Perşembe, Aralık 27, 2007

Kastettin Hoca

“X filozofu okudum ama tam anlayamadım.”

“Y filozofu okumak için zorladım kendimi.”

Bunlar normal, okumuş, belki biraz ya da epeyce de zeki ve entelektüel insan lafları…

Böyle diyenlere, özellikle belli bir yetersizlik hissi ve aşağılık kompleksiyle bunları söyleyenlere; felsefe eğitimi görmüş, hatta profesör olmuş ya da sıkı bir okur olan yazarların söyleyişlerini yetiştiririm hemen:

“X filozofu anlayabildiğim kadarıyla…..”

“Y filozofun çetrefil metnine benim yorumum…..”

“Z filozofun orda kastettiği, bence…..”


Bunun en son örneğini geçen hafta Pazar günü (23 Aralık 2007) Milliyet Pazar ekinde yakaladım. Hepsinden daha ilginçti…

Efsanevi felsefeci olarak bilindiği söylenen Prof. Dr. İoanna Kuçuradi:
“Gündelik hayatta felsefenin boş laf kalabalığı olarak nitelenmesinin (“felsefe yapma”) nedeni biraz da anlaşılmaz bir dille konuşan yazan felsefeciler. Bir şeyi anlaşılmaz bir dille söylediklerinde felsefe yaptıklarını sanıyorlar. Oysa çok daha yalın bir dille de söyleyebilirsiniz.”

Ama bu cümlelerden birkaç santim aşağıda:

“Mesela Etik kitabımın çok zor olduğunu söylüyorlar ama ben aynı konuyu ders verirken çok yalın bir dille anlatabiliyorum. Başka filozofları anlatırken de bunu yapıyorum. Örneğin, Kant’ın Kesin Buyruğunu anlattığımda, bu muydu hocam? diyorlar…”


Bağışladığım bazı kitaplar için beni bağışlayın, kimsenin akıl sağlığına kastetmek istememiştim…

Hamurabi

Kitap almamaya, sadece yemin etmemiştim.

Adam Philips’in son kitabını heyecanla aldım, birkaç kitabını sevmiştim…

“Vaat hep vaat”

Hem kitabın adı, hem de benim kitapla ilgili duygularımın!

Yazarın suçu yok tabi, o, bana bir vaatte bulunmamış...

Ama yine aynı duygu: Ben buradayım sevgili yazarım, sen neredesin…


Giderek, atlaya atlaya okumaya başladım.

“Edebiyat ve psikanaliz üzerine denemeler” alt başlığı çok şey vaat ediyordu halbuki bana.

Tam şu sıralarda yazdığım Edebiyata Tüneyen Haydut metinlerimi (Hz Muammametin ve Hz Asi, şimdi Hamurabi, yakında Kastettin Hoca) birisiyle konuşmuş olurum diyordum.

Hem de bir yazarla değil bir psikanalistle.


İlk deneme: Şiir ve psikanaliz.

Tam istediğim şeyi soruyor: “Sözcüklerle ilgilenip anlamla ilgilenmemek nasıl bir şeydir?”

Ama bu soru cümlesi upuzun metnin sonunda yer alıyor!

“Sözcükleri bilgiden çok musiki gibi düşünmek nasıl bir şeydir?”

Daha ne isterim, tam da edebiyat takıntılarının bu tarzıyla ilgili düşünüyorum bugünlerde…

Ama yine metnin sonunda ve bir soru cümlesi!

Sonra da “Büyük Amerikan şairi James Wright” dediği birinden bir alıntı yapıp, tüm metinden bana elle tutulur gelen tek fikri veriyor: “Yalnızca dille fiyaka yapmaktansa insanca önemli bir şey söylemek isterim.”

Güzel.

Güzel, çünkü genelde zekasıyla fiyaka yapmak eleştirilir…

Ali Nesin’in bir “fiyakası” geldi aklıma:
“EQ (Duygusal Zeka), IQ’ları eksik olanlar tarafından uyduruldu, hiç değilse EQ’muz yüksek diyebilsinler diye. Ama aklın yolu birdir…”

Bence de, ikisi bir fidanın güller açan dalıdır.

Zaten şöyle bitiriyor denemesini Adam Philips: “Psikanaliz tasarısı bu ayrım hakkında, böyle bir ayrım olup olmadığı hakkında düşünmek olmalıdır.”

E düşünsene be Adam…

Tüm kitapta bu konuda düşünüleduracağını, pek bir sonuca varılmadan düşünülüp durulacağını tahmin ediyorum, yüzde yetmişi bittiğinden, şimdiden. (Ama orası “ceza” sahası, girmeyelim, diyen bir futbolcu geldi aklıma.)

Böylece “edebiyat sorular sorar, cevaplar vermez” takıntısının, psikanalistlere de bulaşmış olduğunu düşündürüyor Adam Philips…

Düşünmek, bunlar için, sadece sorular sormak demek.


Kitap sıktı.

Hava kapalı ama çok güzeldi.

Nasıl olur! Edebiyatta, bunalımlı havayı tasvir ettiğinizde karakterinizin sıkıntılı ruh durumunu tasvir etmiş olursunuz!

İşte bir edebiyat takıntısı daha…

Böylece, hava kapalı ama çok güzeldi, deyişimi de kanıt yaparsak, ben asla bu edebiyatçılarla aynı hamurdan yapılmamış oluyorum.


En önemlisi de, şu “acı” konusunda asla anlaşamıyor olmamız.

“Acıdan geçmemiş insanlar biraz eksiktir” mi diyordu Sezen Aksu, şarkısında…

Ama “Deneyim didaktik değildir” yazıyor Adam Philips, kitabında.

Deneyim öğretmez.

Edebiyat öğretmez.

İnsan (insana) öğretmez.

Hoş geldin M.S. 2008!

Edebiyat, kendisini sevdiğim halde eleştirmekten başka çare bırakmayan bir sevgili gibi… Edebiyat buysa çünkü (tümü değil, biliyorum), insanları eleştirmenin bir anlamı yok: Hepsi haklı çünkü, tüm insanlar. Ben sizin edebiyatınızdan bir şey anlamıyorum, derken bir yerde ne kadar haklılar…

“Edebiyat yapma!” derken ne kadar haklılar? (Soru cümlesi!)


Aynı hamurdan yaratılmama durumuna bir örnek daha vereyim: Hasan Ali Toptaş’ın bu bağlamdaki önceki yazılarımda değindiğim, bu konularda yazmama vesile olan kitabını da bir eleştirmenimiz şiirsel dili mi, üslup özelliklerinin güzelliği mi, diye birkaç açıdan övmüştü… Allah Allah demiştim! Herkesin yazabileceği bir üslupta yazılmış Hasan Ali Toptaş deneyimleriydi çünkü kitap. Toptaş’ın bazılarını okuduğum romanlarıyla da bence üslup açısından bir alaka kurulamayacak metinlerdi…

İşte, orada duruyor kitap, ne var ki…

Diyorum, hep diyorum, herhalde ben anlamıyorum, ben edebiyattan falan anlamıyorum…


Neyse eve geldim. İnternet bağlantısını beceremiyorum. 2 gündür geceli gündüzlü uğraşıyorum, küçük bir şeyi kaçırıyorum, olmuyor, keçileri kaçırıyorum…

Havadandır!!!!

Ya da burcuma baksaydım keşke sabahtan, söylüyordur olacağı!

Bu günnnn insanlarla iletişimdeeeee ve kendinizi ifade etmekteeee sorunlarlarlar yaşayacaksınızzzz.

İnternetten mi diyorsun abla…


5 6 kitap alıp yatağıma uzanıyorum. Hepsi daha önceden okuduğum, baktığım, şimdi hangilerini bağışlamayacağıma bakacağım…

John Lukacs / Yirminci Yüzyılın ve Modern Çağın Sonu
Woody Allen / Espri Kitabı (Arasında Muzır Etkilerden bir bölümün fotokopisi, Atatürk Kütüphanesi günlerinden kalma)
Bertolt Brecht / Me-ti’nin Özdeyişler Kitabı
Borges / Borges ve Ben
Kadri Öztopçu / Yanlış Hikayeler

Bir hikaye arıyorum, seçiyorum, doğru çıkıyor:
“Bırakılmış Eylül.”

Öykü yazmaya özendirdi beni.

Bitimine bir not yazdım, ama sır, kendimle aramda, Kadri Beye bile söylemeyeceğim, kendisi Reklam Yazarlığından ustam olur…

Başka bir öyküye geçmek istemiyorum. Öyküyü düşünüyorum…

Öyküyü düşünmüyorum…

Öykü kitaplarının içindeki öykülerin bir bütünlük oluşturması takıntısı geliyor aklıma, onu düşünüyorum.

Sanki öyle olmayınca, kitap, kitap olmuyormuş, bir eksikliği oluyormuş…

Roman değil ki ama bu…

İlk kitabımdaki öyküleri iki yazar olan editörlerimle sıraladığımız günü hatırlıyorum… Biri, şu ve sonra şu, arkasından da şu gelsin, diyor diğeri onaylıyor ya da itiraz edip başka bir tane öneriyor, önce şu, sonra şu, arkasından da senin dediğin gelsin…

Ben hepsini onaylıyorum…

Binbir şekilde dizilebilirdi bence, neden öyle değil de böyle ya da şöyle dizildiğini anlamıyor, içten içe gülüyorum -Ali Nesin’e sorulabilir, permütasyon muydu, kombinasyon muydu, kombinezon da olabilir.

Yanlış Hikayeler’deki öyküyü de sayfaları çevirip, başlık ve ilk paragraf denetiminden sonra bulmam ve sonra onun bana verdiği hoş duygudan uzaklaştırmasın diye başka bir öykü okumamam gibi… Budur bir öykü kitabının sevdiğim özelliği…


Borges ve Ben’e geçtim. 98 de okumuşum… 1900…

Bana bu metni yazdıran da biraz o oldu. Çevirmen Celal Üster’in giriş yazısında Borges’in de katılıp katılmadığı tam anlaşılmayan bir mantık:

“Kendi istemi dışında geldiği ve kendi istemi dışında çekip gideceği bir dünyada……”

İşte onulmaz acı…

Hiçbir yere konulmaz…

“Dünya” sözcüğünü çıkarsak, “Kendi istemi dışında geldiği ve kendi istemi dışında çekip gideceği…” desek ne düşünürsünüz…

Tatil…

İş yeri…

Başka bir şehir…

Dünya…

Başka bir dünya…

Hahaha

Her halde, ölüm hariç, ben bu dünyadan başka bir dünyaya gitmek istemezdim, aynen bu kentten başka bir kente de gitmek istemediğim gibi…


Metnin şu aşağıdaki son bölümünü önce yazmıştım, buraya bağladım. Şiirsel olmadı belki! Üsluptan da emin değilim! Ama derdini anlatıyor…

“Bu dünyaya kendi isteğimiz dışında geldik.”

Diyen kişi gerçekten de dünyaya isteği dışında gelmiş olmalı.

Çünkü Tanrı ile Sohbet adlı o harika kitabın birincisinde şöyle der:
“Ruh, büyük politik ve ekonomik zorluklar altında yaşayan bastırılmış bir toplumda, yapmaya ihtiyaç duyduğu şeyleri başarabilmek için özürlü bir bedende yaşamayı seçebilir.”

Çoğu düşünürün, başından aşağı kaynar sular dökülmüş gibi hissedeceği bir laf. (Amma saçmaladım, onlar her şeyde böyle hissederler, onlar için yeni bir şey değil…)

Ama bu kaynar su da onları uyandırmaz, hayattaki esas “acı”yı fark edemezler: Tanrıyla Sohbet’teki bu laftan sonra, artık kimse sorumluluktan kaçamaz…

İntihar etmiyorsa…

Bir de, tabii, hayata kendi isteği dışında gelmeyi planlayabiliyorsa…

Cumartesi, Aralık 22, 2007

He kurban

-ii bayramlarrrrr

-sana da
da ne bayramı

-nasi yani
bugun bayramya

-ciddi mi
resmi mi yani

-abi kurban bayrami ya dunden beri

-biliyordum
evet
dünden beri bir değişiklik vardı insanlarda
fazla kibar
iyi-kötü giyimli
biliyordum

hahaha
biliyordum gerçekten
ama bilmeyebilirdim de
alışasın diye öyle söyledim

Pazartesi, Aralık 17, 2007

Parantitez

Bana her gün yaz diyen eski ama eskimemiş bir dostumu düşünerek yazıyorum bu metni. (Yine de kendimi, şey gibi hissettim, hani bir gün bir tanıdığınızı gazetede köşe yazarı olarak görürsünüz… Ne alakası var yahu bunun yazarlıkla dersiniz… Ama tanıdıkları, yaz yahu sen demişlerdir, çok ısrar etmişlerdir de o yüzden yazıyordur ya…)
Bu bir medya eleştirisiydi, senin üzerinden oldu dostum, ne olur kızma, sağ ol…

Son zamanlarda oluşan, her gün yazma düşüncemi, çok fazla kurmadan, çok fazla kasmadan, kısa kısa da olsa yazma düşüncemi, yazmayı düşündüklerimi yazmadan önce buraya yazma düşüncemi, farkında bile olmadan desteklediğin için…

Hafta sonu Cem Mumcu söyleşisi bir gazetede.

Parantez:
Neredeyse 10 gazete eki okurum hafta sonu. Gazete düzeyinin üstünde yazılara rastlanır çünkü… Çünkü güncel, ama güncele o kadar da batmamış yazılara rastlanır. Yani rastlanırdı… Eskiden...

Parantitez:
Eskiden...
Eskiye özlem duyan bir orta yaşlı mı oldum ben… Siz karar verin, yazdıklarımdan...

21. yüzyılı tahmin etmek benim işim değil diyor bir yazar… İnsan neden yazar olur, bunu yapmayı kafasının bir yerinde düşünmediyse...

Ben çiçek yetiştirmeyi düşünmüyorum, kendi halimde bir saksıyım işte... Evet, içime biraz toprak ekiyorum, ektiriyorum.. Ama o kadar...

