Pazar, Aralık 31, 2006

İnsan nasıl anlaşamaz? (4)

Ama neden!?

“Savunma mekanizmalarımı olabildiğince yıkmaya çalıştım.” (Mario Levi)

*
-Sınıfı geçtim, ya sen?
-Hoca bıraktı.

*
“’Özür dilerim’den sonra ‘ama’ denmez.”

-Üzerime geldi, bana hakaretler etti. Sonra hiçbir şey olmamış gibi davrandı. Bir özür dilemedi.
-Haklısın, dilemeliymiş.
-Ayşe de o aşağılayıcı lafları nasıl sarf etti, anlayamadım.
-Evet, yapmamalıydı.
-Senin de geçen günkü tutumun hiç doğru değildi.
-Ama benim nedenlerim var.

“İnsan kendine hayvan gibi davranıldığında ‘ama ben bir insanım’ diye bağırır, ama kendisi bir hayvan gibi davrandığında ‘ne de olsa sadece insanım’ der. (G.K. Chesterton)

*
-Sen hep başkalarının senden özür dilemesini istiyorsun, sen hiç onlardan özür dilemeyi düşünmüyorsun.
-Sen neden benden özür dilemiyorsun?
-Ben niye özür dileyecekmişim ki!

*
İş yerinde kadınları üst mevkilere atamaya can atıyordu, kadın erkek eşitliğine inanmadığının kanıtıydı bu. (Alain de Botton / Romantik Hareket)

*
“İdare ederim” (İnternetteki bir arkadaş bulma sitesinde bir üyenin kendi özellikleri bölümüne yazdığı.)
“İdare etsin” (Karşısından beklediği özellikler.)


İnsan anlaşamaz... ama anlaşamaz mı!?

“İnsan başkasına nadiren yalan söyler, yalan söylediği genelde kendisidir.” (Nietzche)

*
-O adam beni işten çıkarttı, nasıl onun yanında işe girersin?
-Tamam girmeyeyim, ama nedenini anlayamadım!
-Benim haksız olduğum anlamına gelir bu.

*
Terörist başkentte yargılanacaktır. Kardeşi uzak şehirden gelir, başkentin oteli teröristin kardeşini, protesto gösterilerinin hedefi olmaktan korktuğu için reddeder. Adam buna çok kızar, kıyasıya eleştirir.

Aynı adam, kardeşi iki haftalık tatilinde kullanmak için arabasını ödünç istediğinde şöyle der: “Ama, bilemiyorum ki...”

*
“Bir gün oğluma baktım. Ben sahnede trompet çalıyordum, o sahne gerisinden izliyordu. Bana bakmadığını fark ettim, piyaniste bakıyordu. Onun oğluymuş gibi bakıyordu hem de. Orada kıskançlık damarım çatlasaydı her halde ya hiçbir şey olamazdı ya da daha iyi bir piyanist olurdu...”

Pazar, Aralık 24, 2006

İnsan nasıl anlaşamaz? (3)

Nasıl insan anlaşamaz...

“Psikanaliste fazla konuşmasın diye para ödenir, çünkü konuşmak dinlememenin bir yoludur.” (Adam Philips / Dehşetler ve Uzmanlar.)

*
- Senin hakkında kötü düşünebilirim. Ama düşünmüyorum.
- Yanılıyorsun. (İkinci cümleyi dinlemedi.)
- Yani senin hakkında kötü mü düşüneyim!?

*
“Konuşma yeteneği insana düşüncelerini gizlesin diye verilmiştir.”

-Sizi bağlamalıyım aslında, başınıza ne geleceği beni ilgilendirmiyor ama daha kısa diye dağ yolundan gidip de çığa yakalanırsanız sağ kalanlarınızı kurtarmak için vakit kaybetmek zorunda kalırım.
-Sağ kalanlarımızı kurtarmak mı! Demek başımıza ne geleceği seni ilgilendirmiyor!

*
-Bana dokunman hoşuma gitmiyor.
-Özür dilerim, ben sadece...
-Çünkü bana dokunman hoşuma gidiyor.


*
“Zihin önemli düşünceleri en hareketsiz olduğu sıradan zaman dilimlerinde üretir. Konuşurken düşünmek zordur.”

-Tatlı yapmasına gerek yok annemin. (Anne oruçlu, hasta, ayakta durmaması lazım, tatlı da çok gerekli değil, ev yiyecek dolu.)
-Olunca yiyorsun ama!

“Olunca yiyorsun ama!” Haklı gibi gözüküyor değil mi? Olunca yemese, sevmese annesini düşündüğünü kesinleyemeyiz, ama tam da olunca yediği, sevdiği için bu durumda annesini düşündüğü kesin. Yani “olunca yiyorsun ama” lafı bir safsata.

*
Mahmut Temizyürek ilk kez fil gören iki uyanık bilgicin aralarındaki konuşmayı aktarıyor: “Nelere bak nelere?” Öbürü daha pişkindir: “Öyledir onlar öyledir.”


*
Telefonun çalmasıyla uyanıyorum, yetişemiyorum. Arkasından cep telefonum çalıyor.
-Evde değil misin?
-Evdeyim.
-Numaran 0216... değil mi?
-Yok, uyuyordum.
-A, özür dilerim.
-Önemli değil.
-Ama saat öğlen 1 yani.
-Ama ben bütün gece uyumadım.
-Ama ben bunu bilemezdim.
-Zaten ben de bir şey demedim...

*
“Kimse birbirinin tam ne dediğini dinlemez, kendi çağrışımları aracılığıyla yorumladıklarını dinler.” (Sırma Köksal)

Rumeli Feneri. Hafta içi. Öğlen. İlkbahar. Tepedeki çay bahçesinden karşı kıyılara, mendireğin içindeki teknelere bakıyoruz. Arkadaşım teknelerin aksinin ne kadar net olduğunu gösteriyor. Garson arkamızdan “Aylardır buradayım, söylediğiniz ilk defa dikkatimi çekiyor.” diyor. Bilgili, kitap okumuş, hafızası güçlü, biraz kızgınca heyecanlı, memleketinden kısa bir süre için gelmiş, yardım olsun diye garsonluk yapıyor, dönecek. Adı Hüseyin, ben sonradan adını Teknelerin Aksi Hüseyin koydum.

Hüseyin: Işığı olmayanın gölgesi de olmaz. Gölgenin en uzun olduğu zaman güneş doğarken ve batarkendir.
Ben: Belki ışığın nereden geldiği önemlidir. Hiç gölgemiz olmadığı zaman güneşin tam tepemizde ve en yoğun ışık gönderdiği andır...
Hüseyin: O zaman ekvatorda olmalıyız ama. Zaten her ışık güneş değildir.

*
“Bütün dolandırıcılar cümlelerine ‘dürüstçe’ sözüyle, bütün yalancılar da ‘açıkça’ kelimesiyle başlarlar.” Bütün söz kesenler de “sözümü kesiyorsun” cümlesiyle konuşmalarına sonsuza kadar devam etmek isterler!

