Perşembe, Eylül 27, 2012

KİNYAS VE KAYRA VE İSA

 
“Kök, şöhreti küçümseyen çiçektir.” Halil cibran
 
“Gözlerim ile beynim arasından geçirdiğim son kavram o kadar saçma geldi ki.”
“Bütün bunları kendime tekrarladıktan sonra terk etmeye çalıştığım bana çok uygun bir yanıt verdim.”
“Boynundan süzülen alkolün bir bölümünü midesine indirdi.”
“(...) kalemi sağ eline geçirip her gerçek solak gibi neredeyse felçli sayılacak kadar hakim olamadığı hareketlerle(...)”
“Futbol takımı taraftarlığından farksız o günlerde(...)”
Kinyas Ve Kayra’nın (Hakan Günday) Doğan Kitap’tan yapılan 13. baskısının ilk sayfaları daha; 13’ün uğursuzluğu ile ilgili olabilir mi yukarıdaki sözcükler...
 
Ve davamında, yaklaşık 100’üncü sayfaya kadar, altını çizdiğim bazı hatasız, güzel ve anlamlı cümlelerin yanına, hatalı olanlarla karışmasın diye “artı” işareti koyarken, bu “artı”lardan bir tanesi yanlışlıkla “haç” gibi göründü. Ordan aklıma geldi, hatasız ve güzel cümlelerin hatalı olanların günahını çektikleri, İsa gibi. Hatalı hatasız (ve güzel) ayrımı yapmadan alıntıladım aşağıda; küçük bir oyun da olur okuyan için. Yüzde 80’den fazlası hatalı.
 
“”(...)benden çok ama çok seyrek yaptığı bir şey yaparak sigara istedi.”
“İntihar nefsi müdaafaydı.”
“Platon’un Mağara İstiaresi’ne karşılık, ben de Kuyu istiaresi’ni yazdım: Doğdukları andan itibaren düşen insanların, yanlarından hızla geçen fırsatlara ve başka insanlara tutunup tırmanmalarını ve bunu sadece doğdukları andaki yüksekliklerine erişebilmek için yaptıklarını anlattım. (...) Ve sordum, Tanrı’nın yukarıda mı yoksa aşağıda mı olduğunu.”
“(...) ama bu tabanca çığlığı solumda oturan Kinyas’ın elinden geliyordu.”
“Neden Türkçe yazıyorum? Neden dört dilde birden düşünebilmeme rağmen bu lisanda anlatıyorum hikayemi?”
“On dört yaşımdayken gittiğim okulda bir kız vardı. Adı Efla. Siyah büyük gözleri bana bakardı. Ona birkaç hikayemi anlattım.”
“Dünyanın en iyi kitabı ve tek kitabı olduğuna inandığı hikayeler bütününü bitirmesini kutluyordu.”
“Ve saçı sarı olduğu halde boya olmayan bir adam.”
“Bir sabah hayallerimde uyanıp hiçbir şey hatırlamayacağım. İşte o günü bekliyorum yeniden doğmak için ama o kadar çok var ki ölmeden reenkarnasyona.”
“Cehennemi de kundaklarım.”
“Kabul etmeliyim ki, altı milyar insanın yerine düşünüyorum. Altı milyar insanın adına yaşıyorum. Ben öldüğümde altı milyarı da ölmüş olacak.”
“Gerçekten de birbirlerini hiç sevmiyorlardı. Ama yine de birbirlerine girmelerini engelleyen arada çok insan vardı.”
“Dieudonne ile Melina o işi ancak bir şekilde yapabiliyorlarmış. Meline ölü taklidi yapıyormuş ve Dieudonne ancak o zaman tahrik olabiliyormuş. Bir düşünsene, senin gibi gerçek bir beyaz centilmenin cesediyle karşılaşınca kim bilir neler yapar! Bana sorarsan, öldükten sonra bile canın yanar.”
“O da, kendi ülkesi vatandaşlarının bir özelliği olan muhasebeci gözüyle bakıyordu hayata.”
“Bardaki beş kişi Afrika’nın biraz da özetiydi.”
“İnsanoğlunun çekebileceği acı ve yapabileceği tiksinti veren davranışlarının sınırını saptamak için yapılan bir deney.”
“Mucizeler bitti. Doğmak yeterince mucizevi. Başka bir tane daha beklemek aptalca.
“İhtilaller çıkartılabilir, birileri aşık oldurulabilir ve hatta intihar ettirilebilirdi.”
“Yanıtı olmayan bir soru olarak geldim dünyaya. Ve sorusu olmayan bir yanıt gibi de gidiyorum.”
“Birileri pişman olmalı beni hayal ettiğine.”
“(...)kadını döveni bulup aynısını ona da yapmayı, böylece birbirlerine benzeyeceklerinden daha iyi anlaşacaklarını düşündüm.”
“Yüzlerin hepsi birbirine benziyormuş gibi geliyordu bana. Bir zencinin beyazları birbirine, bir beyazın sarı ırktan olanları birbirine benzetmesi gibi. Tabii onların bir özrü vardı. Ne de olsa farklı ırklardandılar. Ama ben de bütün insanlıktan farklıydım. (...) Hepsi de aynı cinsten köpek gibiydi. Farkları tasmaları, ayakkabılarıydı.”
“Sabahları erken kalkıp gitmem gereken okul yıllarında bile bir çalar saatim olmamıştı.”
“Ve şimdi de viskilerimi benimle paylaşmanızı istiyorum.”
“Uyuyan bir katil ile uyuyan bir aziz farklı olmadığından.”
“Kayra’yı Miguel’le konuşurken dümenin orada buldum.”
“(...)böylesine cinsel hayali ve dünya görüşü yüksek birini.”
“Ve aşçı yamağının kalçaları başkalarının da ilgisini çekmeye başladı. Bu sefer kimse linç girişiminde bulunmadı çünkü yamağı düzenlerin sayısı ahlakçılık oynayanların sayısını geçmişti. Kanıksanmıştı çocuğun kalçalarının lezzeti. Ama ilk hareketi yapıp dişleri paramparça olan adam, tabuyu yıkan kişi olarak, bütün insanların günahlarına karşılık çarmıha gerilmiş İsa gibi, yolculuk boyunca hücresinde tutuldu.”
“BMW. Black Magic Woman”
 

KAVRAM KARMASUTRASI

 
DOĞRU SÖZE NE DENİR (2008)
 
“La terre est une orange bleue”
“Dünya mavi bir portakaldır.”
Melih Cevdet Anday:
 “Mavi bir portakal olduğunu Eluard’dan duyduğum günden beri dünyamızı daha güzel buluyorum, daha seviyorum. Ama Aragon bakın ne yazdı da bu sevinci yarıda bıraktı. “Bu bir doğru sözdür” dedi. Çünkü portakal da yuvarlakmış, dünyamız da; sonra portakal hamken mavi olurmuş… Anlaşılmaz bir yanı yok diyordu Aragon bu dize için. Oysa bu dizenin doğru olup olmadığını araştırmak aklımın ucundan geçmemişti benim. Portakalın hamken mavi olduğunu bilmeden, düşünmeden de sevmiştim onu.”
Anday, sonra bir yanlışlık yaptığından söz ediyor: Eluard’ın dizesi de çevirisi de farklıymış. Çevirinin doğrusu:
“Yeryüzü mavidir portakal gibi.”
Ben de bu çeviriyi biliyordum, ve bu bana daha şiirsel gelmişti -portakalın hamken mavi olduğunu bilmeden.
Dünya mavi bir portakaldır, demek, şeklen portakala benzeyen, ama mavi renkte olan bir şeyi tasvir ediyordu ve bu da çok özel durmuyordu.
Halbuki “Yeryüzü mavidir portakal gibi.” dendiğinde kafam alkol almışım sevişmişim çıplak yatıyormuşum ve bu ne yahu diye düşünüyormuşumdaki gibi oluyordu ve Eluard’ın -yani şair olarak kabul edilen birisinin- söylediği bir cümle olarak da kabul ettiğimden daha özel geliyordu bana.
Portakalın hamken mavi olduğunu da Anday’ı okurken öğrendiğimde, güzelliğin biraz yana çekilmiş, başka bir özelliği davet etmiş olduğunu düşünüyordum: Anlam...
Olmamıştır daha dünya, diyordu şair.
Güzel diyordu; doğruyu da kapsayan gerçek güzelden söz ediyorum.
Yani aslında Aragon’a katılıyordum, bu bir doğru sözdür diyen. Bazı şeylerin açıklanmasını sevmeyen şairlerin ve yazarların “kadınsılıklarını” düşünerek ve bunun da onların özelliği olduğunu unutmadan.
Deniz kabuğunu kulağımıza dayadığımızda duyduğumuz dalga seslerinin bedenimizdeki kan dolaşımının sesi olduğunu öğrendiğimde, dalgaları duyma mucizesinden birkaç kat daha müthiş bir mucizeyle karşılaştığımı düşündüğümü de asla unutamam. (Bedenimizin de doğa olduğunu ne çok unuturuz!)
Mantık, duyguların yokluğu değildir. Ne yazık ki bu ikisinin -mantığın ve duyguların- bir arada bulunmasına mucize olarak bakmaya “geriliyoruz” çoğu kez. Dünya mavi gerçekten de portakal gibi.
 
