Cuma, Haziran 17, 2016

PRENSEST VE FİREZOF 5 (SON)


İnsanlar erkekler ve kadınlar diye değil 
dâhiler ve doğallar diye ikiye ayrılır. 
Erkek dâhiliğe, kadın doğallığa yatkındır. 
Kötüler bunu beceremeyenlerden çıkar.



5. BÖLÜM

HALK ÇIPLAK: HOMO RAPIENS*



Devlet en küçük faşist organizmadır; en büyüğü insandır.



O yıllarda iktidara karşı ülkede ortaya çıkan özgürlükçü ve sevimli direniş hareketi küçük küçük ve mide bulandırıcı bir her boka protesto hareketine dönüşmeye yüz tutmuştu… Hep var olan bir şey meydanlara taşınmıştı tabii…

Yöneticileriyle aynı kafadaki insanlar, yöneticilerinin uygulamalarına haksız diye kafa tutuyordu. Her şeyi bildiğini iddia eden diktatörü suçlayan dahi bir halktı bunlar… Diktatörleri biliyoruz da böyle dahi bir halk görülmüş müydü...

Benim oyumla çobanın oyu nasıl bir diyerek altında saydığı insanlara posta koyanlardı, kendi bulunduğu iğreti yerde iktidarını sağlamlaştırmaya çalışan potansiyel diktatörler; yetkileri yoktu sadece, yani büyük yetkileri...

Çobanın oyu yarım olmalıydı, bunlarınki çeyrek.

Diktatöründen asılmaz çünkü hiçbir halk…

Kime oy vereceğimin bir önemi kalmamıştı, kimlerle birlikte oy vereceğim önemliydi çünkü ve ben bunlarla beraber oy vermeye (sıçmaya) bile gitmezdim.

İlkokulda yanımda oturan kız kopya çekelim dediğinde, sıfır alacaksam hakkımla almayı tercih ederim demiştim ya. Şimdiki aklım olsa, 10 alacaksam hakkımla almayı tercih ederdim, derdim diye düşünebilirdim, ama hayır, şimdiki aklımla bile o zamanki gibi düşünebiliyorum; o zamanlardan belliymiş kelimelerle oynayacağım; kendimle asla oynamayacağım, ayarlarımı bozmayacağım da belliymiş; ama insanlarla oynayacağım henüz değil…





*Rape: Tecavüz


Çarşamba, Haziran 08, 2016

PRENSEST VE FİREZOF 4.5

İnsanlar erkekler ve kadınlar diye değil 
dâhiler ve doğallar diye ikiye ayrılır. 
Erkek dâhiliğe, kadın doğallığa yatkındır. 
Kötüler bunu beceremeyenlerden çıkar.


4,5. BÖLÜM


ÜÇÜNCÜ KADIN



Kızlar erken olgunlaşır, ama geç gençleşiyorlar.


Beni neden terk ettiğinin hikayesini anlatıyorum.

Birinci kadına âşık değildim. Her şey böyle başladı. Olurum sandım ama, yok yok olmayacağımı biliyordum. Dosttuk. Sürecek sanıyor seviniyordum. Ama bitti, sevgili olduk çünkü. O istedi. Sevgili olmazsak dost da kalmam senle deyip tehdit de etti. Aşk tehdidi! Boyun eğdim. O zamanlar sorun etmemiştim, onu kaybetmek istemiyordum, dostluğunu seviyordum, kimseye de âşık değildim. Ona olan duygularım daha sonra da değişmedi. O bana hep daha fazla âşık olurken, ben onu kaybetmeyi hiç istemedim. Sonra oldum. Âşık. İki kadına. Birden? Bir arada? Biri birine? Birdir bir? Bilmiyordum. İkisiyle de hemen hemen aynı zamanda tanıştık, ilkiyle şöyle oldu:

Gideceğim şehirde salgın hastalık olduğunu duyunca gitmekten vazgeçtim; Allah'ın kaderinden mi kaçıyorsun diyene de, evet dedim, Allah'ın kaderinden Allah'ın kaderine kaçıyorum… Şöyle oldu:

Speed Date diye bir organizasyona çağırdı beni birinci kadın, Sevin. Öyle acele, geleceğim diyenler gelmediğinden, gönüllü lazım olmuş. Deneme çekimi yapılacak, biz de denek olacağız, yapımcılara sunulacak… 7 kadın 7 erkek, kadınlar oturuyor, erkekler sırayla kadınların masasına gidip 3 dakika konuşuyor, seninle 3 dakika, bu arada ellerindeki kağıtlardaki evet, hayır ve belki seçeneklerini işaretliyorlar. Kağıtlar yöneticilerde toplanıyor ve her halde sonra eşleşenler için çöpçatanlık yapılacak…

