Perşembe, Nisan 23, 2020

İLİŞKİLER

Bu öykünün kahramanları yirmili, otuzlu, kırklı ve ellili yaşlardaki dört insan.

Yirmili yaşlardaki, genç bir kadın. Çok güzel, çok alımlı. Entelektüel. Annesini seviyor ama ona benzer bir yaşam sürmek istemiyor. Aslında o kimseye benzer bir yaşam sürmek istemiyor. Keşfetmek en büyük hobisi. Bu çabalarıyla günün birinde kendini de keşfedeceğine inanıyor.

Annesi, ev kadını olarak yetiştirilen bir kuşakla, kızı gibi hayata daha özgür, daha bireyci bakma ayrıcalığını yaşayan kuşağın orta noktasında bir yerde büyümüş. Kızının, kafasına estiğinde bütün işlerini, sorumluluklarını bırakıp, bir haftalık, on beş günlük tatillere çıktığını; cinsel konularda erkek arkadaşlarıyla her türlü şeyi yaşadığını; politikadan nefret ettiğini ve politikacılara şarlatan gözüyle baktığını; Tanrıyla ve dinle ilgili düşüncelerinin ne dincileri ne de Tanrıtanımazları tümüyle haklı bulmadığı için askıda olduğunu -bu nedenle “Kurallarını kendim koydum...” dediği bireysel bir dine inandığını- biliyor. Onun bu davranış ve düşüncelerini, yaşamına ve düşünüş tarzına tam uymasa da, çok yanlış bulmuyor. İyi bir eğitim almış olmasının desteğiyle, kendisinin de tam inanmadığı bağlarla bağlamak, sınırlamak yerine, ona güvenmeyi ve gerisini kadere bırakmayı yeğliyor.

Bu akıllı korkak (temkinli her halde doğru kelime...) kadın, az önce sözünü ettiğimiz dört kişiden biri, öykümüzün kırklı yaşlardaki kahramanı...

Kadının kocası bir zaman önce ölmüş. Ama kızı, babasının dizlerinin üzerinde oturacak yaşı çoktan geçtiğinden, kendisi de ev kadını olarak yetişmiş bir önceki kuşaktan, hayatını ömür boyu tek bir erkek üzerine kurmayacak kadar uzak olduğundan, bu ölüm alt üst etmemiş onları. Kızı zaten modern ve olgun fikirlere sahip olarak büyüdüğünden ve felsefeye meraklı olduğundan, yaşam ve ölüm konusundaki felsefi düşüncelerine temel oluşturmakta kullanmış babasının ölümünü. Yani çok düşünmüş, az ağlamış.

Annesi ise zaten bir işi ve kocasından ayrı bir sosyal çevresi -hatta kocasının tanımadığı erkek arkadaşları- bulunduğundan, onu yaşarken ne kadar sevse de “Hayat arkadaşımı kaybettim...” türü bir duyguya kapılmamış. Çekici bir kadın olduğundan, ona her zaman ilgi gösteren hatta ara sıra espri yollu “Kocandan boşan, seni evimin kadını yapayım...” gibi laflar söyleyip onu kahkahalarla güldüren arkadaşlarıyla daha rahat ve sık beraber olmaya başlamış. Önceleri sanki kocası yaşıyormuş ve onu evde bekliyormuşçasına tümüyle arkadaşlık sınırları içerisinde sürmüş bu ilişkiler. Masum öpücükleri, saçları okşamaları ve belinden, elinden tutmaları saymıyoruz artık...

Ama sorarım size, dul bir kadın ne kadar dayanabilir yalnızlığa... Hemen her gece rüyasında, kocasının görüntüsüyle sevişip tatmin olmaya çalışır ve sert erkek göğsü yerine yastığa sarılarak uyur ya da evlilik günlerinde -onları meraklı gözlerden gizleyen çalılık arkalarında, karanlık bir yerde otomobilin içinde- yaşanılan o hoş anları hatırlayarak, evinin banyosunda, tazyikli suyun içini ısıtan sıcaklığına kendini bırakır da, nasıl yakışıklı erkek arkadaşlarının kollarına kendini gerçekten, ciddi ciddi bırakmayı düşünmez...

Hele hayatındaki erkeklerden ikisi, kocasına ayırdığı rüyalarına en az onun kadar sıklıkta girmeye başlamışsa... Tutku ve şehvet daha yoğun hissedildiği için her zaman ön plana çıkıyor ve hatta burnunu rüyalarına sokuyor. Ama geleceğe yönelik bazı düşünceler -bir aile olma düşüncesi, hayatında her zaman güvenebileceği bir erkeğin olması düşüncesi, kızına bir baba bulma düşüncesi (kızının yaşça kendinden epeyce büyük “sevgili” babaları olsa da)- geri planda zihnini meşgul etmeyi sürdürüyor. Bu nedenle bu iki erkek arasında kararsız kalıyor. Çünkü bunlardan biri içindeki tutkuyu tatmin edecek gibi gözükürken, diğeri gelecek endişelerini yok edeceğe benziyor ama tutkuyu ve güveni bir arada sunacak üçüncü bir alternatif ne yazık ki bulunmuyor. Bu iki erkek de -şimdi onların sırası geldi- öykünün biri otuzlu diğeri ellili yaşlardaki diğer kahramanları...

Ellili yaşlardaki, kendi işinin başında bir patron. Felsefesi “Yaşayan kazanır...” değil, “Kazanan yaşar...”. Bu felsefeyi çok da iyi uygulamış, iyi kazanmış... Geleceğini garanti altına almış. Ama bu çabalarıyla gençken evlendiği ve sorumsuzca terk ettiği karısının ve kadından olan oğlunun, vicdanını sızlatan çığlıklarını dindirmeyi başaramamış. Sonra öykümüzün kahramanı bu kırk yaşlarındaki kadına rastlamış. Onu zengin erkek konumuyla çabucak etkileyebilir, gelecek vaatleriyle büyüleyebilirmiş, eğer kadının beynine girip aklını çelen -hem de tam ters yönde- başka bir erkek olmasaymış.

Bu erkek de son kahramanımız, otuz yaşlarındaki delikanlı. Kadın, zengin erkekle lüks yerlerde öğle yemekleri yerken, otuzluk delikanlısıyla sabahlara kadar süren ve gecenin hakkını gerçekten veren buluşmalar yapıyor. Hafta sonunda zengin hayranının şehir dışında ve deniz kıyısındaki evine kapanıp sakin ve huzurlu birkaç gün geçirirken, önceki hafta, delikanlının motorsikleti üzerinde geçirdiği plansız programsız ve tümüyle motoru kullananın yaşam tarzının doğal sonucu olarak karşılaşılan maceraların aklına gelmesinden kendini kurtaramıyor. Yaşamının geri kalan zamanını moruklamaya yüz tutmuş centilmenin kanatları altında rahat geçirebileceğini düşünürken, tutkulu ama sadece gününü yaşayan gencin, geceleri rüyalarına girip, aklını başından almasına engel olamıyor.

On yıl öncesinde olsa, ileride geleceği için endişelenmeye bol bol zamanı olacağını düşünerek, zengin sevgilisinin kırışmaya başlamış yanağından bir makas alıp, hafta sonunu -ve tüm hafta sonlarını- motorun üzerinde geçirebilecekken ve on yıl sonrasında olsa, genç aşığın motorunun gürültüsünün kulaklarını fazlasıyla rahatsız ettiğini görerek, Limuzin’in o sessiz ve sarsıntısız arka koltuğuna gönül rahatlığıyla kurulabilecekken, geçmişi ile geleceğinin sınırında, kırk yaşlarında yaşıyor... Her insan hayatının belli bir döneminde yaş bunalımı geçirir... Kadınların farkı, bunalımın hayatlarının her dönemine yayılmasıdır.

Otuzlu yaşlardaki gencin nasıl biri olduğu konusunda kafanızda canlanan fikirlere aynen katılalım, onu fazlaca anlatmayalım. Gizemli bir kişiliği olduğundan bu tavrımız onun da hoşuna gider.

Yaşamın hep ileri doğru gittiği düşünülerek, gelecek endişesinin daha önemli olduğu söylenebilir. Ama yine yaşamın hep ileri gittiği gerçeğinden şöyle bir sonuca da varılabilir: İnsan hep geçmişe kalır. Zaten fotoğraflarını tozlardan, örümcek ağlarından temizleyip, parlatıp, baş köşemizdeki yerlerine astığımız bir geçmişimiz olmadan, geleceğimiz ne kadar parlak olabilir... Bugün geçmişe mi aittir, yoksa geleceğe mi? Yoksa otuzluk delikanlımızın felsefesi mi en doğrusu: Bugün, bugüne aittir...

Bugün, bugüne aittir... Yarını düşünmeye gerek yok. Peki ya iki saat sonrasını, bir saat sonrasını... Bir an sonrasını düşünmeden yaşayan bir beyin var olabilir mi acaba? Bugün bugüne aittir felsefesi bir kandırmaca mı yoksa?

Nitekim bu felsefenin öykümüzdeki temsilcisi otuzluk delikanlı da geleceği düşünüyor. Planlar yapıyor. Aynen sizin ve benim gibi. Onun da hayatta yapmayı istediği, arzuladığı şeyler var. Örneğin o, kırklık sevgilisinin kızını arzuluyor... Ve onu elde ediyor. Hem anne hem kızla beraber oluyor. Ve ne anne ne kız bunu biliyor.

Delikanlının da bilmediği şeyler var. Kızıyla ilişkiye girmekten çekinmediği kırk yaşındaki sevgilisinin, ona ara sıra bahsettiği ve yaşam tarzının bir gereği olarak olgunlukla karşıladığı -ya da öyle gözüktüğü- elli yaşlarındaki zengin centilmen, yıllar önce, daha o kundakta bir bebekken annesini terk eden adam, yani babası.

Babasının bu sorumsuz davranışına rağmen annesi, ondan hep iyi söz etmiş olduğundan ve onun bir gün geri döneceği umudunu çocuğa içten içe yansıttığından, ergenlik çağlarının sonuna kadar saf ve inatçı bir umutla onu beklemiş genç adam. Artık geleceğine inanmadığı gün, geleceğe de inanmamaya başlamış.

Babası ise -bu gerçeğe henüz kendinizi alıştıramamış olabilirsiniz, bir önceki paragrafı bir daha okuyunuz- terk etmenin dayanılmaz acılarını her zaman içinde taşıyarak ve geri dönmenin göze alınamaz ağırlığına katlanamayacağını düşünerek, vicdanını başka bir yerde rahatlatma yolunu seçiyor. Kırk yaşlarındaki kadının ve onun yirmili yaşlardaki kızının karşısına, onlara güvenli bir gelecek garantileyen zengin ve dul bir koca ve sempatik bir baba olarak çıkıyor. Aslında karısı olmasını istediği, sizin bu öykü bahanesiyle tanıştığınız kadını, o çok öncelerden, daha dul kalmadan tanıyormuş. Hatta o sıralar henüz karısını ve oğlunu kendi başlarına bırakıp gittiği kafasına dank etmemiş ve vicdanının sesini duymaya başlamamışken, onunla kısa süreli bir ilişki de yaşamış. Karşı tarafın beraberliklerine engel yanı -kadının kocası, evin gerçek babası- ortadan kalktığında, yas döneminin hemen ardından, vicdanının artık duymaya başladığı sesinden kendini kurtaracak evlenme teklifini yapıyor.

Gençliğinde yaptığı hata, onun yalnızca geleceğe bakmasını ve yalnızca gelecek için çalışmasını ve bu sayede zengin olmasını sağlamış. Ama ikinci plana iterek, anımsadıklarını bastırarak kurtulmaya çalıştığı geçmişi onu, elli yaşının bir dönemecinde bekliyor. Artık giderek kısalan gelecek, geçmiş kadar önemli değildir. Kısa kibrit çöpünü kim çekmek ister...

Ve elli küsur yaşlarındaki bu adam, kadınla hayatını tekrar birleştirerek, daha önceki ilişkilerinden olduğunu bilmediği kendi öz kızının üvey babası olmaya doğru ilerliyor. Bu durumu kız da bilmiyor, sadece kızın annesi biliyor.

Hayat öyle kurnazdır ki size uzattığı kibritlerin içinde, birden fazla kısa kibrit olup olmadığına dikkat etmelisiniz...

Ellili yaşlardaki beyimizin, yaşının verdiği olgunlukla bu öğüdümüzü dinlediği pek söylenemez; o yaşlarda insanlar öğüt dinlemezler. O zaman, kim otuzlu yaşlardaki delikanlı ile yirmili yaşlardaki genç kadını suçlayabilir; o yaşlarda da insanlar öğüt dinlemezler. Bu iki genç, kardeş olduklarını bilmeden, birbirleriyle sıra dışı bir ilişkiye girmişlerse, hayat tarzlarının sıra dışı olması içlerini rahatlatır mı? Yarını da dünü de düşünmeye gerek duymayan bir adam, geçmiş hatalarının geleceğini etkilemesine izin verir mi? “Ensest ilişkiyi hangi din, hangi Tanrı yasaklamış, benim dinimde bal gibi de yeri var...” deyip, bireysel dinine yeni ahlak kuralları ekleyebilir mi genç kadın?

Sanırım ekleyemez. Çünkü eğer ekleyebilseydi, bir tane de kendi babasına ilgi duyan bir kadının, onunla beraberliğini haklı kılacak bir kural eklerdi. Halbuki o, öz babası olduğunu bilmeden annesinin bu elli küsur yaşındaki sevgilisine ilgi duyuyor. Ölen (üvey) babasının eksikliğini hissetmediğini söylese de, hayatındaki erkeklerin babası yaştakilerinin azımsanamayacak sayıda olması, onu haksız çıkarıyor. Annesinin ilişkisine bu nedenle karşı çıkıyor. Annesi ilgi duyduğu erkekle evlenirse, üvey babası olacak bu adamla beraber olamaz. Ama bu evlilik gerçekleşmezse, ilişkilerini annesinden gizlediği ve annesinin sırrını da öğrenmediği sürece, gönül rahatlığıyla, öz babası olduğundan habersiz bu adamla ilişkiye girebilir...

Ama eğer annesinin sırrını öğrenirse, yaşadığı olaylar üzerine kurduğu felsefi görüşlerinin, yaşam, ölüm ve aşk konulu olanlarında, temelden bazı değişiklikler yapması gerektiğini düşünecektir. Bu açıdan görüşlerini “O kadar yıl dizinin dibinden ayrılmadığım, babam olduğuna inandığım kişi aslında babam değilmiş, demek ki insan babasına bile güvenmemeli...” ya da “Bir kızın babasına duyduğu sevgi, belki de şu anda âşık olduğum insana duyduğum sevgiden farklı değildir, o zaman bir kızın babasına (ya da bir oğlan çocuğunun annesine) âşık olduğunu düşünmemesinin tek nedeni, onun babası (ya da annesi) olduğunu bilmesidir...” şeklinde değişikliğe ve yeniliğe uğratacak ve gönül verdiği felsefenin, hiçbir şeyden emin olmamak anlamına geldiği bir kez daha kanıtlandığı için mutluluk duyduğunu söyleyecek ama bundan da çok fazla emin gözükemeyecektir. Burada, genç kızın kafasının iyice karışması ve felsefe yapmayı bırakıp ağlaması büyük olasılıktır.

Şu ana kadar kaçırdığınız bir şeyler oldu mu? Sanırım ben bir şeyi kaçırdım... Kırk yaşındaki kadın kahramanımın felsefesine yer vermedim (halbuki tüm bu ilişkilerin merkezinde o var). Gururuna yediremediği ve ailesini dağıtmak istemediğinden, kızının gerçek babasının elli yaşındaki eski dostu olduğunu kimseye söylememiş. Şu anda da söylemeye niyetli değil. Ama aynı zamanda otuzluk delikanlıyı -şehveti- terk ederek, kız ile babayı yıllar sonra -onlar bundan habersiz de olsa- bir araya getirmeyi düşünmüyor da değil. Tabii kızının öz babasından hoşlandığını ve onunla evliliğine bu nedenle karşı olduğunu da anlamış değil. Bir de şu var ki, kızının öz babasının başka bir kadından olma oğlunun, şu anda kendine şehveti yaşatan delikanlı olduğunun da hiç farkında değil.

Sanırım şimdi oldu, size her şeyi düzenli bir şekilde toparlayıp, hiçbir şeyi atlamadan aktarabildim. Öykü yazarken en çok dikkat ettiğim nokta budur: Hiçbir şey karmaşık kalmamalıdır.


(Gençlik Kitabevi Öykü Ödülü ‘97 Mansiyon)

Salı, Nisan 21, 2020

GÜNLÜK KAYGILAR



BİR GÜN...


Uzun süreden beri patronun beni işten çıkarmak istediğinden şüpheleniyordum. Nedeni gayet açıktı. Bundan önceki iki kriz döneminde birçok çalışana bunu yaptığı halde benim kılıma bile dokunmamıştı. Gerçi çok iyi anlaşıyoruz, ben de işimde çok iyiyim ama bu patronlar paradan başka kimseyi dost kabul etmezler kendilerine. Ben de bu yüzden bir patronu dost kabul etmem. Şüphelendiğim şey de zaten bugün başıma geldi. Patron beni yanına çağırdı ve dedi ki:



“Büro çok kalabalıklaştı. Sen de farkındasındır, artık bize dar geliyor. Bu konuda bir şeyler yapmayı düşünüyorum.”



Hemen anladım niyetini. Bir bozuldum, bir bozuldum... Üstüne bir de o lafı etti: “Senin çevren geniştir, başka bir yer bulabilirsin sanırım...”



İşte açık açık söylemişti artık. Bir an ne diyeceğimi bilemedim, yüzüm kızarmış olmalı. “Bu şirkete bu kadar emek verdim, nasıl başka bir yer bulmamı söylersiniz! Beni nasıl kovarsınız!..“ dedim ve kapıyı sertçe çarpıp çıktım odasından.



Hemen birkaç arkadaşımı aradım ve patronumun bana açıkça “Artık başka bir yer ara kendine, burada işin bitti, kovuldun...” dediğini söyledim. Bana yardım edip edemeyeceklerini sordum. İlgileneceklerini söylediler. Benim gibi biri nasılsa başka bir iş bulurmuş...



BİR GÜN SONRA...

Benim gibi biri nasıl başka bir iş bulur? Bugün iş ilanlarına baktım. Pek iç açıcı bir şey yok. Daha doğrusu benim gibi birisi için bir şeyler yok. Ne kadar aşağılayıcı bir şey eleman ilanlarına bakmak. Aradıkları insana uyup uymadığını düşünmek. Bir de utanmadan “Beraber çalışmak üzere...” gibi laflar kullanırlar. Beraber çalışmak da şöyledir: Siz iş için çalışırsınız, onlar da sizin çalışıp çalışmadığınızı görmek için... Hele küçük iş yerlerinde bu kadar kibarlığa bile gerek yoktur, doğrudan “Çalıştırılmak üzere...” alınırsınız. Kendimi hep köle pazarında gibi hissetmişimdir.



Ya görüşmeye çağırdıklarında... O da ayrı bir sorun. Senin görevlerini ve işin gerekliliklerini anlata anlata bitiremezler ama bunun karşılığında sana sunacaklarını söyledikleri şeylerin özeti, yalnızca maaş ve belki de primdir. Tecrübenizin, becerinizin ve çalışma saatlerinizin artarak devam etmesini yılın her günü isterler, oysa onlar maaşınızı yılda bir arttırırlar. Hiçbir zaman hakkınız olanı vermezler yani. Huzur vereceğinizi garantileyin, yarı maaşa geleyim...



Arkadaşlarımdan da telefon gelmedi, biliyordum zaten. Hepsi yalancı. Bana yardım edeceklerine işimden kovulduğum için seviniyorlardır mutlaka. Beni rakipleri gibi gördüklerine eminim. Daha iyi bir yer bulayım da, daha iyi maaş veren bir yer, gösteririm hepsine. Patrona da gösteririm. Bir de sabah utanmadan yanıma gelmiş ve sözünü yanlış anladığımdan bahsediyor. Güya o, büronun bu kalabalığını, iş yoğunluğunu kaldıracak yeni bir yere taşınması gerektiğini düşünüyormuş. Bana “Bir yer bulabilir misin?” derken, taşınmayı düşündüğü yeni bir büroyu kastetmiş. Benim gibi titiz ve çalışkan bir insanı neden kovsunmuş ki. Hem yeni büroda bana ayrı bir oda verme düşüncesi bile varmış...



Beyefendi külahıma anlatsın, bu yalanlarla beni kandıramaz, burada artık bir hafta daha duramam. Yoo olur mu... Ay sonuna kadar beni kovamaz. Ay sonunda tam maaş alır, öyle çıkarım. Hem bir iş de bulmuş olurum o zamana kadar. İyi fikir günlüğüm. Sağol. Sen olmasan... Hepsine göstereceğim... Beraber göstereceğiz...



Bu akşam çok yorgundum, yeni aldığım cinayet romanını okuyamadım. Artık yarın akşama...



BİR GÜN SONRA...

Akşam eve dönerken yolda rastladığım arkadaşım moralimi bozdu. Yeni bir iş aradığımı söyledim, endişelerimi aktardım. “Sen iş bulamayacaksın da kim bulacak...” dedi. “Kim iş bulmuş da sen bulacaksın...” der gibi bakıyordu ama. Sektörü iyi tanır, acaba iş bulmak için bir eksiğim mi var? Ne olabilir ki? Acaba akşamları yardımcı bazı kurslara gitmeli miydim? Eğitimimde eksik bir yön var belki de... Amaan canım, o pis bir nifak tohumu... Kendimle benim aramızı açmak istiyor. Bir an kendimden bile şüphelendim... Oysa ben her şeyden şüphelenirim, kendimden şüphelenmem.



Bunları kafamdan atayım, başka şeyler düşünüp biraz rahatlayayım. Neyse ki yazıyorum da biraz akıtabiliyorum içimi. Günlüğüm, seni tutmaya ara vermiştim uzun süredir. Tekrar başlamam iyi oldu. Yazmadığım zamanlarda hayatımda ne büyük bir eksiklik olduğunu fark ettim. Gün gün yaşadığım olayların yorumunu, bana söylenen bir sözün gerçek anlamını, hareketlerin arkasındaki imaları, günün o hızlı temposu içerisinde anlamam, kavramam zor oluyor bazen. Ama eve gelip sana yazarken hepsini daha ayrıntılı düşünüyor ve gizli anlamları bulabiliyorum. Bu yüzden benim yalnızca günlüğüm değil, en iyi arkadaşımsın ve seni çok seviyorum. Bundan sonra sana yazmayı hiç bırakmayacağım.



Bu cinayet romanlarını okumayı da tabii... Bu akşam okumaya başladığım çok ilginç. Katil kim acaba? Ben, beyin sekreterinden ve evin hanımından şüpheleniyorum. Bir de o genç üniversiteli kız var tabii. Gözlerim uykusuzluktan kapanmasa sonuna kadar gelirdim aslında... Neyse yarın akşama.



BİR GÜN SONRA...

Akşam eve gelip kitabı heyecanla okumaya başladığımda bil bakalım ne aptallık yaptım: Boş bulunup, durmam gereken yeri geçtim, sonunu da okudum, bitirdim romanı. Katil uşakmış. At gitsin şimdi bu kitabı... Oysa ki üniversite çağlarından beri okuduğum ne çok cinayet romanı var, hiçbirini bitirmedim. Hepsini ara sıra açar tekrar tekrar okur, göz atarım. Katilin bulunması işin zevkini kaçırıyor. En iyisi şüphelenmek... Herkesten ve her şeyden... Hiç bitmemecesine hem de. Herhalde hiç iyi bir dedektif olamazdım ben...



