
Yoksa, becerebilsem, resmini yapardım, ya da müziğini bestelerdim…
Ama bu belki de ancak yazının başarabileceği bir şey…
Derdim bu…
(Alman subay Guernika’ya bakmış ve “bunu neden yaptınız?” demiş.
“Bunu siz yaptınız!” demiş Picasso. Bunu söylemek zorunda kalmış…)
Pazar, Aralık 16, 2007
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder