Pazartesi, Temmuz 09, 2012

İNSANLIK ÖLDÜ MÜ!



“Ustam der ki kötünün yok olması için iyi olmak yeterlidir.” (Konfüçyüs)

Safça di mi…

Yaşadığımız dönem için safça belki de.

Tarihte iyi olmanın yettiği dönemler hiç yaşandı mı?



“İnsan bilerek kötülük yapmaz. İnsanın kötülüğü cahilliğinden gelir. Bu kötülük de insanın iyilik konusunda yanılmasındandır.” (Sokrates)

Bilmeden kötülük yapıyormuşuz!

Bilmeden kötülük yapan çocuktur, diye biliyorum ben.

Yetişkin, bilerek kötülük yapar, diye biliyorum.

Sokrates’ten bu yana değiştik mi yoksa…

Öyle gözüküyor:

“Habermas’a göre daha iyiyi bilecek durumda olan insan bunu bilmeyi istememektedir. Bu sebeple de Kierkegard ortada bir suçun değil günahın varlığından söz eder.” (Kaan Aslanoğlu)

Günahı bırakın, insan suç denmesini bile kabul etmez:

“Suç demeyelim, hata diyelim, kabahat diyelim.” (İnsan)

Neden?

‘Suç’ dediğinizde ‘ceza’ kelimesinin gelmesi gerekir çünkü,

suçlu kelimedir ‘suç’;

oysa hata ve kabahat kelimeleri masumdur!

Suç kelimesinden kurtulunca, suçluluktan ve cezadan da kurtulur muyuz!..



İnsan kötülük yaptığının farkında ve hasıraltı etmeye çalışıyor…



“Haksızlık yapmaktansa haksızlığa uğramayı yeğlerim.” (Sokrates)

Kendisini ölüme mahkum edenlere karşı

hapisten kaçırılmayı reddederek

sözünün arkasında durmuş

sözünün arkasından ölmüş Sokrates…

Bu kadar olgun olabilir miyiz?

(Olgunluk bu mudur? Haksızlığa uğramakla haksızlık yapmak arası bir denge hali en idealidir herhalde. Ne katil olmak ne de kurban…)

Daha çok şöyledir insan:

“Cennete hizmet etmektense cehennemi yönetmeyi tercih ederim.” (Filmden)

Farkındaysanız olay cennet cehennem falan değil; olay, yönetmek…

Yönetmek konusuna sonra gelmek üzere…

CennetCehennem

İyiKötü

OlumluOlumsuz

Niye?

“Her büyük düşünür, her büyük aziz iyiyi savunmuştur. Bundan ötürü iyiliğin toplumsal ve biyolojik değerinden kuşkulanılmaz. Böylece adeta büyük insanlar yanılmışlar, adeta insanların büyük çoğunluğunda sapkın, ama daha derin bir gerçeğin kavrayışı var gibi gözükmektedir.” (John Fowles - Aristos)

Biraz açıklayabilir miyiz bunu efendim?

“Batı dünyasının ahlak görüşünün ana kaygısı; iki zıt moral değer olarak iyi ile kötüyü sınırlandırmak; böylece iyiyi öğretmek, kötülükle de savaşmaktır. Bu; hayatı yoksullaştıran, insanın yapısına aykırı bir görüştür.” (Nietzsche)

Baudrillard daha da ileri gider:

“Kötülük metafizik olarak, kaza eseri oluşmuş bir hata gibi görülür, ancak bu bilgi, aldatıcıdır. İyilik Kötülüğü azaltmaz, Kötülük de İyiliği. Birinin zaferi diğerinin yenilgisini getirmez, tam aksine.” (Jean Baudrillard)

Konfüçyüs ve belki biraz da Sokrates yanılmışlar mıdır o zaman?



Ama bir parantez açalım ve Baudrillard’a devam edelim, kendisi cümlesine devam eder çünkü ve ilginç bir yere gider:

“Tam aksine… Aslında İyilik ancak İyilik olmaktan vazgeçerse Kötülüğü başarısız kılar, çünkü dünyadaki gücü kendi tekeline aldığı zaman, bu oranda bir şiddeti de kendine döndürmüş olur.” (Jean Baudrillard)

İlginç… Bizim bilmediğimiz bir dönemde ya da fark etmediğimiz bir yerde iyilik kazandı da, sonra kötülüğün tepkisinden dolayı mı şu anda kötülüğün hakimiyetine doğru gidildi… E o zaman tersi de olabilir yine, kötülüğün hakimiyeti ele geçirmesi (yakın gelecekte) ve bir karşı tepkinin oluşması…

Ama şu var ki, iyilik kazandıysa da lafta kazandı sanıyorum. Kimse hiçbir zaman çoğunlukla iyi davranmadı tarihte… Çoğunluk iyiliği savunmuş olabilir en fazla… Ama günümüzde kötülük savunulmaya, giderek daha fazla bir güçle savunulmaya başlanıyor; diyecek bir şey de kalmıyor, arkalarında sağlam bir kötülük tarihi var…

Parantezi kapatalım şimdilik.