Bugün başka ne oldu..? Askerdeki sevgilimden mektup aldım. Aynen şöyle diyor mektubun bir bölümünde: “Kendimi değişmiş hissediyorum. Askerde yaptığımız bunca gereksiz iş, boşa harcadığımız bunca zaman gözümü açtı. Sivildeyken de, dönünce tekrar başlamayı düşündüğüm eski işim de dahil, bir sürü gereksiz iş yapıyor, zamanımı gereksiz insanlarla, gereksiz yerlerde yine boşa harcıyordum. O yüzden karar verdim, askerlik bitince hayatımdaki bir çok fazlalığı atacağım. Daha akıllı yaşayacağım... “



Önce “Aferin ya..!” dedim, doğruymuş, askerlik insanı olgunlaştırıyor, akıllandırıyormuş. Ama sonra esas demek istediğini anladım. Gayet açık aslında... Onun derdi benimle. Beyefendimiz beni terk etmek istediğini söylemeye çalışıyor da söyleyemiyor. Sen kim oluyorsun da beni terk ediyorsun... Esas ben seni terk ediyorum. Beni “Gereksiz” buluyorsun ha... Benimle “boşa zaman geçiriyordun” ha... Bu mektuptan sonra gelecek ikinci ya da üçüncü mektupta benden ayrılmak istediğinden bahsedeceğine de eminim. Neyse ki durumun hemen farkına vardım. Ona öyle bir mektup yazacağım ki benim kim olduğumu anlayacak. Ondan nefret ediyorum...



Ah günlüğüm... Biliyorum beni terk etmeyecek, bana yalanları değil, gerçekleri dosdoğru söyleyecek bir tek sen varsın...



BİR GÜN SONRA...

Bugün bir iş görüşmesine gittim. Ne yazık ki bir bayandı görüştüğüm ve söylediğine göre orada işe başlarsam amirim de o olacakmış. Bunu bilmiyordum giderken. Bilseydim o kadar çekici giyinmezdim. Zaten o da fark etti ondan güzel olduğumu. Devamlı beni süzdü yukarıdan aşağı. Mutlaka kıskanmıştır. Suratıma “Senin gibi bir dişi şeytanı yanıma alacak kadar enayi miyim ben, burada ikimizden biri fazla...” der gibi baktı. Böyle hırslı, şirret kadınlar çevrede kendilerinden daha çekici başka bir kadının olmasını istemezler. Hiç umudum yok bu yüzden. Aptal kadın. Benim gibisini zor bulur. Zaten söylediği o laflardan sonra benimle çalışmak istese, özür dilese bile, ben onunla çalışmam artık.



Patron bugün neden bir tatile çıkmadığımı sordu, çok yorulmuşum güya. Merak etmemesini, bir süre sonra benden tümüyle kurtulacağını söyledim. Aksi gibi iş aramalarım da hâlâ sonuçsuz, moralim bozuluyor.



Neyse ben romanımı okuyayım...

.....

Tanrım mükemmel bir roman. Gece yarısına kadar okudum. Sonunu okusaydım kendimi öldürürdüm. Çok farklı bir cinayet olayı, çünkü dedektifin kendisi de şüphelilerden birisi. O bile şaşırıyor kanıtların kendi üzerinde toplanmasına, artık kimseden şüphelenmeyi düşünemiyor bile ama hayatında hiç olmadığı kadar kendinden şüpheleniyor. Şüphe bir kurt gibi kemiriyor içini. Ne müthiş bir konu değil mi... Tam istediğim gibi. İnanır mısın, ter içinde kaldım. Müthiş rahatlamış hissediyorum kendimi, şimdi mışıl mışıl uyurum.



BİR GÜN SONRA...

Patronum yeni birisini almış işe. Benimle tanıştırdı. Yardımcım olacağını, böylece üzerimdeki iş yükünün hafifleyeceğini düşündüğünü söyledi. Biraz rahatlarmışım. Ne pişkin herif şu bizim patron, hâlâ beni kovduğunun farkında değilmiş gibi davranıyor. Ve biraz düşününce de buldum, sağ ol günlüğüm, arkamdan kuyumu kazıyorlarmış da haberim yok. Bakar mısın, daha ben gitmeden yerime geçecek kişiyi buldu: O genç çocuk... Sempatik bir şey ama ona işi öğretmek için parmağımı bile kıpırdatmam. Nasılsa aybaşı ayrılıyorum. Bir de iş bulabilsem...



Bu arada bir yerle daha görüştüm. Beni çok beğendiklerini, benimle çalışmak istediklerini söylediler. Şu anki işimle ilgili sorunun ne olduğunu sordular. Sorun olmadığını, iki tarafın da birbirinden çok memnun olduğunu ama benim kendimi geliştirecek ve daha çok sorumluluk yüklenmeme olanak tanıyacak yeni bir işe ve çevreye ihtiyacım olduğunu söyledim. “Anlıyoruz” dediler.



Kovulduğumu, kapı dışarı edildiğimi mi anladılar acaba? Yok canım anlamış olamazlar. Patronumu arayıp sorarlar belki de. Belki de ben daha onlarla görüşmeden sormuş, soruşturmuşlardır. Tabii öyle olmalı. Şimdi her şeyi anlıyorum. Benimle dalga geçtikleri her hallerinden belliydi zaten. Devamlı gülüyorlardı suratıma. Önce beni sempatik buldukları için güldüklerini sanmıştım ama değilmiş demekki... Terbiyesiz herifler... Duygularımla oynadı ahlaksızlar... Ah sevgili günlüğüm, bak sen olmasan nasıl da kanacaktım o insanlara... Ararlarsa bir daha, göstereceğim onlara da günlerini. Şu hayat ne kadar kötü, insanlar ne kadar zalim... Tanrım..! Biz böyle acılar içinde kıvranırken sen neredesin..? Yoksa yok musun..? Baksana, bizi kendinden bile şüpheye düşürüyorsun... Tövbe tövbe...



Sen ne dersin günlüğüm...



BİR GÜN SONRA...

Bugün daha önce başvurduğum iki yerden telefon ettiler ve beni son bir kez görmek istediklerini söylediler. Bir dakika... “Son bir kez” ne demek? Bir daha görmeyecekler mi yani? Ama o zaman neden çağırsınlar? Aman canım ben de!!! Büyük olasılıkla iş teklifi yapacaklar. Çok iyi oldu bu, aybaşı yaklaşıyor.



Bu arada patronumun güya yardımcım diye yanıma verdiği genç çocuk benden hoşlanıyor sanırım. Masasının üzerinde bir şiir bulmuştum geçen gün. Şöyle bir göz atıp bıraktım yerine ama çok güzel bir şiir olduğundan aklımda kaldı birkaç dizesi. Dizeler o güzel ritmleriyle aklıma bir şarkı sözü gibi takıldığından, içimden tekrar tekrar söylemeye başlamıştım ki, bir anda buldum: Bu şiir beni anlatıyordu.



O “Beyaz gül yanakların, sarı gül dağınık saçlarındır...” dediği kadının benden başkası olması mümkün değildi. “Gül” diyerek aynı zamanda, yerime geçeceği için ona kızgın olmadığımı belli etmemi, ona cesaret vermek için gülümsememi istiyordu. Her ne kadar o, patronun isteğiyle, benim ay başında boşalacak yerimi almak üzere geldiyse de bu şirkete, bana âşık olmaktan alıkoyamamıştı kendini işte, ne yapsın...