-Ne güzel bir başlık.
-Neresi güzel canım. Böyle başlıklarda... hem sonra... ve tabii ki... vs, vs...
-Bilmem benim hoşuma gitmişti.
-Çünkü duygularına hitap etmeye çalışmış ve başarmış da. Aslında bakarsan duygu sömürüsünden farklı değil. Sonra ... Üstelik… vs, vs, vs...
-Bugün her şeyi eleştiriyorsun, kötü bir günündesin herhalde, ben sadece...
-İzin verir misin biraz da ben konuşayım?

Yukarıdaki gibi monolog meraklısı arkadaşlar, örneğin film çekebilirler...
“Sinema izleyenlerin pasif olması nedeniyle vasat bir sanattır. Bir salonda bir koltukta karanlıkta olmanız bir mesajla bombardıman edilerek iki saat kımıldayamamanız bir derece daha aşağı bir konumda bulunduğunuzu gösteriyor. Clockwork Orange’dan: Deli gömleği giydirilmiş bir koltuğa bağlanmış başı ekrana doğru çevrilmiş bakması için gözleri açık tutulmuş biri. İşte film izleyicisi. Bunu kabul edemem.” (Micheal Tournier)

Ya da bir duvara konuşup içlerini rahatlattıktan sonra insan içine çıkabilirler... Aşağıdaki konuşma yan masada gerçekleşmişti, “Tavırlarını duyguları zannettim...” başlığı uyar sanırım.

İki kadın konuşuyor, biri diğerine sevgilisinden söz ediyor. Birlikte sinemadan çıkmışlar, sevgilisine daha önceden sinirli olduğunu saklamıyor. “Nereye gidelim?” diye sormuş adam.
-Fark etmez. Ama açım.
-Ne yemek istersin?
-Bilmiyorum.
-A lokantasına gidelim ya da B kafesine...
-Her şeyi neden bana soruyorsun? Kendin karar versene.
(Bayan arkadaşına “Erkek dediğin karar verebilmeli” diye açıklama yapıyor. Adam eliyle “aman boşver” gibi bir hareket yapmış kendi kendine. Kadın atlamış hemen:
-Bana bak, bana öyle hareketler yapma!

Karşıdaki kadın çıt çıkarmadan dinliyor. Tek kelime bile etmiyor. İletişimi boş verin, herkese böyle duvar gibi iyi arkadaşlar dilerim.

*
“Bu kadar ince hesaplar yapılmıyor, biz şimdi oturup böyle felsefi düşündüğümüzde bunları ortaya çıkarıyoruz.” (Can Ataklı)

Cumartesi, Kasım 25, 2006

İnsan nasıl anlaşamaz? (2)

Gerçekten, insan nasıl anlaşamaz...

“Düşünce dediğin önyargıları düzene sokmaktır.” William James

*

-İnsanlar nasıl kuş avlayabiliyorlar, anlayamıyorum!

-Peki balık avı konusunda da aynı şeyi mi düşünüyorsun?

-Hayır canım, balık avlamak normal, ama kuş avlamak...

*

“İnsan hem akıllı hem partideyse içten değildir. Hem akıllı hem içtense partide değildir. Hem içten hem partideyse akıllı değildir.” (Hans Robert Jauss. Nazi dönemi için.)

Ahmet Ayşe’ye kırgın, çünkü Ayşe Ahmet’in en yakın arkadaşı Mehmet ile aralarını yapmaya çalışmadı, arabuluculuğa soyunmadı. Ayşe’nin gerekçesi şuydu: 30 küsur yaşında, aklı başında insanlar, kendi başlarının çaresine bakabilirler.

Arkadaşları Fatma, Ahmet’i arar ve bu konuda konuşmak istediğini söyler. Ayşe’nin arabuluculuk yapmamasına neden kızdığını anlayamamıştır, bu konuda Ayşe’yi haklı bulmaktadır.

Ahmet bu mantığı anlayamaz: Fatma, Ahmet ile Ayşe arasında arabuluculuk yapmakta ve Ayşe’yi haklı bulduğunu söylemektedir. Haklı bulma nedeni arabuluculuk yapılmasını gerekli görmemesidir!

*

Bir dost: “Para güçtür. Zenginlik güzel şeydir. Zengin olmak isterdim.”

Aynı dost, başka bir gün: “Şu ayakkabının tamiri için bu kadar para istenir mi? İnsanlık öldü mü?”

*

(Seinfeld’den)

A: Sen çok iyi bir dostsun, birisini öldürsen bile seni ispiyonlamam.

B: Sağ ol.

C: Ben ispiyonlarım. Bir gün beni de öldürmeye kalkabilirsin.

B: Ama bir dostuz.

C: O kadar emin değilim artık.

*

Kadın bir patlamada ölmüş olabileceği ihtimaliyle umut kesilen ama içgüdüleri sayesinden yaşadığını hissettiği savaş muhabiri kocasını savaşa gizlice gidip kurtarır. Filmin sonunu ben şöyle yazdım: Adam kendini kurtaran karısını ilk şoku atlattıktan sonra boşar.

- Nasıl karını boşarsın, seni kurtarmak için hayatını tehlikeye attı o.

- Evet. İki küçük çocuğumun annesinin hayatını tehlikeye attı.

*

Goethe ve Schiller tüm gece şöminenin başında oturmuşlar ve tek kelime konuşmamışlar sonra da “sohbet çok güzeldi” demişler.

Aktaranın yorumu: “Yalnızlık insanın içinde.”

!!!

*

Bir fıkra:

-Bu adamdan şikayetçiyim Hakim Bey, çünkü bana zenci olduğunu söylemedi.

-Ama kızım, söylemesi mi gerekiyordu!!

-Öyle demeyin Hakim Bey, ilk zamanlarda insanın gözü aşktan başka bir şey görmüyor...

*

- Burada öyle biri oturmuyor, yanlış numara.

- Peki telefonu niye açıyorsun o zaman kardeşim yanlış numaraysa.

*

John Lennon’ın katili: “Yaşasaydı beni anlardı.”

*

“İnsanoğlunun düzeleceğine inanmıyorum, cümlesini kurduğum için beni eleştirenlere bana bu cümleyi kurdurtan etmenin “insan”ın ta kendisi olduğunu anımsatmak isterim.” (Enis Batur)

!!!

“Tabii ki insan haklarına inanıyorum ama onlar insan değil ki!” (Behiç Ak’ın bir karikatüründen)

*

“Beni sağ gösterip sol vurdum sanıyorsun halbuki ben solağım.”

*

-Akıllı ve güzel bir kadınım. Bu nedenle herkes bende hatalar aradı. Şu anda bana hak veriyor, beni anlıyor gibi duruyorsun ama sen de bende bir hata arıyorsun.

-Şu an sen bende bir hata arıyorsun.

*

- Bana neyi söyleyip neyi söyleyemeyeceğimi söyleyemezsin...

- Sen de bana...

*

Komedyen: “Yoksullukla, toplumsal sorunlarla ilgili espri yapmak sıkıcıdır. Bu tür mizah eskimiştir, modası geçmiştir.”

Seyirci: “Niye esprileriniz bu kadar belden aşağı?”

Komedyen: “Cinsellik tarih kadar eski bir konu, elbette kendimizi cinsellikten soyutlayamayız.”

