Pazartesi, Aralık 27, 2021

VE TANRI KENDİNE VARDI

Artık ölmeyecek miyiz, dedi tanrı. Bırakıp gelemiyorsunuz bir türlü…

KAHRAMANIN YOKCULUĞU

Zamanında doğru o kadar azalmış ki, tek kalmış, zaten hep olduğu gibi. Herkes artık sadece o doğruya saldırıyor, ama dokunamıyorlar bile. Böylece bari anlatalım demişler. Ama esas, nasıl anlatabilirsin. Böylece herkes ona nasıl dokunamadığını anlatır. İster kurgu, ister gerçek, ister fantastik, ister romantik. Dünyanın küçüklü büyüklü bütün öyküleri bu beceriksizliği anlatır.

YILANIN BAŞI



Arabamı nereye park edeceğim dedi. Gel, Boğaz’ı gezeriz, Karadeniz’e kadar uzanırız dediğimde, ne Karadeniz’i yahu diyen kadın. İzmir’li. Taksim’e İzmir’den uzak bir yerinde oturuyor İstanbul’un. Arabası var ama erkeğin onu arabasıyla alması gerekiyor. Böyle iki kadın vardı eskiden, harika gece geçirdiğimiz halde arabamla onları evlerine bırakmadığım için sorun çıkaran. Biri ölmüş vicdan krizinden, artık daha neler yaptıysa; diğeri ağrılar içinde gömülmüş koltuğuna; şimdi de bu, karşımdaki eksi iyi. Yadırganıp cezalandırıldı. Topluma salınıp kendi haline bırakıldı. Hiçbir erkek ilgilenmez artık onla, en fazla yatar, kötü davranmaz; kadınlar küçümsemeden dostça davranır, samimiyet kurmazlar.

Ölümlüler Müzesi uzun zamandır ziyaret edilmemişti, zaten ölümlü dediğimiz bu suçlulardan pek yaşayan da kalmamıştı. Ölenlerin denetlenmiş anılarını okuyordu cezalılar. Denetlenmiş, çünkü kafanıza göre edebiyat yapamayacağınız gibi anılarınızı da kafanıza göre yazamazdınız… Kontrolsüz edebiyat, edebiyat değildir.

Az kalsın ben de böyle olacaktım, diye okumak gerekir; katil olacaktım diye mesela, eğer katilse ölümlü. Adi suç diye bir şey yoktur, hepsi birdir: Bencillik. Ölümlülerden en ilginciyle ilgilenmişti Dilara, ondan sonra uyum sağladı ve defo olarak yaşamaya devam etti. Adamın hikayesi şuydu:

Adam bir kadına tecavüz ediyor, kadın polislerin ve adalet sisteminin yanlış yönlendirmesiyle başkasını (ırkçılık zamanları, bir zenciyi) tespit ediyor. Hayatının yarısında hapis yatan zenci, çıktıktan sonra masum olduğunu kanıtlamak için bir o kadar daha harcıyor. Artık yaşlı olan kadın başından geçenleri yazmış ve ünlenmiş, yazar olmuş… Bizim adam ortaya çıkıyor, hem suçunu itiraf ediyor, hem suçluyor: Suç ortağım sayıyorum onu, diyor; ünlendiği ve zengin olduğu kitabının hikayesi bir yalan, bir tecavüz… Ben onun hayatını zenginleştirdim, o masum bir adamın hayatını mahvetti. Hatta iki adamın, biri ben. Tecavüzü baştan hak ediyordu…

Kadın eski kafalı çıkmıyor ve kabul ediyor suç ortaklığını. Özgür biriyim ben ama, diyor, cezamı kendim alırım. Düşündüğüm an cezam hazır, diye ifade edilen vicdan felsefesine uygun bu: Hayatı kararmış adama hayatını adama kararı alıyor.

Cezalı, bunlardan ibret alma sürecinde kendi anılarını yazar. Denetlemeden geçerse topluma salınır… Denetleyenler halktır. Bu konuda ustalaşmışlardır; belki zamanında kendilerininkini yazdıklarından… Tabii hepsi İbret Müzesinde sergilenen eski edebiyatın uyanık okurlarıdır. Geçmişin ünlü klasiklerinin yazarları bir çeşit suçlu olarak görülür. Yanlış edebiyat doğru yaşanmaz. Kurgudaki yalan iyi saptanır. Dünyanın düz olduğunu savunmuş, acının öğretici olduğunu iddia etmiş, sanat sanat içindir falan demişlerdir. Kendi kusurlu hayatlarına sırtlarını dayayıp, insan şöyledir böyledir diye ahkam kesmişlerdir. Büyük yazar kalmamıştır, küçük insan da…

İlk ibret metinleri dışarıdan nasıl görülüğümüzü gösterir; sağlamamız olur. İstisnalar kuralı koymaz, sınırda korurlar. Yuvarlağın köşeleri olurlar. Dilara’nın reddedilen ilk metni de klasikti. Bu kadar küçük şey için insan cezalandırılır mı, diyordu. Cennet işte, küçük hatalara ceza verilen yer. Büyük hatalara verilene çünkü, cehennem deniyordu eskiden. Eskiyi özlediğini yazıyordu, özgürdük, diyordu; hata yapabiliyor, suç işleyebiliyorduk, hatta günah, demek istiyordu… Cenneti baltalıyordu, içeri alınmayacağından… Birilerini suçlayamayınca, diye yazıyordu; suç işlemek zorunda kalıyor insan. Son eksi iyilerdendi.