“Ömrüm, gittikçe silinen bir kopyandı senin...” diyen bu çaresiz âşık, umursamaz tavırlarımla onu içine düşürdüğüm durumdan bahsediyordu. Bana âşık olmasa gözlerini kapayıp görevini yerine getirebilecekken, gözlerini her kapadığında hayalimle uyanıyordu. Geceleri uyku tutmuyordu, zaten geceleri anlamıştı bana âşık olduğunu. “Hep karanlık sevdim seni...” derken hem bunu hem de geleceğimizdeki karaltıyı simgelemeye çalışıyordu. Tam bir yıldırım aşkıydı. Benden hoşlanıyor, pişmanlığını dile getirmeye çalışıyor ama bana açılamıyordu. Zaten o yüzden yazdı bu şiiri. Gözlerine ilk baktığımda anlamıştım zaten onun sanatçı bir kişiliği olduğunu... Bu çok hoşuma gitti. Ne kadar romantik. Sanırım ben de ondan hoşlanabilirim... Nasılsa askerdeki sevgilimden ayrıldım. Ona bir mektup gönderdim, her şeyin bittiğini anlattım.

...

Bu cinayet romanı yazarları bu kadar güzel kurguları nasıl tasarlayabiliyorlar? Sanki olayın içindeymişler, sanki gerçekten o cinayetleri yaşamışlar gibi. Şüpheleniyorum doğrusu.



BİR GÜN SONRA...

İki yıl önce tuttuğum günlüğümü okudum. Günlük tutmak güzel bir şey. Yazarken o kadar önem vermiyorsunuz ama belli bir süre geçip de, kendi hayatınıza biraz uzaktan bakınca işin ilginçliğini anlıyorsunuz. Sanki siz başka biriymişiniz gibi. “Bunları ben mi yaşamışım?” diyorsunuz, günahları ve sevaplarıyla... Çok şaşırtıcı bir duygu bu. Ama bazen endişelenmiyor değilim, acaba insanlardan kaçmak için bir bahene mi bu? Hayatta en çok korktuğum şey yalnız kalmak. Hiçbir arayanım, benim arayacağım tek bir kişinin bile olmaması... Bazen bu günlüğe kendimi fazla kaptırdığımı düşünüyorum çünkü. Sanki bir şeylerden kaçıp, gelip bu günlüğe yazıyor ve bunun beni sorunlardan kurtarmasını bekliyorum... Yok canım... Ben de her şeyden şüphelenmeye başladım. Olacak şey değil, günlüğümden de şüphelenirsem, güvenecek kimim kalır ki...



Senden özür dilerim günlüğüm.



BİR GÜN SONRA...

Askerdeki eski sevgilim aradı. Önce çok heyecanlandım. Doğrusu beraberliğimiz süresince beni her açıdan memnun etmedi değil. Bir an sesini duyunca o eski güzel günleri hatırladım. (Ve tabii geceleri... O aşk dolu geceleri sana yazdığımı hatırlıyorum, şu sayfayı bitirdikten sonra açıp okuyayım.) İçim bir hoş oldu. Ama sonra kendimi toparladım. Beni terk eden bir erkeğin ayaklarına kapanamazdım ya...



Uzun uzun anlattı. Önce onu terk etmeme çok şaşırdığını, buna bir anlam veremediğini ama daha sonra düşününce her şeyi anladığını söyledi. Askerden dönmesini birkaç ay daha bekleyemediğim için bana teşekkür ederken, yeni bulduğum sevgilimle bana mutluluklar diledi. Ona bir aptal olduğunu söyleyip kapadım telefonu suratına. Nereden uyduruyor bunları anlamadım. Öyle yeni sevgili falan... Paranoyakça şeyler bunlar. Tabii canım, belli, kendi suçunu bana yüklemeye çalışıyor. Beni asıl terk eden sen değil misin aptal... Vicdan azabından kurtulacak aklınca. Aman aman... ondan ayrıldığım iyi oldu.



Zaten benim yeni bir sevenim var artık. Sana bahsetmiştim, iş yerindeki o yakışıklı çocuk, yardımcım. Bana belli etmemeye çalışıyor ama o şiir her şeyi açıkça anlatıyordu. Ona gayet candan davranıyorum ama benimleyken neden o kadar ciddi olduğunu bir türlü anlayamıyorum, sadece iş konuşuyor, hiç esas konuya girmiyor. Yoksa üzerine düşmemden, fazlaca ilgilenmemden mi hoşlanmadı? Evet evet öyle olmalı. Biraz ağırdan satayım canım ben de kendimi. Öyle güzel aşk şiirleri yazıyorsa, gizemlilik hoşuna gidiyordur, belki de platoniktir. Çok iyi bir âşık olduğu her halinden belli. Onunla iyi bir çift olacağız ama ay başına da epey az kaldı... Elini çabuk tut sevgilim, beni istiyorsun ve işte buradayım. Gel de al işte artık beni...



Hiç merak etme günlüğüm, bir haftaya kadar bana içini açacak. Bak bir hafta sonrasının sayfasını açıyorum ve ne yazıyorum: “Uzun süredir peşimden koşan çocuk sonunda bana açıldı. Artık bana delice âşık bir sevgilim var ve benimle evlenmek istiyor. Ama ben biraz daha beklemekten yanayım... Biraz nazlanayım, değil mi...”



BİR GÜN SONRA...

Sonunda yaptım... Bu düşüncemden sana bahsetmemiştim, kusura bakma. Bugün gittim ve ona benden hoşlandığını bildiğimi söyledim. Çok utangaç, biraz sinirlendi. “Nereden çıkarıyorsunuz bunu?” dedi. Yazdığı aşk şiirini masasının üzerinde bulduğumu, bunun hemen benim için yazıldığını anladığımı, zaten ilk tanıştığımızda da bakışlarını üzerimden ayıramadığını fark ettiğimi, laf aramızda bugüne kadar epeyce hayranım olduğundan bu konularda biraz tecrübeli sayılabileceğimi söyledim. Tabii beni ahlaksız bir kadın sanmasın diye çok az ilişkim olduğunu çünkü çok seçici davrandığımı da ekledim. Suratıma o kadar aptal aptal ama bir o kadar da tatlı baktı ki yanağından bir makas almadan duramadım. Sence fazla ileri gitmiş miyim? N’apayım aylardır bir erkeğim olmadı. Çekici bir kadınım ve ay başı da yaklaşıyor... Yani aybaşında işten ayrılacağım ya, onu demek istiyorum... Onu öylece bırakıp odama geldim. Akşama kadar bekledim ama bir ses çıkmadı. Böyle utangaç erkekleri bilirim, kendilerini göstermekten hep çekinirler. Ama yarın sabah masamın üzerini çiçeklerle donatılmış bulacağıma eminim. Tabii tutkulu bir de not. Ah çok heyecanlanıyorum...



BİR GÜN SONRA...

Bu erkeklere hayatta güvenilmez sevgili günlük. Her şey bitti. Sen o kadar kur yap, şiir yaz, peşimden koş, sonra hepsini inkar et. Üstelik evliymiş biliyor musun? Ben onunla konuştuktan sonra tam anlamıyla kriz geçirmiş. Tabii yalandan. Sonra patronuma anlatmış durumu. Patron da bu sabah benimle konuştu. Tam anlamıyla rezil oldum. Tüm bunların bir yanlış anlama olamayacağını, o serserinin işi odama çiçek yollamaya kadar götürdüğünü söyledim. “Hatta kendi el yazısıyla yazdığı o tutkulu notu bile gösterirdim size ama şu anda yanımda değil...” dedim. Doğru söyledim, yanımda yoktu. Patronum her zamanki soğukkanlılığıyla beni de sakinleştirmeye çalışarak, üzülmememi, bir süre sonra bu olayın unutulacağını söyledi. Tabii artık o herifle beraber çalışmamızın olanaksız olduğunu da ekledi.



“Kısa sürede sana yeni bir yardımcı bulacağım hiç merak etme...“ dedi.



Aybaşına dört gün var ya... İşten ayrılmama... “Kısa süre” derken onu kastediyor. Aklı sıra bana iyilik yapacak da, vicdanını rahatlatacak. Bu erkeklerin topunun boyu devrilsin..! “Bugünden gidiyorum, size artık bir dakika tahammül edemem...” deyip çıktım odasından. Bunu yapmak zorundaydım. İnsanların yüzüne nasıl bakarım orada artık. Beni fettan kadın durumuna düşürdüler. Cinselliğe böyle zaafı olan bir toplumda, bir kadını ancak bu tür yalanlarla suçlayıp, ayağını kaydırabilirler. Benim tek suçum başarılı olmak... Bir de peşimde koşan, bana türlü tekliflerde bulunan her erkeğe güvenmek... İkisi de isteklerine ulaştılar ama bu yanlarına kalmaz. Tanrı onların cezasını verir. Yeni bir iş bulabilseydim, ben de verirdim ama...