Sevin’le gülerek konuşuyoruz, sanki birbirimizi hiç tanımıyormuşuz gibi, başkasına bakarsan gözlerini oyarım diyor kalkarken, hayır diye işaretliyorum onu inadına. Kızlardan biri gerçekten hoşuma gidiyor, ama tabi o kalabalıkta ve heyecandan tam bakamıyorum ve güzel de konuştuğumuzdan, yine dalgasına evet diye işaretliyorum. İşin sonu nereye varacak, şeytan dürtüyor ve işaretliyorum işte, alarm çalıyor ve yandaki kadına geçmek gerekiyor, harala gürele, yandaki kadın konuşurken düşünüyorum, yanlış anlaşılmasın, yani doğru anlaşılmasın, sileceğim, şöyle bir dönüp bakıyorum, o da bana bakıyor, karşısındaki adam kulağına konuşuyor, silmiyorum, zaten dalgasına değil miydi…

Kokteylde Sevin’le yan yanayken uzaktan bana bakarak geliyor. Tanıştırılıyoruz, Herdem, işaretlediğim için mi, o da mı beni işaretlemiş. El sıkışırken işaretlemiş gibi bakıyor, Sevin bizi işaretlemesin…

Sevin’in eski arkadaşıymış, yolda karşılaşıyorlar, yıllar sonra, hadi sen de gel, gönüllü lazım güleriz, sonra da bir şeyler içer hasret gideririz.

Beni işaretlemedi mi yani?

Tabii ki seni işaretledim sen beni işaretlemedin mi diyor Sevin, bakayım şu kartlara…

Bakışlar değişiyor, kartlar uzakta, ortalık kalabalık, kim bakacak şimdi.

Ama işaretledi mi?

Evet diyorum kartlara bakalım…

Bana bakıyor Sevin, tamam diyor ya, boş ver, espri yaptım…

İçki de içmiş, önüne gelen erkekleri görmemiş bile, gözü üzerimdeymiş, içki de içmiş, pişman olmuş beni davet ettiğine, keşke birini daha evet diye işaretleseymiş, şans bu belli mi olur, kahkaha atıyor, içki de içmiş...

Sen kimi ijaretledin diyor Herdem’e.

Hiç kimseyi.

Sevgilisinden şaşkın ayrılmış, erkeklere ve insanlara güvenini kaybettiği bir dönem, seni işaretledim diyor, Sevin’e, bu vesileyle karşılaşmış olmaktan mutlu, arkadaşlıkları çok ilerliyor, benimle de.

Çok kapalı dışarı Herdem, çekiciliği, güzelliği hissedilmiyor başta. Orda karşı karşıya gelmesem ve 3 dakika sürmese, ben de görmeyebilirdim onu. Sevin’in kıskançlığı Herdem üzerinde sürmüyor bu yüzden, ben de zaten kimsenin üzerine gitmeyeceğimden, zamanla üçümüz dost oluyoruz.

Protesto kalkışmalarından epey önce bir tarih bu, ama aynı kent, aynı mekanlar, aynı insanlar, tarih öncesinden beri aynı tarih; ama o sıralar, patlayacak şeylerin sıkışmaya başladığı zamanlar.

Dostlar kaybediliyor, dostlar bulunuyor, saflar seyrekleşiyor, sıklaşıyor.

Hiçbir şey sıkılaşmıyor.

Sevin tüm arkadaşlarıyla mesafe koyuyor arasına. İkiyüzlülükleri ortaya çıkıyor benleyken, soğuyor onlardan, uzaklaşıyor. Herdem’in de yardımlarıyla.

Üçümüz bir tarikat gibiyiz: Herdem peygamber, Sevin kul. Ben de neyim ki; tanrı.

Sizin için yumuşatalım, diktatör sevmezsiniz siz, kendinizden başka.

Herdem hakem, Sevin oyuncu, ben teknik direktör.

Valla daha aşağısı kurtarmaz, bize gelişi bu.

İnsanları sınıfta bıraktıkça hayatım ne kadar kalitesizmiş diye düşünüp morali bozuluyor, yanlış seçimlerini ortaya çıkarıyorum diye sarıldıkça kızgınlığı artıyor, bunu bana da aksettiriyor, aşkını yaşama tarzı olarak tabii kesinlikle…

Kavgalar ediyoruz.

(....)

Kavgalardan kaçıyorum kaçıyorum hep üzerime geliyor ve patlatıyor beni, sonra da fırtınalı bir hayatımız olduğunu söylüyor; o böyle bir kadın diyor Herdem.