Paran(kadar)tez:
Bazen sadece ben büyüyormuşum herkes yerinde sayıyormuş gibi geliyor. Neyse, ukalalığımı (ve dayanaklarını) satır aralarında, üstü kapalı, “edebiyat” metinlerimde yeterince dile getiriyorum… Doğrudan dile getirmeyeyim bu kadar, biraz ben de herkes gibi takiye yapmasını öğreneyim… (Takiye + TDK = Olduğundan farklı görünme)

Para-sentez:
Kötü başlıyor Cem Mumcu, sonra iyi devam ettiğinden, iyi kısımlarından başlayayım, çünkü esas konu kötü kısmı, esas konu sıkı adamların bile nasıl böyle olabildiği, o nedenle önce sıkı adamlığını tespit edelim.

"Terapist oyun bozandır" diyor.
http://www.ucnokta.com/ adresinde yeni yayınladığım metinleri okuyun, PSİ’leri de konu ettiğim (psikolog, psikiyatrist, psikanalist vs), onları biraz küçümsediğim (yine) bir metnim…

Cem Mumcu içimi rahatlatıyor, "oyun bozanız" diyerek, kimselerin hastalarına söylemeye cesaret edemediği şeyleri söylüyorum diyerek. Onları sarstığını söyleyerek.

Güzel de örnekliyor: Uzun zamandır gelmeyen bir hastasına, “Neredesin?” diye sormasına hastasının cevabı: “O kadar çok sorunum vardı ki bir de seninle uğraşamayacaktım."

Paratonertez:
"Bugüne kadar, tüm tanıdıklarımın psikoloğu oldum" demem, hayatımdaki en önemli tespitlerden biridir. Onları hayatlarındaki herkesten fazla tanıdım. Bu, ancak, Cem Mumcu’nun şu yukarıda söylediği şekilde olur. Sevgi budur. ucnokta’daki yazımın devamında alıntılayacağım gibi: “Bir insanı olduğu gibi kabul etmek, olabileceği insandan nefret etmektendir…”

Sonra, Cem Mumcu, ona şaşırtıcı ölçüde iyi davranan bir taksicinin 4 eski sevgilisi tarafından aldatılmış olduğunu tamamen sezgisel şekilde, bildiğini anlatıyor, iyi davranışlı, hizmetkar bir insan olduğu için taksici… Olay, psikolog koltuğunda değil takside gerçekleşiyor. Çok güzel bir hikaye Cem Mumcununki… Okumanız lazım… Bakayım, Hürriyet, 9 Aralık 2007 Pazar. Nette bulursunuz, bulunuyorsa. Böylece şu sıralar yazmayı düşündüğüm bir edebiyat eleştirisine de çanak tuttu, “öykü anlatılmamalıdır” tarzı bir edebiyatçı saplantısı ile ilgili…

Evet, esas duruma gelelim, bu metni o durum için yazmaya oturmuştum.

Paraboltez:
Ben eleştirirken rahatsız edici olabilsem de, ki bu umurumda değil, her insanda insanlığın tüm halleri mevcuttur diyen Montaigne’den hareketle, o insanı, içindeki, mesela, o küçük faşist, o küçük özensiz, o küçük yalancı vs için uyarmaya çalışarak, ona iyilik ettiğimi, o anlamasa bile, düşünmekten başka bir şey … böyle işte…

Paranormaltez:
İşte böyle bir metindir BAP, o an ne hissediliyorsa onun yazıldığı bir metin…
Şöyle bir cümle vardır mesela:
“Off sıkıldım yazmak istemiyorum…”
Sonra 3 sayfa ara verilir.

Sağol ya Dostum…
Adama cümleleri sıkıcı olabilir, yazdığının içine koymalısın adadığını, bunu biliyordum da gösterebildim şimdi. Bir sevgilim vardı, kitabım yayınlanmak üzereyken, onla hiçbir ilgisi yokken, “e artık bana adarsın” demişti…

Sonrası benim için konik, onun için trafik…

Neyse Cem Mumcu’ya gelelim: Evi, arabası, bankada parası olmadığını söylüyor. Zaten neredeyse yarı zamanlı çalışıyormuş, öyle zengin olayım diye de çalışmıyormuş. Güzel…

Bazen korkuyormuş, onun ya da karısının işle ilgili bir sorunu olursa ne olacak diye. Hadi bu da olabilir diyelim…

Ama, sadece 2 ay idare edebilirmiş!!

Bu tuhaf… 2 ay…

Hiç kimse darılmasın, memur falan değilseniz, işinizi bırakınca 2 ay idare edemiyorsanız, hemen bırakın bence o işi boşa çalışıyorsunuz… Ya da bırakmadan biraz mesai yapın, düşünün, ben nerde hata yapıyorum diye…

Ama yanlış anlaşılmasın, diyor Cem Mumcu, yaşam standartlarımız iyi… Tayland’a, oradan bilmem nereye gidebiliyoruz!!!!! (Ünlemler benim…)

Ünlemler benim… Ünlüler sizin… sizin olsun…

Bu da zeki bir adamın aptal cümlesi olarak tarihe geçsin…

Ben kimseyi birey olarak eleştirmem, bir şey olarak eleştirmem.

O kişide, çoğu kişide rastlanan bir durum varsa eleştiririm. Eleştirdiğim İnsandır, o insan değil…

Şu yukarıda anlattığıma benzer 2000’li yılların başlarından bir örnek daha vereyim.

Türkiye’nin en eski reklam ajansı krizden dolayı boşaltılıyor. Ajanstan krizin başlama gününden bir gün önce ayrılmışım, müthiş bir öngörüm olduğundan, atılmaktansa gururla çıkayım dediğimden… Tabii ki değil…

Müthiş bir öngörüm olduğundan, birine “çünkü hayat kısa” dediğimden… senin ajansta keyfin, durumun, pozisyonun iyiydi, neden çıkıyorsun diyen birine…

Biriktirdiğim parayla uzun bir okuma-yazma tatili yapıyorum; her zaman en basit insan zevklerimin başkalarına nasıl lüks geldiğini görüp şaşmışımdır…

Sonraki aylarda hemen herkesin atılışına uzak-yakın tanık oluyorum… Onlardan bir arkadaş, bir grup toplantısında şöyle diyor: “Ya Murat işimden atılsam ne yaparım bilmiyorum birikmiş param yok…”

Üzüldüm diyorum üzülmediğimi belli etmeden, çünkü belli etsem şöyle diyeceğim: Abi ya, sen değil misin 1 sene içinde 3 tane lüks ev değiştiren, yahu sadece taşınma paralarıyla aylarca geçinirdin işsiz, tabi işsiz olmanın bilincinde, ne hata yaptığının bilincinde olarak aylarca…

Çocukken, hafta sonları, boğaz dönüşü, arabadan inerdik evimize girerdik, ellerimizde balık, midye, rastgele küçük alışverişler… Alışveriş merkezleri yoktu, kent dışındaki fabrikalardan giyecek alırdık, arabamız vardı… Bagajı açar taşırdık aldıklarımızı eve… Utanırdık göstermeye, herkes bize bakar gibi gelirdi, bakarlardı da… Hayatımın en paranoyak hatıralarıdır… Paranoyak olmanız, izlenmediğiniz anlamına gelmez...

Anlayamıyorum… Nasıl büyüttünüz gözünüzde halkım, alışveriş yapmasını… Gezmesini… Harcamasını… Bir de bunları göstermesini... Nasıl… Aklım almıyor…

Bir halkın tümü birden “görmemiş” olabilir mi… Bir “sonradan görme” ne kadar sonradan “görmemiş” sayılır, “görmemiş” sıfatını hak eder…

Bari Tayland’da gördüklerinizi anlatın, yediğiniz içtiğiniz sizin olsun…

Daha sert olayım mı, ben gülüyor olabilirim, okuyan herkes gülmesin: Bir bayan dostuma söylemiştim, borcu olan, ailesinden yardım almak istemeyen, ama Taylander hayatından da vazgeçmeyen:

“Büyünce bir kız, kadın çıkar. Büyüyünce bir borç, kız, adın çıkar…”

Pazar, Aralık 16, 2007

Şehir efsanesi

1.
“Kadınlar erkeklerden daha kararlıdır. Karar verirler ve arkalarına bile bakmazlar…”

2.
“Benim hislerim çok gelişmiştir.” (Bir kadın.)

İkinciden başlayarak açıklayayım: Daha doğrusu, bir kadından duymuşum gibi yazdığım bu lafı, binbir kadından duyduğumu ve bu kadınların hepsinin de gerçekten hislerinin çok gelişkin olduğuna inandıklarını söyleyeyim…

Böyle bir şey mümkün olabilir mi…

Böylece, birinci laf da açıklanmış oluyor bir ölçüde: Bir kararın arkasında gerçekten durabilmek için, karar verdikten sonra (aslında karar vermeden önce) arkasına bakmak gerekir… Hisleri gerçekten gelişmiş insan sayısının tüm nüfusun küçük bir bölümünü oluşturacağını biraz düşünsek bulur, etrafımıza baksak görürüz. Böylece “1 numaralı cümlenin” doğrusunun şu olduğunu görebiliriz:

“Kadınlar erkeklerden daha yalancıdır. Kendilerine yalan söylerler ve arkalarına bile bakmazlar…”

Karar vermek önemlidir. Doğru karar vermek daha önemlidir.


Ayrıntılar için bakınız: http://www.ucnokta.com/ adresindeki son yazım: Satürn’e haksızlık…

Bu konuya, bireyi, kadını bir kenara bırakarak edebiyat (ve düşünce) tarihi özelindeki yaklaşımımın ilk metinlerini, belki sonradan Edebiyata Tüneyen Haydut başlığı altında toplayabileceğim Hz. Muammametin ve diğer Hazretler yazılarımda bulabileceğiz, beraber…

Hz. Asi

(Hz. Muammametin yazısının devamı)

“Ben buradayım sevgili okur, peki sen neredesin acaba?”

Çok tekrarlanan bir Oğuz Atay cümlesinin tam tersi bir his: “Ben buradayım sevgili yazar, peki sen neredesin acaba?”

Ucu açık tarzda bazı metinlerin bana hissettirdiği bu.

Anlattıkları kadar anlatmadıklarıyla da var olan metinlere sözüm olamaz, ama giderek… Giderek, Hasan Ali Toptaş’ın yine aynı kitabındaki, arka kapağa da alınmış şu anlayışı hakim kılınıyor:

“Doğrusu, hiçbir şey anlatmamış olmayı çok isterdim. Her şeyi ancak o zaman anlatmış olurdum çünkü.”

İlk cümle bir tercihi belirtir, yanlış ya da doğru diyemeyiz, iyi ya da kötü yapıp yapmadığına bakılabilir. Ama ikinci cümleyle edebiyatçı, bir felsefi görüşe gitmek istemiş sanıyorum, belki de farkında olmadan: Hayat anlamsızdır… Ya da bu tarz edebiyatın diliyle söylersek: Hayat hiçbir şey anlatmaz…

Bu felsefi görüşün, eserde nasıl işlendiğinden bağımsız olarak, yanlış olduğunu söyleyebilirim. Hayatın anlamının olmadığı söylenemez, insanın onu bulamadığı söylenebilir… Hayatın anlattığını insanın okuyamadığı söylenebilir…

Hiçbir şey anlatmayan bir edebiyat olabilir, anlam aramayan bir edebiyat da olabilir, ya da harika nihilistik bir eser verilebilir (verilmiştir, benim bile helal olsun dediğim), ama tüm bir edebiyat tek bir yöne doğru götürülmek isteniyorsa, bir metnin sadece kendilerinin uygun gördüğü ve beğendikleri şekilde yazılabileceğini düşünen insanlar çoğalıyorsa, bu “Tek tip” edebiyat takıntısına dikkat etmek gerekir.

Necati Tosuner de bu kanıda: “Yazarlardan türlerle ilgili bir tanımlama istendiğinde çoğunlukla kendi ürünlerine, anlayışlarına yaslanan bir tanımlama koyuyorlar ortaya.” diyor.

Yıldız Ecevit’in yıllar önce bir eleştirisi vardı, edebiyatta eserini realist olduğu için göklere çıkarmanın anlamı yoktur diyordu, realizm bir tarzdır, o tarzı nasıl kullanıldığı incelenmelidir, ve bunun karşıtı, romantik bir eserle karşılaşıldığında da, realist yapıda olmadığı için o esere değersiz denmemelidir…

5-10 yıl kadar önce de, öyküyle ilgili şöyle bir görüş abartılarak, tek doğru diye konulmaya çalışılmıştı. Anlatılabilinen, özetlenebilen öykü iyi eser değildir, o öykü bile değildir, öykü bir başkasına anlatılamamalıdır!!!

Anlatılabilen, özetlenebilen, ve artık okumanız gerekmeyeceği, fıkra gibi öykülerin değersiz olduğu düşüncesine karşı geliştirilmiş, yine onun kadar aşırı ve yanlış bir uç görüştü. Oysa, öykü anlatıldı ve özetlendi diye değerini yitirmeyebilir, “anlattım ama bir de okumanız lazım” denilebilir…

Calvino’nun o güzelim Görünmez Kentler’i kesinlikle anlatılamaz, Tatar Çölü anlatılır, ama sonunda herkes kendi tatar çölünü aramaya gider, Suç ve Ceza’yı anlatırsınız ama okumadan olmaz, kimse bana onu neden bu kadar sevdiğini bugüne kadar anlatamamıştır, ben de Kundera’nın Ayrılık Valsi’ni Suç ve Ceza’dan daha çok sevilesi olduğunu bilmem kime anlatabilirim, ki içinde Raskalnikof da anılarak, ondan daha ilginç bir katil bulunur, Anna Karenina’yı da anlatacağım başka bir yazımda, sanırım kimsenin anlatmadığı gibi, bu size belki de Anna Karenina’yı başka türlü okutacak, ve belki birisi filmini başka türlü çekecek. (Oooo uçtum.)


Bir de şöyle bir sav hatırlıyorum:
“Bittikten sonra metinden konuşmak, iyi yazılmadığını, yetersizliğini gösterir.”

E göstersin.

Beckett gibi yazarlar “metnime ekleyecek bir şeyim yok, onu özetlemem gerekse, satır satır aynı metni tekrar yazmam gerekirdi” diyebilir (bu kişi Tolstoy da olabilir, bunun da ucu açık kalmıştır!). Beckett’e karşın, her yeni basımında metnini değiştiren usta yazarlar olduğu hatırlatılabilir…

Zaten Hasan Ali Toptaş’ın kitaptaki başka denemelerinde 2 örnek var, ikisi de aynı denemede yan yana konulmuş, ama bence onlardan çıkabilecek şeyler pek yan yana konulmamış…

“Çehov’un tüfeği” adıyla anılan bir sav vardır: Bir eserin bir yerinde örneğin duvara asılı bir tüfek bulunuyorsa, eserin içinde bir yerlerde o tüfek mutlaka patlamalıdır. Yani bir ayrıntı verirseniz, bunun bir işlevi olmalıdır. Böyle dendi, böyle kabul edildi yıllarca, ama daha sonraları, şimdi, bu görüşün aşılmış olduğu söyleniyor, hayatta da gereksiz ayrıntılar çoktur, ve bir eser de bunları konu edebilir… Bence de çok doğru.

İkinci örnek ise: Buzdağının 9’da birinin su yüzünde olması gibi, eserin de 9’da biri görülür olmalıdır, “derinnn” eser ancak böyle olur…

Bakalım salt böyle eser verileceği görüşü ne zaman aşılacak…

En az bir metin daha yazacağım bu konularda. Ve esas derdim yine edebiyat değil, ne anlarım ben edebiyattan. Derdim hayat… "Edebiyat metni anlama dayanmamalıdır" denilmesi zerre kadar umurumda olmazdı; edebiyatın, resimle, müzikle karıştırılmış olduğunu düşünür geçerdim, ama edebiyat sözle ilgilidir, herkes resimden ya da müzikten anlamayabilir, ya da anlamasa da zevkini aldığını düşünür, ama herkes yazıdan anlamak ister, anlamaması edebiyattan uzaklaşmasına da neden olabilir ki bu da birincil derdim değil…

Derdim ne…

Yavaş yavaş anlatmak, anlatırken kafamda toparlamak... Anlatacağım şeyi toparlamak değil ama, o yıllardır kafamda, nasıl anlatacağımı toparlamak…

Yoksa, becerebilsem, resmini yapardım, ya da müziğini bestelerdim…

Ama bu belki de ancak yazının başarabileceği bir şey…

Derdim bu…

(Alman subay Guernika’ya bakmış ve “bunu neden yaptınız?” demiş.
“Bunu siz yaptınız!” demiş Picasso. Bunu söylemek zorunda kalmış…)

Cumartesi, Aralık 08, 2007

Hz. Muammametin

Pers Kralı, kendine esir düşen Mısır Firavununu aşağılamak için bir plan yapar. Zafer alayını izleyecektir Firavun.
Firavun önce kızını hizmetçi olarak, elinde testiyle kuyuya doğru giderken görür.
Bu manzara karşısında tüm Mısırlılar dövünüp ağlarken Firavun kılını bile kıpırdatmadan taş gibi öylece durur.
Derken cellatlar tarafından idam sehpasına götürülen oğlunu görür ve yine tepki göstermez.
Oysa tüm bunlardan sonra esirler arasında itilip kakılan yaşlı hizmetkarını görünce Firavun kendini tutamaz ve birdenbire ağlamaya başlar…

Neden?

Bilinmiyormuş!

Walter Benjamin’in Heredotos’tan alıntıladığı bu hikayede Firavunun davranışının nedeni esas metinde yokmuş ve bu “ucu açık” metin bugüne kadar yorumlanagelmiş.

Montaigne hikayenin yazılışından 2000 yıl sonra, durumu şöyle açıklamış:
“O kadar kederliymiş ki kederindeki ufacık bir artış, duygularını zapt edememesine yetmiştir.”

Ondan 400 yıl sonra Benjamin, birkaç farklı açıklama getirmiş:
“Kendi sorundan olayların yazgısı firavunu etkilemez, çünkü bu onun kendi yazgısıdır.”

“Gerçek hayatta kayıtsız kaldığımız şeyleri sahnede görmek etkiler bizi. Firavun için hizmetkarı yalnızca bir oyuncudur.”

“Kaderin büyüklüğü tıkar insanı ve ancak bir gevşemeyle birlikte dışa vurulabilir. Hizmetkarın görülmesi, bu gevşeme anıdır.”

60 yıl sonra bugünlerde (2007) şu yorumların eklenebileceğini söylüyor Hasan Ali Toptaş, Harfler ve Notalar adlı denemeler kitabında, kendi deyişiyle “olaya değişik açılardan bakarak”:

“Firavunu en çok kendi yaşına yakın olan insanın düştüğü durum etkilemiştir.”

“Gözlerinin önünde cereyan eden bu dehşet verici görüntüler yüzünden firavun aklını yitirme noktansa gelmiştir de, son bir gayretle aslında gördüklerinin hepsine birden ağlamıştır”

“İtilip kakılan yaşlı hizmetkarının görüntüsünde kendi geleceğinin siluetini görmüştür de o sırada hizmetkarı için değil de düpedüz kendisi için ağlamıştır.”

“Böylece” diyor Toptaş, “Heredotos’un yazmadığı bir cümle karşılığında 2460 yıl sonra birçok cümle yazılmış olur.”


İşte edebiyatta ucu açık metin takıntısı…

Muammametin hazretleri…

“Ucundan accık” olsa sorun değil, ucu açık metin yazmak bir tarzdır dense sorun değil, ama ucu açık olmayan metin yazılamazmış, ucu açık olmayan metin edebiyat olmazmış noktasına getiriliyor, edebiyattaki diğer birçok takıntı gibi.

Yukarıdaki hikayede, doğru yorumun hangisi olduğu bence bellidir.
O kadar belli ki söylemeye gerek bile duymuyorum. (Böylece ben de metnimin ucunu açık bırakıyorum!)
Heredotos hikayesinin ucunu açık bırakmasa da açıklama yapsaydı, metnin önünü kapamış olmazdı bence, çünkü her şekilde etkileyici bir hikaye ve etkileyici bir son. Bugüne kadar taşınmasının nedeni taşınsın diye bir şeyinin gizlenmiş olması mı, yoksa sağlam hikayesi mi…

Montaigne’in yorumu da düşünülebilir aslında, ama, ikinci ve üçüncü sıralar boş bırakılarak, dördüncü sırada falan…

Firavunun ağlamaya başlaması için başka birini değil de hizmetkarını görmesi, bizi hikayenin “gizine” taşıyacak ipucudur çünkü. Yoksa şöyle de olabilirdi: Firavun oğlunu 20 kırbaç yerken seyredebilir ve hiçbir keder belirtisi göstermezdi yine. Kırbaçlanma bittiğinde seyircilerden belki bir çocuğun yerden bir taş alarak oğlunun sırtına fırlatması, Montaigne’in sözünü ettiği o “kederdeki ufacık artış” durumun gerçekleştirebilir ve o zaman ağlayabilirdi Firavun, çünkü kendini 20 kırbaca hazırlamıştı, o taş bardağı taşırmıştı.

Benjamin’in diğer iki yorumu ve Hasan Ali Toptaş’ın yaşlılıkla ilgili, aklını yitirmekle ilgili, egoizmle ilgili yorumları “aşırı yorum”dur bence.

Katil bellidir, ipucu ortadadır, yazar, katili açıkça söylememiştir sadece, ama işgüzar bazı dedektifler, başkalarının da katil olabileceğini ileri sürerek olayı gereksiz yere faili meçhul durumuna getirmeye çalışmışlar.

Böyle yaparak, edebiyatçının başka bir takıntısını daha sergiledikleri söylenebilir: “Edebiyat cevaplar vermez, hep sorular sorar” takıntısı…

O da başka bir yazının konusu…

Bu yazı, B. S. Johnson adlı yazardan şu alıntı ile bitebilir: “Ben fikirlerimin yoruma en az fırsat kalacak biçimde dile getirilmesini isterim. Gerçekte daha da ileri giderek diyebilirim ki, bir okur kendi imgelemini benim sözcüklerime ne kadar dayatabiliyorsa, o yazı o derece başarısız olmuştur. Kendi imgeleminden çıkardığı şeyi değil, benim görümü görmesini isterim onun. Başkalarının fikirlerini kabul etmedikçe ilerleme nasıl düşünülebilir. Kendi imgelemini dayatmak istiyorsa o zaman otursun kendi kitabını yazsın. Okur karşıtı bir şey olduğu düşünülebilir bunun; fakat biraz daha düşünülürse gerçekte benim yaptığım şey okuru kendi varlığını elle tutulur biçimde kanıtlamaya çağırmaktır, ben yazarak kendi varlığımı nasıl kanıtlıyorsam.”

Çarşamba, Kasım 28, 2007

Utanç

Elias Canetti yazıyor.
Konu: Robert Musil.

“Musil, parayı düşünmeyi reddederdi, para düşüncesi canını sıkar ve rahatsız ederdi… Karısının parayı sinek kovar gibi onun çevresinden kovması, Musil’e tümüyle uygun düşen bir tutumdu. Enflasyon nedeniyle her şeyini yitirmişti ve çok zor bir durumdaydı. Giriştiği işin (Niteliksiz Adam’ın) uzunluğu ile bunun için gerekli parasal olanaklar arasında çarpıcı bir karşıtlık vardı.

Viyana’ya geri döndüğünde, dostları bir Musil derneği kurdular; dernek üyeleri Musil’in Niteliksiz Adam’a ilişkin çalışmalarını sürdürmesini güvence altına alabilmek için her ay belli bir katkı payı ödeme yükümlülüğünün altına girmişlerdi. Musil bu kişilerin listesini biliyordu ve katkılarını düzenli ödeyip ödemedikleri konusunda da rapor alıyordu.”

Sonra da beni düşündürmeden önce güldüren şu cümleyi kuruyor Canetti:

“Bu derneğin varlığı nedeniyle utanmış olabileceğini sanmıyorum.”

Hayatımın her halde son on beş yılında, yani 20’li yaşlarımın başlarından beri, yetiştiriliş tarzımla tamamen tezat bir düşüncedeydim:
Bana yapmak istediklerim için para mı vermek istiyorsunuz…
Size teşekkür etmem…
Sizi takdir ederim…

Musil’e yapılana “katkı” diyor Canetti. Bana yapılan iki katkıyı hatırlıyorum, her halde biraz daha düşünsem en fazla 3’e çıkar bu katkılar:
1. Çok yıllar önce: Sen hiç çalışma kartında düşünür yazsın, diyen bir uzak sevgili. Daha yeni işe başladığımız, yeni yeni kartvizitlerimiz olduğu bir yaşta.
2. Uzun bir aradan sonra işe başlayacağım sırada: Şimdi sen de mi çalışacaksın, herkes gibi sabahları işe gideceksin, ne güzeldin halbuki böyle ya, diyen bir yakın sevgili, kendisi de çalışmamayı amaçlıyordu ve benim çalışmamamı, her ne kadar sevgilisi olarak kendi kişisel çıkarları için hiç uygun olmasa da, ideal olarak çok beğeniyordu.


Cannetti’den devam edelim.
“Bu derneğin varlığı nedeniyle utanmış olabileceğini sanmıyorum.”

Canetti mantık düzlemine oturtmaya çalışıyor:
“Çünkü bu adamların neyin söz konusu olduğunu bildikleri gibi doğru bir düşünceye sahipti. Bir esere katkıda bulunmalarına izin verilmesi, onlar için bir ayrıcalıktı.”

Sponsor kelimesi henüz yoktu tedavülde o zaman, ama başkaları vardı. Hamiler mesela. Musil derneği de bunun güzel bir örneği. Ama sponsorların adının, evet belli bir reklam kaygısıyla da ama aslında bir çeşit gururla söylendiği günümüz magazinel işleriyle karşılaştırıldığında, benim teşekkür etmemem, takdir etmem, sağlam bir felsefedir.
Zaten siz de fark ettiniz, Musil’e yapılan “katkı” konusunda utanan Musil değil Canetti’dir.

Canetti devam ediyor: “Her zaman Musil’in bu Musil derneğine bir tür tarikat olarak baktığından kuşkulanmışımdır. Derneğe alınmak büyük bir onurdu ve ben hep acaba Musil değersiz kişileri derneğin dışında bırakır mıydı diye düşünmüşümdür.”

Bu günümüzdeki sponsor mantığını iyi açıklıyor. Eskiden parasız ama değerli insanların değeri bilinirdi, çünkü para sizin değerli olmanızı doğal olarak getiren bir şey değildi. Günümüzde sponsor olmak için paralı olmak yeterlidir. Hatta böylece değerinizi de artırmış olursunuz…

İşte Hülya Avşar belirliyor: Ona göre devlet sanatçılığının kıstası: Devlete ne kadar vergi verdiğin.

Canetti: “Böyle koşullarda Niteliksiz Adam üzerinde çalışmayı sürdürebilmek parayı soylu bir biçimde küçümsemeyi koşut kılıyordu…”

Günümüzde soyluluk diye bir şey kalmadığından, parayı soylu bir biçimde küçümseyemezsiniz, bunun için önce zengin olmanız gerekir…

“Yaşamının İsviçre’de bütünüyle parasız geçirdiği son yıllarında Musil, paraya değer vermemiş olmasının bedelini çok acı ödedi.”

İnsanlığın dramının ekmek parasını kazanmak dramına indirgenmesi, edebiyatın ve felsefenin bile buna alet olması, sonra da edebiyattan felsefeden anlamayan bir halktan şikayet etmek… İşte üst düzeyin üst düzeyi bir insanlık dramı… Aslında tek dram budur belki de…

Tam kabus

Dün akşam bir arkadaşımda kaldım, şirketinden bir cep telefonu vermişler benimkinin eşi.
Salonda sızarken en son hatırladığım ikiz telefonlarımızın yan yana duruşuydu. Sabaha karıştırırmışız telefonları diye düşündüğümü de hatırlıyorum.
Sabah o iş giderken, benim telefondan arıyorlar onu, abi nerdesin, arjantin bardağını soğutuyorum, hadi gel diye çağırıyorlar, sık gittiğim bir Beyoğlu kafesine.
Beni de onun telefonundan arıyorlar ve toplantıya geç kaldığımı, herkesin beni beklediğini bildiriyorlar.
Tam kabus...