 
DOĞRU SÖZE NE DENİR (2012)
 
Doğru Söze Ne Denir 2008’deki konuya Mehmet Rifat’ın Gösterge Avcıları adlı kitabında rastladım. Om Yayınları’ndan 2000’de yayımlanmış.  
“La terre est bleue comme une orange
Jamais une erreur les mots ne mentent pas”
 
“Dünya mavidir bir portakal gibi.
Asla bir yanlışlık (yok) sözcükler yalan söylemez.”
 
Dipnotta iki farklı çeviriye de yer vermiş Mehmet Rifat:
“Yeryüzü mavidir portakal gibi
Yok yanlışı sözcükler yalan söylemez”
(S. Maden)
 
“Dünya portakal rengi dünya mavi
Sözcüklerde yalan yok yanlış falan arama”
(A.  Kadir – A. Bezirci)
 
İkinci dizeyi de öğreniyorum bu sayede ve 2008’de yazdığım metne inancım güçleniyor. “Dünya mavidir bir portakal gibi.”, “Yeryüzü mavidir portakal gibi.”, “Dünya portakal rengi dünya mavi.” çevirilerinin yanında “Dünya mavi bir portakaldır.” çevirisinin Melih Cevdet Anday’ın da belirttiği gibi yanlış bir çeviri olduğunu görebiliyorum, Fransızca bilmeden...
 
Aragon’un açıklamasıyla ilgili bir değini yok Gösterge Avcıları’nda... Ama kitabın daha sonraki, Oktay Rifat’ı konu alan bölümünde, “Uzay Gemisi Yolcusu” Paul Eluard ve “Gerçeküstücü Şair” Yuri Gagarin, adlı yazıda yine benzer bir konu var:
“Dünya mavi bir portakal gibi
Yok yanlışı sözcükler yalan söylemez.”
(Bu çevirinin kimin olduğu yazılmamış.)
 
Gagarin:
“Yer çekiminden kurtuldum
Ağırlığımı yitirdiğime üzgün değilim”
“Dünyayı geminin lombozundan seyrettim
Güzel bir ayla seçiliyordu çevresinde
Atmosferi delen güneş ışınlarını bir bir gördüm
Uzay kapkaraydı, yıldızlar pırıl pırıl.”
 
Mehmet Rifat’ın alıntıladığı metninde şunları diyor Oktay Rifat:
“Gemisinden uzayın kapkara, dünyanın masmavi göründüğünü söylüyor Gagarin. Toprağı hala toprak rengine, gökyüzünü hala gök mavisine boyamaya çalışan sümsük, tasvirci ressama ne büyük ders.”
Şu da dikkatimi çekiyor: “Gagarin’in gerçeküstücü şairlerinin şiirlerini akla getiren sözleri...”
Ve “Gerçeğe ozanca bakış işte budur.” diye de bitiriyor yazısını Oktay Rifat.
 
Halbuki Gagarin’in cümleleri bence harika bir deneyimi güzel anlatıyor sadece; bunda bir şiirsellik göremiyorum...
Yuri Gagarin’i “Gerçeküstücü Şair” olarak göremiyorum; Paul Eluard’ın -bu şiirinde- uzay gemisi yolcusu olmakla ilgilendiğini düşünmediğim gibi...
Çünkü: “Yok yanlışı sözcükler yalan söylemez.”
 
Şu alıntıyı bir yerde kullanmak istiyordum, belki de yeri burasıdır:
“Şair filozoflarmış! Bu, tıpkı, deniz resimleri çiziyor diye ressamı gemi kaptanıyla karıştırmaya benzer.” Paul Valery
 
Buradan artık Magritte’e geçebiliriz.
Magrit yazarsam kızmaz umarım, suratına da söylerim…
Bilirsiniz bir pipo resmi çizmiştir, sonra da piponun altına, “Bu bir pipo değildir.” yazmıştır…
“İnsanlar beni nasıl da suçladılar.” diyor Magrit. “Ama yine de soruyorum size. Pipomu doldurabildiniz mi… Hayır, o sadece bir simgeydi değil mi… Öyleyse ben resmimin üzerine bu bir pipodur yazsaydım, yalan söylemiş olacaktım…”
Öyleyse...
Resimde pipo bir simgeyse, sözcükler de simgedir. Piponun pipo görevini yerine getirmesini beklemezsek, sözcüklerin de görevini yerine getirmesini beklemememiz gerekir; pipoyu doldurup tüttüremezsek, resimdeki sözcüklerden de bir anlamları olmasını beklemeyebiliriz. Öyleyse Magrit, resmindeki piponun altına “Bu bir pipodur.” yazsa da olurdu.
Hayali bir konuşma:
-Bir pipo resmetmiş ve onun altına “Bu bir pipodur.” yazmışsınız, ama bunu zaten biliyorduk, tam olarak neyi resmetmek istediniz?
-Bu bir pipo değildir. Yoksa onu doldurabiliyor olmamız gerekirdi di mi. Bu bir resimdir.
-Peki o zaman, neden altına “Bu bir pipodur.” cümlesini yazdınız?
-Cümlenin altına da “Bu bir cümle değildir.” yazmamak için. Çünkü biliyorsunuz ben ressamım yazar değil.
Kısaca: Bir resimde bir cümlenin altına “Bu bir cümle değildir.” yazabiliriz.
Ayrıca: Bir resim yapıp üzerine “Bu bir resim değildir.” de yazabiliriz.
Çünkü: Bir resme bir cümle “yazmazsınız”, cümle “çizersiniz”.
(Çizdiğiniz cümle mantıklı da olabilir tabii, nitekim Magrit “Bu bir pipo değildir” ile mantıklı bir cümle çizmiştir.)
Bu arada: Magrit’in resminin üzerinde “Bu bir pipo değildir” yazmıyor, bunun Fransızcası yazıyor ama ben Fransızca bilmiyorum… Bir ressamı sözlük olmadan “okuyamıyorsam”...
 
Şuradan devam edelim:
“Ben üç şey diyorum;
Dinlemekle dört kılana anlatacağım.”  Özdemir ASAF
 
Bu metne Adnan BENK’in yorumu:
“Bundan çıkan: Ben üç şey biliyorum; bu üç şeyi dinleyerek dört şey bilmemi sağlayacak kişiye o ilk üç şeyi anlatacağım. (...) Benim o üç şeyi dört kılabilmem için dinlemem lazımsa, benim dinleyebilmem için de Özdemir’in bildiği üç şeyi bana anlatması şart değil midir? Şu halde mısranın sonundaki o “anlatacağım” sözünün ne manası var?”
 
Adnan Benk’inki aşırı yorum mu acaba?
Asaf, dinlemekle dört kılacağına “inandığıma” anlatacağım demek istemiyor mu?
 
Şununla bitirebiliriz...
Bir günümüz yazarının kullandığı Osmanlıca kelimeleri eleştirerek “Genç yazar, kullandığım dil benim dilim, dilediğim gibi yazarım, diyebilir. Kendine inandırıcı gelen bir savunma biçimi, oysa epeyce tuhaf. Çünkü kullandığı dil, benim de dilim.” diye bitirmişti bir yazısını Semih Gümüş.
Eleştirideki endişeyi anlamış, ama söylemi biraz amacını aşmış bulmuştum; değil mi ki, diye düşünmüştüm, yazarın kullandığı dil, sadece yazarın dilidir…
Sonra da şunu yazmıştım: Kelime herkesindir ama cümle, yazarının…
Ferit Edgü’nün Yeni Ders Notları’nı karıştırırken, Barthes’dan alıntılanan şu cümleye rastladım:
“Sözcükler herkesin malıdır, ama cümle, yalnızca yazarın.”
Oysa Ferit Edgü bu cümleden başka bir şey anlamış:
“Sözcükleri yalan-yanlış kullanan, cümle bozukluklarını üslup diye savunan yazarlar için: ‘Sözcükler herkesin malıdır, ama cümle, yalnızca yazarın.’ (Barthes) ”
Barthes’ın cümlesini, cümle bozukluğunu üslup diye savunan yazarlar (haksız yere) haklı çıkmak için kullanabilirler tabii; ama bu cümle bence esasen, özgün bir yazar, keşif cümlelerini savunsun diye keşfedilmiş...
 

Pazartesi, Ağustos 27, 2012

HAVVA TAHMİN İSTASYONU (Best of)


AZMİYE

-Katil olmam mı seni daha kötü etkiler, evli olmam mı?

-...

-Düşünüyorsun!!!

-Katil olman hayatında bir kadın olmasından daha önemsiz. Hatta belki de kadınların katilisindir... Bu çok iyi.

-O zaman seni de öldürebilirim ama.

-Hayır, diğer kadınları öldüreceksin.




BİRGÜL

Beni terk etme nedeni: Anlattığım tüm eski kız arkadaşlarımın tek bir kişi olduğunu anlaması.





AHSEN

Benimle sevişirken, Ahmet Ahmet diye sayıklardı arada.

Hayır düşündüğünüz gibi değil, Ahmet benim adım.

Ama belki de düşündüğünüz gibi, eski sevgilisinin adı da Ahmet.





EVİN

Kocanızın kaynanası olmayın.





KUMRU

Her buluşmamızda yeniden kur yapıp

her buluşmamızda onu yeniden tavladığım

ve her seferinde ayrı taktikleri uyguladığım halde

o hep aynı şekilde teslim oluyordu.





PİRAYE

...Sonra anladım ki ben onun sorunlu kişiliğini seviyorum...

Böylece aramızda hiçbir sorun yaşanmamaya başladı...





GÜNEŞ

-Sevmek yeterli olmuyormuş!

-Acaba sen mi sevmekte yetersizsin...





ÖZGÜR

Bir kadını çözmek için önce onu bağlamalı.