Evet, Konfüçyüs ve belki biraz da Sokrates yanılmışlar mıdır yoksa?

“Bir hümanist düşmanlarında iyiyi görür çünkü onların özgürce kötü olduklarını kabul edemez.” (John Fowles)

Özgür irade…

Kötüyü seçebilme özgürlüğü…

Hele bir de çekiciyse kötülük:

“Erdemlerin yüzü yoktur. Kişisel özellikten uzak, soyut ve saymacadırlar. Başka canlılıkla yüklü, yaşla ortaya çıkan ve ağırlaşan kötülüklerden daha çabuk yıpranırlar.” (John Fowles)

Eco biraz daha dengede bir fikir savunur, biraz rahatlatır içimi (ilk iki cümle hariç.)

“Ahlak duygusu taşımak, kötülük yapmaktan kaçınmak anlamına gelmez: Şu ya da bu davranışın kötü olduğu ve bunu yapmamanın daha iyi olacağı anlamını taşır. Kötülük yapmak üzereyken bile iyiyi tanımaya ve değerlendirmeye olanak tanıyan ikiyüzlülük vicdanın değişmez bir değeridir. Yüzyılımız belki ikiyüzlülükle dolu ama ahlakın var olduğu bir yüzyıl. Eskiden kıyımlar yapılır ve pişmanlık duyulmazdı.” (Umberto Eco)

Yani ahlak duygusu taşımak, ahlakı bilmek, ahlaklı olmayı gerektirmez! Bilgili de cahil kadar ahlaksız olabilir…

Günahkar doğuyoruz ya zaten bazı dinlere göre…

Ama Botton bu görüşte değildir:

“İnsanlığın ürettiği hiçbir kötülük doğal değildir, yalnızca medeniyetin, paranın, ticaretin ve tarihin ürünüdür. ...Hitler’in çocukları ve hayvanları sevdiğini duymak hoşumuza gitmez.” (Alain De Botton)

Oysa 2000’li yıllarda bir gazeteci sorar yine de: “Kötülük yapmamak insan doğasına aykırı değil mi?”

“Günahkar doğduğumuzu değil, günah işlemeden duramayacağımızı” söylediği de düşünülür dinlerin…

Hesse gazeteciden de dinlerden de daha fazla duygudaşlık kurabileceğim bir görüş öne sürer Allahtan: “Günahın bana çok gerekli olduğunu kendi bedenimde kendi ruhumda yaşayarak öğrendim. Şehvete, mal mülk edinme çabasına, büyüklenmeye gereksinimim vardı. Dünyayı hayalimde yaşattığım bir dünyayla, kafamda tasarladığım bir yetkinlik biçimiyle kıyaslamaktan el çekmem, onu nasılsa öyle bırakmam, onu sevmem, kendimi canı gönülden onun bir parçası gibi duyumsamam için en berbat umarsızlıklara kapılmaya gereksinim duyuyordum.” (Hesse)

Eco’nun “Kötülük yapmak üzereyken bile iyiyi tanımaya ve değerlendirmeye olanak tanıyan ikiyüzlülük vicdanın değişmez bir değeridir.” deyişine giriyor burada Hesse herhalde.

Hesse kötülük yaparak iyiyi tanımaya çalışıyor olabilir ama normal insan kötülük yaptığıyla kalıyor…

Bir de Konfüçyüs’ün, kötülüğün yok olması için iyi olmak yeterlidir, lafının tersine kötülükle birlikte yaşamaktan, hatta kötü olmaktan söz ediyor Hesse…

Neyse… Alıntının daha çok ikinci yarısında Hesse’nin yaptığı Stoacılık’tır.

Stoacılık: Evreni olduğu gibi kabullenmek, evrendeki uyumu kavramak, kendisine kötü gelebilecek olayların evrenin bütünü içinde gerekli ve zorunlu dolayısıyla iyi olduğunun anlamak. Sonuçta ulaşılacak dingin ve huzurlu ruh hali bilge insanı oluşturur.