Bir derginin yorumu: “Sanki yoksulluk, sömürü tarih kadar eski değil.”

Şöyle cevap verilebileceğini düşündüm: “Ben cinsellikten söz etmek istiyorum ama yoksulluktan o kadar da söz etmek istemiyorum. “Niye?” diye sormanızdan da kişisel haklarım, özgürlüklerim adına rahatsızlık duyuyorum. Alın size toplumsal adaletsizlik eleştirisi. Oldu mu?”

Karşı taraf şöyle diyebilir: ”Sanatçının sorumluluğu hani?”

“E sanatçının özgürlüğü hani?”

*

“’Türkler özsel olarak geri zekâlıdır.’ önermesi herhangi bir şiddeti özendirmez. Bu yanıyla fikir özgürlüğünün koruması altında düşünülebilir. Oysa bu önermeyle yapılan ‘epistemik bir şiddettir’. Bu önermeyi yapan açısından herhangi bir Türk'ün bu tartışma içinde eşit bir şekilde yer alması en başından imkansızlaşmıştır.” (Ferdan Ergut’un “Herkes her şeyi söyle(ye)memeli.” adlı metninden.)

*

Birkaç “günlük hayat şiddeti” örneği:

Orhan Pamuk: İslam hakkında konuşmak için iyi bir örnek değil Taliban. Engizisyondan yola çıkılarak Hıristiyanlık hakkında konuşmak gibi bir şey.
Gazeteci: Engizisyondan yola çıkılarak Hıristiyanlık hakkında konuşmak neden mümkün olmasın?
OP: Ben Taliban uzmanı değilim.
G: Günümüzde her birimiz Taliban uzmanı olmak zorunda değil miyiz?
OP: Sizin yaptığınız Almanya’yı faşizmden yola çıkarak anlatmak gibi.
G: Almanya’yı faşizm olmadan anlatmaktan kesinlikle kaçınılmalı.
OP: Gerçek Almanya’yı anlayabilmek için onu faşizmi içine karıştırmadan da anlayabilmiş olmak gerekir.

Birini konuşturmak için onun zıddına gitmek, onu köşeye sıkıştırmak yöntemi başarılı olabilir, burada olduğu gibi olmayabilir de. Ama iki halde de bence ahlaklı değildir... Gazeteci, Pamuk’un röportajın bitmesini istemesini kastederek şöyle bir metin ekler röportajın arkasına: “Tanrı olmanın da değişik avantajları var; en önemlisi de bir şeyin sonunun gelip gelmediğini kendi belirleyebilmek.” İnsanın kendiyle yapılan röportajın sonunu (ve konularını) belirleyebilme hakkı olmamalı mı?

Pazar, Kasım 19, 2006

Hayır

-Bunun bilinmesini istemiyor aslında ama... Söylemek zorundayım: O bu parayı kendisi için istemiyor.

-...Ya ne için istiyor?

-Yoksul bir hayır kurumuna bağışlamak için. Çok yoksul.

-Haklı olduğuna inanma nedeniniz bu mu?

-Evet.

-Neden istemiyor bilinmesini peki?

-Bu konunun mahkemeyi etkilemesini istemiyor. Paranın sadece uğradığı haksızlığa karşı verilmesini istiyor.

-Ama siz şu anda ona ihanet ettiniz. Mahkeme artık bu bilgiden etkilenecektir. Neden yaptınız?

-Çünkü ben parayı bağışlayacağı o yoksul hayır kurumunun sahibiyim. Çok yoksul.

Salı, Ekim 31, 2006

Kekler ve kadınlar

Bir terapist ile hastasının görüş birliğine varmaları önemlidir, görüş yanlış bile olsa! (Adam Philips?? Engin Geçtan??)

Asla katılmadığım bir görüş, ama neden böyle bir düşünce olduğunu da kimseye soramadım, okuduklarımda da cevabını bulamadım…

Irvin Yalom’un Divan’ında da şöyle bir benzeri vardır: “Terapide amacın her konuda doğruyu söylemek olduğu da nereden çıktı! Amaç, yegane amaç daima hasta yararına hareket etmektir.”

Görüş yanlış bile olsa görüş birliğine varmaya çalışmak… Her konuda doğruyu söylemeseniz de daima hasta yararına hareket etmek…

Böyle bir durumu sağlayabilmek için kim özveride bulunur? Tabii ki terapist… Yani hasta için bir sorun yok, o hem görüş birliğine vardıklarını düşündüğü için hem de vardıkları görüşün yanlış olabileceğini, ya da kendine doğrunun söylenmediğini düşünmediği için mutlu… Yani daha usta daha bilgili olana göre değil daha az usta ve bilgili olana göre kuruluyor denge… Daha az usta ve daha az bilgili olanı rahatlatmak için...

Günlük hayatımızda da erkeklerin rahatlatmak için kadınlara uyguladığı bir taktik gibi bu… Tabii burada daha bilgili ya da daha akıllı gibi sıfatlar yok. Ama rahatlatılmak istenen bir taraf var kesinlikle, kadınlar… İzninizle ben bu rahatlatılmayı tavlamak olarak adlandıracağım, çünkü bir terapist yukarıdaki kurala uyuyorsa belki benim henüz anlamadığım bir nedenle yapıyordur bunu, bir tıp adamı sonuçta, reçetelerini okuyamasak bile o reçetedeki talimatları uygularız, yani bir hastaya yalan söylemek bazen geçerli nedenlere dayanabilir sanıyorum… Ama günlük hayatımızda kadın ve erkek gibi “eşit” iki insan söz konusuysa yalan söylemek hangi geçerli nedene dayanır?

Diye sorduğumda o adlandırmaya varıyorum işte, vardım: Tavlamak…

Bir terapist ve hastası ile benzer yanları erkek ve kadının; erkeğin, aynen terapistin uyduğu kurala uymak üzere kodlanmış olması: Görüş birliği kuralı… Kural “kadınları senle görüş birliğine vardırmaya çalış” olarak işlemeyeceği için de, şöyle işliyor: “Kadınlarla görüş birliğindeymiş gibi davran, görüş yanlış da olsa…”

İşte size neden erkeklerin kadınlara yalan söylediğinin bence bir açıklaması…

İlişkide amacın her konuda doğruyu söylemek olduğu da nereden çıktı! Amaç, yegane amaç daima kadının yararına hareket etmektir, hareket yanlış bile olsa!

Salı, Ekim 24, 2006

Kötülük

Sonunda oldu. İnsanlık için büyük bir adımdı. İnsan için de öyle. Kolay mı dünyadaki kötülüklerin kökünü kurutmak? Kurutmak dediysek mecazi anlamda. Aslında kötülükleri uzay gemisinin içine yerleştirdikleri bir kapsülle korunaklı bir biçimde uzayın derinliklerine göndermeyi planlıyorlardı. Herkes rahat edecekti böylece. Mutlu olacaktı. Dünyada hiç kötülük kalmayacaktı.