Oh sevgili günlük ne yapacağım? Yardım et, akıl ver bana...

....

Sence katil kim..? Film yıldızı mı, menejeri mi, set görevlisi mi... Film yıldızı olamaz... Yoksa olabilir mi? Hepsi katil olabilir aslında. Evet evet öyle olmalı. Hepsi katil... hepsi...



Şu romanlar hayatın ta kendisi sanki, değil mi...





BİR GÜN SONRA...

Bugün o iki iş görüşmesine gittim. İkisinin de aynı gün olması ne raslantı... Ve müjde... İkisinden de iş teklifi aldım. Sadece karar vereceğim hangisini seçeceğime. Ne dersin günlüğüm, hangisini seçeyim. Beni iyi tanırsın, içimi gerçekten açabileceğim tek insansın. Şuraya bak, “İnsan” yazdım. Seni artık bir insan gibi mi görüyorum. Evet, neden olmasın? Sen benim mektup arkadaşım gibi bir şeysin. En gizli şeyleri konuştuğumuz, birbirimize her sırrımızı verdiğimiz bir arkadaşlık bu, ne güzel değil mi? Sana öyle şeyler yazıyorum ki, düşünüyorum bazen bunları birisi okusa ne olur diye...



Heeey!... Bir an tüm vücudumu bir ürperti kapladı. Bu şüphe... içimi yeni yeni kemirmeye başladığını hissettiğim bu şüphe...



Sanki günlüğümü birileri okuyormuş gibi...



BİR GÜN SONRA...

Biliyorum artık sen okutuyorsun günlüğümü. Ve... ve... daha da kötüsü... Her zaman düşündüğüm gibi bir kadın değilsin sen, kahrolası bir erkeksin... Lanet olsun... Bütün duygularımı, ruhumun en gizemli taraflarını bir erkek okuyup dalga geçsin, katıla katıla gülsün diye açmadım ben...



BİR GÜN SONRA...

Çok beklersin. Bir daha hiçbir şey yazmayacağım sana... Sayfalarına elimi bile sürmeyeceğim artık... Aldattın beni anlıyor musun, aldattın. Senden nefret ediyorum.



(Berfin Bahar)

Pazartesi, Nisan 20, 2020

İPUCU

Henüz orta yaşa dayadığı merdiveni çıkıyordu. Kimilerinin asansörle çıktığı için “Hayatının Baharı” olarak adlandırdığı bir mevsimi yaşıyor; ama çocukluğundan ve gençliğinden, hayatının resmini bir sonbahar tablosuna çevirecek kara bulutlar yollanıyordu hep.

İpin ucunu kaçırmaktan korkuyordu. Çok geç olmadan bir şey olmalıydı, bir şey... O şey, neyse, onu bulma umuduyla yaşıyordu.

Bir gün hayallerini kurduğu o şey gerçekleşti: İpucunu buldu...

İpucu, bir ipin ucuydu. Hayatın karmaşık anlamını çözmesini sağlayacak bu ipucu, acılarından tek kurtuluştu ona göre. İpucu, hayatının bundan sonraki yönünü belirleyecekti. O nereye götürürse oraya gidecekti artık. Yaşadığı sonbahar tablosunun karamsarlığını gölgede bırakacak parlak bir çerçeve bulma umudu sardı içini. Belki “Hayatın Baharı”nı artık o da keşfedecekti.

Elinde ipin ucu, ayakta öylece duruyordu. Öncelikle bu mutlu anın tadını çıkarmak istiyordu. Hayallerine ulaştığını düşünüyordu artık. İpin yalnızca ucunu tutuyor olması; hayallerine ipucunu ancak sonuna kadar izlediğinde tam olarak ulaşacak olması, onu fazla düşündürmüyordu açıkçası. Nasılsa bir şekilde yolunu bulurdu. İpucunu bulmuştu ya...

İpi izleyerek yürümeye başladı. Uzun bir yolculuk olacağının henüz farkında değildi...

Önce öylesine yürüdü. Adımlarını büyük bir güvenle atıyordu. Tuhaf bir insanüstülük hissediyordu. Hani birisi size hazırlanmak için çok çaba harcamış olduğunuz önemli bir yarışmayı kazandığınızı çıtlatır. Bunun gizli bilgi olduğunu söyler, henüz kamuoyuna açıklanmamıştır. Bunu ondan duyduğunuzu kimseye söylememenizi ister. Siz artık onu duymuyorsunuzdur zaten. Etrafınızdaki hiç kimseyi görmüyor, hatta yaşamdaki hiçbir varlığı önemsemiyorsunuzdur. Dünya artık sizin etrafınızda dönüyordur. Hatta ve hatta dünya siz olmasanız dönmeyecek gibidir. Ama siz bu sorumluluğunuzun bilincinde var olmuşsunuzdur... Var olmuş ve bir şeyler yapmışsınızdır. Önemli bir şeyler hem de... Vasat insanların beceremeyeceği şeyler.

Kaç insan hayatın anlamını keşfedeceği ipucunu bulmuştur... Kaçı hayatın anlamına erişmeyi başarabilmiştir...

Artık daha dik yürüyordu. Ve tabii daha dikkatliydi. Hayatın anlamı bir anda karşısına çıkabilirdi. Temkinsiz yakalanmamalı, o anda bedenen ve ruhen tam anlamıyla hazır olmalıydı. Sürprizlere karşı da gözünü açmalıydı. Ne de olsa hayattı bu... Karşına ne çıkacağı bilinmezdi. Bütün hamlelerini önceden bilen bir oyuncuyla satranç oynamak gibi bir şeydi yaşamak. Baştan haksızlıktı yani... Ama o emindi; her defasında doğru hamleyi yapıyordu: ipin yolunda, onun doğrultusunda, bir adım... sonra bir adım daha... bir daha... bir daha... Ve böyle sürüp gitti yıllar boyu... Hep umutluydu...

Hayatının kışında, 85 yaşında, hâlâ ipi izleyerek yürüyordu. O kadar yıl, ipin yolunda, aradığı şeyi bulamadan yürümekten, sadece elleri değil, kalbi de çatlaklarla doluydu. Kalbinin tam olarak kırılması için bir şey daha olması gerekti: Vücudunu yıllarca, umutla peşinden sürüklediği ip birdenbire bitti. Yıllar önce bir ucundan yola çıktığı ipin öbür ucu, şu an ellerindeydi.

Hesaplarına göre hayatın anlamını bulmuş olması gerekiyordu. Sanki ağır bir yükü kaldırırken kopmuş gibi gözüken ipin ucuna baktı: Hiçbir şey yoktu... Hayatın anlamı yok muydu..? Hayatın anlamı “hiçbir şey” miydi..? İkisi de aynı şey demekse, hayatını bir hiç için mi harcamıştı...

Bir an kafasını toplamaya çalıştı. Göreceği, anlayacağı, çözeceği bir şeyler varsa, şimdi yapmalıydı bunu, tam şu anda... Tüm yaşamı boyunca bunu bir olasılık olarak düşünmüştü zaten: Hayatın anlamı ona uzun bir süre içerisinde parça parça da görünebilirdi, bir anda da karşısına çıkabilirdi. 85 yıl sonunda -giderek daha az zamanının kaldığını düşünerek yaşarken- artık hayatın anlamının bir anda karşısına çıkacağına daha çok inanmaya başlamıştı. 85 yıl boyunca o bir anı beklemişti. 85 yıl ve bir an... Koca bir 85 yıl ve küçücük bir bir an...

Ya da küçücük bir 85 yıl ve kocaman bir bir an... Ama ne kadar kocaman olursa olsun, onu hâlâ göremiyordu...