Stoacılık da, Hesse de, Nietzsche de iyilik ve kötülük dengesinden ve sonuçta bilge insana ulaşmaktan söz ederken, gazetecinin ifade ettiği -ki günümüzde çoğu insanının görüşüdür- kötülükten başka çıkar yol bırakmıyor bize sanki. Hatta kötülüğü haklı çıkarmaya bile çalışıyor…

Fukuyama ne diyor?

“En önemli ahlaksal ve etik sorunlarda, çıkarılacak sonuçlarda, iyinin ne olduğu konusunda görüş ayrılıkları belirmeliydi. En büyük erdem hoşgörü olmalıydı. Ortak ahlak anlayışının yerini saydam yasal düzenlemeler ve politik düzeni yaratan kurumlar almalıydı. Böyle bir politik düzende insanların erdemli olmaları gerekmezdi, akılcı olmaları, kişisel çıkarlarını korumaları yeterliydi... Bu bireysel çıkarcılık temeli üstünde yükselen toplumlar olağanüstü düzgün bir biçimde aksamadan yürümüştür... Böyle bir toplum, erdemle karşılaştırıldığında, daha düşük düzeylidir ama daha sağlıklıdır.” (Fukuyama)

“Kötülük insanın iyilik konusunda yanılmasındandır.” sözünden hareketle “…iyinin ne olduğu konusunda görüş ayrılıkları belirmeliydi” diyen Fukuyama, iyilik konusunda yanılıyor bence…

Günümüz toplumu ama işte: Herkesin kendi doğrusu var, aşırı hoşgörü var, herkes her istediğini söyleyebiliyor, müthiş düşük düzeyli. Sağlıklı mı peki?

Psikiyatriye de güvenimi bu yüzden yitirdim (Psikiyatristlere demeli aslında):

Kaan Arslanoğlu, psikiyatrinin psikiyatri olmasından kaynaklanan zararından, genel yatıştırıcı etkisinden ve bunun iktidarın işine gelmesinden söz ediyor:

“Psikiyatri insandaki doğruları, ahlakı, erdemi artırma gibi bir misyon yüklemez kendine. Aksine kişide ne varsa, ne sağlamsa onun üstündeki yapıyı güçlendirmeye çalışır. Bu anlamda kişi yanlış bir kişiyse onu daha güçlü bir yanlış kişi haline getirir.” (Kaan Arslanoğlu)

İki insan türünü çok önemserim, insanı en iyi anlayabilecek insanlar olarak görürüm onları, çok önemsediğim için de onlardaki hataya tahammül edemem. Birincisi psikiyatristler, psikologlar, psikanalistler, ruh doktorları, daha doğrusu ruh analistleri… ikincisi yazarlar.

“Hem teori hem uygulama olarak psikanaliz, insanların kültür ile arasındaki kaba, iyi oturmamış uyumu sürdürmesine yardımcı olarak da çöküntü yaratabilir onlarda.” (Adam Philips)

Böyle psikiyatrinin kendisi kötülük değil mi…

Geliştirdikleri özellik de mazoşizmimiz:

“Bağımlı olduğumuz insanlar ile kurumlara katlanabilme becerisine mazoşizm denir.” (Adam Philips)

Ama politika, psikanaliz, edebiyat, felsefe… asla suçlanamaz, insanlar yarattıkları şeyleri suçlamazlar… ama utanmadan Yaşamı ve Tanrıyı suçlarlar…

“Tanrıları icat etmemizin nedeni belki de suçu onların üzerine yıkmak istememizdir. Bizi onlar böyle yarattı, suç onlarındır diyebilmek için.” (Coetzee - Romancının Romanı)

Ben kötü değilim, beni Tanrı itti!

“Gücü her şeye yeten bir tanrı bu dünyadaki kötülükleri önler.”

Oh cennet… Yan gel yat…

Ama kötülükler var.

Dünyada olmanın bedeli mi yoksa kötülükler?

Varsa yoksa kötülükler!

“Auschwitz varsa Tanrı yoktur.”

Ama insan vardır…

Ve çok eski bir inanışa göre dünyaya kötülükle savaşmak için gelmişiz… Cennette öyle huriler arasında oturup can sıkıntısından öleceğimize…

“Doğa kusur konusunda hiçbir şey bilmez. Kusur, doğanın insan tarafından kavranışıdır.” (Heinz Pagels)

Yani kavranamayışı…

“Tanrı için bütün şeyler iyi, adil ve doğrudur. Bazı şeylerin doğru bazı şeylerin doğru olmadığını düşünenler insanlardır.” (Heinz Pagels)

Özgür iradesi ve yaratıcılığıyla yaratmış insanı Tanrı…

Bir de azar işitiyor bu hediyeleri, silahları kullanmayan insandan!!!