Ama biri çıktı ve dedi ki: “Sanıyor musunuz ki kötülükleri yok edeceğiz? Onları sadece kendimizden uzaklaştırıp başka canlıların yaşadığı dünyalara göndereceğiz. Kendi kötülüklerimizin başka canlıların başına bela olmasına, hayatlarını karartmasına neden olacağız. Dünyamıza da kötülüklerin uzak gezegenlerin birinden gönderilmiş bir kapsülün içinde gelmiş olabileceğini hiç düşünmediniz mi? Kötülükten kurtulacağını düşünen sizler... Şimdi söyleyin bakalım, dünya üzerinde yapılacak bu son kötülük hanginizin vicdan azabıyla kıvranmadan uyuyabilmenizi sağlayacak? Uyuyabilseniz bile kabus görmekten hanginiz kendini kurtarabilecek..?”

Böylece insanlar ne kadar bencil olduklarını düşündüler; ve bencilliği neden kapsülün içine koymadıklarını... Bencillik de kapsülün içine kondu. Tabii işler böyle olunca, insanlar kapsülün gönderilmesine karşı çıktılar. Tüm kötülükler dünyada kaldı.

Ve bunlara hep o bencilliğimiz yüzünden oldu!

Cuma, Ekim 20, 2006

İnsan nasıl anlaşamaz? (1)

Cemal Süreya “Folklor Şiire Düşman”da bir yaşlı adama, onun sorusu üzerine karısından neden ayrıldığını açıklar: “Anlaşamadık...” Yaşlı adam ona şaşkın şaşkın baktıktan sonra şöyle der: “İnsan nasıl anlaşamaz?”

İnsan nasıl anlaşamaz...

*
Ev resmi yapmasını isteyen bir çocuğa havalı olsun diye şato resmi yapar adam. Çocuk bakar ve şöyle der: “Ne kadar beceriksizsin. Bir ev resmi yapamadın.”

*
Kingslay Amis oğlu Martin Amis’in odasına girer, oğlu ilk yazı denemelerini eliyle saklar. Martin Amis şöyle söyler yıllar sonra: “İlgisizdi, ilk romanımı önüne atana kadar erken çabalarımı fark etmedi.”

“Kuşak çatışması koşullanmadır. Şimdi Aristo burada olsa kuşak çatışması mı olurdu aramızda.” (Çetin Altan)

*
Savaş sırasında Avrupa’ya gelen Amerikan askerleri Avrupalı kadınları çok aceleci bulduklarını söylerler. Halbuki Avrupalı kadınlar da Amerikan erkekleri için aynı şeyi düşünüyordur. Farklılık kültürden kaynaklanıyordur: İlk buluşmada öpüşme bir Avrupalı kadın için doğal bir olaydır ve sevişmeye gitmesi gerekmez. Amerikalı erkekler için ise öpüşme sevişmenin kesin başlangıcıdır. Avrupalı kadın erkekle rahatlıkla öpüşür bu da Amerikalı erkeğin Avrupalı kadına aceleci demesine neden olur. Öpüştükten sonra sevişmeye gitmeyi isteyen Amerikalı erkek de aynı şekilde Avrupalı kadın tarafından aceleci damgası yer.

*
İnternette yeni tanıştığım bir kadınla sohbetimiz:
-Sence bi erkek evlenmeye nasıl ikna edilir?
-bana sorma cevabımı muhtemelen beğenmezsin...
-olsun söleee artık arkadaşız
-Evlilik kadınları ve çocuğu koruyan onların tarafını tutan bir müessesedir. Bu konuda erkek ikna edilmez ancak kandırılabilir:)))
-:)))) çok iyi bi cevaptı peki nasıl kandırılır
-Serbest olmasına izin vereceksin... Hülya Avşar gibi)))
-ama onlar evli, evlenmeye nasıl kandırılır diyorum ben
-Özel durumlar giriyor o zaman araya, tek bir reçete yok...
-neler var mesela
-niye evlenmek istemiyor, sen niye evlenmek istiyorsun bir de
-daha özgür olmak için, başka kızların ilgisinden mahrum kalmamak için ve başka kızlarla da sınırlı da olsa ilgilenmek için sanırım, ben de düzenli bi hayat bebek ve oturmuş bi yaşam
-e dediğim gibi başta, serbest bırak sen de istediğini elde et, ama onu doğallığından uzaklaştırıp olayı sadece daha çok kadın doğallığı olan bebeğe yöneltirsen akıllı bir erkek evlenmek istemez....
-serbest bırak diyosun, serbest kalınca niye evlenmek istesin ki
-sen bir bebeğe sahip olmak istiyorsun onun böyle bir yeteneği yok, yani bizim, o da kadınlara sahip olmak istiyo, toplum seni haklı onu haksız buluyor, sen biraz hak ver bari ona...
-hımmmm eeee serbest takılsın diyosun
-hayır evlilik içinde serbest bırak demek istedim... benim kız arkadaşım evlilik diye diretirken peki sadece soyadını ver yeter demeye başladı
-yani ne demek bu
-çocuk sevgisi aşktan üstündür demek
-benim çıkmam lazım sonra yine sohbet ederiz

*
Mahkumlara ayrı ayrı sorulur: Eğer ikiniz de birbirinizi ele vermez, sessiz kalırsanız her biriniz birer yıl hapis cezası alacaksınız. Eğer arkadaşınızı ele verirseniz ve o da sizi ele verirse beşer yıl hapis cezası alacaksınız. Eğer sadece biriniz diğerini ele verirse o serbest kalacak ve diğeri on yıl hapis cezası alacak.


*
Sunucu: Sizin romanınız 5 yıl önceden böyle bir cinayeti öngördü mü? Siz kahin misiniz?
Yazar: Hayır değilim, benim kahramanımla maktul arasında –kitabın tamamını okuma şansınız olmadı sanırım- uzaktan yakından bir bağlantı yok.

Sunucunun içinden şöyle dediğini düşündüm: Tüh! Anlaşsaydık iyi konu çıkardı buradan.

*
-Aa biraz geciktim ama sen zaten ısmarlamışsın.
-Evet, çünkü gelip de beni öyle hâlâ seni bekler ve garsonları geçiştirmeye çalışır halimle görünce hissedeceğin suçluluk duygusundan kurtarmak istedim...
*
“Seni kırmamak için sana beni kırdığını söylemeyeceğim.”

*
“Beni kırmamak için kaba davranmıştı. Böylece hem ona tepki gösterebilecek hem de rasyonalizasyon süreçlerim devreye girdiğinde kendimi değil onu sorumlu tutabilecektim. Çok nazik biriydi.” (Tarık Günersel)

*
Mazoşist sadiste “vur bana” demiş. Sadist de yanıt vermiş “hayır”. (Alain de Botton / Romantik Hareket)


*
-Bugüne kadar tanıdığım herkesten farklısın. Zaten hiçbir arkadaşım birbirine benzemez, hepsi birbirinden farklıdır.
-E benim ne farklılığım kaldı o zaman!?

Cuma, Ekim 13, 2006

Siz de mi zekisiniz!

Yapılan bir araştırmaya göre her 100 kişiden 1 kişi zeki, 32 kişi normal zekaya sahip ve geri kalan 67 kişinin zekası normalin altında...