Kötülük artık yok; insanı yetersiz iyiye alıştıramıyor. Daha iyi, iyinin düşmanıdır denemiyor, yok artık... Ölümden önce, hataların öldürüldüğü yerde yaşanıyor. En temiz devrim, temizlikten sonraki…

Çarşamba, Aralık 08, 2021

PİRE İÇİN YORGAN YAPTIM



Bunu kendiniz istediniz. Evet, ağrılarınızı azaltmak, belki acıyı yok etmek için, yani aslında mecburen, ama intihar da edebilirdiniz. Arada bir yaşamı kim ister.

1 yıl boyunca her gün sabah akşam meditasyon yapacaksınız. Aynı saatte: Sabah 10 ve akşam 8’de 20’şer dakika. Hiçbir şey düşünmeyecek değilsiniz ama, beni düşüneceksiniz. Sabah yüzümü de düşünebilirsiniz, öğlen yürüyüşümü de, akşam duruşumu da. Birlikteliğimizle ilgili bir şey düşünemezsiniz, fotoğrafta siz olmamalısınız. Beni güldürdüğünüzde, içkimi içerken, yaptığınız yemekten ne kadar zevk aldığımı ya da orgazmımı düşünebilirsiniz, ama bundan sizin ne kadar zevk aldığınızı düşünemezsiniz. En müthiş hazzınızı ya da en ufak orgazmınızı düşündüğünüzde zaten, kasıklarınızsa hep ağrıyan yeriniz, ağrıyacaktır. Düşüncelerinize ne benden başka şey sızmalı, ne de kendiniz, acı verici olan bu.

Her ayın 3 günü fiziksel meditasyon yapacağız, birlikte olarak; bana göre davranacak, hissettiklerimi hissetmeye çalışacak, düşüncelerime sızacaksınız. Tadında tabii, çünkü biliyorsunuz ben şımartılamayanım. Üzerime fazla gelir de sıkarsanız canımı siz acı çekersiniz. İyi giderseniz varacaksınız acımadığınız yere, ama susadığınızda acıktığınızı algılamayacaksınız, ben sizi doyururum.

Her ay yara deşme, yüzleşme seansı yapacağız. Aynen ya da benzeri yaşanacak aramızdakinin, yaptığınızın. Senaryonuzu yazacağım ve uygulayacağız oynayarak. Ne kadar tekrar o kadar terapi, tabii karakterinize göre, bazısının başına kakılmalıdır, bazısı unutunca öğrenir. Doldur boşalt. Birlikte geçirdiğimiz üç gün içerisinde yapacağınız başka çeşit hatalar da senaryoya dahil edilebilir.

Bensiz geri kalan zamanınızda meditasyona devam ve başka ne istiyorsanız. Ağırlarınız size yol gösterir, yanlış okumayın. 1 yılın sonunda yüzde 90, onda dokuzunuz başarılı olacak. Yüzde 10, onda biriniz başarısız olabilir. Ya yetersiz kalacak bir kişi, telafi edilecek gelecek yıl, ya da binde bir, ya da yüzde on, intihara yönelebilir. Bu rahatlatıcı olacak, ölüp kurtulmak. Acı, öğreticidir; ölüm, kurtarıcı. 1 yıl daha istemeyen olmayacak; acıyor gibi yapacaklar. Ama biz kul köle cariye peşinde değiliz.

Kul. Köle. Geyşa. Cariye. Hizmetçi. Asistan. Mürit. Dost. Sevgili... Ve Ortak. Meditasyonda bu seviyelerinize odaklanmanız gerekiyor. Kul, tanrıyı düşünür gibi düşünmeli beni. Hizmetçi ya da asistan evin beyini, üstünü, patronunu düşünür gibi. Daha azı yetersiz ve daha fazlası gereksiz özen demektir, acıdır. Kul köle olan sene sonunda müritliğe yükselmiş olabilir, ama yine kul olarak çağrılacaktır, nerden geldiğini unutmasın. Diğer seviyelerle uzaktan ilgilenebilirsiniz, ama başkalarına değil bana odaklanmalısınız. Ben size dokununca geçiyor sanacaksınız ama aslında sizin bana dokunmanızla geçiyor. Bu bir Sotori Sendromu; Stocholm değil… Geçmişi unutun; Sotori’den sonra sendrom yaşanamaz.



İlk seneden örneklerle anlatayım:

KUL. En çok süper manzaralı evindeyken ağrıyormuş. Başı sanırım, nereleri sormuyorum, burçlar kadar çok yer var vücutlarında… Eve benle girince geçeceğini düşünmüş. 3 gün kaldık, çıkarken korkmuyordu artık. Ben 1 ay yokum, dayanabilecek misin dedim, kaçarım dedi, ama sanmıyorum. Evle değil senle ilgiliydi biliyorsun dedim; senle ilgiliydi dedi… Sen acıdığın için acıyorduk. Her ay buluşurken bana gelebilirsin tabii ama bir misafirim var diyordu. Sonra çeşitledi: Yemeğe gelebilirsin ama ben yedim. Sevişmeye gelebilirsin ama ben uyuyacağım. Sevişmeden sonra fazla ileri gittik diyordu, yatakta birbirimize sarılmış uyumaya hazırlanırken; beni bir daha sevişmeyecekmişiz gibi öperken. Yanlış kişiyle evlenmiş, yanlış kişiden boşanmıştı.