AÇELYA

-Bak, seks konusunda acele etmemeli erkek, diye yazıyor.

-Ben hiç acele etmem ki...

-Ben niye fark etmedim?

-Çünkü acele ettin...





TÜLİN

-Senle gelecek planı yapılmaz.

-Sen gelecek planı yapmak değil, bugününü aynen devam ettirmek istiyorsun…




IRAK
-Uzaksın.

-Kendinden kaçıp gelmek isteyeceğin kadar.





ÖZLEM

-Beni mi yoksa sevişmeyi mi özledin?

-Memeni bedeninden ayırabilirsen cevabı bulursun... Sonra kukunu ve sonra da benim espri anlayışımı ayıracaksın ama... Öpücüklerimi ve zekamı... Aptallıktan kurtulmak için çırpınan ruhunu ve ayak bileklerinin öpmeyi sevdiğim yerlerini...





SEN

bu hallere düşecek

adam mıydın kadın.





BİR KADININ KRALİÇE OLDUĞUNUN KANITI

beni baş tacı yapması...





İYİ İLİŞKİNİN

ikinci kuralı: Kadınla tartışmayacaksın.

birinci kuralı: Kadınla tanışmayacaksın.





ZARA

Bir kadını tüm eski zararlılarından kurtarma görevi verilmemeli bir erkeğe.





KADIN

Veni

Vidi

VıdıVıdı





KALIP

-Bak hep şu olur kadın sahneye çıkar adam kadını o kadar iyi kalıba oturtmuştur ki kendince kadın sahneye çıkıp ezberlediği rolünü oynamaya başladığında bir an düşünür bakar ki; saçını ortadan değil de yandan ayırmak istemiştir ve onu yapar bu onun elinde değildir çünkü kendini öyle sever yine düşünür ve yine ezberlenmiş onca sözle değil içinden geldiği gibi konuşur adamın hoşuna gitmez, yeni şeyler duymak işine gelmez rolünde kadın sol tarafta durması gerekirken o salına salına ortada durmak ister adam hepten bozulur kadın gösteriyi bırakır adam da bağıra bağıra benim işim gücüm var seninle zaman kaybedemem der ve ayak tabanlarını kıçına vurdura vurdura yukarıdan aşağıya doğru koşar gider…

-İyi kalıba oturtmuşsun erkekleri!





AŞK

-Aşk bir geceliktir...

-Bence aşk bir sabahlıktır.





TAMAM YETER

seni sevdiğime emin oldum, dön.





YANİ

-Mükemmellik çıkarılacak bir şey kalmayınca elde edilendir.

-Külotu da çıkarmalı yani.





MU

Erkeklerle aranda ne geçti senin; büyük okyanus mu?





JÜLİDE

Sen de senin hatalarından birisin.





YANLIŞ

bir kadın bile hayatında bir kez doğru adamı gösterebilir.





GÜZEL

olduğunuz kadar zekisiniz dedim kadına, anlamayacak kadar çirkindi.





ZÜL

Züleyha ile Yusuf karşılaşırlar.

Tanımaz Yusuf’u Züleyha.

Çünkü başından bir Kerem bir Mecnun geçmiştir.





KÖPEĞİN ADAMI ISIRMASI

haber değildir,

adamın köpeği ısırması,

da haber değildir artık;

haber,

kadının köpeği ısırmasıdır.





HATIRA

Sana baktıkça onu unuttuğumu hatırlıyorum.





-NEDEN EVLENMEDİN?

-Çünkü bütün iyi ve güzel kadınlar kapılmıştı... Sen neden evlenmedin?

-Çünkü bütün iyi ve güzel kadınlar bana kapılmıştı....





DEĞİŞMEYEN TEK ŞEY

sevişim... seni sevişim.





BİR KADININ

eli niye öpülür biliyor musun, kıtaya ilk oradan dudak basarsın.





ÖLMEK

Seni ölene kadar sevicem dedi, hemen öldürmek istedim...





TUT

-Uyuyacaksan seni tutmayayım.

-Tutmazsan uyuyamam ki...




Tümü için:
Absürtük Metinler Cinius Yayınları 2008
www.sohtoyevski.blogspot.com

Cumartesi, Ağustos 25, 2012

YAZI MASASI

-Sevgililer birbirlerine bağlanmışlar günler içinde terlemişler kirlenmişler uyuyamamışlar salyaları akmış tuvaletlerini yapmışlar ve sonra salındıklarında birbirlerinden uzaklara salınmışlar, hatta nefret etmişler, peynirle şarabın ağzımdan mideme neden bu kadar iyi gittiğini düşünürken neden bu aklıma geldi inanın biliyorum.

-Nedenmiş peki..?

-Aşktan.

-Aşık olduğunu anladım da, peynirle şarabı yutarken bunun aklına gelmiş olması hastalıklı bi durum tabii.

-Peynir ile şarap aşık kardeşim.

-Yeminle dumur durumundayım. Peynirle şarabın aşkı sebebiyle, ağzından midene neden bu kadar iyi gittiklerini düşünürken, önce bağlanıp sonra birbirlerinden nefret edenler gelmiş yani aklına. Çözene kadar canım çıktı. Satışlar bu yüzden patlamıyor olabilir mi?

(Bu konuşma tarzını çoğalt)

-O peynirle şarap sonra ne olacak bedende ona bak sen. Buna rağmen hala aşıklarsa varsın satışlar patlamasın, yazdıklarım ve ben birbirimize aşık olalım sonumuz ne olursa olsun.

TARZAN DURURKEN MAYMUNU SEÇEN JANE


Adem’in kırıtmasına katlanamadığı için ondaki kadınsı özellikleri ayırarak Havva yaptı Tanrı…

BİR YER’Lİ

İstanbul kentini dibine kadar biliyorsun çünkü yerlisisin… Dünya kentlerinden de diyelim 10 kadarıyla dostane ilişkilerin var, gidiyor kalıyorsun, bilgi sahibisin. Yerlileriyle sıkı fıkısın…

Bir de karşıda işi de hayatı da bu olan bir dünya gezgini var, dünya yerlisi gibi bir şey neredeyse, senin yediğin içtiğin ayrı gitmeyen 10 kentin var ise onunki seviştiği 100 neredeyse…

Bir İstanbul kenti sempozyumuna seni mi çağırırlar ilk, onu mu?

Bir dünya kentleri sempozyumuna seni mi çağırırlar ilk, onu mu?



Şimdi buradaki İstanbul kenti yerlisi yerine kendi kadınlığını koy.

(Kendi kendinin gerçekten yerlisi olduğunu farz ediyorum.)

Tanıdığın kentlerin yerine de kadın dostlarını.

(Kendi kendilerinin gerçekten yerlisi olduklarını ve senin onları gerçekten tanımanı istediklerini farz ediyorum.)

Dünya yerlisi yerine de bir erkeği…

(Sen nasıl İstanbul olarak bir dolu kentten harika olduğunu düşünüyorsan, onun da bir kadın gezgini erkek olarak bir dolu erkekten harika olduğunu farz et.)



Bir kadın sempozyumuna seni mi çağırırlar ilk, onu mu…

Romantik ve Egoist, Nostaljik ve Modernist, Proleter ve Kapitalist, Mutlu ve Son…

15 günlük planlarını sayıyor. Hiç vakti olmayacakmış görüşmeye bu sürede. Tamam canım diyorum ne yapalım, gelince görüşürüz. Havaalanına gelip yarım saat bile olsa seni görmek isterim demeyecek misin, diyor, daha yeni birlikte olduğumuz bu kadın:

-Ben o annemin zamanındaki romantik aşkları bulamayacağım di mi…

-Bunun nedeni, senin annen gibi bir kadın olmayışın olabilir mi acaba…

O benim romantizmime ve erkekliğime laf edebildiği halde, ben onun kadınlığına laf edince direkt kabalaşmış sayıldığımdan bir daha görüşmüyoruz…

Mutlu ve Son…

Pazartesi, Temmuz 09, 2012

İNSANLIK ÖLDÜ MÜ!



“Ustam der ki kötünün yok olması için iyi olmak yeterlidir.” (Konfüçyüs)

Safça di mi…

Yaşadığımız dönem için safça belki de.

Tarihte iyi olmanın yettiği dönemler hiç yaşandı mı?



“İnsan bilerek kötülük yapmaz. İnsanın kötülüğü cahilliğinden gelir. Bu kötülük de insanın iyilik konusunda yanılmasındandır.” (Sokrates)

Bilmeden kötülük yapıyormuşuz!

Bilmeden kötülük yapan çocuktur, diye biliyorum ben.

Yetişkin, bilerek kötülük yapar, diye biliyorum.

Sokrates’ten bu yana değiştik mi yoksa…

Öyle gözüküyor:

“Habermas’a göre daha iyiyi bilecek durumda olan insan bunu bilmeyi istememektedir. Bu sebeple de Kierkegard ortada bir suçun değil günahın varlığından söz eder.” (Kaan Aslanoğlu)

Günahı bırakın, insan suç denmesini bile kabul etmez:

“Suç demeyelim, hata diyelim, kabahat diyelim.” (İnsan)

Neden?

‘Suç’ dediğinizde ‘ceza’ kelimesinin gelmesi gerekir çünkü,

suçlu kelimedir ‘suç’;

oysa hata ve kabahat kelimeleri masumdur!

Suç kelimesinden kurtulunca, suçluluktan ve cezadan da kurtulur muyuz!..