Sakinleşiyorum, kendimi kontrol ediyorum, alttan alıyorum… Bu ilişki başka türlü yürümeyecek.

Bir gece bana şöyle diyor mutlu mutlu: Artık tartışmıyoruz bak, bana stres geçirmiyorsun artık.

Evi terk ediyorum, konuşur musun Murat’la diyor Herdem’e, gerek yok diyor Herdem, Murat sana zaten stres geçirmiyordu ki.

Herkesi dinler ama kendi bildiğimi yaparım diyen bir kadın, böyle yola gelmez.

Kendini eleştirmek bile bir kendini haklı çıkartma yöntemi onun için...

Onun tarafını tutuğumu düşünüyorsun diyor Herdem.

Böyle düşünmüyorum diyor, ben hatalarımı bazen fark ediyorum.

Neden söylemiyorsun.

Ben kendime söylüyorum…

Ortalık duruluyor. 6 ay sonra oturuyor ilişkimiz. Herdem uzak evine gidemediğinden bizde kalıyor sık sık, sonra karşı apartmana taşınıyor. Arada Herdem’de sızıp koltukta uyuduğum oluyor, Sevin eve gelince uyandırma bırak uyusun kahvaltıya gelirim sabah diyor.

Bir gece ben koltukta uyuklarken başımı kaldırıyorum, sanki bunu beklemiş gibi bana bakarak çalışma masasından kalkıyor, yatak odasına geçerken kapıda duruyor… Soyunmaya başlıyor. Her parçasını çıkarmaya başladığında bir adım geriye karanlığa giriyor, çıkardığında çıkıyor, bir parçasını çıkaracakken görüyorum ve çıkarmış çıplakken, çıkarırken hiç görmüyorum, giriş, ve, sonuç.

Her öne, ışığa çıktığında ona bir kez daha âşık oluyor, her geriye, karanlığa gittiğinde ondan nefret ediyorum…

Tam olarak çıplak kaldığında artık tamamen karanlığa çekiliyor; ben de karanlığa giriyorum, görmüyoruz birbirimizi, karşılaşmıyoruz bile, sevişmişiz gibi sevişiyoruz.



Nasıl bu hale geldik

Peşime düşersen buradan taşınırım diyor, sizi de bir daha görmem.

Canım Ailem adlı diziyi izliyoruz. Aşkları için nikah masasından kaçan kıza uzaklara kaçma kararı verdikleri gecenin sabahında, yapamam diyor adam, o adama ne hissettireceğimizi çok iyi biliyorum; en yakın arkadaşıyla yakalamıştı sevgilisini…

Haftalar önce izliyoruz bunu üçümüz ve bakışıyoruz Herdem’le.

Peşime düşersen… diyor.

Çok fazla arkadaş gibi olmuştuk, ama ben bir kadınım ve âşığız biz; dün gece beni sadece hayal etmeni istemiştim, sevişelim demedim. Bir daha da sevişmeyeceğiz.

Bir daha sevişmeyeceğimiz sevişmeler yaşıyoruz. Vicdan azabı çekiyoruz gelmiyor. Sevin için de benzer bir durum geçerli. Bencilliğini gidermeye çalışırken de kendisiyle meşgul, bu sefer işe yarıyor.

Gizli olmasa zevkli olmayacağından korkuyorum diyor bir gece. Sevin’e danışalım bunu diyorum, hiç komik değil diyor…

Duruyor duruyor, bir gülme çıkıyor aniden içinden anayola, kimse çarpmadan karşıya geçiyor, bir tane daha çıkıyor, kimseye çarpmadan geçiyor o da, sonra bir tane daha katılıyor onlara ve sonra da tutamıyor kendini ve salıyor, yol kapanıyor, biz katıla katıla geçiyoruz.

Yatıştırmak için mi seviştin benle; yatıştıktan sonra seviştim farkındaysan.

Seni sevdiğimden de değil hemen burnun büyümesin, seni haklı bulduğumdan. Ne demişler, seni seviyorsam sen bahanesin.

İyi bahane… Ama bu benim sakinliğimi garantiliyor bir yandan, teşekkür ederim.

Seni destekleyen tek bir kişiyle bile yetinmen çok güven veriyor, payda önemli değil sana. Çok, şey, diyor… Sıfat saçma. Sıfatlar çok saçılmış etrafa, sana onlardan bir tanesini kullanamam, yeni bir tane yaratmak lazım; bunu da ancak yine sen yapabilirsin.

Forever alone, diyorum.

Düşündüğünün tam tersi diyor, Sevin’in yerinde olsam ben de senle aynı kavgaları ederdim, ama dışarıdan bakabildiğimden bu şartlarda, üzerime alınmadığım, kişisel almayabildiğim için görebiliyorum bazı şeyleri, ancak böyle görebildim. Eski erkek arkadaşlarımla sorun belki de bendim… Sevin benim şamar oğlanım.