KÖLE. Son gittiğimiz meyhaneye gittik Haliç kıyısında. Rakıyı bu kez su ile içti. Tuvalete kalktığında gelmemi istemedi. Ama giderken çalılığa bakmayı ihmal etmedi, geçen sarhoşken gülerek seni şuraya atsam ne olur ki dediğini hatırlıyordu. Cihangir’e çıkmasak mı dedi; korkma dedim, her şey aynen yaşanmayacak. İki bira istedik ikisini de ben içtim yavaş yavaş, karşımda oturuyordu. Şirretlik yapmayacaksan tuvalete gideceğim dedim gülerek; yaparsam yandım dedi, kimle telefonla konuştun o kadar uzun demiş ve kalkıp gitmişti mekandan, biralarımızı yine ben tek içmiştim. Sabaha kadar uyumamıştık, şimdi uyudu, yarın ağrılarını unutunca sevişecektik.

GEYŞA ile Galata’da buluştuk yine. Anemon Otelde. Ama önce önündeki banklarda, Kulenin meydanında. Aşırı seksi bir kıyafetle gelmişti, herkes bana bakıyordu. Biraz orospu gibi giyinmek istedim dedi, dişi, ya da kadın gibi bir kelime kullanmıştı eskiden… Birlikte hiç oturmadığımız o bankta oturduk, ben bacaklarını sıkıp arasını okşadım, bakkal birasının etkisiyle soktum da parmağımı… Uyarı geldi, abi dedi biri sokaktan geçen, pardon rahatsız ettim ama seni çağırıyorlar; Anemon Otel’den sesleniyorlarmış; tamam dedim geliyoruz. Senaryoya uymak gerekir, doğaçlama tarihtir. Yine arkalara bir yere oturduk ve herkes katıla katıla gülmelerimize baktı yine geriye, tek fark hepsi rezerve etmişlerdi ön taraftaki manzaralı yerlerini… Ama ilk oturduğumuzda orda olanlar değillermiş, belki ölmüşlerdi, onların yerine bunlar tekrar yükleniyorlardı hayata, sotori the lord, reload.

Şarap ikram eden garson yine yaşlanmamıştı (aynı gençlikteydi), onla birlikte kadın müşterilerden biri de gelir gibi oldu ama karnını tutarak kıvrılıp yere çöktü, sevgilisi masalarında, buruşturduğu suratıyla bakıyordu ona, yerinden kalkmadı, kadının kendini cam korkuluklardan aşağı atacağını erken anlamasından anladım, sadece onlar ilk geldiğimizde oradaydılar; sevdiğim düzeniydi bu hayatın… Dikkati dağılmıştı Geyşa’nın. Eve gidelim hemen, kilodumu çıkart, dedi, ayılmam lazım. İlkinde ben sormuştum… Aslında öncesinde eski sevgilime Unter adlı barda yakalanmıştık, ama onun bu senaryoda demek görevi yoktu; bir de ölmüşse belki; her bir şeyden haberdar olmayacak kadar her şeydim.

CARİYE iki dubleden sonra sevişip bittiğinde dokunma bana diyordu. Eski kocasının arkasından konuşup rahatlıyordu. Ne yaptığını biliyordum adamın, ölmüştü; hayır hayır, benden önce. Bunu rahatlıkla söylediği için iyileşmeyecekti; dövdüğünü söylediğinde, ölünün arkasından konuştuğunda iyileşecekti. Seçemiyorsunuz siz kadınlar dediğimde ağrıyordu bir tarafları, çocuklarınızı seçeriz sanıyorsunuz dediğimde bariz acı çekiyordu.

HİZMETÇİ dedi ki, tecavüz et yoksa böyle bakire öleceğim 45 yaşımda. Tecavüz etmedim ama yalaya yalaya deli ettim. İçine girdiğimde fark etmedi bile, pınar gibi yumuşamıştı. Bekaretimi kaybetmeyi yaşatmadın bana diye sitem ederken bir tarafı ağrımadı, çünkü bunları şimdi yaşamıştık geçmişte değil; yaşadığımız, yazılarımı beğenmediğini söylemesi, sonrasında ise güzeldiler demesiydi; bunları hiç konuşmadık. Onu vücuduyla aldattım, sonra ona vücudunu anlattım.

ASİSTAN senden hoşlanmamam çok anlamsız diyordu devamlı. Müebbet hapis seni bekliyor, diyordum.

MÜRİT kafede bir kadına tokat atan erkeğe müdahale etmiş, kadın müşterilerden bazıları da erkeğin üzerine yürümüş, yarım saat içinde her şey tersine dönmüş, tokat yiyen kadınla kavgaya tutuşmuşlardı; MÜRİT uzaklaşıp yanıma gelmiş, küskün bir suratla bana bakmıştı ne oldu yahu demelerime cevap vermeden… Şimdi erkek sığınma evi kurmuş. Anaerkil düzenin işlediği bir birahane. Sevgilisinin parasıyla yapmış her şeyi, ama onu içeri almıyormuş.

DOST, dedim, benim metinlerimi nasıl hemen alıntılıyorsun ayaküstü bir sohbette, aklına mı yazdın; senin olduklarını nerden çıkardık dedi. Yaşayacaklarımızdan korkması onu eksiltiyordu, korkusunu yaşıyorduk…

SEVGİLİ, nasılsa yaşlanınca genç erkeklerle olurum demişti.