O zeki 1 kişi olmasa normal zekaya sahip olanların bir kısmı zeki sayılacak ve normalin altında zekaya sahip olanların bir kısmı da normal zekaya sahip sayılacak. (Belki hepsi: O bir kişiyi yok etsen 32 kişi zeki konumuna geçer 67 kişi de normak zekalı. Tabii toplum ortalaması düşük bir zeka seviyesinden bahsediyoruz.) Zeki insanlara olumsuz bakış buradan çıkıyor olabilir mi, diğerlerinin değerlerini düşürüyorlar? Sonuçta başaran seni daha az başarılı ya da başarısız yapıyor. Çocukluğumuzda karşılaştığımız bir örneği düşünelim: 40 alıyorsunuz sınavdan. Ama hoca şöyle bir uygulama getiriyor: En yüksek nota göre değerlendirilecek tüm sınıf! En çalışkan/akıllı öğrenci ancak 80 alabildiği için onun notu 100 sayılacağından sizinki de 50 sayılıyor ve geçer not almış oluyorsunuz. Bir sonraki sınavda çalışkan/akıllı öğrenci daha çok çalışıyor ve 100 alıyor. Siz aynı notta sayıyorsunuz: 40. Neden geçer not alamadınız? Çalışmadığınız için değil, asla öyle değil, “o inek” daha fazla çalıştığı için, sadece inek değil “kalleş” bir inek olduğu için!

İlk sınavda daha fazla mutlu öğrenci olacağı açık. Ama ikinci sınava göre standartların daha düşük olduğu unutulmamalı.

Zekayla ilgili konuya dönüp şöyle çıkarımlar yapalım mı: Zeki olan 1 kişi zeki olduğunu biliyordur mutlaka. 32 kişiden dörtte biri yani 8 kişi; 67 kişiden en az yarısı yani 34 kişi zeki olduğunu düşünüyor olmalı, toplam 42 kişi. Neden? Normal zekaya sahip olanlar hayatları boyunca gerçekten zeki birisine rastlayamayacakları (ve böylece kendilerinin aslında zeki değil de sadece normal zekalı olduklarını anlayamayacakları) için ve normalin altında zekaya sahip olanlar da o zeki kişiye rastlasalar da anlayamayacakları için.

42 artı 1... % 43: Yani insanların neredeyse yarısı zeki olduğunu düşünüyor ve bunların arasında sadece biri gerçekten zeki...

Geri kalanlardan yarısının da kendilerine zeki diyenlerin arasından en az birinin gerçekten zeki olduğuna inandığını düşünelim... Geri kalanlar 57 kişi. Yarısı 29 kişi. 42 kişi kendinin zeki olduğuna inanıyordu, 29 kişi de bu 42 kişiden birinin zeki olduğuna inanıyor. 42+29=71. Bu toplamdan kendinin zeki olduğuna inanan ve tek haklı olan adamı çıkaralım. 71-1=70. Yani her 100 kişiden 70'i yanlış adama inanıyor...

Ama esas sorun şu her halde: Bu yazıyı okuyan her 100 kişiden 70'i, yanlış kişiye inanan o 70 kişiden biri değil de geri kalan 30 kişiden biri olduğunu düşünüyor. Hatta azımsanmayacak kadar büyük bir çoğunluk da o 30 kişiden 1’i olduğunu düşünüyor.

İki alıntıyla bitirmek istiyorum: “İnsanlar, başkalarını köleleştirmeyi, kendilerini özgürleştirmekten daha çok istiyorlar.” Ve “Dünyanın sorunu şu: Ahmaklar kendiden emin, zekiler kuşkuyla dolu.”

Pazartesi, Ekim 02, 2006

Bar kadını

Bir bar kadınıydı ama fahişe değil.
Para alırdı ama çok fazla değil.
Yanlış anlamayın güzel olmadığından değil.
Sadece istediği için yapardı, para için değil.
Hoşlanırdı sevişmekten ama herkesle değil.
Benimle bilhassa ve kanı kaynadıklarıyla,
ille de yakışıklı değil.
Bir leydi gibiydi konuşurken ve bir leydi gibiydi soyunurken
ama yatakta değil.
Sarılarak uyumak isterdim ona, kaçar giderdi,
ama hoşlanmadığından değil.
Her tarafını gördüğümü utanarak sanki
unutarak giyinirdi
ve tam olarak giyinmeden çıkmazdı karşıma.
Sevişme sonrası yine bir leydiydi o.
Başkalarıyla görürdüm arasıra onu.
Bakmazdı bana ama görmez değil.
İstekliydim duymak istediklerini söylemeye
ama cesaretli değil.
Beni kaybedeceğini bilerek sevişirdi.
Terk edeceğimi bilerek sevişirdim onunla.
Ve o olmadan şimdi geceleri,
yine de onsuz değil.

Cuma, Eylül 22, 2006

Açıklayabilirim

O gün, dalgın dalgın uzaklarda göz gezdirirken, gözleri gezinti rotamın ara istasyonunda bulunuyormuş, fark etmemiştim. Ona baktığımı, daha da ötesi onu süzdüğümü, artık biraz abartarak da olsa, ondan etkilendiğimi sezmiş. Biraz sonra tanıştığımızda, deminki bakışlarımın herhangi bir nesneye yönelik olmadığını, ona rastlamasının bir rastlantıdan ileriye gidemeyeceğini anlatmaya çalıştım. Tabii bunları anlatırkenki tutumumun onu dikizlerken suç üstünde yakalanmışlığımdan kurtulma çabasıymış gibi bir yanlış tahmin batağına saplanarak başarısız kalacağını da düşünmedim değil. Bu ikinci düşüncemi de hiç çekinmeden ona söylediğimde, şu üçüncüyü de eklemem şart olmuştu: “Doğallıktan uzak bir insan değilimdir, eğer beğendiysem duygularımı saklamam.” Yanlış tahminine ve bu tahmin üzerinde yükselttiği baştaki yargısına bağlı kalmaya devam ediyorsa eğer, bu üçüncü açıklamamın da ikinci açıklamamı haklı çıkartmak için yapıldığını düşüneceğini üzülerek tahmin ettiğimi de açıkça belirttim.

İlişkimizin sonraki dönemlerinde, tabii ki birçok başka konudan konuştuk, birçok başka olayla karşılaştık, ama duygularını belli etmeyen bir insanmışım gibi anlaşılmış olma durumlarımı, her defasında -tıpkı ilki gibi- ona gösterme gereğini sık sık duydum. Açıkçası onun bu konudaki tepkisi tamamen tepkisizlikti: Beni, ilk günden beri çok sevdiğim ve zamanla içindeki dozu çok iyi ayarlanmış sinsiliği fark ettikten sonra kelimenin tam anlamıyla âşık olduğum gülümsemesiyle cevaplandırmış, açıkçası cevapsız bırakmıştı. Çoğu kez benim kanıtlar üstüne kanıtlar koyarak ona anlatmaya çalıştığım yanlış anlaşılma korkumu yanlış anlamasından korkmamın, ona alay edilecek bir şeymiş gibi gelmesinden korkmuşumdur. Her defasında ona daha iyi açıklamalar sunma çabalarımın, “Yarası olan gocunur...” tarzı umursamaz bir yoruma kurban gittiği endişesini aralıksız taşıdım. Birbirimizi çok daha iyi tanımaya başladığımız günlerin, ayların sonunda bile, ilk günkü o belirsizlikten doğan ve giderek gelişen endişemi derinden hissetmeme engel olamadım. Onun ne düşündüğünü tam olarak bilemememden doğan bu belirsizliği her defasında kendi yararıma yorup bana kalpten inandığını umarak kendimi rahatlatmaya çalıştım. Ama yine de, artık yıllar öncesinin bir anısı olarak kalmış o olayın, ilk tanıştığımız günkü göz gezdirmelerimin ona rastlamış olmasının, aslında hiç de plansız olmadığını açıkladığım şu son birkaç günkü kadar kendimi rahat hissetmiş değildim.