Pazartesi, Kasım 26, 2007

Bıçaksırtı

"Kendimi sana emanet edebileceğimi biliyorum.
Aşk bu."

Otosiklet

Biraz önce bir kadın şoför gördüm,
arabasında yalnız,
sağ şeride geçmek için yoğun trafikte
sağ kolunu dimdik uzattı sağına doğru.
Yol alamayınca da kornaya asıldı...

1 11 21 1211 111221 312211 13112221 1113213211

Siz yukarıdaki dizinin, nasıl devam edeceğini düşünedurun (Tv dizisi olmasa da) ben size matematikle olan ilgimi anlatayım...

Lisedeki hocamı severdim, o da beni. İyi de eğitmişti, ya da bende vardı yetenek bilmiyorum.
Murat, derdi gülerek, cevap vermeden önce soruyu bitirmemi bekle...
Herkes kağıt üzerinde yazarak çözmeye çalışırken ben aklımdan çözerdim.
Tahtaya kalkıp cevabı yazmıyorsam, hoca cevabı yazarken tamamlardım defterimde...

(Sonra, bir öğrencinin babasından onu sınıf geçirmek için para aldığı söylendi hocamın.)

Neyse, bende vardı herhalde yetenek, çünkü üniversite hazırlık sınıfındaki hocam, tam bir dahi kılığındaydı, ama o da, dur yahu, soruyu bitirmemi bekle der gibi bakardı memnun...
Bazı arkadaşlarım da o kadar heyecanlanıp, ve yavaş yavaş olayı kavrayıp, öğrenmiş olurdu da çözmeyi, ben arada hızlı çözmekten yanlış yapınca, kendileri doğru cevabı söylediği halde, ama Murat başka söyledi diye, kendilerininkinin doğru olmayabileceğini söylerlerdi…
Kurstaki hocam, farklı renkli tebeşirlerle yazardı soruları cevapları tahtaya. Tuhaf hareketler yapardı anlatırken konuyu, benim şu an, yazarken evde yaptığım gibi hareketler, deli denir ya görülse sokaktan, sinek filmindeki sinek olan adama benzerdi, o zaman seyretmemiştim daha...

O para almamıştı eminim kimseden, belki özel dershanede çalıştığından, ailelerimizden aldığından...


Ali Nesin'in Matematik ve Korku kitabından yukarıdaki soru.

Okunmalı bu kitap.

Çocuğumuza okutmalıyız, hem de okuldan önce okutmalıyız...

Giriş bölümündeki, Aziz Nesin-Ali Nesin yazışmaları da okunmalı, bana sonra yazışmalarının 4 kitabını da aldırdı, bir baba oğlun, bir baba-oğlun ve bir babaoğlun… Anlaşıldı mı…
Hepsini tam olarak hala okuyamadım, ama Özdemir Asaf'lar ve Montaigne gibi mesela, asla atılmayacaklar arasında yer verdim...

Ali Nesin, Türk tavla şampiyonunun “bizde her gün kavede tavla oynanır” diye güvenle Avrupa’ya gidip “ecnebilere” yenilmesini ve sonra da “adam bir zar atıyor 15 dakika düşünüyor kardeşim” diye yakınarak anlatmasını anlatıyor, tavlada olasılıkların önemine değiniyor.
Ama sadece değiyor.
“Baba yapma beni tavlada kimse yenemez” diyen bu sıkı matematikçinin, babası Aziz Nesin’e, onun Türk aklıyla nasıl yenilişini de anlatıyor.
Ve Aziz Nesin, sadece bazı yazarlarda olan bir ruhla şöyle diyor oğluna onu 5-0 yendikten sonra:
“Tavla ile ilgili yazın eksik olmuş. Bu oyunumuzla ilgili durumu da eklemezsen, karşı yazı yazarım, rezil olursun…”

Allah herkese bu tarz sert babalar nasip etsin…


Şununla bitireyim: Ali Nesin: "İnsan önce 2'yi sonra 1'i bulmuş olmalı. 2 bulunmamışsa 1'in gerekliliği kavranamaz. En azından bana öyle geliyor."

Bana da öyle geliyor. 2. Dünya Savaşı olmasaydı, birincisine 1. Dünya Savaşı der miydik…

Cumartesi, Kasım 24, 2007

Evlat edinmek istediğim kitaplar

Örnek Suçlar / Max Aub / Mitos Yayınları

*
Excelsior gazetesini istedim, Popular'ı getirdi. Delicado marka sigara ısmarladım. Bir paket Chesterfield getirdi. Bir şişe bira istedim, bir şişe siyah bira getirdi.Kan ile bira, beraber yerde güzel bir görünüm değil.

*
Konuştu ha konuştu ve konuştu ve konuştu babam bre konuştu ha konuştu. Ve konuştu!

Ben evimin kadınıyım ama bu şişman hizmetçi ha babam konuşmak ve konuşmak dışında bir şey yapmıyordu. Neredeysem oraya gelip konuşuyordu. Kapıdan girer girmez başlıyordu konuşmaya. Her şey hakkında ve her şey üstüne konuşuyordu. Hiçbir şeye torpil geçmeden. Neden mi kovmadım onu? Üç aylığını ödemek zorunda kalacaktım o zaman. Ayrıca kemgöze inanırım ben. Bana nazarı değebilirdi. Banyoda bile ondan, bundan, şundan konuşmayı sürdürdü. Susturmak için havluyu ağzına tıktım. Hayır, bundan ötürü ölmedi, konuşamadığı için öldü: Sözcükler içinde infilak etti.

*
O gol kaçmazdı! İmkanı yok yahu! Topa şöyle bir dokunacaktı, kale bomboştu. Topu üstten avuta attı. Gol girseydi maçı kazanacaktık. Çok önemliydi bu kaçan gol. Kazanacağımız maçı bu kancık çingenelere kaptırıvermiştik! Eğer ona attığım tekmeyle öbür dünyayı boyladıysa, Tanrının izniyle orada topa nasıl vurulacağını öğrenir artık.

*
Ayağım kaydı, düştüm. Bir portakal kabuğunun yüzünden. İnsanlar vardı etrafta. Herkes güldü. En çok da tezgahtar kız güldü. O hoşuma giden taze. Attığım taş, tam iki kaşının ortasında patladı. Oldum bittim iyi nişancıyımdır. Düştüğünde bacakları havaya dikildi, orkidesi ortaya çıktı.

*
Aptal olduğu için öldürdüm onu, kötü niyetli, cahil, salak olduğu için, kalınkafalı olduğu için, hıyarağası olduğu için, andavallı, ikiyüzlü, hırtın teki olduğu için, yalancı, kalpazan hıyarın biri olduğu için, cizvit olduğu için, siz seçin nedenini. Ama şunu unutmayın: Herhangi bir neden yeterli. İki tane gerekmez.

*
Top benimdi, yalnızca benim! Ustura benim değildi. Ama söz konusu olan toptu.

*
Canını sıkmamak için öldürdüm onu.

*
Mayısta yayınlayabileceğini söylemişti, sonra haziran dedi, sonra ekim. Kış geçti, ilkbahar geldi, kanım kaynadı. İkinci kitabımdı en önemlisi. Bu gerçeğin o genç yayıncı için önemli olup olmadığı beni ilgilendirmez, özür dilerim. Birçok insan bana teşekkür edecektir, biliyorum. Ayrıca elbet dikkati çekecek ve iyi reklam olacak.

*
Yahu aptalın tekiydi diyorum anlayın işte! Neymiş yeryüzünde değeri? Parası. Yalnızca parası! İşte para... orada duruyor. Ne olmuş yani…

*
Dördüncü cildi ödünç aldığını inkar ediyordu. Oysa kitaplığımın rafında dördüncü cildin yeri, boş bir mezar gibiydi.

*
Nefesi kokuyordu. Çare bulamadığını o bile kabullenmişti.

*
Bir oğlan istiyordum efendim. Dördüncü kızdan sonra ışını bitirdim.

*
Düşünüyorum öyleyse varım demiş o ünlü kişi. Bahçemdeki ağaçlar varlar, ama düşündüklerim sanmıyorum. (Ayrıca durum gösteriyor ki Bay Renato'nun aklı başında değildi ve bu herkesin başına gelebilirdi). Örneğin benim kayınpeder: Var ama düşünmüyor, ya da benim yayıncım... düşünüyor... ama yok. Tam tersi de doğru bunun. Düşündüğüm için var olmuyorum ya da var olduğum için düşünmüyorum. Aslolan düşüncedir. Varoluşsal bir masal, bir söylencedir. Var olmuyorum, paçamı kurtarıyorum.

Yaşamak (hayat dediğimiz şey) düşünmeyenler içindir yalnızca. Onlar, düşünceye dalanlar, yaşamıyorlar. Adaletsizlik bu, gün gibi ortada. Düşünmek, intihar için yeterlidir. Hayır Sayın Descartes: Yaşıyorum, demek ki düşünmüyorum, düşünürsem yaşayamam (var olamam). Bakın bundan güzel bir şarkı bile çıkar:
Düşünüyorum demek ki yaşamıyorum
Yaşasaydım düşünmezdim efendim
Vesaire vesaire...

Yaşamak için düşünmek gerekseydi, o zaman akıllı olurduk. Ama... sonunda siz inanıyorsanız bu işin böyle olduğuna... ben suçsuzum demektir. Tamamen suçsuz. Tümüyle masum! Çünkü ben ne düşünüyorum ne de düşünmek istiyorum. Düşünmüyorsam yokum demektir... yoksam... bu cinayetten nasıl sorumlu olabilirim?

Çarşamba, Kasım 21, 2007

"Nefret kutsaldır."

ı
would
not
piss
on
you
if
you
were
on
fire

Clash, bunu İngiltere Kraliçesi için yazmış, söylemiş.

Türkçe'de bir karşılığı varmış,
söyledi biri
ben ilk defa duyuyordum
ama şu anda hatırlamıyorum.

Şuna benzer:
Sidiğimin
tek
damlasını
bile
harcamam
sana
ateşler
içinde
yansan
da

Kimbilir kimi düşünerek
"Nefret Kutsaldır"
diyen Zola ile
aynı şeyleri hissetmiş Clash.

Aynı şeyleri hissediyorum.

Perşembe, Kasım 15, 2007

“Ama onlar Rum, Murat!”


“Kömür madenlerinde çalışan işçiler çalışmaları bittikten sonra yıkanıp temizlenirler ve zenci olmadıklarını görerek mutlu olurlar. Zenciler sabah uyanınca kömür madeni işçisi olmadıklarını anlayarak mutlu olurlar.” (Cavanna. Karşı Ansiklopedi)

Irkçılığın harika bir aşağılanması.

……..
Tanışıp konuştuğumuzda, Sohtorik soyadımın “saftirik ya da saftorik”ten geldiğini düşünenler çoğunlukta olur. Ama eminim, “saftirik” ya da “saf” sözcükleri 80 sene önce, şu günkü gibi “neredeyse aptal” anlamında kullanılmıyordu, “katışıksız, ari” anlamında kullanılıyordu.

Dedem, zamanında herkesin çok rağbet ettiği tarikatlara girmediği için “tarikatlardan ayrı” anlamında “saf tarik” demişler ona. Tarik ya da tarikat, yol demek. Saf tarik, saf yol anlamına da geliyor. (Dedemin huyu bana geçmiş, ben de bir yere ait olmayı sevemedim gittim.) Sohtorik, “saftarik”ten gelmeymiş.

Ama konumuz esas şu; gayrimüslim olduğumuzu düşünürler hep. Başlarda çok sorun etmezdim, Müslümanlıkla, dinle bir ilgim olmadığına göre, gayrisi olmakla da bir ilgim olamazdı. Ama insanlar böyle şeylere çok önem veriyorlardı. İlk, lisede, ne hocam olduğunu şimdi hatırlayamadığım hoş bir bayan “Ben seni Ermeni sanmıştım” demişti.

-Ben seni Ermeni sanmıştım.
-Eeeeee…

-Ben seni Kova sanmıştım.
-Eeeee… (Sensin kova!)

Farkı yok bence…

İnsanların burçlara önem verişinden farklı değil benim için birinin hangi coğrafyadan geldiğine önem vermek. Soy denen bir şey var ama bu dünyada. Şuralılar buralılar var.

-Siz nerelisiniz?
-Galatasaraylıyım, oldu mu…

Bir insan, Galatasaraylı ya da Fenerli olmasıyla nasıl açıklanamazsa, kimse de doğduğu ya da ailesinin doğduğu ya da ailesinin ailesinin doğduğu yerle açıklanamaz…

Bir insana nasıl seviştiğini sormanın tuhaf karşılanması gibi tuhaf karşılansa keşke bir insana nerelisin, nerdensin demek…

Irkçılığa darbe vurulmuş olurdu…


Toplumlarda ırkçılar, düşündüğümüzden de çok, az olduğunu düşünmemizin nedeni, az düşünmemiz…

"Ailem Karadenizli" dediğimde (ben İstanbulluyum), “Ama onlar Rum, Murat!” demişti biri.

Ama!

Geçen aylarda bir taksi şoförü de şöyle dedi: “Hrant Dink bile Orhan Pamuk’tan daha iyi…”

Bile!

Bu ikincisi en azından taksi şoförü lafıydı, yok, taksi şoförleri alınacak, her ne kadar hayatımda adam gibi konuşulacak en fazla 2 tane taksi şoförü görsem de, genelleme yapmayalım, şöyle diyelim, bu en azından cahil birinin lafıydı, ama “Karadenizliler Rum, Murat!” diyen… bir yazardı… Sıkı bir yazar oldu…

Bir taksici Nobelli bir yazarla ilgili konuşuyorsa… Böyle konuşabiliyorsa… Buna ifade özgürlüğü, demokrasi falan denmez, densizlik denir… Denmeli.