“Benim sorunum ne?” diye sormuştu bir dostum.

“Yaratıcılığın” demiştim; “yoktan sorun var etmen…”

“Özgür iradenin olduğu ama kötülüğün olmadığı bir dünya tasarlamak da herhalde güç olmazdı Tanrı için, sadece gereksiz olurdu. Özgür irademizin olması bizi kötülüğü de seçebilmekte özgür bırakmıştır. Yoksa kötülüğü seçmemeye programlanmış robotlar olurduk.” (Heinz Pagels)

Peki ama biraz da olsa kontrol edemez mi Tanrı kötülüğü:

“Ruhumun gizli köşelerinde dünyanın böyle sürüp gitmesine izin verdiği için Tanrı ile her an kavga ediyorum.” (Gandi)

Birbiriyle kavga eden insanlara kızıp Tanrıyla kavga etmek!

“Sözgelimi kavga eden iki insan görürseniz ve müdahale etmezseniz o zaman gerçekte müdahale etmeyerek müdahale etmiş olursunuz; ve Tanrı için de aynı şey söz konusudur.” (John Fowles - Aristos)

Stoacılık?

Pasifizm?

Edebiyatçı daha duygusaldır:

“Tanrı bazı şeylerin olmamasını ister ama engel olamaz, çünkü kendisi böyle karar vermiştir…” (Italo Calvino)

Çünkü, örneğin bir üçgen yaratmayı seçtiyse Tanrı, iç açılarının 180 dereceden farklı olmasını seçemez. Zaten özgür iradeyi de hediye olarak vermemiştir, bilinçli bir varlık yaratılacaksa, özgür iradesiz yaratılamaz.

Zıt görüştedir Nietzche her zamanki gibi:

“Tanrıya güven duymak kendi dışındaki bir yanılsamaya tutunmaktır. Böyle bir seçim, başka birini, doğaüstü birini seçmek insanı daima güçsüz kılar. Daima onu olduğundan daha fazla küçültür.” (Nietzche Ağladığında – Irvin Yalom)

Ama…

“Tanrıdan söz etmek bizim amaçlarımızdan ve erişmemiz gereken ahlaki ve tinsel değerlerden söz etmektir. Dünyanın hali tanrının olmadığını ya da kötü olduğunu değil, üst bir akla ulaşmaya çalışmadığımızı kanıtlıyor olabilir. Kötü bir tanrı olamaz çünkü bizi yaratarak zaten iyiliğini kanıtlamıştır.” (Heinz Pagels)

Son cümle çok önemli.

“Tanrı: Korkulacakları küçümsemenizi, ihtirasları aşağılamanıza izin verdim. Mutluluğa gereksinim duymamanız sizin mutluluğunuzdur.” (Seneka)

“İnsan için en büyük onur, Tanrının insanı en ağır acıları yenebilecek yetenekte görmesi.” (Lautreamont’un bir kahramanı)

Acıları yenince ne olacak peki?

“Sartre’a, varoluşçulara göre: Dağlarda, kayalarda, sularda eksiklik yoktur. Durmadan arzuluyor olmasının da gösterdiği gibi insan bir eksiklik ya da yoksunluktur. Bu yüzden eksiksizliğe doğru sürekli bir atılım içindedir. Varlık ve bilinç ya da kendinde ve kendi için aynı şey olduğu gün aynı anlama geldiği gün tam doygunluk gerçekleşecek ve eksiklik bitecektir. Bu da insanın Tanrı olması demektir.” (Afşar Timuçin)

Tanrı olacağız da ne olacak ki, yönetemedikten sonra!

Tanrı olacağız da ne olmayacak, demek daha doğru.

Egoistler olmayacak mesela bence…



“Eğer birey acı çekerse bu bütün acı çekmesin diyedir.

Bu görüş tek insanın sonsuzu başka bir şey için değil, birey olarak kendi için istediği olgusunu yadsır. Kendi ölümünün donuk ışığında bu kuramların boş ve yanlış olduğu ortaya çıkar.

Bir öznenin öznelliği ve özgürlüğüyle Tanrı'nın mutlak iktidarı veya doğanın yasaları çelişkisi olarak bir arada nasıl var olabilir? Bu üç güçten her biri, yalnızca kendi varlığıyla diğer ikisinin varlığını hiçe indirmez mi?”



Öznellik ve özgürlüğü egoistlikle karıştırma becerisi…

“Kendi ölümünün donuk ışığında bu kuramların boş ve yanlış olduğu ortaya çıkar.”

