Pazartesi, Şubat 26, 2007

Yaş'lı

Üst kattan çamaşır makinesinin sesi.
Her gün.
Kim yıkıyor her gün bu kadar çamaşırı.
Her gün bayrak gibi dalgalanan çamaşırlar.
Ya manzaramı kapatıyor ya da balkonumu ıslatıyor, camımı, çamaşırlarımı.
Sonra, koluma damlıyor.
Bazen cama tak tak,
noluyor allah allah,
çamaşırlar, haa
alışana kadar hep açıp bakıyordum.

Sonra annem dedi,
üst kattaki, yaşlı o kadın,
altına kaçırıyor her halde.
Temizliğe gelen kadın yıkıyor her gün.

Tutamıyor!
Yaşlanınca hep böyle mi oluyor?
Bir gün sevişirken aklımıza geliyor,
belki de gençliğinde...
Fazladan…
Arkadan…

Bir gün yok makine sesi.
Sessizlikten fark ediyorum.
Hah diyorum.
Bokunu tutmasını öğrendi sonunda.

Annem gelince ona da diyorum.
Annem bakıyor.
Bu yaşta!
Bir şey demiyor.

Pazar, Şubat 18, 2007

Adam olacak yazar

Gode'den ayrılış ilanım oldu, hayırlı olsun...
Gode de 2 ay içinde Mavi gibi olacaktır diye düşünüyorum; bensiz...
Allaha emanetler bırakıyorum hep...

Pazar, Şubat 11, 2007

Gönderilmedi

Sanırım yapacak tek bir şeyiniz kaldı kayda değer olarak.

Ölmek...

Gerçekleri yaşarken anlayamayacağınıza artık emin oldum; gönderdiğiniz o hakaretlerle dolu mektup son şansınızdı...

Öleceksiniz... Bunu bilmek için Tanrı olmak gerekmiyor...

Ama ben Tanrı’yım! Bunu anlamadınız değil mi?

İşte bunun için bir an önce ölmeniz iyi olacak. Bir an önce Tanrı’nın yanına gitmelisiniz. Çünkü dünyada, yaşarken kimse, hiçbir insanoğlu size laf anlatamaz. Tanrı’nın görevlendirdiği ben bile beceremedim bunu baksanıza... Bir an önce ölmelisiniz. Bir an önce gerçeklerle buluşmalısınız çünkü... Ölümden kötü yaşamlar var!

Tanrı’nın yanına gittiğinizde ne olacağını size söyleyeyim. Benim, içimdeki gururu, büyüklenmemi sizin elinizi kolunuzu hak ettiğiniz kadar hak ettiğimi anlayacaksınız. “Senden büyük Allah var.” diyorsunuz. Benden büyük bir Tanrı’nın olmadığını anlayacaksınız. Benden büyük bir babanın, benden büyük bir insanın, benden büyük kimsenin olmadığını anlayacaksınız. En büyüğün BEN olduğumu anlayacaksınız. Ve Tanrı’nın da benimle aynı fikirde olduğunu anlayacaksınız...

Bunun nasıl olacağını da söyleyeyim hatta. Tanrı bir gün yanınıza gelecek, kolunu omzunuza dayayacak, siz yeryüzüne doğru bakmakta olacaksınız o sırada. Orada, yukarıda, yeni olduğunuzdan daha, her şeyi tam olarak kavramış olmadığınızdan size açıklamaya çalışacak Tanrı. Bak, diyecek, şurada yaşarken, iki bedenken, birbirine bu kadar yakın iki insanken tanımadığın, anlamaya çalışmadığın insan senin oğlundu. Senden olmuştu ama senin değildi. Sen öyle sandın. Malın, erin, işçin sandın. Halbuki bak... Şu insana bak, insan olmayı bile beceremediğini düşündüğün şu insana... Ona kim sahip olabilir? O en üst insanlık aşamasına ulaşmaya çalışıyor. Ona hangi canlı söz geçirebilir? Tanrı olduğunu bilen, BEN olduğunu bilen şu insana bak. Kim onun bana, senden daha yakın olmadığını söyleyebilir? Ama sen söylemeye cesaret ettin... Bu da sana verdiğim hayatı yaşama tarzın. Bu hayatında gerçekleri görmen için sana bir fırsat verdim, oğlunu verdim sana... O beğenmediğin, asi ilan ettiğin oğlunu... Onu kibirlilikle suçladın! Ne için? Sadece sana uymadığı için. Sen ona uymadığın için kibirli olduğunu bir an bile düşündün mü? Yoluna çıkardığım işareti anlamak için bir an düşündün mü? Oğlunu dinlemeyi reddettiğinde, beni dinlemeyi reddettiğini bir an düşündün mü? Oğlunun Tanrın olabileceğini bir an düşündün mü?