Ama esas: Bir yazar, bir taksiciyle aynı ırkçı bilince sahip olabiliyorsa…

O zaman o taksici ve o yazar…

Ne derler, aynı kefeye…

Durun, Bukovski’nin bir cümlesini hatırladım, o buraya gider. Bekleyin, bulayım… Değecek…

İnanmıyorum ya, ilk açtığım Bukovski dosyasının ilk satırında duruyordu, beni bekliyordu sanki…

KAPTAN YEMEĞE ÇIKTI VE TAYFALAR GEMİYİ ELE GEÇİRDİ’den:

“Değiş tokuş yapmalarında yarar olabilir. Beş saat boyu daktilo tuşlayan sabaha kadar düzüşsün, sabaha kadar düzüşen beş saat boyunca daktilo tuşlasın. Ya da başka biri daktilo tuşlarken birbirlerini düzsünler. Daktilo tuşlayan ben olmayayım ama lütfen. Kadına yaptırın. Varsa.”

Seviyorum bu adamı…

Seviyorum şu adımı…

Pazartesi, Kasım 12, 2007

2 reklam birden!

1.
Filmin yapımıyla ilgili dolu ayrıntı verilmiş de bir gazetede, ben de şu “küçük” ayrıntıya dikkat çekmek istedim.
“Ne eline batan diken, ne de söylenenler umurunda olmayacak.” diyor Atatürk (Haluk Bilginer) Türkiye gül Bankası reklamında.
Hatayı anlamak için cümleyi şöyle kuralım:
“Ne eline batan diken umurunda olmayacak, ne de söylenenler.”
Ama Türkçe’de ona öyle demezler, şöyle derler:
“Ne eline batan diken umurunda olacak, ne de söylenenler.”
Yani Atatürk’e Türkçe’yi yanlış kullandırmazlar ve şöyle dedirtirler:
“Ne eline batan diken, ne de söylenenler umurunda olacak.”
Türkçe’nin kolay gözüken zorluklarından biri,
yanılmak çok kolay, yanılanları anlıyorum, her zaman uyarmıyorum.
Ama bu kez Atatürk söz konusuydu… bana battı biraz…
(Neden gül bahçesi? Bana uzak geldi. Ama tabii, bu tartışılır. Sana Gül Bahçesi Vaat Etmedim adlı kitap geliyor aklıma!)


2.
Şu daha az tartışılır, hoş yapan yapmış, eminim eleştirilerden de geçmiştir. (Çok da emin değilim, ben mi daha fazla dikkat etmeye başladım da hatalar buluyorum, yoksa Türkiye gençlerinin-insanlarının -tabii ki çağa uygun olarak- mantıksızlaşması ve bunu kabul de etmeyip ukalalaşması türü bir saçmalık mı söz konusu, yine. Yine.)

T-box (yeni) mağazalar açmış. Onu anlatıyor. Çılgın(ımsı) bir ilan, metinler, ilgimi çekmez de bakıp geçerdim, ama bir de başlık:
"İçimize girmeyen kalmayacak!”
Çığır açmış sanılmış da yayınlanmış her halde, ama aslında çığırından çıkmış.
Bir erkek mi yazmış bıyık altından gülerek, ama onaylayanların arasında hiç mi bir kadın yokmuş…
“Orospu” başlıklı bir metin yazıyorum, günümüz kadınını anlatan... Ama onu ben yazıyorum. Bir yazar olarak. Bu reklam başlığını kim yazmış…
Türkiye reklamları bence reklamcılar tarafından değil sosyologlar ve psikologlar… hatta tarihçiler, yazarlar tarafından da incelenmeli. Ne hâle geldiğimizi görmek için… Hayır, bir reklamı eleştirirken benim hâlâ bir ürüne, hizmete ya da markaya falan gönderme yaptığımı sanan bazı reklamcılar var da…

Perşembe, Kasım 08, 2007

LITTLE big


Büyük yazar
büyük müzisyen
büyük ressam
büyük vs vs vs
var da neden
büyük karikatürist yok!
Borisiav Stankovic...

Perşembe, Kasım 01, 2007

Aşkyapıtım

1.
Bir şeyin karşıtını dile getiren adam sadece bir şeyin karşıtı dile getiriyordur daha fazlasını değil.
Yani yazı tarafını dile getiren adama karşı, tura tarafını dile getiren adam... Ama paradan hangisi söz ediyor?
Socrates bile düşmüştür bu yanılgıya: Ölümün karşıtının yaşam olduğunu kanıtlamış-gözükür. Bugüne kadar da gelmiş bu yanlış görüş. Ölüm tura tarafıdır, yaşam ise paradır oysa. Yazı tarafı nerde?
Yazı tarafı, doğumdur. (Edebiyatçılar şöyle der: Doğum tarafı, yazıdır.)
Doğumdan bahsettiğinizde, ki, sadece “doğum” deseniz bile yeterlidir… Çöker insanlığın bugüne kadar ulaşan (bulaşan) bir dolu felsefesi...


2.
Belki de erkek kendi doğurganlığını kendi yarattığı-kendini doğurduğu için daha doğurgan.


3.
Mutluluğundan mutlu olan adamın hikayesi: Başyapıtım…

Kafkagiller şöyle diyecektir bu yapıta: Mutluluğundan mutsuz olmayan adamın hikayesi…
Mutsuzluğundan mutsuz olanlar böyle diyecektir.

Perşembe, Ekim 25, 2007

“Ben Türkiye’nin Yalancısıyım!”

Kadında güzellik önemlidir. Çok. O kadar çok ki, mesela 1 yıllık güzel sevgilimin gerçekten güzel olup olmadığını hala düşünebilirim. Her kadının bazı bakımsız halleri, zamanları olur, o güzel kadın nasıl da çirkin gözükür bir gün, çok kötü giyinir mesela bir gece, ya da, mesela ara sıra kadınsı da gözükmezse o çocuksu görüntüsünün bir çekiciliği kalmaz bazı çocuksu kadınların, (bir sevgilim, ona kadınsı olmamasıyla ilgili “güzel bir ders” verdikten kısa bir süre sonra göz göre göre kadınsılaşmış, yok şu daha doğru, içindeki kadını ortaya çıkartmıştı, “ben yaptım seni” derdim ona hep, ben yaptım seni, kaç erkek bu kadar “sahip” olmuştur bir kadına), kadınsı olanlar da abartır bazen, fazla makyaj, gereksiz erotizm ile, yatakta uyurken melek gibi gözükebilir bazıları, uyanınca geçebilir. Manken olacak tipteki kadınlar hiç ilgimi çekmez, sıskacık bacakları benimkinden güzel değildir, gay modacıların erkeklere kazığı diye düşünürüm bu kadınları, çoğu erkek bilmez zaten ne tür kadından hoşlandığını, başkasının da hoşlandığı kadınlardan hoşlanır erkek, işte gay modacıların aslında hoşlanmadıkları kadınlardan, bu zevk değil, kişisel değil çünkü, dolgun kadınlardan hoşlanan bir tarihimiz, ırkımız olduğunu unuturlar, ama içgüdüleri hatırlatır, yoklarlarsa… Tarihle, içgüdülerle ilgilenen varsa, kadın dediğin… sıska olmaz, en azından… Şu podyumdaki sıska ve yamuk bacaklarıyla sakatmış gibi yürüyen kadınlar mı kadın...

Asla tek tip kadını çekici bulmam, her tipin güzeli bulunur… Moda da inanılmazdır zaten, yıllardır söylerim, mesela, eteğin altına çizme giyme modası, modası geçmeyecek kadınlar gibi geçmeyecek bir tarzdır, arada giyilmelidir, her sene giyilmelidir, artık kadının tarzı olmalıdır, ama işte bu sene moda olmuş her halde ki herkes giyiyor görüyorum, e özelliği kalmadı, ama bende sağlam bir moda danışmanı olabilirmişim hissi, yok duygusu, yok düşüncesi uyandırdı... Bir de kocaman güneş gözlükleri moda şimdi, her kadın birbirine benziyor, yüzü kapatıyor çünkü, saçma, bu mu güzellik!!! Vs vs…

Yani yıllar sürebilir, aylar sürebilir bir güzelliği kesinlemem, “her halinle her şeyinle güzelsin” değil, gerçekten güzel olmalı, öyle aşık adamlık yoktur bende, aşkın mantığı dışlaması da felsefe efsanesidir, kadınları çözememiş böylece bağlayamamış yazar felsefesi, kadınlar karşısındaki aptallıklarını, adamların kendince açıklaması… Bense, son kararı çok sonra veririm, evet sen güzelsin diyebilirim mesela yüz güzeli seçilmiş bir kadına aylar sonra (ikinci kez aşık etmek, budur…) Aynen çıkma teklifini de bir yıl sonra yapabileceğim gibi, sevgiliyken bir yıl boyunca…

Bu kadar güzellikten fiziksellikten söz ettik, zekaya geçmek için… Güzelliklerini düşünmem kadınların, 1 dakikalıktır, zaten düşünmüş olduğum için 1 dakikalıktır, bir anlıktır, hemen bakalım da geçelim diye zekaya… Zekalarına karar vermem için de 1 dakika yetebilir…En güzelinin bile zekasına, hatta özellikle en güzellerinin… Ve ondan sonra güzelliklerine kimse ikna edemez beni, ilgi alanımdan çıkmışlardır artık…

Hülya Avşar’ın da güzelliği ilgi alanımdan çıkmış olmalı, zekasına çok önceden karar verdiğimden…

10 yıldır da düşünme yeteneğini geliştirememiş olduğu anlaşılıyor, fazla haklı bulunmaktan muhtemelen…

Derler ya,
bana bu konuyu aktaranların yalancısıyım,
şu haberin şu spikerin yalancısıyım,
Ahmet anlattı, ben onun yalancısıyım…

Biraz daha geniş bir anlam düzleminde Hülya Avşar da şöyle diyebilir, demelidir:
“Ben Türkiye’nin yalancısıyım…”

Onu inceleyerek Türkiye’yi görmüş gibi oluyorum… Hülya Avşar’la hayali bir Aziz Nesin diyaloğu… Harika olabilirdi…

….
Geçen akşam TV’deler… Hülya Avşar’ın konuğu Oray Eğin. Program yapıyormuş Avşar: Ciddi bir ortam yaratmaya çalışılmış, Avşar da ciddi polis sorgulayıcısı gibi bir tavır takınmış, iyi polis kötü polis tiplemelerinden esinlenerek farklı bir tarz geliştirmiş, istemeden, planlamadan… Anlamaz gözüküp bu görüntüsüyle karşıdakinin tepesini attırmazsa konuşturan polis tipi! Tabii rol yapmıyor Avşar, anlamaz gözükmüyor. O, neyse o!

TV’ye aptal kutusu denmesini,
insanı aptallaştırır anlamında alırdım bugüne kadar,
sanırım herkes gibi,
daha iyisini yeni okudum:
TV insanı aptallaştırmaz, aptallığını ortaya çıkartır…


İşte “Ben Türkiye’nin yalancısıyım!” diyebilecek kadından inciler…

Oray Eğin: Amerika’da bir komedyen şöyle bir espri yapıyor. “Ben küçükken aletlerin içinde küçük Japonlar olduğunu düşünürdüm…” Beraber seyrettiğim insanlar Türk olmasına rağmen ama Amerika’da yaşayan Türkler olduklarından bunu kötü bir espri olarak algıladılar… Irkçı bir espriydi onlar için…
AVŞAR: Neden olduğunu anlayamadım…

Oray Eğin: (Türbanla ilgili bir soru üzerine) Özgürlüğün sınırı yoktur
AVŞAR: Doğru

AVŞAR: Ben sinemacıyım diyorum…
Oray Eğin: En iyi yaptığınız iş o.

Esas şu:
AVŞAR: Devlet sanatçısı olmanın kıstası şudur: Devlete ne kadar vergi verdiğin.

Egoizm ve faşizm arasında ince bir sınır vardır, işte…

Vasat zekalılar için ürettiği işlerden kazandığı milyarlardan devletin aldığı verginin karşılığını devletten bekliyor: Devlet sanatçılığı!!!

….
Dün yazmış Hakkı Devrim:
Fahir Atakoğlu’na şunları sormuş Avşar:
-Mozart dinleyen çocuk matematiğe yatkın olurmuş, doğru mu?
-Sizce, Türk müziği diye bir şey var mı? Yani yok mu diyorsunuz? Fahir olsam ben bir Türk gamı çıkarırdım ortaya.
-Hangi enstrümanları kullanınca Türk müziği olur?
-Dünyanın, şöyle tüylerinizi ürperten müziği hangisidir? Benim için Godfather'dır mesela...
-Piyano çalan çocuğun, oradan darbukaya geçmesi bir ruh hastalığına işaret değildir, değil mi?

“Zavallı Fahir. Çok yorulmuş olmalı, ama hiç renk vermedi.” diye bitiriyor yazısını Hakkı Devrim.

….
Bugün yine rastladım: Armağan Çağlayan’a soruyor Hülya Avşar.

AVŞAR: İhtiyaçtan mı yoksa medeniyetten mi psikanaliste gittin?

A. Çağlayan: Yeni kuşağa göre ben demode olabilirim.
AVŞAR: O zaman hiçbir modacının kıyafetini giymemeliyiz. Bakarsan, hep eski modacıların kıyafetlerini giyiyoruz.

A. Çağlayan: (Popüler kültürle ilgili bir okulda ders vermesi üzerine) Öğrencilere popüler kültürü sevdirmeye çalışıyorum. Hülya Avşar ismiyle barışmalarını söylüyorum.
AVŞAR: Komplekslerini yenmelerini yani.

Evet, bende kesinlikle bir Hülya Avşar kompleksi var, Hakkı Devrim’de de olduğu görülüyor…

Sizde yok mu?


Son laf: “Sonra bendeki o duyarlı adam git gide kaybolarak yerini güzel konuşmasını bilen adama bıraktı…” (Diderot: Oyunculuk üzerine aykırı düşünceler)

Perşembe, Ekim 18, 2007

Bunlar martı

- Martılara bak. Çerçevesiz camekanın üzerinde sanki havadaymış gibi duruyorlar, uçmadan.
- Evet çok güzel.
- Hangisi erkek acaba?
- Ne fark eder ki?
- Ne mi fark eder? Bir hikayeleri olması gerek.
- Bunlar martı!
- Olsun... Duvara tünemiş iki liseli aşık gibiler bence.
- .....
- Hangisi erkek...
- Ne bileyim canım. Nasıl bilebiliriz ki...
- Sağ taraftaki, dengede duramayan. Habire ileri geri sallanan.
- Neden?
- Rüzgara, bacaklarına dikkat etmiyor. Dikkati başka yerde.
- Nerede peki?
- Dişisinin bacaklarında...