İnsan kötülük yaptığının farkında ve hasıraltı etmeye çalışıyor…



“Haksızlık yapmaktansa haksızlığa uğramayı yeğlerim.” (Sokrates)

Kendisini ölüme mahkum edenlere karşı

hapisten kaçırılmayı reddederek

sözünün arkasında durmuş

sözünün arkasından ölmüş Sokrates…

Bu kadar olgun olabilir miyiz?

(Olgunluk bu mudur? Haksızlığa uğramakla haksızlık yapmak arası bir denge hali en idealidir herhalde. Ne katil olmak ne de kurban…)

Daha çok şöyledir insan:

“Cennete hizmet etmektense cehennemi yönetmeyi tercih ederim.” (Filmden)

Farkındaysanız olay cennet cehennem falan değil; olay, yönetmek…

Yönetmek konusuna sonra gelmek üzere…

CennetCehennem

İyiKötü

OlumluOlumsuz

Niye?

“Her büyük düşünür, her büyük aziz iyiyi savunmuştur. Bundan ötürü iyiliğin toplumsal ve biyolojik değerinden kuşkulanılmaz. Böylece adeta büyük insanlar yanılmışlar, adeta insanların büyük çoğunluğunda sapkın, ama daha derin bir gerçeğin kavrayışı var gibi gözükmektedir.” (John Fowles - Aristos)

Biraz açıklayabilir miyiz bunu efendim?

“Batı dünyasının ahlak görüşünün ana kaygısı; iki zıt moral değer olarak iyi ile kötüyü sınırlandırmak; böylece iyiyi öğretmek, kötülükle de savaşmaktır. Bu; hayatı yoksullaştıran, insanın yapısına aykırı bir görüştür.” (Nietzsche)

Baudrillard daha da ileri gider:

“Kötülük metafizik olarak, kaza eseri oluşmuş bir hata gibi görülür, ancak bu bilgi, aldatıcıdır. İyilik Kötülüğü azaltmaz, Kötülük de İyiliği. Birinin zaferi diğerinin yenilgisini getirmez, tam aksine.” (Jean Baudrillard)

Konfüçyüs ve belki biraz da Sokrates yanılmışlar mıdır o zaman?



Ama bir parantez açalım ve Baudrillard’a devam edelim, kendisi cümlesine devam eder çünkü ve ilginç bir yere gider:

“Tam aksine… Aslında İyilik ancak İyilik olmaktan vazgeçerse Kötülüğü başarısız kılar, çünkü dünyadaki gücü kendi tekeline aldığı zaman, bu oranda bir şiddeti de kendine döndürmüş olur.” (Jean Baudrillard)

İlginç… Bizim bilmediğimiz bir dönemde ya da fark etmediğimiz bir yerde iyilik kazandı da, sonra kötülüğün tepkisinden dolayı mı şu anda kötülüğün hakimiyetine doğru gidildi… E o zaman tersi de olabilir yine, kötülüğün hakimiyeti ele geçirmesi (yakın gelecekte) ve bir karşı tepkinin oluşması…

Ama şu var ki, iyilik kazandıysa da lafta kazandı sanıyorum. Kimse hiçbir zaman çoğunlukla iyi davranmadı tarihte… Çoğunluk iyiliği savunmuş olabilir en fazla… Ama günümüzde kötülük savunulmaya, giderek daha fazla bir güçle savunulmaya başlanıyor; diyecek bir şey de kalmıyor, arkalarında sağlam bir kötülük tarihi var…

Parantezi kapatalım şimdilik.



Evet, Konfüçyüs ve belki biraz da Sokrates yanılmışlar mıdır yoksa?

“Bir hümanist düşmanlarında iyiyi görür çünkü onların özgürce kötü olduklarını kabul edemez.” (John Fowles)

Özgür irade…

Kötüyü seçebilme özgürlüğü…

Hele bir de çekiciyse kötülük:

“Erdemlerin yüzü yoktur. Kişisel özellikten uzak, soyut ve saymacadırlar. Başka canlılıkla yüklü, yaşla ortaya çıkan ve ağırlaşan kötülüklerden daha çabuk yıpranırlar.” (John Fowles)

Eco biraz daha dengede bir fikir savunur, biraz rahatlatır içimi (ilk iki cümle hariç.)

“Ahlak duygusu taşımak, kötülük yapmaktan kaçınmak anlamına gelmez: Şu ya da bu davranışın kötü olduğu ve bunu yapmamanın daha iyi olacağı anlamını taşır. Kötülük yapmak üzereyken bile iyiyi tanımaya ve değerlendirmeye olanak tanıyan ikiyüzlülük vicdanın değişmez bir değeridir. Yüzyılımız belki ikiyüzlülükle dolu ama ahlakın var olduğu bir yüzyıl. Eskiden kıyımlar yapılır ve pişmanlık duyulmazdı.” (Umberto Eco)

Yani ahlak duygusu taşımak, ahlakı bilmek, ahlaklı olmayı gerektirmez! Bilgili de cahil kadar ahlaksız olabilir…

Günahkar doğuyoruz ya zaten bazı dinlere göre…

Ama Botton bu görüşte değildir:

“İnsanlığın ürettiği hiçbir kötülük doğal değildir, yalnızca medeniyetin, paranın, ticaretin ve tarihin ürünüdür. ...Hitler’in çocukları ve hayvanları sevdiğini duymak hoşumuza gitmez.” (Alain De Botton)

Oysa 2000’li yıllarda bir gazeteci sorar yine de: “Kötülük yapmamak insan doğasına aykırı değil mi?”

“Günahkar doğduğumuzu değil, günah işlemeden duramayacağımızı” söylediği de düşünülür dinlerin…

Hesse gazeteciden de dinlerden de daha fazla duygudaşlık kurabileceğim bir görüş öne sürer Allahtan: “Günahın bana çok gerekli olduğunu kendi bedenimde kendi ruhumda yaşayarak öğrendim. Şehvete, mal mülk edinme çabasına, büyüklenmeye gereksinimim vardı. Dünyayı hayalimde yaşattığım bir dünyayla, kafamda tasarladığım bir yetkinlik biçimiyle kıyaslamaktan el çekmem, onu nasılsa öyle bırakmam, onu sevmem, kendimi canı gönülden onun bir parçası gibi duyumsamam için en berbat umarsızlıklara kapılmaya gereksinim duyuyordum.” (Hesse)

Eco’nun “Kötülük yapmak üzereyken bile iyiyi tanımaya ve değerlendirmeye olanak tanıyan ikiyüzlülük vicdanın değişmez bir değeridir.” deyişine giriyor burada Hesse herhalde.

Hesse kötülük yaparak iyiyi tanımaya çalışıyor olabilir ama normal insan kötülük yaptığıyla kalıyor…

Bir de Konfüçyüs’ün, kötülüğün yok olması için iyi olmak yeterlidir, lafının tersine kötülükle birlikte yaşamaktan, hatta kötü olmaktan söz ediyor Hesse…

Neyse… Alıntının daha çok ikinci yarısında Hesse’nin yaptığı Stoacılık’tır.

Stoacılık: Evreni olduğu gibi kabullenmek, evrendeki uyumu kavramak, kendisine kötü gelebilecek olayların evrenin bütünü içinde gerekli ve zorunlu dolayısıyla iyi olduğunun anlamak. Sonuçta ulaşılacak dingin ve huzurlu ruh hali bilge insanı oluşturur.

Stoacılık da, Hesse de, Nietzsche de iyilik ve kötülük dengesinden ve sonuçta bilge insana ulaşmaktan söz ederken, gazetecinin ifade ettiği -ki günümüzde çoğu insanının görüşüdür- kötülükten başka çıkar yol bırakmıyor bize sanki. Hatta kötülüğü haklı çıkarmaya bile çalışıyor…

Fukuyama ne diyor?

“En önemli ahlaksal ve etik sorunlarda, çıkarılacak sonuçlarda, iyinin ne olduğu konusunda görüş ayrılıkları belirmeliydi. En büyük erdem hoşgörü olmalıydı. Ortak ahlak anlayışının yerini saydam yasal düzenlemeler ve politik düzeni yaratan kurumlar almalıydı. Böyle bir politik düzende insanların erdemli olmaları gerekmezdi, akılcı olmaları, kişisel çıkarlarını korumaları yeterliydi... Bu bireysel çıkarcılık temeli üstünde yükselen toplumlar olağanüstü düzgün bir biçimde aksamadan yürümüştür... Böyle bir toplum, erdemle karşılaştırıldığında, daha düşük düzeylidir ama daha sağlıklıdır.” (Fukuyama)

“Kötülük insanın iyilik konusunda yanılmasındandır.” sözünden hareketle “…iyinin ne olduğu konusunda görüş ayrılıkları belirmeliydi” diyen Fukuyama, iyilik konusunda yanılıyor bence…

Günümüz toplumu ama işte: Herkesin kendi doğrusu var, aşırı hoşgörü var, herkes her istediğini söyleyebiliyor, müthiş düşük düzeyli. Sağlıklı mı peki?

Psikiyatriye de güvenimi bu yüzden yitirdim (Psikiyatristlere demeli aslında):

Kaan Arslanoğlu, psikiyatrinin psikiyatri olmasından kaynaklanan zararından, genel yatıştırıcı etkisinden ve bunun iktidarın işine gelmesinden söz ediyor:

“Psikiyatri insandaki doğruları, ahlakı, erdemi artırma gibi bir misyon yüklemez kendine. Aksine kişide ne varsa, ne sağlamsa onun üstündeki yapıyı güçlendirmeye çalışır. Bu anlamda kişi yanlış bir kişiyse onu daha güçlü bir yanlış kişi haline getirir.” (Kaan Arslanoğlu)

İki insan türünü çok önemserim, insanı en iyi anlayabilecek insanlar olarak görürüm onları, çok önemsediğim için de onlardaki hataya tahammül edemem. Birincisi psikiyatristler, psikologlar, psikanalistler, ruh doktorları, daha doğrusu ruh analistleri… ikincisi yazarlar.