Bunları söyleyecek size ve siz şaşırarak dönüp bakacaksınız ona.

Benim Tanrı olduğumu söyleyene bakacaksınız.

Ve benim Tanrı olduğumu söyleyenin, BEN olduğumu göreceksiniz...

Çünkü insan öldüğünde en sevdiğiyle ya da/yani en nefret ettiğiyle buluşur, Tanrı diye.

Ama siz yine inanmayacaksınız.

Oğlunuza inanmayacaksınız.

Tanrınıza inanmayacaksınız.

Ölmeniz bile bir işe yaramayacak...

O zaman... Size daha çoook uzun ömürler diliyorum. Ve ben çekiliyorum. Yapabileceklerim buraya kadardı...


Tanrı’ya emanetsiniz...

Pazar, Şubat 04, 2007

Deneme, yanılma! (2)

Hayatdökümü

“Hayat insanlara göre kuruluyor,
oysa insanlar hayata göre yaşamalılar.”

Bu öykü tamamen hayal ürünü değildir. Kahramanlarının gerçek kişilerle benzerlikleri vardır ama bu kişilerin adları açıklanmayacaktır. Yazar bir gün bir hayalden yola çıkarak bir kente varmış ve hayalindeki mekana benzettiği bir mekanda bir insana rastlamıştır. Ve bu insanın, daha önceden bir parçasını kendi hayal ettiği, bir yazısını kurgularken tasarladığı hayatını ondan dinleme şansına erişmiştir.

Yazarın kahramanlarını daha yakından tanıma isteği vardır, zaten bu amaçla yazı masasının başından kalkarak hayata dalıvermiştir. Yazar hayale gerçekten daha fazla önem verir, daha fazla anlam yükler; kahramanlarını yaşamış insanlardan bire bir seçmez de kendi gösterişsiz tahtında kendi çapında bir Tanrı olarak yeniden yaratır, tabii her zaman etkilenmelere açıktır ve gerçek dünyanın da en az hayal dünyası kadar ilgi çekici olaylara sahne olduğunu bilir. Bu düşüncelerin etkisiyle bir yazısında tamamen hayalinde yarattığı iki kahramanın ilişkilerinin tümüyle kendi uydurması olup olmadığını sorgular. Gerçek hayattaki insanların arasında da böyle âşık olanlar, yıllarca bekleyenler, reddedenler, kabul edenler, haksızlığa uğrayanlar, tam da hayal ettiği gibi yaşayanlar var mıdır? Bunu sorgular, araştırır ve böylece hayal kişiliklerinin insansı bir temelden yükselip yükselmediğini denetlemiş olur. Bunu istemekte, şart koşmakta haklı olduğunu düşünür, çünkü sonuçta yaşanan ve hayal edilen her şey, gerçekleştirilen ya da kaçınılan her olay insana özgüdür. (“Tanrı görür ama karışmaz. Karışamaz çünkü kendi böyle yaratmıştır.” Calvino) Böylece yazar, yaşananların kendi hayal dünyasına etki edeceğini öngörmektedir. Ve tabii içten içe, tamamen ve yalnızca yazarlık tutkularıyla açıklanabilecek bir düşünceyle, hayal ettiklerinin de yaşananlara etki edeceğini hayal eder.