Prens ders alsın diye onun yerine cezalandırılan yakın arkadaşa denir Şamar oğlanı. Prensesin arkadaşına Şımar Kızı diyelim, arkadaşının nasıl şımardığını görüp ders alır Prenses.

Sen olmasan kopardım geçmişimden, hatalı kopardım hem de, eksilirdim.

Sağlığından sonra sığlığına da kavuşurdun.

Sizin ilişkiniz toparlanmama değil sadece tamamlanmama yardım ediyor.

Sen olmasan da ayrılırdık.

Seninle yaşayacağımız ve kavga edeceğimiz bir ilişkiyi gözümüzün önünde kavga etmeden yaşadım, kendi ilişkimin hakemiydim, güzeldi. Öbür dünyadan yaşamımı izliyormuşum gibi… Paralel bir evrenden. Ama sen bu saçmalıklara inanmazsın.

Paralel apartman olabilir en fazla, Sevil yan binada uyuyor.

Bu gece annesinde kaldı. O yüzden bu kadar rahatım. Sen bunu bilmeden nasıl rahatsın?

Onu bırakacağım zamanı zamana bıraktım.



Tehlikeyf

3. Kadın gece mesaj atıyor.

Sana bu akşam bir şey söylemek istedim ama bi yalnız kalamadık söyliyim…

Ara, söyle.

Olmaz. Zaten ne söyleyeceğimi aptal değilsen anlamışsındır, söyledim farz et.

Aptalım farz et, ara.

Şimdi konuşmak istemiyorum hatta belki de hiç konuşmak istemiyorum. Ama bilmeni istedim.

Arıyorum açmıyor: Cesur olduğunu söylemiştin ve inanmıştım.

Dünyaya olan konsantrasyonumu bozuyorsun, zaten dağınık kafamı daha da dağıtıyorsun, gibi şeyler söyleyecektim. Ama şimdi ancak yazacak kadar cesurum, yüzüme vurma.

Bazen çok tatlı oluyorsun.



2 gün sonra gece mesaj atıyor.

Karşımda öyle dururken öpesim geldi seni. Allahtan şarap içmedim.

Özge şarap iç şarap iç Özge.

Sen içtin de ne oldu.

Bu senin yaratıcı çalışman ben sadece yardım edebilirim.

Nasıl bir yardım?

Yaşa ve gör.

Şimdi düzeltiyorum, doğrusu: Yarat ve gör



Çalıştığım ajansta işe başlıyor. Aynı odada ikimiz çalışıyoruz. Herkes ona bakıyor selam veriyor. Bazıları odamıza gelip bana selam veriyor, Allah Allah bu adam bana selam vermezdi ne oldu da şimdi diyorum, dönüyor Özge'ye selam veriyor ve oradan yürümeye devam ediyor. Özge bıyık altından gülmemi izliyor.



“Men have always liked me and I have always liked me(n).” 

Zsa Zsa Gabor

Bir sevgilim ve âşık olduğum bir kadın var, ilgisiz biri gibi gözükmekten rahatsız oluyorum, zaten ilgisiz biri olduğum gözükmüyor.

Arkadan gelip elime bir not tutuşturuyor: Biz senle hiç yalnız kalabilemiyecek miyiz?

Yaratıcılık fena değil de uygulamada yetersiz, bu da böyle, kadın.

Grup olarak gittiğimiz bir rock barda, sonunda, yanıma geliyor ağlamaklı, benden hoşlanmıyorsan gidiyorum, işten de ayrılacak; ne diyim, beceremeyecek, tam kaçacakken beline sarılıyorum ve çekip öpüyorum. Diğer iki erkek arkadaşımız şanslarını denemiş o gece, teki ertesi gün soruyor, abi sizin aranızda bir şey mi vardı diye… Ben de bilmiyordum ki, ne kadar ters davranıyordu görüyordun.

Sevişmeden söylüyorum. Körün istediği bir göz...

Allah vermiş üç göz diyemiyorum. Bir aşk ararken iki aşk veriyor Allah diyemiyorum; hayatımda biri var ama ona âşık değilim diyorum; başka birine de aşığım ama o hayatımda değil diyemiyorum. Birlikte olduğum kadına âşık değilsem o hayatımda mıdır diyorum; âşık olduğum kadınla birlikte değilsem o hayatımda değil midir, diyemiyorum. O yüzden sana sakınımlı yaklaşıyordum…

Çok rahatladım diyor, benimle yatmak istemediğini sanmıştım.