Profesyonel

sayın abilerim ablalarım... kocam sizlere ömür... ben kanser hastasıyım çalışamıyorum... çocuklarımı parasızlıktan okutamıyorum... yardımlarınıza ihtiyacım var... allah kimseye göstermesin... gönlünüzden ne koparsa... allah ne muradınız varsa versin...

sayınabilerimmmablalarımmmkocamsizlerrreömür...benkansehastasıyımmmçalışamıyooom... çocuklarımıparasızlıktaaanokutamıyorum... yardımlarınızaihtiyacımvar... allahhhhkimseyegöstermesininin... gönlünüzdennekopeyrrsa... allahhhhnemuradınızvarsa...

-Senden naber kız?

sayı-nabileri-mablalarım... şşşuelimde görmü-şolduğunuz asrımızın buluşu bir meyve - soyma - makinesidir.

- Çok mu abartılı oldu...
- Ben bile inanmadım...
- Ne gülüyorsun, yavaş yavaş öğrencez... Hem sen kendine bak ukela...

sayın abilerim ablalarım... sayın abilerim... ablalarım...

- Baştaki s’yi biraz uzat... Şşt dermiş gibi... Dikkat çekici olur... Herkesi susturur...

Sssayın abilerim... ablalarım...

- Böyle mi?
- Piyanist şantör gibi oldun...
- Daha iyi değil mi, bunlar sever piyanist şantörleri...
- Ama sen bir vapur satıcısısın, piyanist şantör görmedin ömründe... Bir lokma ekmek bulamadan geçirdiğin geceler oldu... Piyanist şantör olsan vapurlarda para dilenir miydin?

ssssayınabileriii mablalarım...

-Şart mı laan, sayın abilerim ablalarım?
-Herkes böyle başlıyor!
-Biz başlamayalım... Farklı gözüksün... Dikkat çeksin..
-O kadar da farklı gözükmemek lazım... Yabancı kalırsın sonra... Dolu tip var böyle bir girişe alışmış olan, dışına çıkarsak rahatsız olurlar... Kurgu gibi gelir kız... Şüphelenirler...
-Peki neden doğrudan söylemiyoruz... Neyse anlatalım... olsun bitsin... Biz bunları gerçekten yaşadık...
-Herkes böyle yapıyor demedim mi... Süslemen lazım ki gerçek gibi gelsin...

sayın abilerim ablarım... ablarım... çok pis ablarım... sayın abileyim abla-la-yım... yım yım yım

Cuma, Ekim 05, 2007

Ya da ve ama ile ise

YA DA VE AMA

Sevgi uğraşılarak kazanılan bir şey olabilir,
aşk piyango biletidir.

Ya da

Sevgiyle köşe başında çarpışmazsınız,
aşk düşmekte olan saksıdır.

Ama

Sevgi ağaçsa,
aşk sonbahar yaprağıdır.


93) (19




İSE


Her eser bir ağaçsa
her sanatsız bir çorak demek…
Bir de otlar var!

Her aşk bir sarhoşsa
her boş kalp bir ayık demek…
Bir de garsonlar var!

Her yaşam bir güneşse
her ölüm bir sönüş demek…
Bir de yıldızlar var!


93) (19

Çarşamba, Ekim 03, 2007

Hesse’s Dengeler



Geçen gün bir arkadaşıma
10 yıl sonra kitap okumayacağım bir hayata hazırlanıyorum,
kendimi hazırlamak değil ama, planlı değil,
ama işte “hazırlanıyorum”
dediğimde…
İnsan kitap okumadan nasıl durur yahu dedi…

İnsan kitap okumadan nasıl… durur…
E işte durur… Yanıt burada…

Başlar ve bitirir, sonra da durur, yeri geldiğinde… Yoksa tüm kitaplar okunup bittiğinde değil… Kitap okumaya, okumaya, gerek duymayacağın bir aşamaya gelmek mümkün değil mi… Sadece, her gün gazeteleri takip etmek yerine, haftada bir okumanın da sizi güncelden asla koparmayacağı gerçeğinin kitap okumaya uyarlanmasının çok doğru olacağı fikrinden de değil… Bir kitap yazdığınızda, bin kitap okumuş gibi olma hissinden, esas… İşte, bu ikincisinden.

Çetin Altan, dedim o arkadaşıma,
tanıyorum, dedi.
Yok, onu demiyorum, dedim.
Çetin Altan şunu diyor, gençten birinin hayatla ilgili soruları karşısında:
“Yani konuşalım ama, senin bu sordukların Sokrates devrinde falan (falan benim) cevaplanmış, çözülmüş…”

Genlerle, sadece bilgi aktarabiliyoruz.
Bilinç aktaramıyoruz.
Her doğan sıfırdan başlıyor, içi dolu bir 0 ama. (Bunu fark etmiyoruz ve kendimizce yönlendirmeye çalışıyoruz onu, o içi dolu 0’ı.)
İçi dolmadan bir 0, 1 olamaz… 2 olmaya yakın bir 1, artık 1’e benzemez…
Diye gider.
Doğru yönlendirilmediğinde,
sıfır olarak bitiriyor hayatını, insan.
İçi boş…
Doğduğundan da geriye düşmüş…
Hayat kırıklığından sonra hayat var mı…

Yaşama Düşkünler Evi, koymuştum bir kitabımın adını, (b)asılmamış.

Neyse konuya döneyim, sizin için konuya gelelim…

Çok okuyan bir insan, hatta yazıyorsa bir de.
Okuduklarını nasıl olur da bitiremez…
Okuyacaklarını…
Bitirmez derken azaltmaz demek istiyorum…

(Ara not: Secret okumayın, ben okumadan biliyorum ki, Tanrı ile Sohbet adlı kitaptan daha iyi değil, olamaz. Tanrı ile Sohbet’i okuduysanız, iyi okuduysanız, bir daha ömür boyu bu tür kitap okumayabilirsiniz.)

Yeni gelişmeleri takip etmek gerekir, denir, mesleğinin gerisinde kalmamak gerekir, denir, yazarlık için de geçerli mi, o kadar da…

Çetin Altan o kadar da geçerli değil diyor…
Çözüldü diyor, fi tarihinde, fi benim…

Yani iyi bir okurun giderek yazarın arkasındaki kütüphane nasıl gereksizleşmez zamanla…

Bir yerden bir yaştan sonra fotoğrafının fonundaki kütüphane manzarası yazarın ne anlama gelir.

Haha aklıma geldi diye sadece, görsel benzerlik diye sadece, bakın biz burada bulunduk diye poz veren turist gibi mi yazar… Bakın, ben bunları okudum…

Tüm yazarlar, ve yazdıkları, kendilerinden önceki yazarların oluşturdukları o gövdeye eklemlenir, diye bir düşünce var…

Romantik bir düşünce faşist de olabilir mi… Eklemlenmenin şart kılınması anlamında faşistçe, eklemlenilen gövde açısından da şöyle: Az ekledik uz ekledik ekleye ekleye bir arpa boyu yol gitmişiz, 50 cl arjantin. Zaman gibi, bu da döngüsel mi.

Hadi diyelim eklemlenir, ama bilgiye bilgi eklemlenmesi yerine bilince bilinç eklemlense, şu anda uzaya çıkmış olmaz mıydık, demeyeceğim, yaşamın dibine varmış olmaz mıydık…

Yok, varmadık, varamadık…

Buna itirazım…

Arkasında geyik, aslan, kaplan, ayı, kafaları “olduğu halde” poz veren bir avcı mı yazar…


Ben foto biriktiririm, kendimin, sevgililerimin, arkadaşlarımın fotoları. Tekrar tekrar bakarım onlara… Aynada suratıma hiç bakmam, gazete okumak gibi gelir… Bu gün nasılım! (İnsanlara bir gazete ya da dergi verseniz, hemen tarihine bakar, o günün, o haftanın ya da o ayın değilse okumaz… eskimiş bu!)

Bir daha asla yakalanamayacak bir anı fotolamak… (Ebelemek.)

CD’lerimi de atamıyorum… Tekrar tekrar dinlememek mümkün değil, Stone Roses, Kula Shaker… Hakan Kurşun.

Günlüklerimi de atamam. Değer kazandıklarını gördüm çünkü…

Ama kitaplar.
Neden onları bazen.
Onların bazılarını.
Ki bunların arasında en büyüklerin yazdıkları da var.
Gereksiz olarak niteliyorum…

Gereksiz kitap…
Okuyanlarına yetersiz faydası, dahası, yazanlarına yetersiz faydası, üzerine yazacağım metin duruyor hala… (Haalaa)

Deprem Duası adlı metnime kardeş bir metin olacak bu, soranlar için yazıyorum…

Artık diyeceğim: artık kitap okuyamıyorum.
Hiç değil elbet, eskisi kadar…
Belki eskiden de okuyamıyorumdur zaten, belki iyi bir okur değilim… Olmadım da, olmadım ya da olamadım…
Ama durumumu, bir bilincin başka bir bilince inme zorluğu, yok böyle olunca herkesi kapsadı, sıkı bir bilincin, diğer sıkı bir bilince bilincinde yer açma zorluğu ve hatta görece gereksizliği olarak açıklamak eğilimindeyim… (Kibar)

Kundera’nın diğer kitaplarını bağışladım da, Şaka’sını tutağım her halde, Tournier’in Çalı Horozu’nun ilk öyküsü -bitirdi beni derler ya- başlattı, yeni bir yazıya, adem ve havvayla ilgili, çıkar yakında… Onu tutacağım…

Kundera iyi örnek: İki tane deneme kitabını (Roman Sanatı ve, hımm Saptırılmış Vasiyetler sanırım) bayıla bayıla okuduktan bir-iki yıl sonra neresine bayılmışım bunların diye okudum. Tam o sırada bir deneme kitabı daha çıktı. Tahmin edeceğiniz gibi o da bir şey vermedi. İki mükemmel çocuğunuz var diyelim, ve üçüncüyü istiyorsunuz böylece, o da aynı mükemmellikte çıkıyor; yani sıkıcı... Ahmet Altan’ı aşmayı anlardım, ama Kundera’yı...

Duras’ın Yazmak’ını da bağışlarken vazgeçtim, fazla kişisel, ama dursun. Yazmak kişiseldir mi! Herkes aşağı yukarı aynı nedenle yazsa da mı…

Yani BAP’ın sonlarında vardı… Beyaz Atlı Prens adlı romanımın. BAP diyorum çünkü kutsal kitap da (hangisi) baplardan oluşur ya ve o da benim için bir çeşit kutsal kitaptır. Henüz sadece benim kutsal kitabım…

BAP’ın sonlarında vardı.
Her şeyi yaşamış, her şeyi okumuş gibi gelmek durumu… Hesse ile birlikte yazmıştık… Hesse’s dengeler, haha güzel… Başlık parasız.

Bilemiyorum kendimi atar mıyım bir yerlerden ama kitaplarımı atıyorum…
Kitaplarımı bağışlıyorum diyecektim ama bu fiil kitaplar için doğru olsa da, ben bağışlanacak bir şeyler yapmadım… (Akşamdan kalma ya da uykusuz olduğumda, şimdiki gibi, saçmaladığım, aklımın çalışmadığı olur, işte derim, çoğu insanın sık sık düştüğü durum. Akşamdan kalma olmadan. )

Bakalım…

Yani yeni odamdaki kitaplar da yavaş yavaş azalacak… sıfıra iner mi bilmiyorum… İçi dolu bir sıfır…

Portnoy’un feryadı. Philip Roth
Erkekliğin hikayesini anlatmış. Yazılmamış hikayesi…
Onu bulacağım.
Hesse’nin Kaplıcada Bir Konuk’unu da…
Hemen her Hesse’yi okudum ve bir yerden sonra biraz sıktığını söyleyebilirim…
Konuları hala (haalaa) aklımda olduğu için bir yakınlık hissetsem de, bu yüzden onları değerli bulma eğiliminde olsam da…
Daha güzel olsa idiler keşke… deme eğilimindeyim… (Kibar)
Dönem için güzel ve o yüzden abartılmış denilebilir belki…

Kaplıcada Bir Konuk’ta, rahatsız-sorunlu-gürültücü bir komşusunu anlamayla ilgili bir metin yazmış, Hesse.
Uyabilir…

Ama bu ikisini de örneğin Robinson kitapevinin üst katında uzunca bir karıştırdıktan sonra almalıyım, bana karşı suçları olmayan kitapları bağışlamamak için artık…

Robinson dedim de, Tournier’in bir de Robinson ve Cuma hikayesi var güzel…
2. hikaye, kitaptaki…
Ona bir yıldız atmışım yıllar önce, ama ilki olan Adem-Havva hikayesi daha çok ilgimi çekti şimdi.

Diğer kitaplarda da böyle olabilir, şu bağışladıklarımda da, diye düşünülebilir, okuyamadıklarımdaki anlamı sonradan bulabilirim, falan diye, düşünülebilir, tabii ki. Ben düşünmüyorum…

Sanmıyorum…

Artık okumadıklarımı okumaya yönelirim en fazla: Proust mesela…

(Celine. Gecenin Sonuna Yolculuk. Baştan bir yirmi sayfa okuyun, olayı anlayın, pek birolay da yok ya, sonra, her gün mesela, açın ve ortadan her hangi bir yerden çalakalem, çalagöz, gezdirin, tadını alırsınız, dedikoducu bir adamın gevelemeleri, çok güzel, ben hala okuyorumara ara, BAP’ı yazarken her sabah onu okuyarak başlardım işe. Olumlu örnekler yok değil canım, ama az.)

Tournier’in Robinson’u adasından kurtulduktan yıllar sonra, ki genç bir kadınla evlenmiştir, adasının hatırası haricinde mutludur, yerini haritada işaretlettiği adasına (asasına) özlem duyduğunu genç karısı fark eder, kabul etmez Robinson, “karısı onunla ilgili fedakarlıkları hep yapmıştır. Ölür.” gibi kısa iki cümleyle durumu anlatır Tournier, karısının kendi kendine ölümünden sonra döner Robi adasına ama bulamaz onu…

Bilge bir denizci der: Sen adanı gördün de tanımadın, e o da senin gibi yaşlandı, düşünmedin mi bunu, yaşlandığını…

Sonra da ekler: Bak şu aynaya bir… Önünden geçerken adan seni tanımış mıdır ki bir de.