Yazar, metninde incinmiş bir karakteri anlatmaya başlamıştır ve artık ruhundaki incilerin pırıltısı incinmişliğin kara bulutuyla gölgelenen o karakter, hayatını kendi başına sürdürmeye devam edecektir. Yazara düşen -gerçek ya da hayal- tanık olduklarını yazmaktır. Kahraman, yazara hayatını dikte ettirir; böylece hayatını gerçekleştirir, bir sona ulaştırır, ruhunu huzura kavuşturur. Yazar da yazmasına neden olan tutkularının tatminine doğru yelken açar, ulaşır ya da ulaşamaz, bu kahramanı ilgilendirmez; ama kahramanının tutarlılığı yazarı ilgilendirmelidir. Kağıt üzerindeki mürekkep haricinde bir gerçekliği olmayan bu hayal dünyasının dışındaki gerçek dünyada -ya da hayal evreninin bir sistemini oluşturan gerçek dünyada- hayal dünyası sakinleriyle (kahramanlar), gerçek dünya sakinlerinin (insanlar) hayatları eş mantıklı bir gelişim izler görünür. (Yazı, insanları kahraman yapar; hayat, kahramanları insan...) Oysa tek ve çok önemli bir farkla birbirinden ayrılıyordur: Kahraman kendi hayatını sürdüğü -hayatını kendi sürdüğü- bilgisine sahiptir ve bu bilgiyi kullanmakta, böyle nefes almakta ve özgürlüğünü böyle korumaktadır. Bu bilgi yazar tarafından verilmiş ve kullanması için ön ayak olunmuştur, zaten kahraman, var oluşunun anlamının bu bilgiyi kullanmak olduğunu, kullanmazsa yazıdan, yazarın hayal dünyasından atılacağını bilir. Oysa ki bu gerçek, insan için her zaman geçerli değildir. Tüm insanlar da bu bilgiye sahiptir, hepsi bu bilgiyi kullanma içgüdüsüyle doğmuşlardır ama hepsi bunu yapmazlar, dahası bu bilgiye sahip olduklarını bile fark etmezler. Bu yüzden her iki hayatın da, hayal dünyası ile gerçek dünyanın da, kahramanların dünyası ile insanların dünyasının da, yazı ile hayatın da, ebedi sanat ile hayat sanatının da eş mantıklılıkları bozulmuş ve önemli bir ayrım doğmuştur:

Yazı hatasız olmalıdır, insan ise hatalarıyla insandır.

Yazı hatalarından arındığı sürece doğmayı, ortaya çıkmayı ve her iki dünyada da sonsuza dek var olmayı hak eder; insan ise hatalarından arındığı sürece yok olmayı, ölmeyi.

Yazı ölümsüzlüğü başarmalıdır, insan ise ölümü...

Ve tam da böyle olur.

Hayatı planlamaya teşebbüs edebilmiş bir insanın öyküsü bu. Baba asker. Yazar bu bilgiyle babanın oğlunu otoriter bir bakışla yetiştirmiş olabileceği düşüncesini vermeyi amaçlar. İngilizce’de Author (Yazar) ve Authority (Otorite) sözcüklerinin benzerliğinden yola çıkarak, “babanın, çocuğunun hayatının yazarı olmaya kalkıştığı” şeklinde bir otorite açıklaması getirmeye çalışır. Sonuçta yazarın, öznel olmadığını düşündüğü bir inancı vardır: Baba denen şey müthiş bir buluştur! Sanki hayatlarımızı romanlaştırmak için yaratılmışlardır.
Burada yazar, yazar kimliğiyle “kahramanlarının-hayatının yazarı” (ve kahramanlarının hayatının-yazarı) olmaya kalkıştığını düşünür, yazar/kahraman ve baba/oğul ilişkisini karşılaştırmayı başka bir yazıya bırakma düşüncesiyle savaşır ama yenilir. Böylece asıl konuya bir parantez ile ara vermek ister, konudan tam da kopamayarak şöyle bir monolog yazar:
“Geleceğim (göreceli de olsa) garantide. Çünkü her şeyim, tüm hareketlerim ve uzun vadeli planlarım (deneyimsiz bir yaşımda saptadığım) bu gelecek için seferber. Hiçbir şey (değişim bile, duygularımın, isteklerimin, çevremin, hayatın, doğruların değişimi bile) beni yolumdan döndüremez. (Temelinin sağlamlığını kontrol etmediğim, üzerine kurulabilecekleri gözden geçirmediğim) ideallerim doğrultusunda, ne olursa olsun (hatalı olduğumu anlasam bile) ilerleyeceğim.”