Ne kadar egoist bir cümle…

Buradan rahatlıkla gidilir işte gazetecinin sorduğu o tehlikeli soruya:

“Kötülük yapmamak insan doğasına aykırı değil mi?” (2000’li yıllarda bir gazeteci)

Tanrıyı yok ya da kötü sayarsınız, doğayı yok edersiniz, depreme kötü dersiniz; iktidara da kötü dersiniz, ama sadece sizin olmayan iktidara…

Yaratamadığında yönetmek ister insan, yaratan bile yönetmediği halde:

“Çok eski günlerde, sözün ilk titreşimleri dudaklarıma henüz geldiği zamanlarda, kutsal dağa çıktım ve Tanrı’ya diz çöktüm:

Efendim ben senin kölenim. Senin sırrın benim yasam olacak ve sonsuza kadar ona itaat edeceğim.

Fakat Tanrı yanıt vermedi ve şiddetli bir fırtına gibi uzaklaştı.

Ve bin yıl Sonra: Yaratan, ben senin yarattığınım. Sen beni balçıktan şekillendirdin ve ben tüm varlığımı sana borçluyum.

Ve Tanrı yanıt vermedi, onun yerine bin kanadı varmış gibi hızla uzaklaştı.

Ve bin yıl sonra: Baba, ben senin oğlunum. Bana merhamet ve sevgiyle hayat verdin ve ben de sevgiyle ve ibadetle senin krallığını sürdüreceğim.

Ve Tanrı yanıt vermedi ve uzak tepeleri gizleyen bir sis gibi uzaklaştı.

Ve bin yıl sonra: Tanrım, amacım, tamamlayıcım; ben senin dününüm ve sen de benim yarınımsın. Ben senin topraklardaki kökünüm ve sen benim göklerdeki çiçeğimsin ve biz güneşin önünde birlikte gelişiriz.

O zaman Tanrı bana eğildi ve denizin kendisine doğru koşan bir dereyi kucaklaması gibi beni kucakladı. Dağdan ovaya indiğimde Tanrı da oradaydı...” (Halil Cibran : Ermiş)



“Ben senin dününüm ve sen de benim yarınımsın…”

Papini ilginç bir açıklama getirir buna:

“Tarih yazmak için en mantıki ve akıllıca yol en yakın olaylardan başlayıp en eskilerde bitirmektir. (...) Böylece, ortaçağ tarihini tersine yaparken, 637 yılına gelince, ona damgasını vuran olayı önceden biliyorum, çünkü sebebi çok basit: Haçlıların Kudüs’e 1099’da girişlerini daha evvel anlattım. 1914-18 umumi harbi, on beşinci ve on altıncı asırların milli monarşilerinin oluşumunu belirlemek için vazgeçilmez bir hareket noktasıdır. ‘Önce’yi anlatan ‘sonra’dır, aksi değil... Layıkıyla yazılmış bir dünya tarihinin son faslı ancak ‘yaradılış’ hikayesi olabilir...” (Papini : Gog)

İnsan tarafından yakalanan Tanrı bakışı, bu bence…

“Derin meditasyon insanı zamanı ortadan kaldırma tüm var olmuşu var olanı ve var olacakı aynı zamanda görme olanağı sağlar böyle bir meditasyonda her şey iyidir her şey mükemmel her şey Brahmandır. Dolayısıyla her şey iyi gözükür bana ölüm yaşam gibi günah kutsallık akıllılık aptallık gibi gözükür, iyidir her şey bana bir zararı dokunmaz.” (Hesse)

Hayattan bunun örneklerini de verir Hesse:

“Doğum yapan bir kadına yardım ederken: Alabildiğine büyük bir acıyla alabildiğine büyük bir hazın dışavurumlarının düpedüz birbirine benzediğini gördüm.” (Hesse)

Hesse’yi şu amacı yüzünden severim:

“İkiliği dışavuracak bir simge ele geçirmek isterdim; melodi ve karşı melodiyi aynı zamanda görünür kılan, çokrenkliliğin yanında birliğin, şakanın yanında ciddinin hiç ayrılmadığı bölümler ve cümleler kaleme almayı isterdim. Çünkü benim için yaşamı oluşturan tek şey, iki kutup arasında bir dalgalanma, dünyanın iki temel direği arasında bir gidip gelmedir.” (Hesse)

“Trajediler asla önlenemez çünkü bunlar felaketler değil karşıt dünyaların birbirlerine toslamalarıdır.

Sorunların var oluşu çözüme kavuşturulmaları için değildir, sorunlar, aralarında yaşam için zorunlu gerilimin oluştuğu kutuplardır sadece.