Belki de ben, o kütüphanelerdeki kitapların arasında “benimki bu” diyebileceğim kitabı tanıyamıyorum… Ama bunun korkusuyla bir kütüphane biriktirmek anlamlı mı… Şöyle sormalıydım belki… Anlamlı ama yararlı mı…

Bana yararsız geliyor…

Karakterdeki elenmesi gereken fazlalıklar gibi…

Tek bir karakterle kalmak değil tabii, tek bir kitapla, o zaman kutsal kitap olmalı, ya da sizin bir kutsal kitabınız olmalı… Ama şudur şudur diyeceğiniz kendi karakter özellikleriniz gibi, şu şu diyeceğiniz küçük bir kitaplığınız olabilir…

Çok karakterli olmak iyi değil… Çok kitaplı olmak neden iyi olsun…

Hoş, şizofreni (çift kişilikli olmak olarak alınmış) zekadır, diyormuş Orhan Pamuk…

BAP’tan: Sanatçılık; zaafları sanata dönüştürme zanaatı…


Tam bitirirken şunla karşılaştım, tekrar:
“Hiçbir zaman sanata razı değilim, onun daha ötesinde bir şey istiyorum. Giderek daha az yazmak istiyorum. Hayatın kendisi bana daha çekici geliyor. Bodrum’da yaşayınca “yazmaya ne gerek var” duygusuna kapılıyor insan. Denize girmek, dağlarda gezmek, bitkilerle uğraşmak giderek daha anlamlı geliyor.” (Latife Tekin)

Sonra da ama: “Topluma ayak uydurmadığın, dünyevi olmadığın için, çoğunlukla derin bir yalnızlık duyarak, bir yenilmişlik noktasından başlayarak sanatçı oluyorsun. Bunun nesiyle övüneceksin? Aslolan hayata kapılarak, büyülenerek yaşamaktır. Eşekler ya da kuşlar gibi. Ben öyle yaşayabilenlere hep gıptayla baktım.”

Esas gıptayla bakılması gereken, hem hayattan büyülenenler, hem de bununla güzel bir şekilde övünebilenler (ironi). Onlar önce adam ama sonra belki sanatçı da olabiliyor (ikincil). Böylece topluma ayak uydurmadığını değil onların sana ayak uydurmadığını düşünüyorsun, çünkü dünyevi olmayanın sen değil onlar olduğunu biliyorsun, çoğunlukla derin bir yalnızlık duyarak hareket etmenin o kadar da kötü bir şey olmadığını anlıyorsun (kitaplar da arkadaş oluyor işte, başkası yoksa). Bir yenilmişlik noktasından başlayarak sanatçı olmak diye bir şeyin olmadığını, ya da olsa da güzel olmadığını, böyle yapanların büyük sanatçı ve güdük insan olarak kaldıklarını görüyorsun...

Vesaire vesaire vesaire… Kral ve Ben’de bardı bu di mi… Hadi tekrar gidelim o bara… Bodrum’da olmasa da olur…

Şöyle bitirebiliriz yine Latife Tekin’den: “Orhan Pamuk’u soylu ve sıkıcı, Ahmet Altan’ı ise çok enerjik ama bayağı bulmakla birlikte, (bundan sonrası benim ilgi alanıma girmiyor) ikisinin de çok değerli yazarlar olduğunu düşünüyorum.”

Bence değerli ama yararsızlar. Altın gibi. Altın bunları kütüphanemden…

Cumartesi, Eylül 29, 2007

İlhan Uçkan kimdir

Pakize Suda, Hıncal Uluç, Reha Muhtar... Hepsi mantıksız! Ama aşık değil!
Aşk hakkında yazılanları okurken, hipotetik mantık mağduru olmayın! Mantıklı olun!



Aşk dediğimiz şey gayet hesaplı kitaplı bir iştir! Aşkın mantıksızlığı bir efsanedir, üstelik de çok işe yarar. Bütün efsanelerin yaradığı işe yarar. Sürünün, gözünü var olmayan bir yüceliğe çevirip o yücelikten ufacık bir pay almak çabasıyla güzelce güdülmesine yarar. İmkansız aşk, umutsuz aşk, öldüren aşk, mantıksız aşk...

Nereden mi icap etti? Son zamanlarda aşk yazarlarının mantıksızlığıyla çok eğleniyorum da ondan.

Hıncal Uluç "Aşkta mantık yoktur" klişesiyle yaşlı erkeklerin genç sevgili merakını meşrulaştırırken, "Peki ya kadınların hakkı yok mu?" diye meselenin üzerine atlayan Pakize Suda, Balçiçek Pamir gibi bazı kadın yazarlar da işi "mantıksızlık hakkı"na indirgeyiverdiler. Reha Muhtar başta olmak üzere adını hatırlayamadığım diğer aşk yazarlarından ve de "part time" aşk meşk yazanlardan özür dilerim... Hepsi "aşkın mantıksızlığını" baştan kabul ettikleri için ortaya bu kadar abuk sabuk sonuç çıkıyor.

Felsefe tarihinin başından beri insanları istediğiniz sonuca yöneltmenin en kolay yolu "hipotetik mantık"tır. Yani, son derece muğlak fakat artık gündelik dile sirayet etmiş, dolayısıyla insanların pek de sorgulamadığı bir cümleyi hipotez olarak ortaya sürersiniz, sonra da kabul ettirmek istediğiniz düşünceyi bu hipoteze bağlarsınız.

Bakın, mantık her yerde. Değil mi "Hıncal Abi"?

İşte Bilirkişi olarak yazıyorum:

Aşk hakkında yazılanları okurken, hipotetik mantık mağduru olmayın!
Aşkla ilgili bunca efsane, edebiyat, sanat eseri olması boşuna değil. Çünkü sanat "şeylerin hali"ne ters düşen, imkansızı mümkün kılan ve bunu yaparken de olabildiğince gerilim, çatışma, şiddet, kan ve gözyaşı saçan durumlara ihtiyaç duyar. Aşkın mantıksızlığı sanatın kullandığı bir "teknik"ten ibarettir. Doğru bakarsanız arkasındaki mantığı, yani hasedi, yetersizliği, eğretiliği, boşunalığı hemen ele verir. Ve işin kötüsü, genellikle tek kişiliktir. "Aşk yaşıyoruz" diyen çiftler eğer mutlularsa, aşkın primine ihtiyaç duymayan karşılıklı bir sevgi yaşıyorlardır. Popüler kültürün kurbanı olarak yaşadıklarını aşkla karıştırıyorlardır.
Mesela fazla Sezen Aksu dinliyorlardır.


Bugünkü yazımın ana fikri şu:
Aşk çok işe yarar elbette ama "yaşarken" değil de anlatırken... Sırtınızı efsanelerin efsununa, edebiyatın denenmiş başarılarına dayar, oradan aldığınız enerjiyi kablo gibi etrafa iletirken belki birilerini çarparsınız... Eğer köşe yazarıysanız daha da işe yarar, okuyucularınız artar.

Aşk olsun!

Aşk, ilişkinin tuzağıdır. Okura karşı biraz sorumluluk duyun. Ne de olsa, edebiyatçı, sinemacı ya da şarkıcı değilsiniz.

İyi oyunlar herkese...



İlhan Uçkan.
Milliyet’te yazıyor.
Bu yazısı beni kıskandırdı.
Şaşırdım.
Diğer yazılarını okuyamamıştım, tekrar mı denemeliyim…
Nedir…
Bilmiyorum…

Pazar, Eylül 23, 2007

Elinde kısa çöp



Diğer kibrit çöplerinden uzun tutulup gözünüze gözünüze sokulanı mı seçersiniz, yoksa arkalara saklanmış olanı mı, seçmeyesiniz diye?
Düzgün bir sırada duruyorlarsa sağdakini mi soldakini mi?
Rakibinize mi öncelik tanırsınız, kaderinizi onun ellerine teslim ettiğinizi bilerek?
Cesurca atılır mısınız yoksa, o kadar çöpün arasından bula bula kısasını bulabilecek olmanın enayiliğini de göze alarak?
Her defasında kısa çöpü çekecek kadar şanssızken, elde uzun çöpün belki de hiç olmadığından şüphelenmez misiniz?
Peki ya hep uzunlardan birini çeken ve güvenle devam eden biriyken, artık tüm olasılıkları tükettiğinizi, size uzatılan elde sadece tek bir çöp kaldığını, bir gün geç olsa da anladığınızda ne yaparsınız?
Ya da uzunu çeker sevinirsiniz; bir de bakarsınız, diğerlerinin hepsi kısadır, kaybetmişsinizdir.
Kısayı çekmek de hep kaybetmek demek değildir o zaman...
Belli mi olur, belki de siz kısa çöpü çekmek için yaşayanlardansınızdır...

Yani aslında hikaye daha yeni başlıyordur siz elinizde kısa çöpü tutuyorken... İşte şu an sizin başınıza gelen de bu...

Çarşamba, Eylül 19, 2007

Cumartesi, Eylül 15, 2007

Hitler’e çekmek!

(Romanımdan bir bölüm)

Hayatın kendisini, bilgeliği, olumlu olan her şeyi ortada, merkezde bir nokta olarak düşünün, kalın, yoğun bir nokta... Buradan ince çizgiler çıkıyor olsun milyarlarca her bir yana... Milyarlarca çünkü bunlar insanlar... Bunlar insanların hataları, zaaflı hareketleri... Çizgiler ince, çünkü henüz basit hatalar, karmaşıklaştıkça, ağırlaşıyor, yoğunlaşıyor ve uzaklaşıyorlar... (Neden uzaklaşıyorlar? Çünkü kötüler hep başkalarıdır!) Uzaklaşıyorlar çünkü diğer ucu, karşıt ucu oluşturacaklar... Yaşama karşıt ucu... O karşıt uçlardan birisi Hitler’e ulaşıyor... Ve neredeyse yaşam kadar yoğun bir nokta Hitler, ona uzanan çizgiler, birkaç, binkaç çizgi, inceden kalına yoğunlukları artarak Hitler yoğunluğunu, o karşıt yoğun noktayı oluşturuyorlar. Uzak ama görülmesi daha kolay, çünkü yoğun... İşte Hitler bu işe yarıyor hayatta... Onun o uzak yoğunluğu yaşama daha yakın noktalardaki insanların uzantısı, Hitler’in yoğunluğundan yaşama doğru geldiğimizde, kendimize yaklaşıyoruz, yaşama Hitler’den daha yakın olan çevremizdekilere yaklaşıyoruz, hatalarımız yoğunlaşsa nereye gidebilecek olduğunu görüyoruz. Yaşama yakın noktalarda minyatür Hitlerler görüyoruz... Çok yakınımızda olduğu halde, ve tam da çok yakınımızda olduğu için göremediğimiz hataları, en yoğun kötülükten kendimize çektiğimiz doğru üzerinde görebiliyoruz. Tüm zaaflarımız, hatalarımızla yaşama çekmekle Hitler’e çekmek arasında gidip geldiğimizi, dikkat etmezsek Hitlerleşebileceğimizi görüyoruz... Olacak o kadar’larımızın ne kadar olabileceğini görüyoruz...

Küçük bir zaafınızın 10 katı büyüdüğünde örneğin bir insanı sabun yapmaya eşdeğer bir seviyeye geldiğini gördüğümüzde korkar ve geri çekilirsiniz; arkanızdaki yaşama biraz daha yaklaşırsınız, diye düşünüyordum, Hitler’i yaşamın bu kadar içine sokarak.

Arkanızı yaşama dayayarak kötülüğe bakmak...

Deprem duası

Deprem sevinci...

Cuma, Eylül 14, 2007

Kısa'sa kısas

Bir filmi romanına tercih etmem...
Ama kısa filmse, öyküye beş basar;
romana on...

Pazartesi, Eylül 10, 2007

Sevgi Üstüne az İsa'nın Öldürülüşü!

Yıllar önce, 15-20 yıl falan, yani yıllar değil seneler önce artık, bir İkarus’un arkasında (belediye otobüsü olan İkarus) bir genç çocuğun bir kıza aşkla ilgili, sevgiyle ilgili nutuk çektiğini duymuştum. Felsefe işte, demiştim, bu da felsefe, en basitinden ama kimse felsefe olmadığını söyleyemez…

“Sevgi Üstüne” de felsefe sanırım, ama bu kadar da basitinden olmalı mı!
Abuk subukluklar, tutarsızlıklar, öznellikler…
Bunları önemsemeyip geçtim çünkü zeka yormayan, durdurmayan, yeni bir şey söylemeyen bir metine saçma deseniz ne çıkar…
Çok sıkıcı.
O İkarus’un arkasındaki çocuk belki bir şeyler bulur…

Ben kitap okuyamıyorum, ya kaçırdığım bir şeyler var…
Ya da bu Ortega Gaset’ler Maset’ler fena halde kaçırmışlar bir şeyleri.
Korkum; onlar kaçırmışsa, onları okuyanlar da...
Kitapların sessizliği değil de gereksizliği üzerine bir metin yazılmayı bekliyor...

Alın size bir tane daha…



Wilhelm Reich.
İsa’nın öldürülüşünün sıradışı bir yorumu.
Ama bir konu bu kadar mı uzatılır…
Amelie Nothomb'un Katilin Temizliği adlı kitabındaki yaşlı ve ukala yazar,
vaktini nasıl geçirdiğini soran gazeteciye,
"Klasiklerden gereksiz sayfaları ayırarak." diye cevap verir.

Böyle düşünsel kitaplardaki durum daha da düşündürücü.
Kapaktaki kadının durumu kelimelerden daha iyi açıklıyor her şeyi…
.......
“Bir hikayeyi dünyadaki bütün insanlar arasında sadece size göründüğü şekliyle anlatabilirseniz kaçınılmaz olarak özgünlük tohumları taşıyan bir eser yaratmış olursunuz. Bu, sıradan yazarların becerebileceği bir iş değildir, bunun 1. sebebi yazar olacak kimselerin okumaya başladıkları günden beri kendilerini başkalarının yazıları içine gömmüş olmaları ve acıdır ama dünyayı başkalarının gözüyle görme eğilimine girmiş olmalarıdır.” (Dorothea Brande)

Cuma, Eylül 07, 2007

"Sis"lerin içinden ca'anım, koşarak koşarak...