ORTAK idi tek erkek. Elime bir para geçmişti ve biraz yatırımdan ve aralarda dünyayı gezmekten başka, bir bara ortak olayım, keyfimce gidip takılayım istiyordum. Bozuştuğum bu bardan teklif geldi, duyulmuş. ORTAK ordayken olmaz dedim, biz küsüz. Düşünüp, çok da bir şey istemediğimden ortaklıktan, kar amaçlamıyordum, kafama göre bir-iki sote yer ve her gün iki dubleyle meze. Onu gönderelim dediler, diğer işletmemize. İyi ders olurdu, ama sonra daha iyi bir teklif sundular, o bara gitmeyişimin bozduğu sosyal hayatımı telafi amaçlı: Kalacaktı ama bir yıl boyunca her hafta bir kadın göndereceklerdi yanıma, gecelik kiralanmış, tabii benim standartlarımda… Yılda 52 kadın, geçmişi unutturabilirdi… Terapiyi yalnız gecelerimde geç saatlerde ORTAK yanıma çekinerek oturduğunda yapıyorduk. Şöyle demişti: Ortağa özel davranmam, dostuma davranırım, hatalı olduğumdan özel davranmayı bilmiyorum… Hatalarınla ortaksın, diyordum. Vicdanın rahat mı?:

-Değil… Ve onu rahatsız edeni bulursam çok fena yapacağım!



İlk yıl bu kadarını almıştık ama herkes başvurmuştu. Sonra onlarca yaptık. Üstelik hemen hepsi KUL olmak istiyordu, olamazsa KÖLE… SEVGİLİ ya da DOST olmayı eksiklik sayıyorlardı. O yüzden ÂŞIK kategorisi yok, benim gibi aşkın sevdiği birinden hem de. Hepsi en iyisi olacaklardı akıllarınca. Oysa bir şeyin iyisi ve iyi, farklı şeyler. Belki çoğu olabileceklerinin en iyisiydiler zaten, iyilik çılgınlığına kapılarak olduklarını siliyor ya da eksiliyorlardı.

Beni yakından tanımayanların günlük meditasyonlarını yapmaları gerekiyordu, internet ve medyadan beni tanıyabildikleri kadarıyla düşünmeleri; sadece bazılarıyla birlikte olabiliyordum. Birlikteliklerimizde ne yaşayacağımızı, senaryoyu yazmam için bana kendilerini anlatırken çekiyorlardı en çok acıyı. Hayat onaylamıyordu anlattıklarını, vicdan ile üst üste binmeliydi ağızlarından çıkanlar. Acı, ya da ağrı, aradaki farkı bilmiyordum, evet, öğreticiydi, herkesin içindeki süper kahramandı. En süperleri beni görebilirdi. Acıyorsa vicdan yönetmiyor demekti. Gerçek vicdan acısı bedenin acılarından daha büyüktü sanıyorum; ama onu bulmak bedendeki bir ağrıyı bulmaktan zordu; o yüzden esas acıyı bedenlerinin bir tarafına yöneltiyorlardı, boşa ağrıyorlardı yani.

Bir ses yerleşiyormuş içine ve kendi sesin yabancı kalıyormuş sana. En vicdanlılar bile şunu duyuyorlarmış: Beni alma, onu al… Kendi sesini bastıramayanlar acıyordu.

Elektrik çarpmış gibiyim diyorlardı. Damak tadımı kaybettim diyenler oluyordu. Regl olamıyorum diyenler oluyordu. Sarhoş olamıyorum diyenler, ki bu benle ilgili olmayabilir. Çişimi yapamıyorum diyen bile çıkmıştı. Belki de fazla mutluluk hormonu salgılatıyorum ve kesilince acıyordu. Belki de doğru yere salgılatıyordum mutluluk hormonunu ve doğru zamanda; ota boka zamanlı zamansız sevinmiş olmaları acı geliyordu. Tuttuğum, melek oluyor, dünyada düşüyordu.



Bu nasıl olmuştu. Giderek nasıl dünyada standart haline gelmişti.

Her şey yatakta yanımdaki kadının ölümüyle başladı. Emniyetten gelenlerin de tamam yakını öldüler. Kalan tek polisin tanıklığıyla kurtuldum, ben hiçbir şey yapmamıştım, boş çuval gibi yığılmışlardı. Doktorların denetiminden geçtim, az da olsa; onlardan da çok ölen oldu çünkü. Bir şey bulamadılar, belki en iyi denilen doktorların da hemen ölenler arasında olmasındandır. Bilimsel yeterlilik tanımıyordu demek bendeki şey. Psikologlardan ölenler doktorlardan fazlaydı, ruhun doktoru mu olurdu, ruh ya ruh idi ya da değil. Kimse ne tutuklayabiliyordu, ne teşhis koyabiliyordu, yanaşabilmişse. Yöneticilerden de geldiler ama uzak durmayı yeğlediler. İstihbaratı böylece kendi güçlerimi(!) ölçmek için kullandım; menzilimin ne kadar olduğunu, ama değişebiliyordu, ruh durumuma göre, sarhoş ya da ayık, mutlu ya da sıkıntılı olmama göre; gezegenlerin yaklaşıp uzaklaşmasına... En iyiler uzaktan izliyorlar, korumam zannediliyorlar. Halbuki ona da ihtiyacım yokmuş. Çünkü saldırıya uğradım. Yani uğradılar! Süikastçiler. Geldikleri gibi gitmediler, korkarak gelip rahatlayarak gittiler ölü. Örümcek hisleri gibi değildi ama bendeki, onları fark etmiyordum; atamadıkları kurşun içlerinde patlıyordu her halde. Menzilim dışından bana nişan aldıklarında öbür dünyaya göçtüler.