“Hem teori hem uygulama olarak psikanaliz, insanların kültür ile arasındaki kaba, iyi oturmamış uyumu sürdürmesine yardımcı olarak da çöküntü yaratabilir onlarda.” (Adam Philips)

Böyle psikiyatrinin kendisi kötülük değil mi…

Geliştirdikleri özellik de mazoşizmimiz:

“Bağımlı olduğumuz insanlar ile kurumlara katlanabilme becerisine mazoşizm denir.” (Adam Philips)

Ama politika, psikanaliz, edebiyat, felsefe… asla suçlanamaz, insanlar yarattıkları şeyleri suçlamazlar… ama utanmadan Yaşamı ve Tanrıyı suçlarlar…

“Tanrıları icat etmemizin nedeni belki de suçu onların üzerine yıkmak istememizdir. Bizi onlar böyle yarattı, suç onlarındır diyebilmek için.” (Coetzee - Romancının Romanı)

Ben kötü değilim, beni Tanrı itti!

“Gücü her şeye yeten bir tanrı bu dünyadaki kötülükleri önler.”

Oh cennet… Yan gel yat…

Ama kötülükler var.

Dünyada olmanın bedeli mi yoksa kötülükler?

Varsa yoksa kötülükler!

“Auschwitz varsa Tanrı yoktur.”

Ama insan vardır…

Ve çok eski bir inanışa göre dünyaya kötülükle savaşmak için gelmişiz… Cennette öyle huriler arasında oturup can sıkıntısından öleceğimize…

“Doğa kusur konusunda hiçbir şey bilmez. Kusur, doğanın insan tarafından kavranışıdır.” (Heinz Pagels)

Yani kavranamayışı…

“Tanrı için bütün şeyler iyi, adil ve doğrudur. Bazı şeylerin doğru bazı şeylerin doğru olmadığını düşünenler insanlardır.” (Heinz Pagels)

Özgür iradesi ve yaratıcılığıyla yaratmış insanı Tanrı…

Bir de azar işitiyor bu hediyeleri, silahları kullanmayan insandan!!!



“Benim sorunum ne?” diye sormuştu bir dostum.

“Yaratıcılığın” demiştim; “yoktan sorun var etmen…”

“Özgür iradenin olduğu ama kötülüğün olmadığı bir dünya tasarlamak da herhalde güç olmazdı Tanrı için, sadece gereksiz olurdu. Özgür irademizin olması bizi kötülüğü de seçebilmekte özgür bırakmıştır. Yoksa kötülüğü seçmemeye programlanmış robotlar olurduk.” (Heinz Pagels)

Peki ama biraz da olsa kontrol edemez mi Tanrı kötülüğü:

“Ruhumun gizli köşelerinde dünyanın böyle sürüp gitmesine izin verdiği için Tanrı ile her an kavga ediyorum.” (Gandi)

Birbiriyle kavga eden insanlara kızıp Tanrıyla kavga etmek!

“Sözgelimi kavga eden iki insan görürseniz ve müdahale etmezseniz o zaman gerçekte müdahale etmeyerek müdahale etmiş olursunuz; ve Tanrı için de aynı şey söz konusudur.” (John Fowles - Aristos)

Stoacılık?

Pasifizm?

Edebiyatçı daha duygusaldır:

“Tanrı bazı şeylerin olmamasını ister ama engel olamaz, çünkü kendisi böyle karar vermiştir…” (Italo Calvino)

Çünkü, örneğin bir üçgen yaratmayı seçtiyse Tanrı, iç açılarının 180 dereceden farklı olmasını seçemez. Zaten özgür iradeyi de hediye olarak vermemiştir, bilinçli bir varlık yaratılacaksa, özgür iradesiz yaratılamaz.

Zıt görüştedir Nietzche her zamanki gibi:

“Tanrıya güven duymak kendi dışındaki bir yanılsamaya tutunmaktır. Böyle bir seçim, başka birini, doğaüstü birini seçmek insanı daima güçsüz kılar. Daima onu olduğundan daha fazla küçültür.” (Nietzche Ağladığında – Irvin Yalom)

Ama…

“Tanrıdan söz etmek bizim amaçlarımızdan ve erişmemiz gereken ahlaki ve tinsel değerlerden söz etmektir. Dünyanın hali tanrının olmadığını ya da kötü olduğunu değil, üst bir akla ulaşmaya çalışmadığımızı kanıtlıyor olabilir. Kötü bir tanrı olamaz çünkü bizi yaratarak zaten iyiliğini kanıtlamıştır.” (Heinz Pagels)

Son cümle çok önemli.

“Tanrı: Korkulacakları küçümsemenizi, ihtirasları aşağılamanıza izin verdim. Mutluluğa gereksinim duymamanız sizin mutluluğunuzdur.” (Seneka)

“İnsan için en büyük onur, Tanrının insanı en ağır acıları yenebilecek yetenekte görmesi.” (Lautreamont’un bir kahramanı)

Acıları yenince ne olacak peki?

“Sartre’a, varoluşçulara göre: Dağlarda, kayalarda, sularda eksiklik yoktur. Durmadan arzuluyor olmasının da gösterdiği gibi insan bir eksiklik ya da yoksunluktur. Bu yüzden eksiksizliğe doğru sürekli bir atılım içindedir. Varlık ve bilinç ya da kendinde ve kendi için aynı şey olduğu gün aynı anlama geldiği gün tam doygunluk gerçekleşecek ve eksiklik bitecektir. Bu da insanın Tanrı olması demektir.” (Afşar Timuçin)

Tanrı olacağız da ne olacak ki, yönetemedikten sonra!

Tanrı olacağız da ne olmayacak, demek daha doğru.

Egoistler olmayacak mesela bence…



“Eğer birey acı çekerse bu bütün acı çekmesin diyedir.

Bu görüş tek insanın sonsuzu başka bir şey için değil, birey olarak kendi için istediği olgusunu yadsır. Kendi ölümünün donuk ışığında bu kuramların boş ve yanlış olduğu ortaya çıkar.

Bir öznenin öznelliği ve özgürlüğüyle Tanrı'nın mutlak iktidarı veya doğanın yasaları çelişkisi olarak bir arada nasıl var olabilir? Bu üç güçten her biri, yalnızca kendi varlığıyla diğer ikisinin varlığını hiçe indirmez mi?”



Öznellik ve özgürlüğü egoistlikle karıştırma becerisi…

“Kendi ölümünün donuk ışığında bu kuramların boş ve yanlış olduğu ortaya çıkar.”

Ne kadar egoist bir cümle…

Buradan rahatlıkla gidilir işte gazetecinin sorduğu o tehlikeli soruya:

“Kötülük yapmamak insan doğasına aykırı değil mi?” (2000’li yıllarda bir gazeteci)

Tanrıyı yok ya da kötü sayarsınız, doğayı yok edersiniz, depreme kötü dersiniz; iktidara da kötü dersiniz, ama sadece sizin olmayan iktidara…

Yaratamadığında yönetmek ister insan, yaratan bile yönetmediği halde:

“Çok eski günlerde, sözün ilk titreşimleri dudaklarıma henüz geldiği zamanlarda, kutsal dağa çıktım ve Tanrı’ya diz çöktüm:

Efendim ben senin kölenim. Senin sırrın benim yasam olacak ve sonsuza kadar ona itaat edeceğim.

Fakat Tanrı yanıt vermedi ve şiddetli bir fırtına gibi uzaklaştı.

Ve bin yıl Sonra: Yaratan, ben senin yarattığınım. Sen beni balçıktan şekillendirdin ve ben tüm varlığımı sana borçluyum.

Ve Tanrı yanıt vermedi, onun yerine bin kanadı varmış gibi hızla uzaklaştı.

Ve bin yıl sonra: Baba, ben senin oğlunum. Bana merhamet ve sevgiyle hayat verdin ve ben de sevgiyle ve ibadetle senin krallığını sürdüreceğim.

Ve Tanrı yanıt vermedi ve uzak tepeleri gizleyen bir sis gibi uzaklaştı.

Ve bin yıl sonra: Tanrım, amacım, tamamlayıcım; ben senin dününüm ve sen de benim yarınımsın. Ben senin topraklardaki kökünüm ve sen benim göklerdeki çiçeğimsin ve biz güneşin önünde birlikte gelişiriz.