“Sanırım ben onu çoktan arıyordum. Ben onu arıya durayım, işte o kendisi çıkageldi karşıma. Bir keşif değil mi bu? Bir insan aradığı bir şeyle karşılaşırsa bu, o şeyin, bu arayışı hissederek o insana doğru ilerlemesi, gelmesi değil midir? Amerika, Columbus’u aramış olamaz mı? Sakın, Eugenia beni aramak için görünmüş olmasın?” (Unamuno : Sis)


Keşfedilmeyi beklemez gerçek bir kadın...
Çünkü bilir ki, beklerse, Amerika gibi, keşfeden Ameriga Vespucci olduğu ve ona adını verdiği halde, herkes Kristof Kolomb'u anacaktır, ona Hindistan’mış gibi davranan birini...
Gerçekte bir kadın, kendine davranılmasını istediği şekilde davranılmasını sağlayandır...
Erkeklerden üstün yanı, yani.

Pazartesi, Eylül 03, 2007

Basılmamış romanımdan bölümler (Yazarlık) 3

Kitap değilse de belki insan becerebilir kutsal olmayı... Kitabı putlaştırmamak lazım, onlar mezar taşımızdır... Kitabı üstün olduğu için üstün bir insan olmaz yazar; eseri insanın sadece bir yönünü tanımlayabilir, duyumsama yeteneği; duyumsadığını aktarma yeteneği; dil yeteneği; vesaire yeteneği. Bravo!!!! Yaşama yeteneği olan insan kutsaldır ancak... En çok dahiye ihtiyacımızın olduğu sanat, yaşama sanatıdır.

Çoğu yazarın çıkmazı mükemmel bir şey görmemeleri. Bir umut görmemeleri. Hayatı kötü görmeleri... Böyle bir yazar neden yaratır? İntihar etmesin diye. İntihar etmesin diye yaratan biri insanlara ne öğretebilir...

Huzur onu deli eder, belki kaybedecek diye. Ve huzursuzluk da onu yazar yapar. Eseri sayesinde hayata katlanabilir, eseri sayesinde hayatta kalabilir. İşte “Yazmazsam çıldıracaktım.” durumu...

Tamam, peki! Yazarın kendi işine yaramasına tamam, bir kitabın bir insanın hayatını kurtarmasına peki. Ama bu eserler insanlara gerçekleri öğretebilir mi, öğretiyor mu… Yoksa gerçeklerden uzaklaştırıyor mu…

Tom Robbins, Parfümün Dansı’nda çok güzel tespit eder: “İnsan mutsuzken dikkati hep kendine döner, kendini çok ciddiye alır. Mutlular yani kendilerini gerçekten sevenlerse pek düşünmezler kendilerini. Mutsuzu neşelendirmeye çalıştığında istemez karşı çıkar. Çünkü dikkatini kendinden ayırıp evrene yöneltmek zorunda kalacaktır. Mutsuzluk kendine düşkünlüğün varacağı son noktadır.”

Bu mutsuz yazar yaşamın acılardan oluştuğunu, acıların öğrettiğini söyleyecektir. Öğretenin merak olduğunu belki o da biliyordur ama mutlu insanın meraksız olduğu takıntısı vardır onda. Ve acının zararlarını da bilmiyordur: Acı, gerçeğin kavranmasını hızlandırabilir, ama gerçek gibi önemli bir şeye ulaşmak ve onu kavramak için hız, istenilebilecek en son, en tehlikeli şeydir. Gerçeğin kavranmasındaki bu hız, acı çekeni gerçekten uzaklaştırır, acıya yönlendirir, sadece acıya. Gerçeğin değil acının etrafında dönülmeye başlanır. Diğer tarafa, yaşamın diğer yarısında hüküm süren haz tarafına hiç geçilemeyebilir...

Düşünmeye başladığımda için için yenmeye başladığımı hissediyorum, dese düşünür, kişisel düşünceleri deyip itiraz edemeyebiliriz; ama “Düşünmeye başlamak için için yenmeye başlamaktır.” demektedir. Kendisi Albert Camus’dür.

“Eskiden acı diye çektiğim duyguların, kendimi kandırmaktan başka bir şey olmadığını görüyorum. Fark ettim ki, acı çekerken, bilerek ve isteyerek yapıyormuşum. Onun beni yücelttiğini, farklı kıldığını düşünüyormuşum...” Bunları bana yazan kadın, muhtemelen adını kimsenin duymayacağı bir kadındır ama bu algısıyla, birçok filozoftan daha akıllı bir düşünürdür...

Pazar, Eylül 02, 2007

Pazartesi, Ağustos 27, 2007

Basılmamış romanımdan bölümler (yazarlık) 2

Milan Kundera “Roman Sanatı”nda Tolstoy’un Anna Karenina’yı ilk yazdığında Anna’nın trajik sonunu hak eden bir kadın olarak çizildiğinden söz eder. Ama romanın son hali bundan çok farklıdır. Anna o kadar antipatik değildir artık. Tolstoy’un roman yazma sürecinden ahlaksal düşüncelerini değiştirdiğini düşünmez Kundera. Daha çok yazma sürecinde kişisel ahlaksal inancından farklı bir sesi dinlediğini düşünmektedir. Bunu “roman bilgeliği” diye adlandırır: “Bu da büyük romanların her zaman yazarlarından daha akıllı olduğunu açıklar.”

Şimdi biraz ara verin...

Şimdi şunu okuyun.

Bu da işte, büyük yazarların çoğu kez eserleri kadar akıllı olamadıklarını açıklar.

Kundera beni duymamış gibi devam eder: “Yapıtlarından daha akıllı olan romancılar meslek değiştirmek zorundadırlar.”

Ona en iyi cevabı, Stefan Zweig, Tolstoy için şu dedikleriyle vermektedir: “Yaratmış olduğu kişilerden çok daha acıklı durumlara düşen yazarlar yaşamayı bırakabilirler...”

Şimdi Tolstoy ne yaratmış; hayatın tasarımını bulabileceğimiz bir eser; büyük eserler için böyle denebilir değil mi? Peki bu Tolstoy’un ne işine yaramış? Kendi yazdığı ve diyelim “roman bilgeliğine” eriştiği eseri Tolstoy’da birşeyler değiştirmediyse ne okumuza yaradı? Tek başına bir ok, sağlam, dengeli, usta işi; ama... yaysız.

“Roman bilgeliği”ne tamam ama hayat bilgeliği nerede? Hayat bilgeliğine yaramayan roman bilgeliği yaysız ok değil mi? Bir oku mızrak gibi atmaya çalışan bir insan değil mi “bilge” Tolstoy yaşamda.

Hayatın tasarımını yakaladıkları konusunda da şüphelerim var ya, neyse!

“Kendime rağmen bir yazı geliştirecek halim yok.” diyordu bir yazar. Hali yoksa bir şey denemez tabii ama tam da yazar hayatı budur; kendine rağmen bir yazı geliştirmek ve böylece kendini geliştirmek. Yazarlık yaparak kendini büyütmek.

Yazdığı eserin kurgusunu, dilini, vesairesini kusursuzlaştırmaya çalışıp kişiliğini kusursuzlaştırmaya çalışmayan, öyküsünden fazlalıkları atmaya uğraştığı halde zaaflarını azaltmaya çalışmayan insanın sadece ortalama bir değeri vardır. Edebiyat yazarlarının diğer meslektekilerden daha fazla şey biliyor olmalarının da çok önemi yoktur; eğer tümü de hayatın içinde birbirine benzer hatalar işliyor ve bunu da insanilikle açıklıyorlarsa... Kutsal olmaya çalışmak gerek, çünkü kutsal var...

Edebiyat, sanat müthiş bir anahtardır ama her kapıyı açmaz... Sanat hayat içindir. Asıl deha bunu başarabilmektir.

Yazarın eserini her şeyi gören bir Tanrı gözüyle anlatmasına bir anlatım tarzı olarak itiraz edilir. Tanrı yazar öldü, denir. Ama üslubu bir kenara bırakırsak ben şunu derim: Bir yazar Tanrı gibi düşünmeye çalışmıyorsa, yazar gibi de düşünmeye çalışmıyordur. Tabii derdimiz yazarlık olmadığından: Bir insan Tanrı gibi düşünmeye çalışmıyorsa, insan gibi de düşünmeye çalışmıyordur.

Oysa çoğu yazar kendi yazdığını bile düşünmez kendi kitaplarını, kahramanlar kendilerini yazdırmıştır yazara! İlham perisi girmiştir yazarın içine! Nerden biliyorsak peri olduğunu, ya şeytansa... Geçelim! Böylece bu yazar da kendinin değil yapıtının önemli olduğunu düşünecektir, gereksiz bir kendine güvensizlik ya da yapıştırma bir alçakgönüllülükle.

-Alçakgönüllülük insanı yüceltir ama!
-Yücelmek için mi alçakgönüllü davranıyorsun!

İlham perisinin içine girdiğini söyleyen yazar da aynını yapıyordur. Alçakgönüllü gibi gözükerek yüceltilme isteğini saklıyordur, ya da bu yolla ima ediyordur…

(Devam edecek)

Çarşamba, Ağustos 22, 2007

Basılmamış romanımdan bölümler (Yazarlık) 1

Yazar birşeyleri var etmek için yazar; kendini ya da yazarlığını. Yazarlığını var etmek için yazıyorsa ve başarısız olursa kendine dönebilir. Başarılı olması ise daha tehlikeli bir çıkmazdır. Tehlike kendini başarı maskesi altına gizlemiştir, olumlunun arkasına. Artık yazar olmak, kendi olmaktan baskın hale gelebilir. Birçok iyi yazarın çıkmazı bu olabilir...

Bir genç yazar şöyle demişti ilk kitabımdaki bir ressam karakteri ile ilgili olarak:
-Ressamda senin kişiliğin ortaya çıkıyor, “Ünü istemem, yan cebime koy.” diyor ya ressam!
Ne diyeceğimi bilememiştim...
-Beni yanlış okumuşsun, çünkü tam tersi karakterde biriyim; bu önemli olmasın diyeceğim; ama... Sen öykümü de yanlış okumuşsun! Çünkü ressam da tam tersi karakterde biri. Okuduğunu iyi okumadan yazar olmak tek şartla mümkün olabilir; insanları iyi okuyorsan. O yüzden beni yanlış okumana sitem etmeden edemeyeceğim; iyiliğin için. Umarım sadece benle ilgilidir, bana olan önyargınla. Korkma, önyargılı olmak sadece iyi insan olmaya engel, iyi yazar olabilirsin hâlâ. Hatta önyargının üzerine gidersen; çözmek için değil tabii ki daha da yoğunlaştırmak için, daha iyi bir yazar olma olasılığını da artırabilirsin. Tek riski var; insan olmaktan uzaklaşabilirsin; bazı iyi yazarlar gibi...

Bazı iyi yazarlar bu tavizi vermişler midir. Şeytanla mı anlaşmışlardı yoksa, bazı iyi yazarlar...

Tolstoy’a “Kardeşiniz de bir yazarı yazar yapan tüm erdemlere sahipti o neden yazar olmadı.” diye sormuşlar. “Haklısınız ama kardeşim bir yazarı yazar yapan zaaflara sahip değildi.” diye cevaplamış Tolstoy. Yorumcu şöyle diyor: “Tolstoy’un kastettiği yazarın bir zaaflar reçetesine gereksinim duyduğu değildir. Yazar kimliğini taşıyabilecek kişinin kendi kimliğine bütün artılarıyla ve eksileriyle sahip çıkabilecek kişi olabileceğini vurgulamaktır. Sanat tarihi kişiliğinde taşıdığı tüm zaaflara rağmen sanatçı olabilmiş büyük sanatçılarla doludur, ama kişiliğini yadsıyarak sanatçı olabilmiş kimseye sayfalarında yer vermemiştir.”

Güzel laflar, sanırım doğru laflar. Ama Tolstoy’un cevabından bir şey daha çıkıyor! Tolstoy tüm zaaflarına “rağmen” yazar olabilmekten söz etmiyor, tam da zaafları “sayesinde” yazar olabilmekten söz ediyor.

Zaaftan arınma düşüncesi yok. Zaaflardan arınmak ve daha iyi bir insan olmak için gereken çaba, yazma eylemine harcanan çabadan çok daha gerilerde kalmaya mahkum... İyi yazarların karakterli insanlar olamaması bundan değil mi?

Yazarın zaaflarıyla yazar olduğu düşüncesi, insanın zaaflarıyla insan olduğu düşüncesinin, bu gerici kabullenişin bir eşi...

(Devam edecek)

Salı, Ağustos 21, 2007

No fear, good year


Kaş'ta gördüm. Yıllar önce.
Üzerime olmadı.
Alacağım dedim, duvara asarım.
Kapıya astım güzel durdu.
Annem gelip bunun ne işi var burada diye sanırım, indirdi, ben yine astım.
Sonra kütüphanenin bir katına perde gibi koydum, üzerinde ağırlık olarak birkaç kitapla.
Arkasına bakıyordu millet oraya kitaplar sakladım diye.
Gizlenen kitaplar devrini yaşamadım ben, neyse.

(Bir foto fikri daha geldi aklıma kitapları işlevsel olarak kullandığım, onu da bir dahaki gönderiye koyayım.
Yani kitaplardan epeyce sıkılmışım görün, eşya niyetine kullanıyorum onları, artık dağıtıyorum dostlara.
Paul Auster'in bir romanında yatağı kitap yığınının üzerinde olan bir kahraman, belki kendisi, belki hayalindeki kendisi, vardı, hatırladım.
Benim fetişistliğim yok kitaplarla bu tarz, hatta küçümsüyorum onları, yazarları küçümsediğim kadar.)

Neyse konuya dönelim.

Tişörtte okuduğunuz cümlenin altında da şu yazıyor:
"Cause others have problem with loosing..."

Coco.
Çevirir misin.
Çevrilmiyorsa yeniden yazar mısın Türkçe'de...
Sana zahmet, bana konu…