Önce aklım yatsın istedim; hem sen sıkılmadın mı beğenilmekten…

Belki de bundandır… Müstehcen mi şimdi sen beni...



"Güzel bir kadının başarı hissi ve kendine güveni çok sığdır ve güzelliği yok olmaya başlar başlamaz başkalarına verecek çok az şeyi olduğunu görür; ne ilginç bir insan olma ne de başkalarıyla ilgilenme sanatını geliştirmiştir."

Daha gencim güzelim.

Bu Sevin zaten.



6 ay kadar böyle devam ediyoruz. Bir derede iki kez yıkanılmazdı, ben 3 kez yıkanıyorum.

Hüznümüzünüz demiş bir şiirinde şair; hüznümüze aidiz demesi daha doğru olurdu çünkü Birbirimiziniz demişim ben bir kere.



Külotun tene içerlemesi

Bir akşam Herdem artık diyor, başkasıyla sevişmeni istemiyorum... Ona âşık değilsin, bunu biliyoruz. Bizim ilişkimiz daha güzel olur.

Bunlar mazeret değil esas söyleyeceğini söyle.

Onu da biliyoruz, sana âşığım. Artık senle olmak istiyorum. Sorun yaşamayacağımızı biliyorum. Bizim ilişkimiz daha doğru da olur.

Allahım, bir canavar yarattım, sanat ve felsefe canavarı…

Hayatımdaki sorunları çözdüm, öyle inanıyorum. Tek sorun kaldı, artık Sevin’i aldatmak istemiyorum.

Çocuk istiyor benden.

Biliyorum; ona bir çocuk ver ve ayrılma sürecini böylece başlat.

Bunu aynen Özge’ye söylüyorum. Felsefeyi aynen, felsefeciyi değil.

Başka birisini istemiyorum hayatımda diyor. Zaten seni tanıdıktan sonra tüm dostlarım arkadaş seviyesine, arkadaşlarım tanıdık seviyesine indi, sen de başkasını gerçekten istemiyorsan bekleyebiliriz.

Sorun çıkaracak gibi gözükürken kuzu gibi sakin ve uyumlu bir kadına dönüşen Özge’dense; sakinken mülkiyetçi emellerle üzerime giderek daha fazla gelmeye başlayan Herdem gibi bir başkasını gerçekten istemiyorum.



İdealist ol gerçeği iste!

Sevgilinizi kovalıyorsunuz ve o bir ağacın arkasına saklanıyor. Ağacın etrafında birkaç kez sağlı sollu dolaşıp duruyorsunuz onu yakalamak için, o hep sizden ters tarafa hareket ederek her zaman kaçıyor elinizden. Şimdi soru: Onun etrafında dolaşmış olur musunuz? Öyle gibi değil mi. Ama asla sevgilinizin önünden başka bir tarafında olmadınız, ne sağına ne soluna ne de arkasına geçebildiniz. O zaman onun etrafından nasıl dolaşmış olabilirsiniz… Sevgilinizi sevebilirsiniz, ama gerçeği daha çok sevmelisiniz, çünkü gerçek sevgiliniz gibi oynak değildir.

2 yıl içinde sakinleşiyor Herdem; Sevin’le çocuğumuz 1 yaşını geçmişken Herdem’le birlikte yaşıyoruz. Özge hâlâ Sevin’le biliyor.

Şimdi benden nefret ediyorsun ama bir gün hayatının adamını bulduğunda bana âşık olduğunu anlayacaksın diyorum Sevin’e.

Ben onu hallederim diyor Herdem, bekleyeceğiz, nasılsa bize dönecek… Kızlar erken olgunlaşır, ama geç gençleşiyorlar.

Annelik sürecinde çevresinden uzaklaştırdığı herkesi tekrar hayatına alıyor ve Herdem gibi birini neden sevdiğini anlıyor; barışma teklif etmesini teklif ediyor ona.



İnanç mantıklıdır

Biz senle neden ayrılmıştık Sevin, hatırlıyor musun? Eski sevgilim loğusayken beni terk ettiği için kızmıştın ona, çok kızmıştın, beddua okumuştun.

Sonra sizin aranız düzeldi ben kötü oldum.

Çünkü hata onda değildi bendeydi.

Loğusa olsan bile mi!

Adama sormadan hamile kaldım ve doğurdum Sevin.

Olsun…

Arkadaşım olduğundan benim tarafımı tutmuştun. Aslında kendi tarafını. Bizim tipik egoistliğimiz.

Bana ne.

Kızım yaşasaydı onu affetmeyecektim.

Nasıl yani?

Murat söylemişti, ölmesi gerekiyordu ki Murat’ı anlayabileyim.

Onun adı da Murat’tı di mi, şimdi fark ettim. Görüşüyor musunuz…

Birkaç falcı da demişti, geçmişte, aileden, akrabalardan biri bir erkeğin ah’ını almış, o yüzden aranız düzelmiyor sevgilinle, araştırmıştık da; karman var demişti başka biri, karman çorman. Oysa işte sen de ben de kendimiz yapmıştık bunu, şimdi ve burada. Başımıza gelenlerin karmayla, eski zamanlardan bir ah almakla ilgisi yok; şu an yaptıklarımızın sonucu. Loğusa’da bunu anlatıyordu Murat. Sen okuyup yırtmıştın. Ona artık Sotori diyeceğim.

Sotori deyin bana derken dalga geçiyordu, fazla havalı buluyor; dünyanın en alçakgönüllü ukalası o...

Bulmuyor, dersek bulmaz, demeliyiz, mutlaka denmeli. Falcı, kahin, falan dolaşacağımıza.

Biliyorum hepsini merak etme, egoist olabilirim ama aptal değilim; bana kötülük yapmış sayılmaz zaten, bana âşık değildi.

Bana âşıktı da ne oldu.

Özge’yle tanışalım.



Sotori

Herdem’i neden bıraktım peki? Bu kadar akıllı bir kadını?

Akıllı mı…

Şu hikayeyi çok önce yazmıştım, anlamını bilmiyordum yazarken, Herdem hayatıyla onu açıklamaya çalışıyordu sanki:

Sonunda oldu. İnsanlık için büyük bir adımdı. İnsan için de öyle. Kolay mı dünyadaki kötülüklerin kökünü kurutmak? Kurutmak dediysek mecazi anlamda. Aslında kötülükleri uzay gemisinin içine yerleştirdikleri bir kapsülle korunaklı bir biçimde uzayın derinliklerine göndermeyi planlıyorlardı. Herkes rahat edecekti böylece. Mutlu olacaktı. Dünyada hiç kötülük kalmayacaktı. Ama biri çıktı ve dedi ki: “Sanıyor musunuz ki kötülükleri yok edeceğiz? Onları sadece kendimizden uzaklaştırıp başka canlıların yaşadığı dünyalara göndereceğiz. Kendi kötülüklerimizin başka canlıların başına bela olmasına, hayatlarını karartmasına neden olacağız. Dünyamıza da kötülüklerin uzak gezegenlerin birinden böyle bir yöntemle gelmiş olabileceğini hiç düşünmediniz mi? Kötülükten kurtulacağını düşünen sizler... Şimdi söyleyin bakalım, dünya üzerinde yapılacak bu son kötülük hanginizin vicdan azabıyla kıvranmadan uyuyabilmenizi sağlayacak?” Böylece insanlar ne kadar bencil olduklarını düşündüler; ve bencilliği neden kapsülün içine koymadıklarını... Bencillik de kapsülün içine kondu. Tabii işler böyle olunca, kapsülün gönderilmesine karşı çıktılar. Tüm kötülükler dünyada kaldı.

Ve bunlar hep o bencilliğimizden kurtulma çabamız yüzünden oldu!



Sevin’i hamile bırak ve ayrılın diyen kadın, Sevin’in çocuğuna ve bana gözü gibi bakan birine dönüştü. Verici allah verici. Paket taşıtmıyordu mesela bana, zorlayınca en fazla tuvalet kağıtlarını veriyordu. Bir çeşit kimlik bunalımı. Varoluş şeysi.

Ruh eşim Robinson da ben Cuma’ysam diyordu.

Mutsuzken her şeyin eksiktir zaten; o yüzden mutluyken anlarsın ancak hayatında gerçekten neyin eksik olduğunu; her şey tamam bir şey eksik; işte o en değerlin; mutluluklar dilerim.

Mutluluğu bulunca kaybettiği çocuğuyla ilgili sorun mu çıktı ortaya. Esas eksiği çocuk muydu, bir daha çocuk istemedi, ama aşk da istemedi; esas isteği aşka ya da çocuğa değil acıya tutunmaktı belki, kendini acıtmaya. Acı çekmenin onu yücelttiğini, farklı kıldığını düşünen bu işte; yaşadığı mutsuzluğun onu inanılmaz mutlu ettiği... Bayan K… Kafkaesk, Kafkaerkil ya da Kapitalist…

Allahtan sakindi. Güzelliği bundandı. Yaşayacağını yaşadıktan sonra çekilmeli insan inzivaya.

Bu da geçti zamanla, ya da benle; acıya tutunması; o da bir dönemdi dedi…

Bir çocuk ver ona ve ayrılın diyebilmesi... Kendi için yapmamıştı, Sevin ve benim için yapmıştı.