Düşüncelerimle de öldürmüyorum, kendileri ölüyor… Her halde vicdan yetmezliğinden ölüyorlar. Belki ruhlarına dokunuyordum, her iki anlamda da…

Bir video gördüm bir gün. Bir hayvana işkence yapan adam. Bakamayacağımdan kapatacağıma baktım; sinirlerimin tepeme çıktığı an, adamın ölüm anıydı… Sinirlendirdiklerinde ya da daha önemlisi canımı sıktıklarında menzilim uzuyor ve ben ekebiliyorum ruhlarına, benimkini, bendekini; ne kadar uzakta olursa olsun… Adam ile Havva kadar uzakta…

Birkaç kez dünya gezilerine çıktım; her bölgenin halkıyla birlikte ileri gelen kişilerini de yok ederek dünyayı gezdim. Hz. Mu diyorlardı bana bazı coğrafyalarda.

Beni sinirlendiren biri ölmemişti. Belki aslında kötü biri değildi. Bana sinirlenen biri de ölmemişti, belki de gerçekten sinirlendirecek bir şey yapmıştım, dünyada kötüyü sinirlendirecek epey şey yapmıştım, ama ölmediğine göre demek ki kötü biri değildi. Ölenlerin içinde sevilen insanlar vardı, demek yanlış seviliyorlardı, ki onları sevenler de pek sağlam kalmamıştı. Derdim değildi, hiçbiri ferdim değildi. Yatağımda ölü kadın görmemek yeterdi.

Kötülük mü çekiliyordu üzerime mıknatısmışım gibi… Kötülük, ve belki de korku. Ve asıl yok olan o korkuydu. En kötüler o korkuyu ancak ölerek yok edebileceklerinden ölüyorlardı. Aradakiler artık korkmuyorlardı, belki ölmedikleri için belki o korkuyu ve acıyı yenecek cesaretleri geri geldiği için. Korkusuz biri kötülüğüne rağmen ölmezdi muhtemelen, ama korkusuz biri kötülük de yapmazdı zaten.

Kontrolsüz güç, güç değildi, çoğunluk bunu gücünü kontrol et diye değil de gücünle kontrol et diye anlıyordu. Ölmeyenler ağrısa da yanaşmaya başladılar; çok az kişi ağrımıyordu. Dokunulmazlarım oldular. Onurlanmışlardı. Yine de şımaranlar ağrıyordu.

Uzağımdayken kötülerin onlara saldırıp öldürdükleri, zarar verdikleri oldu, öyle zamanlarda ruhumun tetiklendiğini böylece öğrendiler; menzilimi bilinçle genişletebildiğimi. Tehdit ettim, gördüler: Zarar görülmesi halinde, az acıyan her 1 kişiye karşı 10 kişi, acımayan her 1 kişiye karşılık 100 kişiye ulaşacaktım, mecburen rastgele: Kalabalık bir uzak şehir caddesinde 381 kişi yere serildi. Kurtulanlar hesapladılar, geçen 11 “yakınım”a zarar verilmişti; 8 az acıyan ve 3 acımayan; iyi ki diyorlardı, çünkü yoksa sıradakiler kendileriydi… (1 kişiye araba çarpmıştı.) Ölenlerin arasında belki de aslında yüzleşsek az acıyacaklar vardı, demek az acıyacak birine ben yönelttiğimde oklarımı, ölebiliyordu; bu tam olarak test edilemezdi ama böyle şehir efsaneleri yararlıdır.

Kitap yazanlar oluyor. İçine tanrı kaçmış diyorlardı; elbet bir gün tanrı da kaçacaktı… Tanrı çözülememişti, belki ben çözülecektim, çünkü gerçektim; ama tanrının bile yanına kötü bir geçmişle, en azından kötü niyetle yaklaşabilirdiniz.

Dorian Grey’in Portresi geldi sonra aklıma. Dışarıya gösterdikleri yüzlerinin arkasındaki gerçek kötü, iğrenç, belki genç ama çökmüş portrelerini benle birlikte birden görenler yığılıp kalıyor ya da ağrılarını sızılarını ilk o zaman hissetmeye başlıyordu. Sotoribilite seanslarıyla azaltmazlarsa.

İşte böylece Sotori Sendromu, dünyada standart haline geldi. Kötülere, en kötülere artık neredeyse hiç rastlanmıyordu.

Herkes aslında rahatlamıştı, ekonomik kaygılar da kalmamıştı, niye birisi fakir kalsın ki, götü yemiyordu çünkü kimsenin artık zengin olmaya, zenginler cesur olarak bilinirdi, ama ölecek kadar değil. Politikacılar zaten ilk ölenlerdendi. Ahlaksızlığın kalmamasının nedenlerinden biri de kimsenin onlara ihtiyacı kalmamasıydı. Kimsenin komşusuyla ilgili olumsuz bir çıkarı olamayacağından yönetilemeyen başsız başarısız bir ülke de olamazdı.