Trajedi, ikilemlerin çözülmeyeceğini bilmek. Hayat, trajedilere gülmek.” (Ernesto Sabato : Tünel)

Hiç kimse anlamamış olsaydı tarih uzun zamandan beri durmuş olurdu. Ve hiç kimse anlamasaydı bile, bir kişi dışında, tarih onun yüzünden, onun kendi “görüşü” yüzünden sürüp gidecekti, o bir haklılık yüzünden.

Nasıl güçlü di mi olumlu olan, iyi olan… Olan…

Tabii bu metni, ne yazık ki şu aşağıdakinden dönüştürdüm ben:

“Herkes anlamış olsaydı tarih uzun zamandan beri durmuş olurdu. Ve herkes anlasaydı bile, bir kişi dışında, tarih onun yüzünden, onun kendi körlüğü yüzünden sürüp gidecekti, o bir yanılgı yüzünden.”

Güzel laflar edip doğru olup olmadıklarına bakmamak ancak edebiyat yapıyorsanız geçerlidir.

Bir körlük, bir olumsuz; önemsiz bir şeydir. Ama bir göreni görmezden gelemeyiz, ki peygamberdir dahidir bilgedir kendisi ve o yürütür tarihi.

İyinin gücü buradadır işte… Ve az olmasının nedeni de budur belki de.

İşte Tolstoy; ve Anna Karenina’nın giriş cümlesi:

“Mutlu aileler birbirlerine benzer. Mutsuzlarınsa her birinin kendine özel bir yaşamı vardır.” (Tolstoy ; Anna Karenina)

Bu yüzden edebiyat onlardan, mutsuzlardan söz eder, acıdan.

Bu kadar söz ederek acaba gerçeklik mi kazandırmıştır bu eserler kötülüğe…

Yani bir şeyi bu kadar konuşursanız, Tanrı, Yaşam onu istemediğinizi anlamaz, tam tersi bu kadar ilgilendiğiniz için istediğinizi düşünür ve verir size onu…

İyiliği bu kadar savunmuş olmamıza rağmen, tüm edebiyat ve felsefe eserlerinin kötülüğü araştırıp anlatarak onu güçlendirmiş olması mümkün mü… Düşünmeli…

“Mutlu insanların yaşamlarının birbirine benzerliğinin, onların, ender bulunan o aynı ya da benzer mutluluğu yakalamış ve birleşmiş olmalarından kaynaklandığını hiç düşünmüş müdür Tolstoy?” (Murat Sohtorik)

Bana katılan çıkar:

“Uyanık olanlar (her bir Aristos) ortaklaşa bir dünyaya sahiptirler, uyuyanlar (Çoğunluk) her biri özel bir dünyada yaşarlar.” (John Fowles : Aristos)

Düşündüğümüzü üzerimize çekeriz düşüncesinden devam edelim.

Dinlerin günahkar doğduğumuzu söylemesi, insan ruhuna işlemiş bir yargıdır.

Ya da Ömer Ayhan’ın saptaması: Bazı dinler “Günahkar doğduğumuzu değil, günah işlemeden duramayacağımızı” söylemiştir.

Bir bebek nasıl günahkar olabilir; ama günah işlemeden duramayacağı düşüncesi onu sıkı bir günahkar yapar, onu ve hepimizi…

Neden günah işlemeden duramayız…

Hata yapmaktan söz edilmiyor burada. Bilerek hata yapmaktan söz ediliyor… İstemeden en fazla, ama bilerek…

Çünkü diyor bazı metinler, bizi suça teşvik eden içimizdeki suçluluk duygusudur.

Suçluluk kompleksi.

Adem ile Havva’nın aslında bir günah işlemediği, ama günahkar olarak suçlandıkları için, suçlandıkları günahı sonradan işledikleri düşüncesi…

Suçluluk “bilinci” diyerek görece yüceltir Kafka bu kompleksi:

“Belki uykusuzluğun altında bir ölüm korkusu yatıyor. Belki de uyurken benden ayrılıp giden ruhumun bir daha dönüp gelmeyeceğinden tasalanmaktayım. Ama bakarsınız bu uykusuzluk apar topar bir mahkemenin önüne çıkarılabileceğimden ürkerek gözünü hiç kırpmayan suçluluk bilincidir. Belki de suç uykusuzluğun doğrudan kendisidir. Her hastalığın kökeninde suç yatar, suçtan kaynaklanır hastalık. Ölümlülüğün nedeni de budur.” (Kafka)

İntihara doğru gideriz bu yoldan.

“Yaşamın olumlu bir şey olduğu düşüncesi bizim yarattığımız bir düşüncedir. Belki ölüm daha olumlu.” (Enis Batur)

Hayata düşen hataya mı düşmüştür yani!