Salı, Eylül 19, 2006

Asla

Film. The Gambler. Kumarbaz. Dostoyevski'nin hayatı. Romanının belli bir güne yetiştirmek zorunda olan yazar, onun kumar tutkusu, bu tutkuyu filmle eş zamanlı olarak romanında da anlatmaya çalışması ve hayatın hep mutlu sonla bitmediğini öğrettiği kız, yazarın hayallerini (belki de tıpatıp gerçeklerini) kağıda aktaran... Kız bu işi babasının sefil bir törenle gömülmemesi için para yardımı yapan sevgilisine borcunu ödemek için kabul eder. Sevgilisinin evlenme teklifini düşünmekte, kabul etmeye doğru gitmektedir. Ama yazara ilgi duymaya başlar. İş zamanında bitmezse parasını alamayacağını şans eseri öğrenir. Ama başka çaresi de yok gibidir. Ve yazar ona o önemli soruyu sorar:

Do you gamble? Kumar oynar mısın? Ya da: Oynayacak mısın kumarı?

Kız kumarı oynar. Yazarın romanı zamanında bitirmesini neredeyse o sağlar. O sırada da hayatın hep iyiliklerden oluşmadığını öğrenir. Tutkular vardır ve insanlar, yıkımlarına neden olsa da onların peşinden gitmeye hazırdır. (Tüm insanlar değil, kızın sevgilisi düzeni sever. Kız, onunla evlenmeyeceğini -ona değil ama seyirciye- şu sözlerle açıklar: Yaşamda heyecan sevmez misin?)

Dostoyevski'nin yazarlığa bağlılığı gözlerimi yaşarttı. Ve kızın ona yazarlığı konusundaki özverili yardımları da neye ihtiyacım olduğunu gösterdi.

2. film. O da bir yazarın hayatı, daha doğrusu başlangıcı. Hemingway'in. In love and war. Aşkta ve savaşta. Yazar savaşa katılır, gazeteci olarak. Tutkuludur. Savaşı yazacaktır. Vurulur hastaneye getirilir. Ayağının kesilmesine engel olan hemşireye aşık olur. Bir askerin ayağının kesilmesine engel olma cesaretini göstermesi nedeniyle doktor da hemşireye aşık olur. Doktor zengin ve geleceği güvenli biridir. Ama hemşire de genç yazara aşık olmuştur. Yazar Amerika'ya döner, kadını bekliyordur, evleneceklerdir, ama savaş sonunda hemşire ona gitmek konusunda kararsızdır. Yazarın bir gençlik hevesi nedeniyle gerçek olmayan bir aşk yaşadığını, ona güvenemeyeceğini düşünür, bir arkadaşı ona bunu düşündürtür. Ve onu bekleyen yazara, olgun doktorla evlenmeye karar verdiğini mektupta söyler.

6 ay geçer. Hemşire Amerika'ya gelir. İlk öykülerini yayınlamış, ilk romanını yazmakta olan yazarı inzivaya çekildiği göl kenarındaki evinde bulur. Onu sevdiğini söyler. Herkes -sanırım herkes, en azından ben- mutlu son bekler. (Ama bu yaşamdır ve seyircinin isteğine göre hareket edilmez.) Hemingway yolunu seçmiştir. Gururun yolu. Kadına tek laf etmez. Kararının onu ne kadar zorladığını görebiliriz. Kadın giderken arkasından gitmeyi bırak, geri dönüp bakmaz bile. Seyirci Hemingway'in aşık olduğu kadın olmadan -yanında olmadan yoksa kesinlikle kalbinde olarak- yaşadığı ve yazdığı geleceği, kadının ise 40 yaşına gelene kadar evlenmediğini ve filmin "buraya kadar" olduğunu göl kenarındaki manzara kararıp beyaz perdeye şu yazı geldiğinde anlar: "Bir daha birbirlerini hiç görmediler..."

Etkilenmiş ve yazarın gururuna şaşmıştım. İzlediğimdeki ilk izlenimlerim böyleydi. Sonra ise doğru bir kararla fikir değiştirerek kadının gururuna şaştım. Halen bu karardayım: Yazar değil kadın aptallık etti. Erkeğin, erkeklik gururunu ayaklar altına almasını istedi, 6 aydan sonra bir anda karşısına çıkıp seni seviyorum demek yeterli değildi. Kadın, kendi gururunu ön planda tutması sonucu, yazarın karşısına bir kez daha, bir kez daha çıkmalıydı; artık bittiğini, gerçekten bittiğini anlayıncaya kadar yazarın karşısına çıkmaya devam etmediği için aptallık etti... Yazara onu affetmesi için yeterli fırsat vermedi.

Ama bir yandan da şunu düşünüyorum... Belki de yazar onu asla affetmeyecekti... Zaten:Asla...

Çarşamba, Eylül 13, 2006

Aptal

O’na ihanet etmem zor olmadı. Ama aldatmayı beceremedim.

Kolay oldu, çünkü ihanet ettiğimin farkında bile değildim. O’nu terk etmiştim... O beni terk ettiği için!

O zaman zarfında bunalımdaydım. Bunalımlarımın nedeni O'ydu. O'na göre ise genelde sorunlu olduğum için, bunalıma girmişim. Genelde sorunlu olduğumu bana daha önce kimse söylememişti, bir gerçeği ortaya mı çıkarmıştı farklı bakışıyla, yoksa O’nun bu farklı bakışı beni bir yanlışa mı sürüklüyordu? Hangisi olduğunu bilemezdim. Gerçeği göremezdim. Kendi bakışımı kaybetmiştim -var mıydı bir bakışım hiç?- O’nun gözlerinden bakmaya çalışıyordum. Genelde sorunlu olduğumu kabul eder gibi gözüktüğümde onlardan kurtulmama yardımcı olmadığı için suçladım O'nu. Sorunlarımın nedeni O değilse bile ortaya çıkaran O'ydu! O da benimle birlikte suçlu olmalıydı birşeylerden, yanlız kalmak istemiyordum çünkü. Güçlüydü, o yüzden suçlu olmalıydı. Halbuki suçlular korkak olur. Benim gibi...

Ne yapacağımı bilmiyordum. Ne yapmayacağımı da... O yüzden yaptım.

Zor olmadı. Çünkü farkında bile değildim... Ayrılık sevdaya dahilmiş... (Bunu duymasın, kızar... O’nunkiler varken başka bir şairin sözlerine güvendim diye. Başka bir erkeğin... O varken...)