Yazar buradan şuraya gitmek istemektedir: Bir babanın otoritesi ile bir yazarın otoritesi ne kadar farklıdır? Parantez içleri okunmadan söylenen bu iç ses bir hayatın/yazının başlangıcındaki oğlanın/kahramanın monologudur. Baba, eğer hayatı boyunca bir yazıya konu olabilecek bir dönüşüme uğramayacaksa, oğluna -belki varlıklarını ve doğruluklarını kendine de itiraf etmediği- parantez içlerini okutmamaya çalışır, yazar ise okutmaya. Sonuçta başka hayatları çok farklı yerlere sürüklüyor gözükseler de, baba da yazar da otoriter değil midir? Peki, babanın otoritesine bağlı olarak açıklamaya çalıştığımız için yazarın otoritesini acaba yanlış mı yorumluyoruz? Çünkü burada bir otoriteden söz edilecekse yazarın otoritesi midir bu? Öncelikle yazar, dönüşüme uğramamış hayatları yazmaz, bu, yazının konusu olamaz. Yazı, konu seçiminde belli ettiği bu otoritesini konunun işlenişinde de belli eder. İyi ya da kötü, yazının konusu olabilecek dilediğiniz kahramanı anlatmakta özgürsünüz ama art arda sıraladığınız özelliklerle tutarlı bir hayat yaratmak zorunda değil misiniz? Bu açıdan bakıldığında babanın otoritesi ile karşılaştırılanın yazarınki değil yazınınki olduğunu söylemek yerinde olur. Yazının otoritesi dediğimizde de zaten, bunu sağlayan hayatın otoritesinden söz etmek zorunluluktur. Hayatın otoritesi, dendiği andan itibaren de... artık bir otoriteden söz edilemez. (Yazar, hayatın, insanın üzerinde otorite kurmak için değil, insanın otoritesini kursun diye kurulduğuna inanır. Ama insan, otoritesini, başkalarının hayatları üzerinde değil kendi hayatı üzerinde kuracaktır. Burada yazar, “otorite” sözcüğünün, yerini, gönül rahatlığıyla ve büyük bir istekle “otokontrol” sözcüğüne bırakacağının görülmesini bekler.)

Ah parantez denen şu müthiş buluş! Yazar, yazı içindeki parantez açmaların, yazanın “açmazsa delireceği” o gerekli seviye ile okuyanın “kapanmazsa delireceği” o yeterli seviye arasında bir yerlerde belirlenme zorunluluğunu bilir; yazının, otoritesini bazen “okuyanın otoritesi” şeklinde kullandığını da...

Ah idealizm denen şu müthiş buluş! Oğlan hayatının ileriki yıllarında kendi idealleri olarak belirlediği babasının görüşlerini ya da babasının etkisiyle belirlediği kendine uymayan idealleri sorgulamaya başlayabilir, parantez içlerini okumayı başarabilir, başaramayabilir. Oysa yazının ideali, kahramanına önünde sonunda parantez içlerini okutabileceği bir gelişimdir.

Yazımızın kahramanı çocukluğunda ona dikte edilen hayat formuna göre planlar yapıp hareket ediyor. Belki geçim sıkıntısıyla hareket ediyor belki de birşeyleri kanıtlama ihtiyacı, daha üstün olma ihtiyacı, başarmış görüntüsü verme ihtiyacı gibi tamamen duygusal nedenlerle. Hayatın zor olduğuna inanıyor ve zor olmasının kötü olduğuna. Hiçbir şeyin garantisi olmadığına inanıyor ve bunun hayatı yaşanamaz ve umutsuz kıldığına. Kimsenin ona yardım etmeyeceğine ve tek başına ayakta durabilmek zorunda olduğuna. Böylece ideallerini hayatta kalma idealine indirgiyor, doğada insan dışındaki diğer canlıların yaptığı gibi. Burada tuzağa giriyor: Kendi olmaktan çıkıp başkalarının istediği, öngördüğü, planladığı ve zorladığı kişi olmaya doğru ilk adımını atmış oluyor. Üzerinde otorite kurulmasına engel olamadığı için otokontrolünü kullanamıyor.

Parantezlerin içini fark etmiyor. Otoriteden doğan rahatsızlığa karşı -gördüğünü öğrendiği ve uyguladığı için- kendi içindeki otorite mekanizmasını harekete geçiriyor ve ruh kuruluyor. Zembereğinden boşalan ruh onu bir yere kadar götürecektir: Daha gençken karar verdiği bir mesleğin eğitimi. İş hayatı. Yükseliş. Üst düzey bir kariyer. Oysa yıllar sonra geldiği yerde, mesleğiyle ilgili hiçbir şey yapmayan bir insan.