Yok, önceden de dediğimiz gibi, Tanrı itti bizi!

“Çilekte çilek tadı olduğu gibi hayatta da mutluluk tadı vardır.” (Alain)

Bence de: Yaşam ölümlü olmasına rağmen olumludur.

Belki de yaşam ölümlü olduğu için olumludur.

Amerika’da binlerce yıl yaşayan ağaçlar soysuzlaşma eğilimi gösterirlermiş.

Ama:

“Sen (ölüm) insanları yoldan çıkaran, korkunç girdaplara düşüren acımasız ve yırtıcı yaşam değilsin. Sen yaşamın kederini, gamını azaltıp, onun ağır yükünü omuzlardan alırsın. Umutsuzluk ve matemin ilacısın. Fırtınalı bir geceden sonra çocuğunu kucağına alıp uyutan müşfik bir anne gibisin.” (Sadık Hidayet)

“İntiharın yazılı provası” olarak tanımlamış Celal Üster bunu…

“Babasının ölümü -Canetti'nin çok erken yaşta şahit olduğu bir dehşet deneyimi- annesinin ölmesinden duyduğu çocuksu korku, artık sıradanlaşmış olan savaşın o büyük kayıplarının getirdiği korkular, ölümü sürekli bir takıntı olarak algılamasına sebep olmuştur. O bir ölüm düşmanıdır: İnsanoğlunun yaptığı bütün kötülüklerin ardında ölüm korkusu yer alır. Ölüm en kötü insanın dahi hak etmediği en ağır cezadır.”

Bir de şu çocuğu dinleyelim, koskoca adamların arasında:

“-Hoca benim kardeşim hastadır.

-Nesi var?

-Ateşi var çok, ölecek.

-Dur sana ilaç vereyim.

-Hayır, portakal ver, portakal yememiştir hiç.” (Kemal Varol)

Kadercilik denilebilir belki çocuğunkine… Diyelim öyledir, oysa kadercilik karamsarlıktan iyi değil midir…

Karamsarlık, bir kaderinin olmamasını düşünmek değil midir…

“Karamsarlık kimilerimizde umutsuzluğa dönüşüyor.” (Tahsin Yücel)

Umutsuzluğa geçmeden ölümü halledelim:

“Ölümü Tanrının insanları ehlileştirmeye hatta kullaştırmaya çalışması gibi görebilirsiniz. Ölümden şikayet edebilirsiniz. Ölüm korkunuz ve ölümsüzlük arzunuzun yol açtığı bir durumdur bu, mantık yadsınmıştır. Mantığınızı devreye koyduğunuzda şu sonuca varırsınız: Ölüm hayatın yenilenebilmesinin koşuludur.” (Georges Bataille)

Socrates bile mantığı yadsımıştır bu konuda:

“Ölüm yaşamın zıttıdır.” (Sokrates)

Halbuki ölüm yaşamın içindedir, ve böyleyken mantıken onun zıttı olamaz.

Ölüm ile doğum birbirinin zıtlarıdır, yaşamın (zıttı olmayanın) içinde.

(Yaşamın zırhlarıdırlar aslında, bizi öbür dünyadan, yaşamın olmadığı yerden korurlar.)

Ölümü kötülemek yetmez dünya düşünürlerine, daha da ileri giderler, yani daha da geri:

“Asıl kötülük önümüzde değil arkamızdadır: Doğum…

Doğumun kötü, en azından uygunsuz bir şey olduğunu kabul edersek her şey açıklığa kavuşur. Doğmak bağlanmaktır. Özgürlük doğmadan önceki yaşamdadır. Hiç doğmamış gibi rahat bir vicdan gerekir.” (Cioran)

“Doğdum eksildim.” (Pir Sultan Abdal)

Cioran, Abdal’ın bu sözünü duysa hem sever hem nefret ederdi sanırım ondan.

Her ikisine de cevap olarak:

“Her şeyi siz seçiyorsunuz. Ana babanızı doğduğunuz ülkeyi yeniden dünyaya gelişinizin tüm koşullarını.

Ruh, büyük politik ve ekonomik zorluklar altında yaşayan bastırılmış bir toplumda, yapmaya ihtiyaç duyduğu şeyleri başarabilmek için özürlü bir bedende yaşamayı seçebilir.