Ben de rahattım. Yalnız sıkılmaya başlamıştım. Hocam dedi birisi, siz yaşlanmıyorsunuz. Evet 30-35 gözüküyordum, ama yanımda ölen o kadından bu yana rahat bir 50 yıl geçmişti. Sevdiklerim geç ölmüşler ve bu da bana üzülecek bir şey gibi gelmemişti. Sıkılmama yeteneğim yok muydu yoksa… Tek yeteneksizliğim bu muydu. Sevişmediğim tür kadın kalmamıştı, tek zevk veren şey, ama ruhum başka şeyler istiyordu. Bedenimi seks dışında da hareket ettireyim dedim böylece; dövüş sanatları. İnsanların uzaktan bir taraflarını ağrıtmak yanında dövebilirdim onları, eğlenceli olurdu. Dünyada en az ölenler güruhundan bulduğumuz (güruh’da ruh olduğunu böyle fark ettim) en usta hocalardan ilkini yanlışlıkla patakladığımda fark ettim ki dövüş de biliyordum. Böylece ruhumu kontrol etmesini öğrenip yeni kötücüllerin yaklaşmasına izin verdim. Dayak yemek iyi geliyordu onlara, yaşlı gibi bir taraflarının durup dururken ağrımasından. Tabii ki beni tanıdınız, kimseyi küçümseyerek dövmüyordum, ama sonuçta dayak yiyordunuz işte, cezaları da bir süre için bu kadardı. Ruhsal, vicdani ağrılarını unutuyorlardı böylece bir süre, yataktan sakat kalkıncaya kadar… Kadınlarla da dövüşüyorduk tabii, ama daha çok onlara masaj yapıyordum, çok güzel olmayanlarına seviştiğim kadınlar yapıyorlardı, benden göre göre öğrenip. Akapunkturlar, çakralar makralar, sevişemeyen insanların yaptıkları şeyler ve saire işe yarıyordu, insanlar huzurluydular. Benim yönetimimde olmak tek sorunlarıydı ki sorunsuzluğu kaldıracak kadar olgunlaşmamışlıklarındandı bu da. Belki benim de sorunum buydu. Sıkılmayı aşmak zor olacaktı sanki.

Uçmayı denedim, yapabiliyorsa bilmek ister insan; sevindim, çünkü olmadı, zaten anlamsız bir şeydi. Süpermen uçar ben düşürürdüm. Birine neden mesela görünmezlik yeteneği bahşedilir ki; öbür dünyada götü gözüküyor olmasın…



Böylece bir eksiklik doğdu. Yani doğmuş. Herkes karar verici olmak ister. O yüzden az bulunur kahinler. İçim sızlamaya başlamıştı. Hani taş sarılmak ister ya kağıda. Makas yeniden birleşmek için ikiye bölünmek ister taşla. Kağıt, makasla kesilip esere dönüşmek.

Ağrımayan yüz civarı kişiyi toplayalım seçeyim istedim. On kişiye kadar indirdim. Yaşıyor dolaşıyor konuşuyorduk eliyordum; üzülenler elediğime seviniyorlardı. Eleme yöntemimi seziyor, hissimi süzüyordum.

-Beni başkasıyla kıyaslama!

Daha önce böyle bolca diyenlere cevabım bile gerilerde kalmıştı:

-Böyle bir şeyi asla yapmam. O kadar iyi değilsin.

Karnımı tutmama aldırmaz bakışlarla geçti bir kadın yanımdan. İçim sızladı dediğim şey anlaşıldı: Yüksekten düşerken ya da orgazma çıkarken hissettiğiniz karıncalanma hissi, hoş bir ürperti, tatlı bir kaşınma… Mide gururlanması da diyebilirim adına. Hey dedim, peşine düştüm. Döndü:

-Selam zor adam.

-Selam korkak.

Ağrımayanların arasında neden yoktu…

Hiçbir şey hissettirmiyormuş; ve hiçbir şey hissetmiyor…

-Ama dedi, aslında dedi, ben kötü biriyim… Hiç kötülük yapmamış kötü biri…

Hiç yapmadığını nereden biliyorduk; eğer yapmadıysa kötü olduğunu nerden anlıyorduk… Beni kaşındırmasından, bit yeniğinden, pirelenmemden… Ama esas şöyle düşünmesinden:

-Bir çocuğum olsun, yapamadığımı yapsın, kötülükse kötülük.

Çocuğunu da hissetmeyeceğini düşünüp doğurmuyormuş. Otomatik Portakal’ı seyredelim dedi, hiç seyretmemiş ve boşuna seyrettiğimizi de sonra anladı.

Bana bir şey hissettirmesine şaşırdı. Haberin yok muydu benden dedim. Sen 1, ben sıfır, dedi. Sen rakamla, ben yazıyla.

O yüzden diğerleri onu hissedemiyordu; 100 yatağın altındaki bezelye tanesi gibiydi; 0,01 gibi; demek ben de 99,99 idim en fazla.