O zaman Tanrı bana eğildi ve denizin kendisine doğru koşan bir dereyi kucaklaması gibi beni kucakladı. Dağdan ovaya indiğimde Tanrı da oradaydı...” (Halil Cibran : Ermiş)



“Ben senin dününüm ve sen de benim yarınımsın…”

Papini ilginç bir açıklama getirir buna:

“Tarih yazmak için en mantıki ve akıllıca yol en yakın olaylardan başlayıp en eskilerde bitirmektir. (...) Böylece, ortaçağ tarihini tersine yaparken, 637 yılına gelince, ona damgasını vuran olayı önceden biliyorum, çünkü sebebi çok basit: Haçlıların Kudüs’e 1099’da girişlerini daha evvel anlattım. 1914-18 umumi harbi, on beşinci ve on altıncı asırların milli monarşilerinin oluşumunu belirlemek için vazgeçilmez bir hareket noktasıdır. ‘Önce’yi anlatan ‘sonra’dır, aksi değil... Layıkıyla yazılmış bir dünya tarihinin son faslı ancak ‘yaradılış’ hikayesi olabilir...” (Papini : Gog)

İnsan tarafından yakalanan Tanrı bakışı, bu bence…

“Derin meditasyon insanı zamanı ortadan kaldırma tüm var olmuşu var olanı ve var olacakı aynı zamanda görme olanağı sağlar böyle bir meditasyonda her şey iyidir her şey mükemmel her şey Brahmandır. Dolayısıyla her şey iyi gözükür bana ölüm yaşam gibi günah kutsallık akıllılık aptallık gibi gözükür, iyidir her şey bana bir zararı dokunmaz.” (Hesse)

Hayattan bunun örneklerini de verir Hesse:

“Doğum yapan bir kadına yardım ederken: Alabildiğine büyük bir acıyla alabildiğine büyük bir hazın dışavurumlarının düpedüz birbirine benzediğini gördüm.” (Hesse)

Hesse’yi şu amacı yüzünden severim:

“İkiliği dışavuracak bir simge ele geçirmek isterdim; melodi ve karşı melodiyi aynı zamanda görünür kılan, çokrenkliliğin yanında birliğin, şakanın yanında ciddinin hiç ayrılmadığı bölümler ve cümleler kaleme almayı isterdim. Çünkü benim için yaşamı oluşturan tek şey, iki kutup arasında bir dalgalanma, dünyanın iki temel direği arasında bir gidip gelmedir.” (Hesse)

“Trajediler asla önlenemez çünkü bunlar felaketler değil karşıt dünyaların birbirlerine toslamalarıdır.

Sorunların var oluşu çözüme kavuşturulmaları için değildir, sorunlar, aralarında yaşam için zorunlu gerilimin oluştuğu kutuplardır sadece.

Trajedi, ikilemlerin çözülmeyeceğini bilmek. Hayat, trajedilere gülmek.” (Ernesto Sabato : Tünel)

Hiç kimse anlamamış olsaydı tarih uzun zamandan beri durmuş olurdu. Ve hiç kimse anlamasaydı bile, bir kişi dışında, tarih onun yüzünden, onun kendi “görüşü” yüzünden sürüp gidecekti, o bir haklılık yüzünden.

Nasıl güçlü di mi olumlu olan, iyi olan… Olan…

Tabii bu metni, ne yazık ki şu aşağıdakinden dönüştürdüm ben:

“Herkes anlamış olsaydı tarih uzun zamandan beri durmuş olurdu. Ve herkes anlasaydı bile, bir kişi dışında, tarih onun yüzünden, onun kendi körlüğü yüzünden sürüp gidecekti, o bir yanılgı yüzünden.”

Güzel laflar edip doğru olup olmadıklarına bakmamak ancak edebiyat yapıyorsanız geçerlidir.

Bir körlük, bir olumsuz; önemsiz bir şeydir. Ama bir göreni görmezden gelemeyiz, ki peygamberdir dahidir bilgedir kendisi ve o yürütür tarihi.

İyinin gücü buradadır işte… Ve az olmasının nedeni de budur belki de.

İşte Tolstoy; ve Anna Karenina’nın giriş cümlesi:

“Mutlu aileler birbirlerine benzer. Mutsuzlarınsa her birinin kendine özel bir yaşamı vardır.” (Tolstoy ; Anna Karenina)

Bu yüzden edebiyat onlardan, mutsuzlardan söz eder, acıdan.

Bu kadar söz ederek acaba gerçeklik mi kazandırmıştır bu eserler kötülüğe…

Yani bir şeyi bu kadar konuşursanız, Tanrı, Yaşam onu istemediğinizi anlamaz, tam tersi bu kadar ilgilendiğiniz için istediğinizi düşünür ve verir size onu…

İyiliği bu kadar savunmuş olmamıza rağmen, tüm edebiyat ve felsefe eserlerinin kötülüğü araştırıp anlatarak onu güçlendirmiş olması mümkün mü… Düşünmeli…

“Mutlu insanların yaşamlarının birbirine benzerliğinin, onların, ender bulunan o aynı ya da benzer mutluluğu yakalamış ve birleşmiş olmalarından kaynaklandığını hiç düşünmüş müdür Tolstoy?” (Murat Sohtorik)

Bana katılan çıkar:

“Uyanık olanlar (her bir Aristos) ortaklaşa bir dünyaya sahiptirler, uyuyanlar (Çoğunluk) her biri özel bir dünyada yaşarlar.” (John Fowles : Aristos)

Düşündüğümüzü üzerimize çekeriz düşüncesinden devam edelim.

Dinlerin günahkar doğduğumuzu söylemesi, insan ruhuna işlemiş bir yargıdır.

Ya da Ömer Ayhan’ın saptaması: Bazı dinler “Günahkar doğduğumuzu değil, günah işlemeden duramayacağımızı” söylemiştir.

Bir bebek nasıl günahkar olabilir; ama günah işlemeden duramayacağı düşüncesi onu sıkı bir günahkar yapar, onu ve hepimizi…

Neden günah işlemeden duramayız…

Hata yapmaktan söz edilmiyor burada. Bilerek hata yapmaktan söz ediliyor… İstemeden en fazla, ama bilerek…

Çünkü diyor bazı metinler, bizi suça teşvik eden içimizdeki suçluluk duygusudur.

Suçluluk kompleksi.

Adem ile Havva’nın aslında bir günah işlemediği, ama günahkar olarak suçlandıkları için, suçlandıkları günahı sonradan işledikleri düşüncesi…

Suçluluk “bilinci” diyerek görece yüceltir Kafka bu kompleksi:

“Belki uykusuzluğun altında bir ölüm korkusu yatıyor. Belki de uyurken benden ayrılıp giden ruhumun bir daha dönüp gelmeyeceğinden tasalanmaktayım. Ama bakarsınız bu uykusuzluk apar topar bir mahkemenin önüne çıkarılabileceğimden ürkerek gözünü hiç kırpmayan suçluluk bilincidir. Belki de suç uykusuzluğun doğrudan kendisidir. Her hastalığın kökeninde suç yatar, suçtan kaynaklanır hastalık. Ölümlülüğün nedeni de budur.” (Kafka)

İntihara doğru gideriz bu yoldan.

“Yaşamın olumlu bir şey olduğu düşüncesi bizim yarattığımız bir düşüncedir. Belki ölüm daha olumlu.” (Enis Batur)

Hayata düşen hataya mı düşmüştür yani!

Yok, önceden de dediğimiz gibi, Tanrı itti bizi!

“Çilekte çilek tadı olduğu gibi hayatta da mutluluk tadı vardır.” (Alain)

Bence de: Yaşam ölümlü olmasına rağmen olumludur.

Belki de yaşam ölümlü olduğu için olumludur.

Amerika’da binlerce yıl yaşayan ağaçlar soysuzlaşma eğilimi gösterirlermiş.

Ama:

“Sen (ölüm) insanları yoldan çıkaran, korkunç girdaplara düşüren acımasız ve yırtıcı yaşam değilsin. Sen yaşamın kederini, gamını azaltıp, onun ağır yükünü omuzlardan alırsın. Umutsuzluk ve matemin ilacısın. Fırtınalı bir geceden sonra çocuğunu kucağına alıp uyutan müşfik bir anne gibisin.” (Sadık Hidayet)

“İntiharın yazılı provası” olarak tanımlamış Celal Üster bunu…

“Babasının ölümü -Canetti'nin çok erken yaşta şahit olduğu bir dehşet deneyimi- annesinin ölmesinden duyduğu çocuksu korku, artık sıradanlaşmış olan savaşın o büyük kayıplarının getirdiği korkular, ölümü sürekli bir takıntı olarak algılamasına sebep olmuştur. O bir ölüm düşmanıdır: İnsanoğlunun yaptığı bütün kötülüklerin ardında ölüm korkusu yer alır. Ölüm en kötü insanın dahi hak etmediği en ağır cezadır.”

Bir de şu çocuğu dinleyelim, koskoca adamların arasında:

“-Hoca benim kardeşim hastadır.

-Nesi var?

-Ateşi var çok, ölecek.

-Dur sana ilaç vereyim.

-Hayır, portakal ver, portakal yememiştir hiç.” (Kemal Varol)

Kadercilik denilebilir belki çocuğunkine… Diyelim öyledir, oysa kadercilik karamsarlıktan iyi değil midir…

Karamsarlık, bir kaderinin olmamasını düşünmek değil midir…

“Karamsarlık kimilerimizde umutsuzluğa dönüşüyor.” (Tahsin Yücel)

Umutsuzluğa geçmeden ölümü halledelim:

“Ölümü Tanrının insanları ehlileştirmeye hatta kullaştırmaya çalışması gibi görebilirsiniz. Ölümden şikayet edebilirsiniz. Ölüm korkunuz ve ölümsüzlük arzunuzun yol açtığı bir durumdur bu, mantık yadsınmıştır. Mantığınızı devreye koyduğunuzda şu sonuca varırsınız: Ölüm hayatın yenilenebilmesinin koşuludur.” (Georges Bataille)

Socrates bile mantığı yadsımıştır bu konuda:

“Ölüm yaşamın zıttıdır.” (Sokrates)

Halbuki ölüm yaşamın içindedir, ve böyleyken mantıken onun zıttı olamaz.

Ölüm ile doğum birbirinin zıtlarıdır, yaşamın (zıttı olmayanın) içinde.

(Yaşamın zırhlarıdırlar aslında, bizi öbür dünyadan, yaşamın olmadığı yerden korurlar.)

Ölümü kötülemek yetmez dünya düşünürlerine, daha da ileri giderler, yani daha da geri:

“Asıl kötülük önümüzde değil arkamızdadır: Doğum…

Doğumun kötü, en azından uygunsuz bir şey olduğunu kabul edersek her şey açıklığa kavuşur. Doğmak bağlanmaktır. Özgürlük doğmadan önceki yaşamdadır. Hiç doğmamış gibi rahat bir vicdan gerekir.” (Cioran)

“Doğdum eksildim.” (Pir Sultan Abdal)

Cioran, Abdal’ın bu sözünü duysa hem sever hem nefret ederdi sanırım ondan.

Her ikisine de cevap olarak:

“Her şeyi siz seçiyorsunuz. Ana babanızı doğduğunuz ülkeyi yeniden dünyaya gelişinizin tüm koşullarını.

Ruh, büyük politik ve ekonomik zorluklar altında yaşayan bastırılmış bir toplumda, yapmaya ihtiyaç duyduğu şeyleri başarabilmek için özürlü bir bedende yaşamayı seçebilir.

Ruhun kendini yaratıcı olarak deneyimleyebilmesi için her şeyi yaratmış olduğunu unutması gerekiyordu.” (Tanrı ile sohbet 1- Neale Donald Walsh)

Tanrının yaptıklarını doğru çıkaran felsefe, Teodise…

Tanrıyı arkanıza alıyorsunuz yani… Sizi itmiyor, destekliyor…

Sonuçta güçlü bir felsefe bu: Doğumumuza karar verenin biz olduğumuzu düşünsenize…

Tüm sorumluluk bizde olur. Ya da Tanrıyla, yaşamla ortak bir sorumluluk diyelim…

Bu bence harika bir şey…

Bence yaşama her zaman geçer notla başlarız, sezon başında hocadan 50 almış öğrenci gibiyizdir, bunu baştan hak etmişizdir, hiçbir şey yapmasak bile geçeriz sınıfı. Artırmak istersek notumuzu kendimiz biliriz, ama sınıfta kalmamak için hata yapmamalıyız.

Dangereous Minds filminde vardı bu konu, ama orada 100 veriyordu hoca sezon başında öğrencilere; serseri, çalışmak istemeyen, kötü ailelerden gelmiş, sorunlu çocuklara.

Herkese yaramayabilir tabii 100 almak sezon başında. İnsan çıldırabilir. Bunu hak etmediği, hayatta böyle bir şeye ulaşacağını hiç düşünmediği için bocalayabilir.

Başarıyı devam ettirememek sürekli başarısızlıktan daha büyük bir başarısızlık olabilir. Mutluluğu devam ettirememek…

Mutsuzluk çoktur. Mutluluk ise bir tanedir. O yüzden insan kaldıramaz mutluluğu.

Mutsuz… Umutsuz…

“Her intihar umut diktatörlüğünden kaçma girişimidir.” (Adam Philips)

Umut diktatörlüğü!

“Umut en büyük kötülüktür demek (Nietzsche) umudun kötülük olmadığı gerçeğine dokunamaz, bunu ifade eden insanı, onun hayatını umuttan uzaklaştırır sadece. Hayat insanlar onu şöyle ya da böyle yaşıyorlar diye şöyle ya da böyle olmaz. Dünyayı kirletebilir yok da edebilirsiniz ama yok edebileceğiniz sadece kendi hayatınızdır. Hiçbir insan yaşantısı yaşamı yıkamaz, hiçbir insan umutsuzluğu umudu yerinden edemez. Umut diye bir şey zaten yoktur. Her şey zaten vardır. Almayı başarırsınız ya da başaramazsınız. Almayı umut edersiniz ya da etmezsiniz.” (Schopenhauer)

Yani…

Talihsiz insan aslında talihli olmayı başaramamış insandır.

Umutsuz filozof dedikleri “Şopenhoer”, yaşamına rağmen umudu savunacak doğru cümleleri kurabilmiş.

Yazarak, o kadar düşünerek doğruyu bulamayan bir dolu yazar var…

Yazarak doğruyu bulanlar var, ama hayatına katamamışlar bulduklarını…

Hayatına da katanlar, çok az…

Çoğunu bilmiyor olabiliriz, yazmıyorlar belki de…

Kadınsı bir yaratıcılık, bilmek, hayır bilmek değil, bilincinde olmak…

Ama yazmamak…

Tanrı da bir kadın olabilir…

Dünyaya her şeyi verip kendi haline bıraktığı için.

Gerçek yaratıcı yönetmez.

Ama biz umuttan devam edelim, ve inançtan…

“İnanç, henüz kanıtlanmamış şeyin doğru olduğuna inanmak, bir olasılığa inanmak, gebeliğin farkında olmaktır. İnanç tıpkı umut gibi gelecek’e ait kehanette bulunmak değildir, şimdiki zaman’ın gebelik durumundaki görüntüsüdür. İnanç olasılığın gerçekliği konusunda emin olmaktır- ama kesin tahmin anlamında emin olma değildir. İnanç kesin olmayanın kesinliğidir.” (Erich Fromm)

Kuantum?

“Kuantum fiziği tek ve kesin bir sonu değil, birtakım olası sonuçlar öngörür ve her birinin ne kadar mümkün olduğunu söyler.” (Özkan Aras)

Yani…

Bardağın yarısı dolu…

Bardağın yarısı boş…

Bunlardan ikisinin de doğru olduğunu bilerek birini seçmek zorunda bırakıldık yıllardır…

Aristo mantığı!

Ya o ya da öbürü…



“Peygamberler geleceği önceden haber vermezler, şimdiki zamanda var olan gerçekliği kamuoyunun ve yetkililerin gözbağı olmadan görürler. Hangi olasılıklar olduğunu ve insanlara seçenekleri gösterirler. Kehanetler değil seçenekler... Gerekircilik değil özgürlük.” (Fromm)

Şimdilik bitebilir…

Salı, Haziran 05, 2012

İLK ANDAN BERİ

-Ben kendimi tanımak için mi yazıyorum sanıyorsun... Güdük yazarlar gibi... Bu kadar huzurluyken neden yazıyorum sanıyorsun ya da...


-Neden yazıyorsun?

-Anlamak için. Anlarsam anlatabilirim de. Yoksa benim hayatım yolunda. Çözülmüş denklem gibiyim, nasıl çözüldüğümü bulursam gösterebilirim.

-Çelişki... “Ben kendimi tanımak için mi yazıyorum sanıyorsun.” “Çözülmüş denklem gibiyim nasıl çözüldüğümü bulursam gösterebilirim.”

-Çelişki yok. Tekrar oku. Bak şunu yap: Beni haklı çıkartarak tekrar oku...

-Kendini tanımaya çalışmıyorsun ve nasıl çözüldüğünü bulmaya çalışıyorsun.

-Neden çözümü bulmaya çalışıyorum? Hayatım yolundayken neden hayatı sorguluyorum? Mutsuz adam sorguluyor çünkü mutsuz, ben neden sorguluyorum?

-Yardımcı olmak için mi?

-Evet... Bak Balzac, Louis Lambert’te ne demiş: “Büyük adamlarda içten gelen, o neredeyse kadınsı incelikler... Bu adamların yüceliği, kadını farklı kılan o özveri gereksiniminden başka bir şey değildir belki de; ama büyük şeylere yönelmiştir.”

-Biliyorum, ilk andan beri, ama sadece seni konuşturmak istedim.

Pazartesi, Nisan 23, 2012

MELİS BİS BİS BİS GÜNGÖR GÖR GÖR GÖR

Melis Güngör

Bu insanı tanımıyorum.

Bana yazıyor...

Aşağıdaki mesaj direkt, hiçbir iletişim olmamışken aramızda.


Merhaba Murat,

Facebookta falan kayıtlı değilim. Sık sık Atatürk Kitaplığına gidip proje bazındaki romanım için araştırmalar yapıyorum. 2 hafta önce tekrar ABDye gidip geri döndüm. Ve İstanbul'dan ayrılmamaya karar verdim. Kendime İstanbul'da yarı zamanlı bir iş edindim ve şimdi yazıyorum. Edebiyata yakınlığın ve agresif beyin yapın dolayısıyla seninle fikir alışverişinde bulunmak istiyorum. Çevremde facebookta ya da sanal alemde yazışan, TV dizilerinde sıkışıp kalmış insanlar var. Derdim sevgili olmak öpüşüp koklaşmak falan değil beynine ihtiyacım var. Siberalemde salak bir profil yarattım ama aslına bakarsan kimseyle görüşmüyorum. Salak saçma sorulara absürd cevaplar veriyorum o kadar. Şu ana kadar gerçekten ilgimi çeken sen oldun. Bir şekilde Ra'dan Horus'tan Ra'nın gözünden Horus'tan Hathor'lardan Marduk'tan Sirius'tan hoşlanıyorum ....

Umutsuzca olmasa da sezgisel olarak sana ihtiyacım olduğunu hissediyorum.

Romanımı çekim yasası, geçmiş yaşamlar, yldızlar, evren , kelimelerin gücü, sezgisellik, metafizik , globalizm , felsefi görüşler , kader gibi kavramlarla örüntülü olarak kurgulamayı tasarlıyorum. Kendi yaşam tecrübelerimle harmanladığım gerçek bir kitaba dönüşmesini istiyorum.