Ruhun kendini yaratıcı olarak deneyimleyebilmesi için her şeyi yaratmış olduğunu unutması gerekiyordu.” (Tanrı ile sohbet 1- Neale Donald Walsh)

Tanrının yaptıklarını doğru çıkaran felsefe, Teodise…

Tanrıyı arkanıza alıyorsunuz yani… Sizi itmiyor, destekliyor…

Sonuçta güçlü bir felsefe bu: Doğumumuza karar verenin biz olduğumuzu düşünsenize…

Tüm sorumluluk bizde olur. Ya da Tanrıyla, yaşamla ortak bir sorumluluk diyelim…

Bu bence harika bir şey…

Bence yaşama her zaman geçer notla başlarız, sezon başında hocadan 50 almış öğrenci gibiyizdir, bunu baştan hak etmişizdir, hiçbir şey yapmasak bile geçeriz sınıfı. Artırmak istersek notumuzu kendimiz biliriz, ama sınıfta kalmamak için hata yapmamalıyız.

Dangereous Minds filminde vardı bu konu, ama orada 100 veriyordu hoca sezon başında öğrencilere; serseri, çalışmak istemeyen, kötü ailelerden gelmiş, sorunlu çocuklara.

Herkese yaramayabilir tabii 100 almak sezon başında. İnsan çıldırabilir. Bunu hak etmediği, hayatta böyle bir şeye ulaşacağını hiç düşünmediği için bocalayabilir.

Başarıyı devam ettirememek sürekli başarısızlıktan daha büyük bir başarısızlık olabilir. Mutluluğu devam ettirememek…

Mutsuzluk çoktur. Mutluluk ise bir tanedir. O yüzden insan kaldıramaz mutluluğu.

Mutsuz… Umutsuz…

“Her intihar umut diktatörlüğünden kaçma girişimidir.” (Adam Philips)

Umut diktatörlüğü!

“Umut en büyük kötülüktür demek (Nietzsche) umudun kötülük olmadığı gerçeğine dokunamaz, bunu ifade eden insanı, onun hayatını umuttan uzaklaştırır sadece. Hayat insanlar onu şöyle ya da böyle yaşıyorlar diye şöyle ya da böyle olmaz. Dünyayı kirletebilir yok da edebilirsiniz ama yok edebileceğiniz sadece kendi hayatınızdır. Hiçbir insan yaşantısı yaşamı yıkamaz, hiçbir insan umutsuzluğu umudu yerinden edemez. Umut diye bir şey zaten yoktur. Her şey zaten vardır. Almayı başarırsınız ya da başaramazsınız. Almayı umut edersiniz ya da etmezsiniz.” (Schopenhauer)

Yani…

Talihsiz insan aslında talihli olmayı başaramamış insandır.

Umutsuz filozof dedikleri “Şopenhoer”, yaşamına rağmen umudu savunacak doğru cümleleri kurabilmiş.

Yazarak, o kadar düşünerek doğruyu bulamayan bir dolu yazar var…

Yazarak doğruyu bulanlar var, ama hayatına katamamışlar bulduklarını…

Hayatına da katanlar, çok az…

Çoğunu bilmiyor olabiliriz, yazmıyorlar belki de…

Kadınsı bir yaratıcılık, bilmek, hayır bilmek değil, bilincinde olmak…

Ama yazmamak…

Tanrı da bir kadın olabilir…

Dünyaya her şeyi verip kendi haline bıraktığı için.

Gerçek yaratıcı yönetmez.

Ama biz umuttan devam edelim, ve inançtan…

“İnanç, henüz kanıtlanmamış şeyin doğru olduğuna inanmak, bir olasılığa inanmak, gebeliğin farkında olmaktır. İnanç tıpkı umut gibi gelecek’e ait kehanette bulunmak değildir, şimdiki zaman’ın gebelik durumundaki görüntüsüdür. İnanç olasılığın gerçekliği konusunda emin olmaktır- ama kesin tahmin anlamında emin olma değildir. İnanç kesin olmayanın kesinliğidir.” (Erich Fromm)

Kuantum?

“Kuantum fiziği tek ve kesin bir sonu değil, birtakım olası sonuçlar öngörür ve her birinin ne kadar mümkün olduğunu söyler.” (Özkan Aras)

Yani…

Bardağın yarısı dolu…

Bardağın yarısı boş…

Bunlardan ikisinin de doğru olduğunu bilerek birini seçmek zorunda bırakıldık yıllardır…

Aristo mantığı!

Ya o ya da öbürü…



“Peygamberler geleceği önceden haber vermezler, şimdiki zamanda var olan gerçekliği kamuoyunun ve yetkililerin gözbağı olmadan görürler. Hangi olasılıklar olduğunu ve insanlara seçenekleri gösterirler. Kehanetler değil seçenekler... Gerekircilik değil özgürlük.” (Fromm)

Şimdilik bitebilir…

Hiç yorum yok: