Çarşamba, Nisan 29, 2009

UĞURLU 13

Önce dolma kalemle bile hatasız yazardım, çünkü ilk katı kurşun kalemle atmama izin verilirdi. O zamanlar kusurlar hoş karşılanabilirdi. Sonraları seçmek zorunda bırakıldım; kurşun kalemle yanlışsız ama etkisiz yazacaktım ya da dolma kalemle etkili ama hatalı (sayfayı tahriş etmeden lekeleri çıkaramıyordu mürekkep silgileri). Yanılgılardan uzak ve etkileyici bir yaşamın peşinde, kurşun kalemler ve dolma kalemler arasında, unuttuğum bir şey vardı; tükenmez kalem..! Yaşamımın yanılgısı, onun hiç tükenmeyeceğini sanmamdı.

Tükenmez kalemin mürekkebi zamanla silikleşecek izlerini bırakıp tükeninceye kadar bitirebilirsem, yaşamımın bir muhasebesini yapayım istedim. Finansal muhasebe epey bilgili olduğum bir daldır, sonradan elimin tersiyle bir kenara itsem de, gençliğimin büyük bir bölümünü onu öğrenmeye harcadım. O zamanlar “finansal” olanın, “yaşamsal” olanın üzerini yaldızlı kağıdıyla ne kadar kaplamaya çalışırsa çalışsın, bir etiket olmaktan öteye geçemeyeceğini bilmezdim. Yaşamın çoğu kez bizim kontrolümüzün dışında gelir-giderlerle dolu olduğundan, asla hesaplarıyla oynamanıza izin vermediğinden, zaten onu benzersiz kılanın da bu olduğundan habersizdim. Yaşamı yönlendireceği ya da uçuruma süreceği gerçek bir ipucu yakalayabilenler hariç diğerlerinin, Yaşam Limited Şirketi'nin sıradan muhasebecisi olarak, günahlarıyla sevaplarını denkleştirmeye ve yıl sonunda hesabı tutturmuş olmanın rahatlığına, biraz da kâr elde etme zevkini eklemeye çalıştıklarını görmezden gelirdim... Çünkü benim de yaşamım, ipuçlarını değerlendirmeye başladığım zamana kadar, tüm diğer insanlar gibi geçiyordu.

İnancın, bilgiye gitme yolunda sadece bir aşama olduğunu anlayan az bulunur insanlardansanız bile, yaşam gerçekliğini göremediğiniz, hissettiğiniz ama kanıtlayamadığınız şeyleri bilemeyeceğinizi anlar, ama onlara inanmamazlık da etmezsiniz. Bilirsiniz ki, Tanrıyla ilgili bilebileceğiniz tek şey ona inandığınızdır. Birisine âşık olursunuz, ama kalbinizin köpeğin tekinin sizi kovaladığındakinden farklı çarptığını ne ona ne de başkasına anlatamazsınız. Yarattıklarınızı insanlara beğendirirsiniz ama eserinizdeki anlamı gözlerinde boşuna arar, gözlerindeki anlamı da eserinizde bulamazsınız. (Bu yüzden eserlerinize ad verirsiniz. Ve bu yüzden mutluluğu resmetmek istemezsiniz.) Ve ben birazdan anlatacaklarımı kelimelere dökebilirim ama onlara mantıklı bir anlam yüklemenizi bekleyemem... Bekleyebileceğim tek şey bana inanmanız. (Bunu da olanaklı görmediğim için gereksiz bir çabaya girmeyeceğim.)

Bir oyundan bahsedeceğim size, Uğurlu 13. Onun bir çocuk oyunu olduğunu düşünmeniz işime gelir; böylece onun gerçek yüzünü bir maske, giysisini de çılgın bir balo kıyafeti sanırsınız; doğru oynanmadığında sonucun bir kabusa dönüşeceğini size itiraf etmediğim sürece oyunun zevkine beraberce varabiliriz. Oyun 13'lerle yaşanıyor; ya da şu size daha açıklayıcı gelirse, yaşam, 13'lerle oynayarak sürdürülüyor. Aslında herhangi bir sayıdır 13, bilirsiniz, matematikte ara sıra rastlarsınız ona. Bazen yanıt şıklarından biri olur, bazen de problemin kendisi. Takvimde her ayın bir 13'ü bulunur; doğum, ölüm ve evlilik yıldönümleri, bayram ya da anma günleri olarak kendini belli etmese fark etmezsiniz bile. 13, işinizle ilgili önemli bir şifre olabilir, bilgisayarınızın, para kasanızın ya da değerli evrakları taşıdığınız çantanızın; ya da bir askeri paroladır, dostu ve düşmanı ayırmanızı sağlar. Periyodik olarak ya da çözülebileceğinden işkillendiğiniz an değiştirebilirsiniz. Oysa benim için, onu her defasında tekrar tekrar bulmadan sürdüremeyeceğim ve canım istediğinde değiştiremeyeceğim yaşamımın şifresiydi 13...


Uğurlu 13 (İlk paragraflar) Kısa Çöp (Gendaş Yayınları 2001)

Cumartesi, Nisan 25, 2009

SAHİ


Hayatı yoğun yaşamayı seviyordu, benle yaşamak da buna sahil.

Cuma, Nisan 24, 2009

TEK DOSTUM KEDİM


“Peki...” dedim barın köşesinde birasını yudumlayan takım elbiseli adama, “...hayatın anlamsızlığını anlamak da bir anlam değil mi?”

“What? Sorry! I can't speak Turkish...”

Yüzümü ekşiterek yanından uzaklaştım. Barın öbür tarafındaki yerime geçtim tekrar. Biramdan bir yudum aldım.
-Anlamsızlık bir anlam olmamalı.
-Neden?
-Çünkü bir anlam insanı başka bir anlama götürendir. Anlamsızlık ise insanı sadece deliliğe götürür.
-Deliliğin de bir anlamı var.
-Deli olmayan için geçerli değil ama o anlam.

Böyle güzel bir konuşma geçebileceğini düşündüm aramızda. Oysa şimdi o, barmaid’e asılıyordu kibar bir Türkçe ile; ben ise başkasını arıyordum konuşabileceğim. Biramı bitirdiğimi uzun barın öbür tarafında olduğu halde fark eden barmen, yanıma geldi, bir tane daha isteyip istemediğimi sordu. Biramı doldurmaya istekliydi ama bakalım sohbete istekli miydi?

“Sadece aşk, karın doyurmaz diyen insanlara inanma. Aşkın ne olduğunu bilen, işine de aşık olur, insanlara da, yaşama da... Para da kazanır, hayatı da, mutluluğu da...”
“Bu kaçıncı biranız?”
“Neden sordun?”
“Hep böyle misinizdir, yoksa içkinin etkisi mi, merak ettim de...” dedi yavşak yavşak sırıtıp, espri yaptığını sanarak. Bozmam kaçınılmazdı.

“Merak etme, ancak dördüncüden sonra kavga çıkartırım. Senin getireceğin daha üçüncü.”

Espri yaptığımı sanarak ve gülerek uzaklaştı. Dördüncü biradan sonra görürdü gününü. Bu barda dolu adam vardı ama adam gibi sohbet edebileceğim bir adam yoktu. Ben de kadınlarda şansımı deneyeyim dedim.

“Bazı kadınlar bu bara, güzel göğüslerini sergilemek için gelir; bazıları da beyinlerindeki güzellikleri sergileyebilecek güzel insanlar bulmak için. Hangi kadının bu ikinci kategoriye girdiğini anlamak neden kolay değil?” dedim en az kavun kadar iri göğüslerini bara yaslamış, çevreyi sıkıntılı sıkıntılı seyreden esmer bayana.

“Aslında çok kolay” dedi. “Görseniz hemen tanırsınız. Genelde onlar, kafalarına sutyenlerini geçirip dolaşırlar, sadece sutyenin içindekini çekici bulan erkekleri de tavlamak için. “

“Bu hesaba göre siz onlardan biri değilsiniz.” deyip uzaklaşıverdim yanından. Belliydi ki birazdan bel-altı espriler yapacaktı.

Dördüncü biramı bitirinceye kadar kimseyle konuşmaya çalışmadım. Boş bardağı bara koydum ve gülümsedim. Sonra da katılarak gülmeye başladım. Sohbetsizlikten kurumuş boğazımı birayla ıslatmaya alıştığımda genelde böyle olurum. Herkes bana baktı, ben ise barmen’e bakıyordum. “Benimle sohbet etmezsin ha, ben şimdi gösteririm sana.” diye ayağa kalktım. Hatta havalandım ve uçmaya başladım. İki yanımda iki iri adam, bacaklarımı kullanmama fırsat vermeden, çıkışa doğru bana uçma öğretiyorlardı.

Kapıya bıraktıklarında taksi çağırmalarını rica ettim. Takside giderken, şoförün suratına baktım. Bende sohbet edilebilecek birisinden çok, evim yerine Belgrat Ormanı'na götürüp, paramı çalıp, boğazımı kesecek birisi imajı yarattı. O yüzden yol boyunca, nasıl uzundu boyu, sessiz kaldım. Eve sağ salim geldim. Telesekreterimi açıp, dinledim. Konuşmaktan vazgeçtim, bari birisi konuşsun, ben dinleyeyim. Hiç mesaj yoktu. Radyolar gece yarılarından sonra da süren telefonla sohbet programları yapmıyorlardı henüz. “Ben...” dedim “Ben yalnız bir insanım. Tek dostum kendim.” Sonra Allahtan fark ettim de, “n” yi kaldırdım. “Tek dostum kedim” dedim kendi kendime. Kedimle konuşmaya başladım.

Pazartesi, Nisan 20, 2009

Zavallıkız

"Biraz ukala, eh bir hayli de cahil...

Ama yürekli.

Başbakan Tansu Çiller'i çok ama çok seviyor...

Bir kredi işi filan mi var dersiniz?

Yok...

O henüz lise son sınıf öğrencisi...

Musa Ağacık soruyor:

"Hangi olaylar seni ilgilendiriyor?

"Yanıt:

"İç olaylar..."

İç olayların hangisinin ilgilendirdiği konusunda fazla açıklama yapmıyor.

Acaba demokratikleşme mi? Yaşar Kemal'in DGM'de yargılanması mı? Aziz Nesin'inKonya'da kalacak otel bulamaması mı? Gözaltinda kaybolan gençler mi? Yargısız infazlar, işkenceler mi? Doğu Perinçek'in, Oral Çalışlar'ın düşünce suçundan yargılanmaları mı? Haluk Gerger ve Fikret Başkaya'nın demir parmaklıklar arkasında olmaları mı? Kürt sorunu mu? Yoksa TSK'nın Başbakan Çiller'in Amerika gezisi öncesi Kuzey Irak'tan çekilmesi mi? %150'yi aşan enflasyon mu, Gaziosmanpasa ve Ümraniye'de vurulan gençler mi? Tarkan'ın milyarlık vergi ödeyeceği mi , yoksa 'Vah Canım Ahmet'in 2. kaseti mi ? Sinan Çetin ve Bedri Baykam'ın 'BAY E' için yaptıklari kapışma mı ?

İki elini kalçasına koyarak fotoğrafçılara poz veren küçük hanım, sadece ve sadece "iç olaylar" deyip , kesip atıyor.

Musa Ağacık soruyor : "Başbakanı nasıl buluyorsunuz ?"

Yanıt : "Çok seviyorum..."

"Neden?"

"Bir kadın olarak çok güzel şeyler başarıyor.."

Soru: "Örnek verebilir misiniz?"

Yanıt : "Veremem ..."

Güzel!

İşte Kuzey Irak'tan TSK çekiliyor... Hani en az 6 ay kalacaktık Kuzey Irak'ta? Acaba bu konuda neler düşünüyor küçük hanım?

Musa Ağacık soruyor: "Plevne denince ne anlıyorsun?"

Yanıt: "Hiçbir sey..."

Soru: "Kitap okuyor musunuz?"

Yanıt: "Hiç sevmem..."

Soru: "Türkiye'yi nasıl temsil edeceksin?"

Yanıt: "Kendi kültürümle, örf ve adetlerimle..."

Soru: "Nasıl kültürlü olacaksın?"

Yanıt: "Roman okunarak mi kültürlü olunuyor?"

Soru: "Ya nasıl olunuyor?"

Yanıt: "İçten gelen bilgilerimle tanıtabilirim. Kitap okuyarak Türkiye'yi tanıyamam..."

"Okuyarak tanıtılmaz mı?"

Yanıt: "Hayır , aşk romanı okuyorsam nasıl Türkiye'yi tanıtacağım?"

"Nasil tanıtacaksın?"

"Tarihini kültürünü anlatacağım."

"Okumadan bunu yapmak mümkün mü?"

"Bana göre kitap okumak, kültürlü olmanın temel taşı değildir..."

Soru: "Sence nedir?"

Yanıt: "Benim boş olduğumu mu kanıtlamaya çalışıyorsun ?"

Bu güzel ve küçük hanım kim biliyor musunuz ?

Türkiye güzeli DEMET ŞENER"

Cumhuriyet Gazetesi, Hikmet Çetinkaya, 9 Nisan 1995




Bu zavallıkızı sık sık bebekte görüyorum, yanında kocası ve uzun boylu adamlar, çocuğu, o kadar çekiciler ki, yani benim hiç ilgim olmaz ama farkındayım ( geçenlerde bir ünlü bana bakıyordu yürüken, allah allah ben ona bakmalıyım o neden bana bakıyor diye rahatsız oldum, muhtemelen ona bakmayan tek adam olduğumdan bakıyordu bana) ve o kadar modern bir aile ki, bana bişi sorsalar ya da konuşmaya başlasak çekinirim, yanlış yapmaktan!!!! YAnlış bir şey söylemekten: Benim eşomfanımın dizleri sarkmış olabilir, tişötrüm lekelidir belki, ya da sakallarımı kesmeyi aklıma geştrmemişimdir, telefonum olabilecek en uzuc telefondur...

Onlara zavallısınız diye baktığım için bana bakıyor da olabilirler...

Ama esas zavallı bizleriz...

Zavallıyız...

Pazar, Nisan 19, 2009

Dünyanın tüm patronları, birleşin!

İş yerine tam gün, tam hafta kapatılsın 21. yy insanı: Tatil denilen yetersiz olduğundan saçma uygulamadan da vazgeçilsin.

Böylece gerçekten özgür insanın hayatına tecavüz etmeleri engellensin: Ben çok sıkılıyorum çoğu zaman; hafta sonlarıma, çalışan insanın beceriksiz tatil anlayışıyla tecavüz etmesinden!

Yarı kölelik diye bişi olmaz, yarı özgürlük diye bir şeyin de olamayacağı gibi; yarı din, yarı demokrasi, yarı kadın-erkek olmayacağı gibi: Kölelikse -ki kölelik- tam olsun...

Patronlardan hizmet bekliyorum. Dünyanın tüm patronları, birleşin! Yöneticimiz uyuyor muuuu…

Pazartesi, Nisan 13, 2009

Cunda Yazmaları


Evet, adam kafe sahibi olsun…

Kitabın bilge tipi, yazardan da bilge, psikolog ya da başka bir yazar olabilirdi, ama öyle bir bilgelik değil daha sakin bir bilgelik… Ayvalık’ta bir kafede gelen fikir, iyi; kafe sahibi bir bilge.

Gelenlerle sadece bir selamlaşacak, gelenler can atacak, o değil, ha tabii erkek, hiçbir şey okuyup yazmayacak, neredeyse, sadece bakacak, görmeden bazen, yazarın, benim olmak istediğim kişi.

-Pardon saatlerdir sizi izliyorum, böyle denize bakarak ne yapıyorsunuz.
-Dalgaları sayıyorum.
-Dalgaları mı!! Kaç oldu peki?
-Gelen geçti şu gelen bir.

Gelen geçti şu gelen bir diyen Bezgin Bekir gibi biri, ama bu bezgin değil; Bezmemiş Bekir. Bezmemeye çalışan diyelim; zaten hikayelerden biri bu.

Şişman olabilir, en azından göbekli; hoş bir adam ama sanki bedeninde bir kusur olmalı, kimsenin umursamayacağı.

Kadınla orada tanışacaklardır, kafeye geldiğinde kadın. Ve ne tam arkadaş ne tam kafe sahibi-müşteri ilişkisi içerisinde, ne tam dost ne yabancı, ne tam yüzeysel ne tam ayrıntılı, konuşurlar…

Hayatına giren bu yeni biri sayesinde kadın, gözlerini geçmişe diker:

-Ona çok benziyorsunuz…
-Neyimle?
-Neyinizle! Şeyinizle… Hiçbir şeyinizle…

“Roman yazmak geceleyin araba kullanmak gibidir, sadece farlarınızın aydınlattığı kadar görebilirsiniz, ama bütün yolculuk da o yolda geçecektir.” E. L. Doktorov

Bu metinler roman yazma düşüncesinin yazmaları da olabilir ve romandan vazgeçilebilir…

Bu mu roman olur…

Aforizmalar yazmayı özledim, ne kolaydı…

Hayatı bütüncül kavrama çabası ama roman; aforizmalarım ne kadar kavranabildi.

Yiğit Özgür’den harika bir karikatür; işe başvuran kadına sorar adam:
-Risk alır mısınız?
-Zahmet olmazsa…

Ama bir hata yapmış Yiğit Özgür, çizimde; ki sanılır ki nereye gittiğini anlamamış buluşunun.

Kadın tombul bir ev kadını havasında çünkü!

Böylece “Kahve alır mısınız?” türü bir soruya cevap vermişliğiyle, ikinci ve bence daha harika anlam yok oluyor; kadının normal bir işkadını olması gerekirdi; böylece hem ilk anlam korunuyor hala, yani iş kadınının ev hali, hem de “risk alırım, hem de iyi alırım, zahmet olmadan, şirkete de zahmet vermeden, tehlikeli risklere girmem” gibi sıkı bir cevap vermiş oluyor, iş kadını olarak…

Absürtük Metinler’i de çok anlamayan olduğunu tahmin ediyorum böyle…

Satürn’e Haksızlık adlı “zor” bir metnimi blogdan ya da siteden okuyan bir okurum, zor girildiğini ama anlaşılır olduğunu yazdı. Tam kelimeleri hatırlamıyorum; ama demek istediğim şu: Metnin zor olmaması dikkat ettiğim bir şey değil, bazen bu o kadar da mümkün değil, “basit yaşayacaksın” der şair, saatin sadece saati gösterecek der, ki burada haklıdır, ama her insan basit yaşayamaz; Bezgin ve benim Bezmemiş Bekirim öyle tiplerdir, ama ben öyle değilim; bir metin de öyle olmayabilir anlattığı şeylerden dolayı; anlaşılır olması yeterlidir; anlaşılırdır içine girmekte zorlansanız da başta…

Girmenizin zor olması değil anlamanızın zor olmaması gerekir.

Mesela tam tersi bir durumda; bir Absürtük Metinler “eleştirisi”, aforizma oldu:
-Çok basit şeyler ama bunlar Murat!
-E tabi, her okuyan kendinden bişiler bulacaktır…

Tabi bunlar mazeret de olabilir… Benim mazeretim…

Robert Musil için, tek bir hikayede aklındaki her şeyi anlatmak istiyordu, diyor biri, Musil’in kendisi de bir defada birçok şey istiyorum diyormuş, aslında ne istediğini bildiği ender görülüyordu diye eleştiriliyor…

Ben de böyle olabilirim (Niteliksiz Adam gibi bir şey çıkacaksa!) ama romanım Romanım Hayat tam da böyle bir roman değil midir, yazarın kafası karışıktır (zekadan), ve bunu anlatmaktadır metin…

Çok da karışık değildir…

Yazarın kafası “çok”tur.

Kağıtlara yazma isteğiyle doluyum, bilgisayar istemiyorum şu sıralarda; ama kağıtlara nasıl yazılır; kağıtlara sadece kısa metinler, aforizmalara fikirler yazılır; toplanamaz ki onlar bilgisayarsız… Belki de şu an bir planlama aşamasıdır sadece…

Kötücüllük şöyle bir şey mi…

Sözümü yerine getiremedim diyor, ama üzüntünden çok mutlulukla söylüyor bunu; çünkü konu burada kapandı; ama sözünü yerine getirse, hem bunun için uğraşacak hem de bir dahaki sözünü vermesi ve onu da yerine getirmesi gerekecek; halbuki söz verdiğini yapmayınca ne mutlu; yapmamaktan…

Cunda’da bir mutsuz. Neden?

Mutsuzluğumdan mutsuzum…

Eskiden mutluluğumdan bile mutlu olurdum…

2010 size de uzay çağı için iyi bir tarih gibi gelmiyor mu…

2009 değil mesela öyle…

Ohh bu yıl yan gelip yatalım, sözümüzü yerine getirmeyelim…

İnsan hayata atıldığını düşündüğünde, bunu anladığında cennete atıldığını fark ediyor; bense 30 yaşımdan sonra cennetten atıldığımdan, tam cehennem; bir cennetim vardı çünkü bir zamanlar, içim; insanın içinde yok cennet; ruhunda belki; iç, ruhtan daha gerçek…

Konuşma kendini ifade etme biçimiydi; artık kendini ikna etme biçimi olmuş…
Eskiden yazdığım: Düşünerek konuşmuyorlar; konuşarak düşünüyorlar…

İçinizde bulunduğunuz ruh durumunu tarif edin diyen bir arkadaşa: “Tarif etmek, tahrif etmektir.”

İlhan Berk için: Sıkıntı duymaya açıktır. Sıkıldığında zamanın yavaşladığını hissettiğinden… Hep sıkılmak ister ki zaman kaçıp gitmesin…

Benim tam tersim…
Hiç sıkılmamalıyım ben. Aynen bir çocuk gibi…

Üniformasının içinde titriyordu Ferdinand: Celine

Bana içinde rahat rahat titreyebileceğim bir üniforma ver komutan.

Bana içinde rahat rahat titreyebileceğim bir zırh yap komutan.

Yap aşkım…

Ol aşkım…

Oğuz Atay’ın Tutunamayanlarına sanırım Vüsat O Bener demiş. Vahşi bir tarla gibi… Sonra gözen geçirilmiş bir bölüm çıkarılmış.

Bu halinin en doğrusu olduğunu nerden biliyoruz…

Eh işte sonradan ekliyorum bunu: Türk edebiyatına çağdaş bir roman kazandırmış ama kendi yapıtına da kaldırmayacağı kadar yük yüklemiştir.

Berna Moran söylüyor bunu…

Tabii adamı yaptığının karşılığını bulamadığını düşünüp acılara gark edip öldürüp başyapıtını vermesini engelleyip sonra da… buna devam etmek tüm çağların özelliği…

Çarmıha gerilmeyi kabullenecek kadar sıkılıyorum bazen.

Yıllar önce bir filme gitmiştim. Adam uyuşturucu kaçakçılarını yakalamak için ortamlara giriyor bu arada kullanıyor da uyuşturucu. Ve müptela oluyor…

Bir mesaj geldi, okumadan sildim…

Şimdi merak ediyorum acaba kendini nasıl savunuyordu, ne yalanlar söylüyordu…

Ama okusam sinirleneceğim, hoşlanacağım sinirleneceğim… Bir insan yönünü daha öğreneceğim, bir insan yalanı daha; farklı olmayacak belki diğerlerinden ama birkaç kıvrımı farklı olacak… Birkaç fark keşfedilebilecek, ve eklenecek sayfalar dolusu örneğe. Ama işte müptelası olacağım.

Uçuruma fazla bakarsan uçurum da sana bakmaya başlar…

Ya da canavarla uğraşanın canavarlaşmayacağının garantisi olmaz…

Seyredilmeyi seviyorum küçük yerleri bu yüzden.

Yerleri, yerine, kasabaları…

Güzelliği yüzünden eğitimi olmayan: Alberto Morovia

Gerçek sanatçılar neden hiçbir şeyi küçümsemezler? Çünkü onları
yargılamaktan çok anlamakla görevlidirler. Camus. Nobeli alırken.

Anlamsızlığı savunanlar için:
O zaman şu an kalkıp her istediğini yapacaksın…bu güzel gelecek sana.
Ama bu, şu da demek:
Her
biri de kalkıp sana her istemediğini (de) yapacak… (yapabilir.)

Papalina değil palavra
Hamsi bu ya

Perşembe pazarını evde yokuz zannedip kapıya da kurmuşlar, ben bi çıktım, çocuk şaşırdı özür diledi. Eğilip geçmeye çalışırken yüzüm sutyenlere değdi; annesiyle iç çamaşırı satıyormuş.

Ben ölüyor muyum acaba?

Çok uzakta denizin üzerinde beyaz küçük bir şey gözüküyor…
Ama ardından hareket eden bir gölge, bir fluluk bir…
Hani ateşin hemen üzerine baktığınızda bir dalgalanan hava gibi bir şey görürsünüz öyle, çünkü fonda yeşillikler ağaçlar aynen gözüküyor, şeffaf bişi, bir hayalet mi takip ediyor.
Halbuki bir martılar kovalıyormuş tekneyi.

Bir martılar kovalıyor tekneyi.

Graham Green’in Loser Takes All’unu Kaybeden Kazanıyor diye çevirmişler…
Ben Kaybeden Hepsini Alır diye çevirirdim, böylece nedenini de açıklıyor olurdu hepsini almasının; e çünkü kaybetti. Kaybetmenin bedelini tazmin…

-E ben yendim neden onu alkışlıyorsunuz.
-Burada önemli olan cesarettir..

Hayat her şeye rağman güzeldir…

Bu şu demek:

Hayat eşittir her şey artı güzellik.

Bu da her şey eşit değildir güzellik anlamına çıkar.

Buradan iyi edebiyatçı çıkar da hayata çıkmaz.


Toyata reklamı bilerek mi bilmem ilginç bir şey anlatıyor…
Diyelim kabilenin Zenga diye bir tanrısı var birçok işle birlikte bu tanrı şimşek tanrısı.
Bu kabile elektrikle karşılaştığında onu şeytan işi olarak görmeye kalkışmıyor; bizim bu olaya benzer bir tanrımız var mıydı diye soruyor, evet Zenga… Onun için ampulün adı Zenga… Zenginleşiyor böylece… “Modern” dinler gibi gerici değiller…

“Bana gelince, sizlerin ancak yarı yarıya yürütmek yürekliliğini gösterdiğiniz şeyleri ben sonuna kadar götürmekten başka bir şey yapmadım yaşamımda. Şu halde ben sizden daha canlıyım belki de.” diye yazan Dostoyevski için, “ Aşırı duyguların adamıdır. Olağanüstüde rahat eder. Fırtına da soluk alır.” diyor Henri Troyat…

Da, sadece acı tarafına götürmekle, sadece intihardan kurtulmuş birisi kadar canlı olunuyor…

Çok ihtiyaç var Murat Sohtorik yazılarına bu insanlığın, çoook…

Tabi bunları yazınca yine acı metinleri oluyor, o başka…

Dostoyevski’nin karısının günlüklerini okuyup orada yazarın yazmakta olduğu romanla (Budala) ilgili en ufak bir not bulamayınca da; ki temize çekmektedir karısı romanı, şunları yazar Troyat: “Romana dair tek bir not yok. Karısı sanatçıyı anlamadan erkeği sevdi, bir bakkalla evlenmiş olsaydı, daha farklı bir şey yazmayacaktı!”

Bir bakkalla büyük yazarın aynı zaafları olduğunu gördüğümden, sanatçıya saygı duymaya ve anlamaya çalışırken, erkeği sevemiyorum ben de…

Ama şu, işte benim tüm sertliğimin nedenidir; aynını Hitlere Çekmek adlı metnimde yazmıştım: “Kötülük merdiveni herkes için birdir” diyor Alyoşa Dimitri’ye. “Ben birinci basamaktayım sen en yükseğinde, diyelim on üçüncü basamakta. Kesinlikle söyleyebilirim ki, bu aynı şeydir…”

Bunları çok takmamak lazım, mı, yoksa okuyucu artık bu kadar mı:
Ortaya Mesajım:
“Bir sırrın nasıl saklandığı açıklanarak sır saklanabilir mi.”
-ifşa etmiş olur...
-Nasıl "sakladığını" açıklıyor ama...
-sır sırdır,yöntemi olmaz,2 kişinin bildiği sır değildir .
-E böyle klişelerle düşünen bir kafa benim metinlerimi anlamaz zaten...


Belki de bir yerde olmak
o yeri sonradan hatırlamaktır.

29 mart seçimlerinden sonra bir yaşıma daha girdim…
(Doğum günüm 30 mart)

Bir çapkınla benim aramdaki tek fark benim çapkın olmamam.

Lacan
Zor okunan, güç anlaşılır.
Ben
Zor okunan, kolay anlaşılır.

Edebiyatçılar
Kolay okunan, anlaşılmayan.

“Kolay okunan, ağır hikayeler”


İnsanlar senin hiçbir şey olduğunu fark etmesinler diye devamlı konuşmak, hareketler etmek, hiperaktivite… Zizek için

Bir erkek ve bir yazar olarak en sevdiğim tek şey sokmak: yazar olarak gözerine sokuyorum…

Gizlerine sokmak

Kötü baba soyadı: Başoğlu
İyi baba soyadı: Başoğul

Adımlarına dikkat et, yoksa adamlarıma dikkat edersin

Yerimde sayamıyorum.

Ayvalık:Cundalık

Gül pansiyon satılık