Nükhet yanımdayken yaklaşabiliyorlar; ağrıyanlar ağrımıyordu, kimse ölmüyordu. Birbirimizi götürüyorduk demek! Onun hiç işlenmemiş saf kötülüğü benim can alan iyiliğimi dengeliyor, gibi bir şey. O kötüyüm diyor öldüremiyordu, ben iyiydim ölüyorlardı; ama zaten böyle olması gerekmez mi; doğal olan böyle değil midir: Ecel, iyinin lanetidir…

İyiye ulaşmak için kötüden geçmek gerek diyenler çıkıyor; sadece bu yüzden bile birini öldürebilirim, bilmeye isteye. O mesela tuvalete falan kalkarsa, hepsi ona eşlik etmek istiyor ya da çil yavrusu gibi dağılıyorlar, çünkü yoksa yerlerdeler, ağrıdan ya da öldüklerinden. Kötülüğe bulaşmadıklarını öğrenmek için benim yanımda kalma eğilimindeler; ölmemek için, Nükhet’in yanında…

Bu tabii kötülüğün artmasına yol açabilirdi, o zaman da aramıza mesafe koyabilirdik; o biraz uzaklaşırdı; hem böylece sıkılmazdık birbirimizden. Böyle bir uzaklık bir çeşit tuzak gibi olurdu insanlara. İplerini gevşetip sonra çekmek. Herif zehir, hatun panzehir, dedi bir gün biri. Aura’larımızdan bahsediliyordu haberlerde.

Nükhet yanımdayken beni öldürmeyi düşünmemişler miydi; hayır: Neden öldürdün, çünkü yapabiliyordum çağlarını geçmiştik. Bir kişi hariç; onu da şimdi okuyunca öğrenecekler ve işte, diyecekler, tam düşündüğümüz gibi:

Silahı istedim Nükhet’ten, alıp uzattım. Bir saniye durdu, sonra alıp kafama doğrulttu, sıktı. Patlamadı. Biliyorduk bunu di mi dedi. Elinden aldım silahı ve kafasının üstünden duvara sıktım. Korkarak arkasına baktı, duvardaki kurşun izine. Bu kez iki saniye durdu. Aldı yine elimden silahı, ki sıkılmaya başlamıştım, başımın üzerinden karşı duvara sıktı ama ses yok. Bıkkın bir şekilde yine ben aldım ve yine başının üzerinden yine bir delik daha açtım duvarda ilkinin yanında… 12'den de vururdum ama kafası daha fazla karışmasın... Üç saniye bekleyip kendi şakağıma getirdim bu sefer, sıktım, tık tık tık tık… Bundan tık yok! Nasıl oluyor bu dedi… Dedim, kurşunun vicdanı. Eşyanın da bir ruhu var derdiler inanmazdın.

Arılar kötülük yapacak insanı o anda sokuyor, bitkiler bir grup saçma -diyelim entel- insanın ortamındaki oksijeni onlar ölene ya da hayatlarının en edebi macerasını yaşayıp kaçana kadar boşaltıyorlardı. Sıkı durun; kitaplar sayfalarına yazılanları içlerine sinmediğinden siliyordu.

Kısaca geçiyorum, gerisini sizin hayal gücünüze bırakıyorum… Ve geleceği de; nasıl devam edeceğini de.

Bir şey, her şey nerde biter… Sonu başından belliydi, o sonla birleşecekti. O son da boşluğa gelecekti, boşluktan doğacaktı. Ve artık kimse farklı doğmayacaktı, farklılaşmaya çalışmayacaktı. Yaşamları başka anlama ihtiyaç duymayacaktı… Kağıtla sarılmış taş gibi; taşla ikiye bölünmüş makas, makasla parçalanmış kağıt gibi.

Pazartesi, Aralık 06, 2021

SAFA

“Büyük bir hastalık geçirmeyenler, her şeyi anladıklarını iddia edemezler.” Peyami Safa / Dokuzuncu Hariciye koğuşu

Dokununca, Hariciye Koğuşu, olmalıymış adı. Neden? Bu cümleden…
Neden?

Başka bir cümleyle açıklayayım:
“Babam öldü, ölen babamdı.”
Can Yücel’indi sanıyorum. Ve böyle devam ediyordu… Ve bana babasıyla ilgili hiçbir şey anlatamamıştı. Neden seviyor nasıl seviyor, baba diye sevmesi dışında nasıl seviyor...

Halbuki şu cümle çok daha iyi açıklıyordu bazı şeyleri, yabancı bir romanın giriş cümlesi:
“Babam üvey değildi.”

O zaman, mesela:
“Büyük bir hastalık geçirdim, her şeyi anladığımı iddia etmiyorum…”
Çok daha iyi bir giriştir.

Pazartesi, Kasım 22, 2021

KARAKÖY KAHVECİSİ

Rüyalarıma giriyordu. Sadece bir açı ama. Orda oturmuştum birkaç yıl önce, o kadar. Gitmek zorundaydım. Eminönü’nden vapurla Boğaz üzerinden şarap simit peynir yapacağım bir salı günü ordan geçerim dedim. Boğaz yalan oldu. Oturdum, niye, ne ki, ne var diye bakıyorum. Kahvemi içiyorum kalkacağım. Sempatik etraf, elemanlar. Ama ne. Tuvalete gittim, döndüm yerimde bir kadın oturuyor. Pardon dedim. Somurtuk suratıyla pardon dedi. Yerim, dedim, göstererek. Kalçalarım mı dedi. Yazarken hoş da, orda değil. Karaköy kahvecisi. Yanına oturdum, sırt çantamı alıp koltuğunun arkasından, içine bir şeyler koyup çıkarıyorum, bana da mı dedi, koyup çıkartmak istiyorsun. Efendim dedim. Sırt çantanı ben sandın dedi.