Belki de çile çeken Hint Fakirleri gibi çilesini, ipi yaşamı boyunca izleyerek doldurmuştu... Belki ipucu sadece bir kelime oyunuydu... Belki de ipin elindeki bu diğer ucunda başka bir ipucu saklıydı... Evet evet öyle olmalıydı. Başka bir ipucuydu bu ipin ucu...

Bu doğru olsa da, artık yaşlı vücudu, ne yeni bir ipucu bulacak, ne de onun peşinden gidecek durumda değildi. İpucu elinde, yere çöktü. Bütün hayatını yolunda harcadığı ipe baktı.

Yıllar sonra ilk kez bu kadar dikkatle bakıyordu ipe. Ve yıllar sonra ilk kez ipin üzerindeki yazıyı fark etti. Yazının, ipe boylu boyunca yazılmış ve ipin elindeki ucunda bitmiş olduğunu anladı. Son kelimeleri başa doğru okuyarak, yıllar boyunca geldiği yönün tersinde gitmeye başladı bir süre. Arasıra durup okuduklarını kavramaya çalışıyor ama başaramıyordu bunu. Yine de deli gibi takip etti ipi. Bu yeni ipucunu değerlendirmeli, onun yolunda gitmeliydi.

Sonra durdu. Mantıklı düşünmeye çalıştı. İpin üzerine yazılan metin -hayatın anlamının yazılı olduğu metin- baştan okumadıkça, hiçbir şey ifade etmeyecekti. Genç değildi, gençliğine dönemezdi, metni baştan okuyamazdı. Ama yaşının verdiği olgunlukla, gençliğinin aksine, bu defaki ipucunu daha mantıklı değerlendirebilirdi...

Artık hayatın bir anlamı olduğuna inanmıyordu...


(Gençlik Kitabevi Öykü Ödülü ‘97 Mansiyon)

Pazar, Nisan 19, 2020

BİR

Hayatımdaki insanlara puan verdim. Ve puanlarına göre önemliden az önemliye doğru sıraladım onları. Sonra onların gözünde kendi puanımı tahmin ettim. Hangi insanı ne kadar önemsiyorum ve onlar tarafından ne kadar önemseniyorum, saptadım. Eşit çıktı. Örneğin, Ahmet'in gözümdeki değeri on üzerinden olsa olsa beş idi. Oysa Ahmet beni çok sever, sık sık arar, tatil planları yapmamız için ikna etmeye çalışırdı. Onun gözündeki değerim en az dokuz olmalıydı. Böylece Ahmet sayesinde lehime bir dört puan kazanmış oluyordum. Oysa Oya söz konusu olduğunda puanlama tamamen aleyhime işliyordu. Oya'yı en az on şiddetinde seviyordum, ona âşıktım. Oysa o bana olsa olsa iki, bilemedin üç verirdi. Böylece Oya bana yedi puan kaybettirmiş oluyordu.

Önem verdiklerime daha az; önemsemediklerime daha fazla ilgi göstersem ne olur diye düşündüm. Daha az önem verdiklerimle arkadaşlığım sağlamlaşır; daha çok ilgi gösterdiklerimle ise zayıflardı herhalde. Çünkü insanlar sevdikleriyle değil de sevildikleriyle arkadaşlıklarını daha sağlam sanıyor. Herkes birilerini sevmeye değil de kendini birilerine sevdirmeye çalışıyor.

"Madem öyle" dedim kendi kendime "hepsine de aynı taktiği uygulayıp önem vermeyeyim, hiç aramayayım.": Arkadaşlıklarım çok sağlamlaştı. Tüm arkadaşlarımın gözbebeğiydim artık. Benim mutlaka arayacağımı düşünenler "Allah Allah, bu çocuk niye aramadı" diye endişeleniyor ve böylece tuzağıma düşmüş oluyorlardı.

Aramamı zaten beklemeyenler de arada bir aramalarım bile kesilince beni kaybetmekten korkup daha çok üzerime düşmeye başladı. Aranan insan olmuştum. Mutluydum. Rol yapmaya, ilgisiz erkeği oynamaya devam ettim. Telefonların ardı arkası kesilmedi, hafta sonu, ondan sonraki hafta içi, ay sonuna kadar olan bütün hafta sonları, içleri, dışları, kenarları, köşeleri, her taraf her taraf öncelerden tutulmuştu. Kapılmıştım. Kapalı gişe oynamak buna deniyordu işte.

Sonra sezonum mu bitti ne, telefonum çalmamaya, biletlerim satılmamaya başlandı. Rolünün hakkını vererek oynasa da, burnu çok havada olduğu için izleyiciye bakmayan bir artist gibi boş salonlara oynamaya başladım: Burnum havadan yere doğru inmeye başladığında, önce, göz ucuyla arka sıralara baktım. Boştu, ilk onlar terk etmişti zaten. Orta sıralar... boştu, onlar da fazla dayanamamıştı bu sevgi sömürücüsüne. Önlere doğru... boştu, üzüle üzüle gitmişlerdi. En ön sıralara bakmadan önce gözlerimi sıkı sıkı kapattım ve açmakla açmamak arasında kararsız kaldım. Açamadım. Arkamı dönerek sahneden uzaklaştım.

Ön sıralar dolu, biliyorum. Ya da en azından yarısı dolu. Birkaç kişi olmalı... Hiç olmazsa bir kişi vardır mutlaka. Eminim o beni terk etmez. Ona her zaman güvenirim.

Oh içim rahatladı. İnsanın güvendiği birinin olması ne güzel... Yarın arayıp, onu sevdiğimi söyleyeceğim.

(KISA ÇÖP'TEN)