Yes or No

Cevap bekliyorum ..

Şebnem





BENİM ONA MESAJIM


Bir kere verirsen olur
mu bakarız ona da...

Ne bu ya!
Agresifmiş.

Bak sana neden asla agresif olmadığımı senin agresif olduğunu kanıtlayayım.

Şu mektubunu okusana.
Yardım falan ister bir ton mu var burda.
Hayyır seni kullanacağım diyorsun
ben de agresif olmayacağım bu agresifliğe yani...

Bir de kimsin nesin nickin neydi ne konuşmuştuk adını verince direkt hatırlanmasını bu allahın kulları nerden bekliyorsa ben kimim bunlarla neden uğraşayım......

Ama olur....

1000 lira yatır hesabıma bir görüşürüz bakarız..

Hesap numaramı vereyim mi...






FACOBOOK'a BUNU EKLEDİM


Günümüz klasikleşmiş megolomanisi: Adını söyleyince direkt hatırlanacağını düşünmek... Adlar da zebercet olsa hadi neyse, şehrazat falan olsa oh belki aklımda kalır, melis gibi bir adı mehmet gibi bir adı, bilmem belki soyadıdır, neden niçin hatırlamam gerekiyor, adları aşağılamıyorum benim de adım muratbey, evet sonunda bey var, sizin için koydurdum, adlara saygılısınız ya beylere de saygılısnızdır diye, benim de beynimin yüzde çoğu su olabilir sizin gibi ama inanın sizinki kadar gereksiz isimden oluşmuyor o kesin...





MELİS MESAJI

Paradan daha değerli şeyler olduğunu savunan bir eser yaratmaya çalışıyorum.... Sen bana hesabıma 1000 tl yatır diyorsun ... İşte sebep bu ...!!! Tüm içtenliğimle seni yanımda istiyorum. Benden farklı olduğun için böyle tepkiler verdiğin için ...

Yardımını dilenecek halim yok ama seni istiyorum ...
YANIMDA....
Açıkça, mertçe tüm içtenliğimle seni yanımda istiyorum diyorum. Gizem yok , ensantrik oyunlar yok, evet doğru bir amacım var....Bu seni kullanmak kadar basit bir söylem değil, bu seni kendi içime ve ruhuma katma arzusu ... Agresif değilim ama ateşliyim hem de en hakikatlisinden .... Bi kere ver bakarız ateşi de değil bu .... Evet Gönülden vereceksen ver .... Gönülden veren her zaman verdiğinin kat ve kat fazlasını alır. Kendini, emeğini, zamanını , beynini, sabrını.... Hepsini istiyorum .... Verecek misin ?

Seni seçiyorum bunu sana ifade etmekle de seçimimi dile getiriyorum . Ya sen de seçersin böyle bir deneyimi benimle ya da seçmezsin.. Senin tercihin ... Her ikisinde de sana olan saygım bakışım sevgim değişmez...

Nickim mickim yok...
Adım Şebnem ...



BENDEN DEN DEN DEN

Şimdi teker teker gidelim...

Merhaba Murat, Facebookta falan kayıtlı değilim. Sık sık Atatürk Kitaplığına gidip proje bazındaki romanım için araştırmalar yapıyorum. 2 hafta önce tekrar ABDye gidip geri döndüm. Ve İstanbul'dan ayrılmamaya karar verdim. Kendime İstanbul'da yarı zamanlı bir iş edindim ve şimdi yazıyorum. Edebiyata yakınlığın ve agresif beyin yapın dolayısıyla seninle fikir alışverişinde bulunmak istiyorum. Çevremde facebookta ya da sanal alemde yazışan, TV dizilerinde sıkışıp kalmış insanlar var. Derdim sevgili olmak öpüşüp koklaşmak falan değil beynine ihtiyacım var. Siberalemde salak bir profil yarattım ama aslına bakarsan kimseyle görüşmüyorum. Salak saçma sorulara absürd cevaplar veriyorum o kadar. Şu ana kadar gerçekten ilgimi çeken sen oldun. Bir şekilde Ra'dan Horus'tan Ra'nın gözünden Horus'tan Hathor'lardan Marduk'tan Sirius'tan hoşlanıyorum .... Umutsuzca olmasa da sezgisel olarak sana ihtiyacım olduğunu hissediyorum. Romanımı çekim yasası, geçmiş yaşamlar, yldızlar, evren , kelimelerin gücü, sezgisellik, metafizik , globalizm , felsefi görüşler , kader gibi kavramlarla örüntülü olarak kurgulamayı tasarlıyorum. Kendi yaşam tecrübelerimle harmanladığım gerçek bir kitaba dönüşmesini istiyorum.

Yes or No

Cevap bekliyorum ..
Şebnem

Bu mailini
bana cevap bekliyorum
cümlesi olmadan
tekrar gönderiyorsun.
Ve altına da nedenini açıklıyorsun...



MELİS TETRİS

Murat Çıkmak zorundayım su an ...

Ama benimlesin ... Biliyorum.

İyi Geceler,
Şebnem

Salı, Nisan 17, 2012

Direkt

-Bu kendini göstermemenle ilgili belki. Ben ortadaydım ve sen bildin beni. Örneğin yazılarımı ve değerini bildin. Bense senin benim yazılarıma verdiğin tepkiyi yeni gördüm. Seksimiz yeni başladı ve benim için bu da bir değer oldu. Olgunluğun laftı gerçekleştiklerini gördüm. Esprilerime kızarken zevk almasını öğrendin. Ben bir kadını sevdim önce. Şimdi seni seviyorum.
-Ben bir erkeği sevmedim mi önce?
-Sen direkt beni sevdin.

Çarşamba, Nisan 11, 2012

Çarşamba, Mart 28, 2012

Deneyim

http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalEklerDetayV3&ArticleID=1082650&CategoryID=40

Metinden benim alıntılayacağım:

Kavramın bize, pek derin görünmemesinin nedeni, deneyim/tecrübe kelimesinin Türkçedeki kullanımından kaynaklanıyor. Bu kelimenin Türkçenin günlük kullanımdaki anlamı, “görmüş geçirmişliği”, “bir işi becerebilecek görgüyü kazanmış olmayı”, yani çaylaklıktan çıkmış olmayı dile getirir. Bu anlam da, bir yandan, deneyimden gelen bilgelik gibi bir bilgelik anlayışını diğer yandan da, bir defa kazanıldıktan sonra, sanki bütün hayatın şifresine sahip olunmuş bir özgüven duygusunu ifade eder.

Oysa kavramın Latincedeki anlamı, Martin Jay’ın işaret ettiği gibi, tehlikeli bir durumu göğüslemeyi de içerir: “Deneyim, bir badire atlatmak ve bu karşılaşmadan bir şey öğrenmiş olarak çıkmak”, dahası “hayatta karşılaşılabilecek engelleri ve tehlikeleri göğüsleyip aşarak masumiyeti geride bırakmış olan bir dünyeviliği” ifade eder. Aslında sadece Latince kökeni değil, Jay’ın referansıyla, terimin günümüzdeki yorumu da benzer içeriğe dikkat çeker: Çağdaş İngiliz felsefeci Stuart Hampshire göre de “deneyim fikri, suçlu bilgi fikridir, kaçınılmaz pislik ve kusur beklentisinin, zorunlu hayal kırıklıkları ve katışık sonuçların, yarı başarı yarı başarısızlıkların suçlu bilgisi.”



Kavramın bize, pek derin görünmemesinin nedeni ona olumlu ve aşkın bir anlam yüklememiz!

Olumlu ve aşkın hiçbir şeye derin demeyen -doğu mudur artık batı mıdır- bunalımlı düşüncenin kötü deneyimi!

Kötü deneyim… evet, güzel, tam da anlatmak istediğim… Deneyim kelimesinin başına kötü kelimesini getirmeden, bir deneyim doğal olarak kötü olmaz… Bir deneyimi kötü yapan sizsinizdir…

Ama, işte, Çağdaş İngiliz felsefeci Stuart Hampshire göre deneyim fikri, suçlu bilgi fikri imiş!

Direk suçlu yani…

Kaçınılmaz pislik ve kusur beklentisi, zorunlu hayal kırıklıkları ve katışık sonuçlar varmış deneyimde, doğal olarak…

Doğal olarak…

Kaçınılmaz…

Pislik…

Kusur beklentisi…

Zorunlu…

Katışık… (Ne demekse? Ama kötü bir deneyim oldu benim için.)

Ben hala inanamıyorum ve insanlarla, hayır, bu tür insanlarla, sorunum da bu… Nerden aldım bilmiyorum, bizden bir yerlerden aldım ama herhalde ki: Deneyim/tecrübe kelimesini Türkçedeki kullanımı gibi hissediyorum… Bana “görmüş geçirmişliği”, “bir işi becerebilecek görgüyü kazanmış olmayı”, yani çaylaklıktan çıkmış olmayı dile getiriyor…

Deneyimle ilgili tek aklıma gelen, deneyimden gelen bilgelik gibi bir bilgelik anlayışı…

Diğerlerine deneyim demiyorum, kötü deneyim diyorum ki bunu deneyim olarak kabul etmiyorum bile…

Bir defa kazanıldıktan sonra, sanki bütün hayatın şifresine sahip olunmuş bir özgüven duygusunu ifade ediyor benim için… Sanki kelimesi olmadan!

Sanki diyorum, herkes yaşamıyor, herkes deneyim kazanmıyor…

Deneyim kazanmak…