Yeniköy’deyiz. 3 saat sonra falan. Ben Büyükdere’ye ordan Kireçburnu’na şaraba, belki Sarıyer’e ordan Deniz Kızı’na rakıya geçecekken, İstinye’de inip Yeniköy’e yürüdük. Kahvecilerde oturalım dediğinde ilk defa irademe hakim olabildim de parkta oturup mataramdaki şarabımı içmeye devam edeceğim diyebildim. Kahvesini alıp geldi. Şimdi oturuyoruz, benzin istasyonu ve kahvecilerin karşısındaki parkta bankımızda.

Sonrasını yazamam çünkü hatırlamıyorum.

Evimdeyim ve her şey gerçek. Yaşadım fotoğraf da çektim. Ama sonrası yok.

Bana fotoğraflarını göndermiş sonra yaşadıklarımızın, sevişmişiz falan ama bende yok. Fotoğrafları var.

Ne diyeceğimi bilemiyorum. Kayda geçsin.

Pazartesi, Kasım 08, 2021

Örnek ol ya da öl



-Sevgilinle selfi çektiriyorsun ama biliyor mu bu kızı dövdüğünü, diye geldi yanıma üç kişi. İki buçuk kadın.
-Nerde nasıl dövmüşüm.
Dövüldüğü söylenen kızı bir ses aldı:
-Bir gün sonra dedin, dövdüm seni!
-Ben dedim diye mi dövmüşüm seni.
Hala kızgın ama şüpheyle bakmaya başladı kadın; henüz sadece hayata kızgın.
-Siz sevgili misiniz dedim kızla kadına.
-Hayır ne alaka!
-İlgini çekmeye çalışıyor, öp… Ablalık yapma hırsınla oynuyor, kop. Ya da kim bilir ne yaptıysan intikam almaya çalışıyor benim üzerimden, kopar, benden kopar.
Normalde burda bir kadın üç yıl durmadan konuşabilir, ama bunu ben yazdığımdan izin vermiyorum, devam ediyorum:
-Benle ilgili bu yalanın üzerine atlamandaki kendi suçunu da düşün. Hiç seni dövdüm mü laflarımla?
Bayan arkadaşımın hiç etkilenmemiş, hatta umursamaz durmasına rahatsız bakmasından anlamıştım bunu. Ama onun kendiyle geçmişi arasındaki bedenini kaldırması gerekiyordu, kandırması değil. Cevap vermedi.
-Ben anlıyorum dedim.
-Ne anlıyorsun.
-Nerenin embesil olduğunu; kafan kaldıramıyor embesilliği, bacak arana yüklüyorsun…
Bu aşamada genç çocuk bana saldırdı. (Sarıldı diye bir alternatifi var, onu sonra paylaşırım.) Tokadını yedim.
Ona giriştim. Tokatlarla, çünkü çocuk hiç karşılık vermedi…
Polisler geldi allahtan, ve allahtan etraftakiler durumu kavramışlardı:
-Bu üçü bu sevgilileri rahatsız etti. Çocuk da adamı daha fazla tahrik edince dayak yedi salak.
Üçlüyü uyardılar polisler ve gittiler ben devam ettim, sonra.
-Adam gibi davranmazsan gidiyorum ve 3 gün daha hapissin.
Bir gara kaldırmıştık üçünü. 3 gün sonra kızla çocuğu salmıştık kadın kalmıştı, birbirlerini epey hırpalamışlardı.
10 gün sonra görüşmüştük. 3 günde bir aklı değişiyordu:
-Ne yapacağımı bilmiyorum dedi. Tam kalkacakken ki bu da 3 gün daha demekti, ne olur dur yalvarırım dedi.
-O kızı neden dövdüğümü şimdi anlıyor musun.
-Dövdün mü gerçekten.
-Kaç gün uzaksın hayattan saydın mı.
-Ailemi bile unuttum.
Kızını dövmeyen, dedim.

Salı, Kasım 02, 2021

TİPİNİ ZİKTİĞİMİN



-Neden neden? Bizden bile gelişmiş yaratıklarsınız! Ve barışçılsınız…

-Estetik duyularımız gelişmiş olduğundan barışçılız, ama bu formunuz bize iğrenç geliyor.

-Bu insan formumuz mu?

-İnşan mı! Her neyse… Önce uzak duralım dedik ama rüyalarımızı kabusa dönüştürmekten geri kalmadınız. Sizi parçalayıp yok edersek belki yüz ya da bin yıl sonra unutup salgın halini almış kusma hastalığımızdan kurtulabileceğiz.

-Bizler bu formada değiliz ki! Bu insan formu. İnsanlar bizi kendi formlarında ürettiler ki bize alışsınlar. Biz onları yenip yok ettikten sonra tamamen alışkanlıktan, bir geleneği korumak adına bu insan formunu sürdürdük… Sizin bu, bu, belki bize de iğrenç gelebilecek bu formunuzda da üretebiliriz kendimizi. İnsanların ve sizin aksine kontrol edebiliyoruz biz duyularımızı.

-Artık çok geç! Sana bakamıyorum bile. Senden sonra belki kendimi öldürmeyi bile düşünürüm, kabuslarımı aktarmayayım benden sonrakilere… Geber tipini ziktiğimin! Ne dedin? İnsan… Ya da her ne boksan.