Cumartesi, Nisan 18, 2020

BEŞİNCİ ASKER

BÜYÜK HARF önümdeki askerin ensesinden olanları korkuyla izliyorum bir iki üç dört ense önümde korkunç bir savaş cereyan ediyor burnuma et ter kan barut çiş kokuları geliyor en öndeki yaralanmadan ya da ölmeden arkasındaki ateş etmeyecek o yaralanmadan ya da ölmeden de onun arkasındaki sonra onun arkasındaki ve onun arkasındaki yani ben otomatik silahlarımız sayesinde ve boğazın çıkışı epey dar olduğundan tek bir asker bile çıkanları durdurabilir boğazın girişine iyi koşullandırılmış bir asker dünyaya bedeldir ayrıca diğerleri onun arkasında onun gölgesinde kaldıkları için boğazdan çıkmaya çalışan düşman askerleri eğer şansları yardım eder de mermileri göbeklerine yemeden bellerini doğrultup nişan alacak bile vakit bulamadan ateş edebilirlerse beş asker gücündeki tek askeri ama tek asker gibi hedef gösteren o beş askeri vurmaları düşük bir olasılık iyi taktik değil mi yine de ilk asker vuruldu nöbeti hemen arkasındaki aldı düşman komutanı bazen gruplar halinde o daracık geçitten ne büyüklükte bir grup geçerse bazen teker teker geçide salıyor askerlerini ama zavallıların becerebildikleri tek şey canlı hedef olmak kurtulan ikinci askeri vuruyor ikinci askeri vuran üçüncü asker tarafından vuruluyor dördüncü savaşa hazırlanıyor ve ben beşinci asker sıra bana geldiğinde savaşmak düşüncesiyle sıvışmak düşüncesi arasında bocalıyorum düşman komutanı taktiğimizi geç de olsa birliğinin yarısını kaybettikten sonra anladığından neredeyse 30 askerini hınçla ve tek bir atakla tabii tek bir sıra halinde göndererek artık gücü iki asker kalan beni saymasak da olurdu bu tek askeri öldürmeyi planlıyor önümdeki aslanlar gibi savaşırken kaçmayı hep bir sonraki saniyeye erteliyorum sanki cesaretimi toplayacağım saati bekliyorum önümdeki asker vuruluyor ve bir an önümden çekiliyor savaşla ve ölümle yüz yüze geliyorum silahımı doğrultuyorum zaten doğrultmuşum da bu kez daha inançla tutuyorum kaçma düşüncesi yerini savaşma düşüncesine bırakıyor ama önümdeki asker ölmemiş sadece yaralanmış ve ayakta dik duramadığı için yere çömelmiş bir halde savaşmaya devam ediyor bu ne hırs onun arkasına çömeliyorum nişan aldığım düşman askerleri ben daha ateş etmeden birer birer devriliyor önümdeki artık bana siper olamayacak hale gelip çöktüğünde otomatik silahımdaki mermileri hiç sakınmadan maliyetine aldırmadan boşaltmaya başlıyorum yığınlar halinde yerde serilen kendi arkadaşlarını artık çiğneyerek boğazdan çıkmaya çalışan düşman askerlerinin üzerine bu bir bilgisayar oyunu değil yaşamda her şeyin bir bedeli var mermilerin bitme olasılığı beliriyor o kadar çok harcıyorum ki korkaklığımın açığını kapatmak için tabii artık korkaklığımdan eser kalmamış başka çarem kalmamış bir korkak bu kadar düşman askeri öldürebilir miydi düşman komutanı askerlerinin tükenmekte olduğunu görüyor onları teker teker yollamaya başlıyor namlumun ucuna tek asker ama gerekten tek asker kaldığımı anlıyor su gibi mermi harcadığımı gördüğünden başka bir taktik uyguluyor askerleri menzilime tam olarak girmeden girer gibi yaparak beni aldatarak mermilerimi tüketmeye çalışıyor bu amaçlarında başarılı olacağa benziyorlar eskiden yirmi mermiyle beş ya da altı düşman askeri öldürürken şimdi otuz mermiyle ancak bir düşman askeri öldürüyorum kendime gelmek istemiyorum başka düşüncelerin aklıma gelmesini istemiyorum mermilerim giderek azalırken düşman askerleri ayaklarını başlarını göstererek teker teker hedef olmaya aslında hedef olmamaya hedefmiş gibi görünmeye devam ediyor şanslarını deneyip beni vurabileceklerine gözleri kesince ortaya atlayıp mermilerimi yiyorlar işte bir tane daha gitti kaldı dört tane evet önümde dört asker kaldı artık beşinci askerim ben ordunun gerisi arkamda en az bir yirmi kişi daha oluşturuyor ama ben öldükten sonra arkada yüz kişi olsa ne fayda korkuyorum boğazı geçmek için düşman mermilerinin önüne atlamalar yapan ordunun sıradaki beşinci intihar komandosu olarak korkuyorum işte birinciyi öldürdü mermileri biraz daha azaldı ikinciyi öldürdü mermileri biraz daha azaldı üçüncüyü öldürdü mermileri biraz daha azaldı dördüncüyü de öldürecek mermileri biraz daha azalacak sıra bana geldi neredeyse kaçmayı düşünmedim değil ama komutan vuruverir mazallah şakağımdan askeri mahkemeyi beklemeden evet sıra bende ama arkadaşlarım gibi oyunlar yapmak niyetinde hiç değilim nasılsa işe yaramadı onların oyunları da baksana boğazın çıkışında öyle yatıyorlar etten bir dağ gibi bir göz dağı gibi komutan omuzumu okşuyor ölüme hazırlıyor sanki beni bitir mermilerini diyor hadi göreyim seni acıyı uzatmak niye mermilerinin biteceği yok böyle giderse hepimizi temizler de yine bitmez maşallah atlayacağım doğrudan boğazın çıkışına mermileri yemeden birkaç el ateş edersem ama onu da sanmıyorum ya atladım bile neden yemedim hiçbir mermi karşımda duruyor boğazı kollayan asker silahı bana çevrili duman tütüyor namlusundan ama neden mermi geçmiyor geçip de saplanmıyor canım etime savaşın en sessiz dakikaları bunlar daha önceki silah seslerinin canhıraş çığlıkların uğultuların savaşı biraz daha korkunçlaştıran tüm o seslerin kesildiği dakikalar ritmik olarak şu sesleri duymaya başlıyorum sadece klik klik klik sanki boş silahla beni vurabilecekmiş gibi inatla basmaya devam ediyor boğazı bekleyen bu zavallı asker tetiğe eli takıldı belki de saatlerdir yaptı bu hareketi ne de olsa ama bitti işte mermisi tam ben boğazı geçmeye çalışan ordunun beşinci askeri ölüme atıldığım sırada bitti hem de bir mermi sadece bir mermi bile az harcamış olsaydı öncekilere işte savaşı bitirirdi o mermi benim için bitirirdi ama şimdi ikimiz karşı karşıya gözlerimiz karşı karşıya bedenlerimiz karşı karşıya fikirlerimiz karşı karşıya onun boş silahı benim daha tek mermi atılmamış silahımla karşı karşıya NOKTA



(Ağustos 1999 E Dergisi Öykü ‘99 Eki) / KISA ÇÖP

Cuma, Nisan 17, 2020

AÇIKLAYABİLİRİM

O gün, dalgın dalgın uzaklarda göz gezdirirken, gözleri gezinti rotamın ara istasyonunda bulunuyormuş, fark etmemiştim. Ona baktığımı, daha da ötesi onu süzdüğümü, artık biraz abartarak da olsa, ondan etkilendiğimi sezmiş. Biraz sonra tanıştığımızda, deminki bakışlarımın herhangi bir nesneye yönelik olmadığını, ona rastlamasının sadece bir rastlantıdan ileriye gidemeyeceğini anlatmaya çalıştım. Tabii bunları anlatırkenki tutumumun onu dikizlerken suç üstünde yakalanmışlığımdan kurtulma çabasıymış gibi bir yanlış tahmin batağına saplanarak başarısız kalacağını da düşünmedim değil. Bu ikinci düşüncemi de hiç çekinmeden ona söylediğimde, şu üçüncüyü de eklemem şart olmuştu: “Doğallıktan uzak bir insan değilimdir, eğer beğendiysem duygularımı saklamam.” Yanlış tahminine ve bu tahmin üzerinde yükselttiği baştaki yargısına bağlı kalmaya devam ediyorsa eğer, bu üçüncü açıklamamın da ikinci açıklamamı haklı çıkartmak için yapıldığını düşüneceğini üzülerek tahmin ettiğimi de açıkça belirttim.


İlişkimizin sonraki dönemlerinde, tabii ki birçok başka konudan konuştuk, birçok başka olayla karşılaştık, ama duygularını belli etmeyen bir insanmışım gibi anlaşılmış olma durumlarımı, her defasında -tıpkı ilki gibi- ona gösterme gereğini sık sık duydum. Açıkçası onun bu konudaki tepkisi tamamen tepkisizlikti: Beni, ilk günden beri çok sevdiğim ve zamanla içindeki dozu çok iyi ayarlanmış sinsiliği fark ettikten sonra kelimenin tam anlamıyla âşık olduğum gülümsemesiyle cevaplandırmış, açıkçası cevapsız bırakmıştı. Çoğu kez benim kanıtlar üstüne kanıtlar koyarak ona anlatmaya çalıştığım yanlış anlaşılma korkumu yanlış anlamasından korkmamın, ona alay edilecek bir şeymiş gibi gelmesinden korkmuşumdur. Her defasında ona daha iyi açıklamalar sunma çabalarımın, “Yarası olan gocunur...” tarzı umursamaz bir yoruma kurban gittiği endişesini aralıksız taşıdım. Birbirimizi çok daha iyi tanımaya başladığımız günlerin, ayların sonunda bile, ilk günkü o belirsizlikten doğan ve giderek gelişen endişemi derinden hissetmeme engel olamadım. Onun ne düşündüğünü tam olarak bilemememden doğan bu belirsizliği her defasında kendi yararıma yorup bana kalpten inandığını umarak kendimi rahatlatmaya çalıştım. Ama yine de, artık yıllar öncesinin bir anısı olarak kalmış o olayın, ilk tanıştığımız günkü göz gezdirmelerimin ona rastlamış olmasının, aslında hiç de plansız olmadığını açıkladığım şu son birkaç günkü kadar kendimi rahat hissetmiş değildim.



(Mayıs Haziran 1999 Adam Öykü) / KISA ÇÖP