Kariyeri, terk edilmiş hain bir sevgili gibi alıyor intikamını, hayatında kendisi olmayacaksa başkalarının da olmamasına neden olacak bir iz bırakarak çekiliyor hayatından, endişe, stres hasta ediyor onu. Zaten özel hayat ihmal edilmiş; o yönde bir yükleme olmadığı için, bir robot, âşık olması, aşka yönelik birşeyler yapması için programlanamadığı için. Şimdi ise: zembereğinden boşalmış ama özgürlüğü tanımayan; eski büyük planlarının etkisi ve amaçsızlık arasında bocalayan; kültürle, eğitimle, insanlarla ve hayatla yakından ilgilenen ama duygusal ilişkilerden uzak duran ve hayatı ne fiziksel, ne de duygusal anlamda tümüyle kavrayabilen; zanaat ile sanat arasında kalmış; işlevsellik ve estetizm arasında bocalayan ve ikisinin bileşimlerini bulamayan; dünyevi ve dünyevi olamayan, materyalist bir hümanist...
Planları sanki onu planlarının dışına atmak için çalıştı. Hedeflerine bu kadar bağlı olması sanki hedeflerinden tamamen kopmasını sağladı. İşte hayatın otoritesi.

Tam burada hayatın ve yazının isteklerinin birbirinden nasıl ayrıldığını görebiliriz. Hayata göre bu hayat başarılı sayılmayabilir, insanını mutsuz ettiği için. Oysa mutsuzluk en büyük yazı konusudur. Hayat mutluluğu hedefler, yazı, mutluluğu hedefleyen hayatları... Yazının hedef aldığı hayatta o yüzden mutsuzluklar da mutluluklar kadar, iyilikler de kötülükler kadar kayda değerdir. Çünkü yazı hayatın kurgusudur, hayatı insanın kurgusu. Gerçek olan hayattır ama hayat hayalcidir, hayal olan yazı ise gerçekçidir.

Burada yazar “İnsan Yanılsamasının Temeli” diye -daha şimdi- adlandırdığı bir felsefeyi açıklamayı deneyecektir: Hayatı başarmak, ölmeyi başarmak demektir. Sanıldığının aksine ölüm bir ceza ya da “bazen bir cinayet” değil bir ödüldür, hayat bursunun karşılığıdır. Hayatı başaramayan, ölümü ceza olarak algılar. “En iyi şey bile bitmeye mahkumdur” tümcesinin doğrusu “en iyi şey bile bitmekle ödüllendirilir”dir, “sıkıcılığa düşmeden sona ermekle”. Asıl yaşamaya mahkum edilen şey, kötünün kötü olduğunu savunan mantıktır. Kötünün kötülüğünü reddeden, onu kabul edip anlamlandırmaya çalışan, bu anlama ulaştığında onu reddedemeyeceğini, reddettiği her kötülük için bir iyiliği de reddettiğini fark eder. Çünkü nasıl suyun bileşiminden hidrojeni çıkarırsanız kalana su denmez, hayattan da kötülüğü çıkardığınızda kalan iyi bir hayat olmaz, çünkü o, hayat olamaz. Kötüyü çıkarırsanız, hayat kalmaz. (Kabul edilmesi zor, ama bu onun doğruluğuna etki etmez.)

Bir hayat... Bir yazı... Hayat yazılmaya epeyce yatkın. Yazı ise hayatı yazmayı başka bir zamana bırakacak. Bu tespitlerin, çıkarımların ve bilgilerin ışığında, bunları özümseyip tamamen kendi dünyasını yaratmak üzere gelecek bir zamana. Şu anda okuyup bitirmek üzere olduğunuz bu yazı, hayatın gerçekliği ağır bastığından kendi hayal dünyasını kuramadı, kurmayı denemedi. (Deneseydi hedef aldığı, incelemeye giriştiği hayatının bire bir aktarılmasından ileriye gidemeyebilir, hayattaki insanı yazının kahramanı yapmayı başaramayabilirdi. Bu durum da, yazarlık başarısızlığı dışında bir takım başka tehlikeleri getirebilirdi: Örneğin konu edilen insan, hayatının ve duygularının yazıya dökülmesini, “yerlere dökülmesi” olarak yorumlayabilirdi.) Yazı, yazarın bir çeşit felsefi günlüğü olmaktan öteye geçmeyi planlamadı. Tek bir insanı değil, İnsan’ı irdelemeyi denedi. İleride belki bir uzun öykü ya da romanın felsefi alt yapı denemesi olarak değerlendirilir.

Yazar hayatını ve yazılarını kendi planlamayı seven biridir. Bu planlarına planlamamayı dahil etme hakkını ise her zaman saklı tutar, planlarının elini kolunu bağlamasına engel olmak için. Kafasında bir plan varsa bile bunu açıklamaya, değerini kaybedeceği korkusuyla isteksiz gözükür. Planlarını kendine bile açıklamama hakkını kullanır.

Yazar şimdi o hakkını kullanıyor...

(5 Aralık 1999)