Bilmiyordum. Öğreniyordum... Mezun olmaya kalktım. Mezun olunmaz, sizi mezun ederler ancak!

Başka birisi için şöyle demişti, benim aptallıkla suçladığım birisi için: "Ben konuşunca aptallığı ortaya çıktığı için kızmıyor, çünkü aptallığının farkında. Sen değilsin..."

Ona ihanet etmem zor olmadı. Ama aldatmayı beceremedim. Becerebilseydim aldatmayı... Belki ihanet de etmezdim...

İhanet etmeme O neden oldu. Aldatmayı becerememe başkası: Diğer kişi... Ben arada, suçsuz ve güçsüz duruyordum. Biri beni çok zorladı, diğerine sığındım. Sığındığım yer hiç korunaklı değildi, geri döndüm. Korunaklı olsaydı? O’nunkinden daha korunaklı? O'nun sorunu buydu... Bana sorduğu bu... "Seni yeterince bağlayamamış mıyım kendime?"

O şöyle bağlardı kadınları kendine: "Sırtlarına ağır bir çuval yüklerdi... Anlamla anlamsızın, mantıkla tutarsızlığın, doğruyla daha doğrunun, sadakatla aldatmanın, bütün zıtlıkların beraber varlıklarını sürdürdüğü evrenin ağırlığıyla yüklü bir çuval... Kadınlar bu yükün altından kalkmak için çabalarken... O, kadınları omzunda taşırdı."

Yükü sırtımdan atmak istedim, omzundaki yerimi tehlikeye attım... Çuval yerde... Kırılmış olabilir, tamiri mümkün olmayabilir. Bu acı omuzlarını çökertebilir. O zaman yere, çuvalın yanına düşerim.

Belki de oradayım zaten... Yerde... Ve sırtıma yine çuvalı vermekten söz ediyor... Sadece taşımam için de değil bu kez... İçindekini onarmam için de...

Salı, Eylül 05, 2006

Ding-dong

Dudaklarımızın uzun aylardan sonra o ilk birleşmesi ve ortaklaşa dağıttığımız yataktan ayrılışım arasında, salondaki duvar saatinin gongu kaç kere vurdu anımsamıyorum. En az bir yarım saat geçmiş olmalı ama. Çünkü sevişmeye yeni başladığımızda gong, yaptığımız ritmik hareketlerle uyumlu olarak art arda çaldı uzunca bir süre: Ding-dong, ding-dong... Sonra tek bir kuvvetli vuruş yankılandı her şey bitip bedenlerimiz tükendiğinde: Dinggg...

Derin bir uykuya dalmasını bekledim, bedeninin benim üzerimdeki yarısından kurtulup sessizce yatağından çıkabilmek için. Odasından çıkarken hâlâ uyuduğuna emin olmak için dönüp baktığımda fark ettim. Yanıbaşında başka bir erkek yatıyordu, yataktayken varlığını hep hissettiğim ama göremediğim. Yoksa aslında onu görmeme engel olmak için mi söylemişti o lafları sevişirken: "Işığı kapa, bana bakman beni utandırıyor..."

Çıplak ayaklarımı soğuk taşlara basa basa salona gidip duvar saatinin altındaki koltuğa oturdum. Çırılçıplaktım. Salon soğuktu, oturduğum koltuk ise buz gibi. Soğuğu hissedebiliyordum ama üşümüyordum. Çıplak bedenimin içine geçemiyordu soğuk. Biraz önceki sevişmenin etkisi değildi bu. Uzun aylar boyunca içimde beslediğim sevginin artık kanıksadığı yerini şu an terk etmesiyle soğuyan içimin tepkisizliğiydi neden.

İçeride, yatakta uyuyan kadın... İnsani tepkilerimin çoğu onun içindi bir zamanlar. Ve şu anki tepkisizliğime de onun neden olduğunu biliyorum. Soğuk, karanlık odada ne yapmam gerektiğini bilemeden oturuyorum. Tek bildiğim onu unutmak istediğim. Bunu iki yıldır becerememiştim, şimdi de denesem başaramayacaktım, ara bir düşünce geliyordu aklıma hep. Onu önemsemeden onunla beraber olmak. Onunla sevişmek, onunla saatin tik-taklarını dinleyerek sevişmek. Sonra arkamı dönüp uyumak. Onu bir eskort kız gibi görmek, bir süre önce bana davrandığı gibi... bir orospu gibi.

Düşünceler dolduruyor kafamı. Eski zaman görüntüleri beliriyor gözlerimin önünde. Ana-baba günü bir plajda insanların arasına, yere serdiği havlunun üzerine oturmuş, sıkıldığı her hâlinden belli siyah uzun saçlı bir genç kız. Yaz boyunca güneşin altında tembel tembel yatarak bir erkeğin yanlarına gelip kendilerini tavlamasını beklemekten başka işleri olmayan diğer kızların etrafını doldurmuş bronz tenlerine gıpta ile bakarak beceriksizce saklamaya çalışıyor siyah mayosunun sardığı bembeyaz tenini. Büyük olasılıkla geçen yazdan beri ilk kez giydiği mayosunun modasının geçmiş olmasından endişe ediyor.

Bütün yaz şehirde çalışırken o, bu insanlar tembel tembel güneşlenmiş, denize girmiş, birbirleriyle tanışıp dost olmuşlar. Arkadaşının yeni tanıştırdığı çocuk da öyle. Omzunu yasladığı gölgelikte birasını içerek, siyah gözlükleri arkasından nereye baktığı belli olmadan insanları izliyor. Arasıra kıza bakıyor. Ne de olsa beraber geldiler, beraber dönmek zorundalar. Ama çocuk onunla sohbet etmek zorunda değil tabii ki.

Çocuk bir ara yalnız başına denize girip dönüşte havlusuna kurulanmak için kızın yanına geldiğinde, şezlonguna oturup kıza nerede çalıştığıyla, şehirde neler yaptığıyla ilgili sorular soruyor. O da bu tatlı hayat yaşayan sorumsuz gençlerden biri. Ama yine de tanıdığı tek yeni insan. Ve hoş çocuk. Bu yüzden yanına geldiğinde yüzünü ona dönerek en sevimli hâlini takınıyor.

O ana-baba günü kumsaldaki utangaç, sıkılgan ve beyaz tenli genç kız içeriki odada uyuyan kadın şimdi. Ben ise bronzluğunu kaybetmiş tenim çıplak oturuyorum salonda. İki buçuk yıl geçti aradan. Herhangi birisiymiş gibi tanıştığım o genç kız sonradan sevgilim oldu, aşkım oldu, benden ayrılıp başka bir erkeğin sevgilisi oldu, benim değil o erkeğin kollarında kadın oldu ve iki buçuk yıl sonra biraz önce benimle ilk kez birlikte oldu.

Erkek arkadaşının ona iyi bir kazık atarak terk ettiği sıralar bunlardan habersiz olan ben yoluna çıktım. Birisiyle beraber olduğunu ama iyi gitmediğini söyledi. Onu unutamadığımı söylediğimde teklifini yaptı.

"Biraz zaman ver bana, seçimimi yapayım."

Kabul etmedim. Ama reddetmedim de... Onu çok seviyordum. Hâlâ seviyorum! Beni seçti. Onu terk ettim! Özür diledi. Buluştuk. Hiçbir şey konuşmadık. Erken ayrıldık.

Onu aradım ve beraber olduk dün gece. Hayal kurmuştum: Kızlığını bana veriyor, ertesinde terk ediyor. Yıllar sonra arıyor, ilk aşkı, ilk erkeği olduğumu söylüyor.
- Bana kızlığını verip sonra başkalarına nasıl kullandırırsın...
- Sana kalbimi de vermiştim, onu böyle nasıl kırarsın...
- Onun eskisi kadar saf kaldığını sanmıyorum. Yatmak istiyorsan geleyim ama kalbimi istiyorsan onu sana getirmeyeceğim...

Onu tekrar sevgilim yaptım aşkı uzak tutarak düşüncemden. Ona bir eskort kız gibi davranacağım, hissettirmeden bir orospu gibi. O bir orospu benim gözümde. Bir orospu... Bu düşünceye kendimi alıştırmalıyım. Gözümdeki değerini azaltmanın, yok etmenin, unutmanın tek yolu bu. Acı çektireceğim ona, biliyorum ama, yoksa benim acılarım hiç dinmeyecek. Hem bu kadar insancıl düşünmeme gerek yok onun için. O bunu hak etmiyor.

"Ne oldu, uyuyamadın mı?"

Salonun girişinde üzerinde sabahlığı ile duruyor. Yanıma yaklaştığında karanlıkta çıplak olduğumu fark etti:

"Üşümüyor musun!?"

Kucağıma oturdu. Boynuma sarılıyor. Bir kedi gibi kıvrılıyor kucağımda. Kedilerden nefret ederim! Uyuklamaya başlıyor. Onu kucağımdan atmak istiyorum, gitmesini istiyorum. Bana dokunması eskiden olduğu gibi çıldırtmıyor beni. Çıldırtıyor, çıldırtıyor ama bu kez tamamen farklı nedenlerle.

Birden üşümeye başladım. Ürperdiğimi hissedince daha çok sokuluyor bana, daha çok üşümeme neden oluyor. Kalkmak üzere bir hareket yaptım daha kucağımdayken. Düşmemek için tutunuyor. Şaşkın şaşkın yüzüme bakıyor, bir şey söyleyemiyor. Yüzümdeki ifadesizliği görünce anlamak isteyen bakışlarla kenara çekiliyor. Kalkıyorum ve yerde dağınık duran giysilerimi giymeye koyuluyorum. Dün gece sevişmeye başladığımız yerden pantolonumu alırken sütyeni geldi elime. Sert bir hareketle koltuğun üzerine fırlattım, elime bulaşmasına engel olmak istermişim gibi. Gömleğimin düğmelerini iliklerken sormaya cesaret ediyor.

"Nereye gidiyorsun? Bir şey mi oldu?"

Ona doğru döndüm. Sadece Tanrı biliyor onu sevdiğimi. O nasılsa sır saklar. O yardım da ederdi ama unutmam için hiç yardım etmedi.

"Seninle beraberken kafamda hep başka biri vardı. Onu düşünmemeye çalıştım ama beceremedim. Sanki demin o da yataktaydı. Onu düşünmeden seninle bir daha sevişebileceğimi sanmıyorum. Seni tekrar sevebileceğimi sanmıyorum."

Beni anlaması olanaksız. Başka bir kadından söz ettiğimi sandı. Gerçeği söylemiyorum. Beni anlasa da yeterli değil. Acımı yok etmek için düşündüklerimi belleğimden silmesi olası değil.

Hiçbir şey söylemedi. Yere bakıyor. Sonra dikleşti ve yatak odasına doğru yürüyor.

"Seni evimde istemiyorum."

Odaya girip kapıyı kapadı. Yatağa uzanıp düşüncelere daldığını sadece tahmin ediyorum. Bir damla göz yaşı döktüğüne tanık olsaydım, ileride bir gün geri dönebilirdim. Benim için değil, kendi için ağladığını bilsem bile...

Terkidi yar

Başı yukarıda
boynu dik
bir kadın oldu
büyüdüğünde
erkeklere yüz vermeyen
yukarıdan bakan.
Kimse bilmezdi bu alışkanlığını
karşı apartmanın
üst katındaki
yakışıklıya bakarken
edindiğini
genç kızken...

Geçirdikleri
ilk ve tek geceyi hatırlardı o
yakışıklıyla
ailesi evde yokken.
En son ne zaman boynu bükük bir de
baktığını
bir erkeğe
üst kattakiler taşınırken...

Sevme beni

Beni romantik laflar ettiğim için sevmeni istemiyorum. Beni iyi bir insan olduğum için de sevme. Tipimden hoşlandığın için de, bana güvendiğin için de, baba şefkatini bende bulduğun için de, sevgiyi benle öğrendiğin için de, beni bırakmanın gerçek bir acı olduğunu düşündüğün için de, beni ayrılsak da hiç kaybetmek istemediğin için de... Sevme beni...

Beni sadece sev... Beni sadece nedensiz sev... Sadece nedensiz sevdiğin için sev beni...

Korkuyorum çünkü...

Beni sevme nedeninin kaybolmasından korkuyorum.. Nedensiz seversen, neden göstermeden sevmemezlik edemezsin...

İçime öyle bir gir ki, nasıl girdiğini bileme... Nasıl çıkacağını bulama...

Senin sevgini kaybetmekten korkuyorum.

Nazlı Kum

Bir kız ile erkek vardı önce
Kız bir kumsal, erkekse deniz
Deniz dövdü kumsalı gün boyu
Kumları yumuşamadı kumsalın
Suyun ıslaklığını korumadı içinde
Cevap vermedi o azgın dalgalara bile
Akşama doğru duruldu deniz, yoruldu erkek
Sonunda anladı dalgalarını boşuna azdırdığını
Ay gökte yükseldiğinde
düz ve pürüzsüzdü yüzeyi
Hiçbir hareket yoktu, ölü gibi
Şaşırdı kumsal, endişelendi
O azgın dalgaları düşündükçe
bu durgun hale bir anlam veremedi
O kadar çok mu istemişti yoksa?
Bu kadar büyük müydü hayal kırıklığı?
Böylesi bir sevgiyi hangi kadın bulmuştu?
Hangi kadın direnmişti böylesine?
Gevşetti vücudunu; yumuşadı kumları kumsalın
Denizin isteksiz küçük dalgaları
sürüklemeye başladı yumuşak kumları
Ama kaybetmişti deniz coşkusunu
Kabaramadı hiçbir zaman eskisi gibi
Kumları içine çekip kucaklamaya
küçük dalgaları da zaten yetmedi.

Bir kız ile bir erkek kaldı sonra
Kız bir kumsal; kendini ağırdan satmış, nazlı kumlarıyla
Erkekse deniz; bastırılmış, engellenmiş sularıyla
İkisi de aynı denizin kumsalı
aynı kumsalın denizi
içten içe isteyerek, arzulayarak
birbirine yakın
ama kilometrelerce uzak.