Allah Kuran’da eş demezmiş, zevce dermiş, ayakkabının iki teki anlamındaymış… Hayattaki her şeyin bir karşılığı olduğuna belki haklı ama biraz duygusuzca inanıyor ve öyle yaşıyordu artık; âşık değildim ayrılmalıydım, âşıktık sevişmeliydik. Çocuğunu kurtaramamıştı, Sevin’inkine adanmıştı. Gülsen’in birkaç özelliğini anlattım; bu yüzden kendisinden ayrılmam da gayet doğaldı. Aslında nedenlerin de önemi yoktu, neyse o idi. Biraz robotik. Sencilin duygusuzluğu; hatta bencilceydi, evet sencil de bencildi, hâlâ. Bir hakem gibi oynuyordu hayat oyununu, katılmadan. Katıla katıla gülemiyordu artık.

Sevin çocuğumuzun adını Murat koydu. Aldırmadım. Herdem ona Ramana diyor. Benim notlarımdaki kadın kahraman Kahramana’nın kısaltılmışı. Erkek çocuğa kadın kahraman adı, soru işareti… Tam olmuşluk onda olacak diyor, ben bile tam, tamam değilmişim. Esas bütünlük ya da büyü ondaymış…

Masadaki üç erkekten dördüncüsü o, Ramana… Bazı cümlelerim onun cümleleri, bulun bakalım… Yazar olmak gibi bir derdin olmasın diyorum ona, derdiyle yazar olan akıllılardan geçilmiyor ortalık, çağlar; benim gibi mutluluktan yaz, ya da hiç yazma, benimkileri pazarla. Yazdıklarımın geleceği için babalık yapıyorum sana diyorum açık açık; gurur duyarım diyor. Belki de silik bir tip olacak, silik tipler mi bütüncüldür, Herdem’in istediği ama hayal kırıklığına uğrayacağı gibi, yine; aman neyse, silik sidikten iyidir.



Üçüncü kadın, Özge -yani Gülsen; etkilenmeyin diye başta söylemedim- işte benden böyle ayrılıyor, ikinci kadını, Herdem’i öğrenince, bu kadarı fazla… Onun da zamanı var diyor Herdem.

Günlüğümü okumuş.

Ve biz gidip tanıştık.

Nasıl!

Anlatamam; yaz çok istiyorsan… Belki de zaten yazmışsındır, bir karıştır bakalım…



(…..)

Başkasıyla olamadı, bana da dönemedi… Ben onu istiyordum alamadım…

Kopamıyorduk; ne olur birisiyle ol dedim, o kadar kolay değil dedi. Yalan söyle o zaman dedim; sıkı bir yalan olan bu adamı buldu.



(…..)

Mastürfason

Seni sözlünden ayıracağım.

Ayrılmayacağım.

O senden ayrılacak.

Bu imkansız.

Tipik zaten; yani tipsiz; bari yakışıklı birini seçseydin, kıskandırmıyor bile. Holivud filmi gibi oldu, jön çok belli.

Jön seçilmeyecek bu sefer, seçilmedi.

Karizması da yok. Böyle biriyle olman gel beni al demen gibi bir şey. Aforizmasını da yazdım…

Aforizma yazarsın anca.

Sevmediğin adamla seks: Mastürfason…

Beni seviyor. Bana elini bile sürmedi. Beyaz gelinlik giyeceğimden gerdeğe girene kadar sana dokunmayacağım dedi.

Erdek’te gerdek. İktidarsız olmasın.

Seninle olduğumu da biliyor.

Benimle değil benim olduğunu.

Önemli değil dedi, gerdek gecesi birlikte olacağız. Senden önceki sevgilim. Sen hiç olmamış gibi olacaksın.

Maymundan geldin maymuna dönüyorsun yani… Mantıklı… Hem yakışıklı değil, hem de yakışıksız hödük. Adı ne, bundan da bir Yeliz yapalım…

Söyleyemem.

Kızın ırzına geçen taşralı çapkın hapis cezasından kurtulmak için kızla evlenmek zorunda olduğunu öğrenince, kızlığı bozulmuş biriyle neden evlenmek zorundayım ki diye sormuş. Senin Yeliz de bu delikanlının diğer aşırı ucu. Stockholm olsun adı. Mister Stockholm. Kendini neden böyle aşağılıyorsun. Onu sevmiyorsun ki.

Nereden biliyorsun?

Benden başkasına yer kalmayacak şekilde tasarlandım… Yoksa benden intikam mı almaya çalışıyorsun… İntikam soğuk yenen bir yemdir.

Aforizma Amca olacak adın yaşlanınca… İntikam almıyorum.

İntikam almıyorsan hainliğindendir.

Oh rahat rahat alayım o zaman, seni seviyorum.

Seni benim kadar kimse sevmeyecek demiştin, ben bile…



Okuyucuya not: 
Nasıl ayırdığım çok orijinal bir buluş olduğundan burada yayımlamıyorum.



(…..)

Atacağı köşeyi söyleyip ters köşeye atladım. Ama o kadar cılız vurmuştu ki, son anda dönüp kurtardım.

Artık benim atlayacağım köşeye atacaktı.



(….)

40 satır mı, 40 kadın mı…

(….)

Çocuk istiyorsun ya; ama çocuk istenmez, bir adamdan çocuk istenir. Buna tüm çağların anası olmak denir… Hem olayın mantıklı, akılcı, politik, artık neyse, yönünü de düşün: Çocuğunu benim kitaplarımın okunmadığı bir dünyaya getirirsen dünyanın en iyi annesi olsan ne yazar… Önce çocuklarımın annesi ol. Öyle kucağına alıp severmiş, üveymiş gibi değil, sahiplenerek… Her paragrafa öpücük, her sayfaya orgazm, bitmiş kitaba söz veririm.

Pazar, Haziran 05, 2016

BİR YALANI ARKETİP ARKETİP SATMAK

-Adamla kadın psikologa gelmişler. Kadın ağlamaya başlamış bir süre sonra. Eşiniz ne hissediyor diye sormuş psikolog, yanlış hissediyor demiş adam… Yanlış his diye bir şey yoktur demiş psikolog, bir şey hissediyorsak doğrudur…

Oysa çocuk ağlaması gibidir bazen… Doğru değildir, duygu sömürüsüdür, acındırmaya çalışmaktır, ilgi çekmeye çalışmaktır… Adam yanlış hissediyor bilgisini verdiyse önce onu araştıracaksın, kadını tavlamak için hemen atlamayacaksın, yanlış his diye bir şey yokmuş! Diyelim kadın gerçekten incinmiş hissediyor; buna neden olacak şeyi yapan kocası olmayabilir… Belki de öncelikle kadını değil adamı korumanız gerektiğini hiç düşündünüz mü demiştim psikologa… O kala kaldı, çünkü dinlemişti…

Aynı örneği başka bir kadına verdim, incitmek bu kadar kolay mıdır sizde, hem de yok yere diyen bir kadına; şöyle çıkışmıştı bana:

“Ne Berger biliyorsun, ne Jung, ne de Proust, ne de… ne de… Kendini, en mühimi… Kadının hissettiğine Arketip, yani geriye doğru işleyen sezgi, birikmiş kaygı denir. Bunu yersiz bir vesvese sayıp görmezden gelmek olmaz. Kadın inciniyor çünkü kocasının davranışları ona bir şeyleri anımsatıyor, babasını, öteki kocasını, ağabeyini…”

Ben de bunu diyorum, dedim… Hem o kadın için hem senin için… Şu anda incinmişliğin benden kaynaklanmıyor, beni suçlaman yersiz değil mi?

-Günah keçisini seçmiş…

-Özellikle bir adamı seçiyor ve öyle saldırgan/otoriter/yanlış davranmasını sağlamaya çalışıyor! Çünkü becerebildiği tek iletişim bu… Babası, öteki kocası ya da ağabeyi ona böyle öğrettiği için…

-Bu kadınlar yine de bir kurban ama…

-Adamları kurban etmelerine izin vermemeli...

-Günümüz kadını bunu anlayamayacak kadar modern…

-Bu sıkı laf oldu.

Cuma, Haziran 03, 2016

PRENSEST VE FİREZOF 4

İnsanlar erkekler ve kadınlar diye değil 
dâhiler ve doğallar diye ikiye ayrılır. 
Erkek dâhiliğe, kadın doğallığa yatkındır. 
Kötüler bunu beceremeyenlerden çıkar.




4. BÖLÜM

TANRIM BENİ BAŞTAN MURAT



Önce masumlar ve çocuklar



Gülsen’le yalnız kaldığımızda konuyu açıyor…

Okul grubunda küçük bir tartışma çıktı.

Allah Allah.

Evet, sen kızıp ayrıldıktan sonra…

Ben duygusal konulardan konuşacaktık sanıyordum.

Bu da duygusal.

Sert…

Elif senden özür diledi, herkesin önünde.

Olamaz böyle bir şey; ben cenneti özür dilenebilen bir yer olarak düşünmüştüm.

Benden sonra düşünmüşsündür, ben sana cenneti yaşattığımdan.

Ama herkes onu destekliyordu, en azından kimse karşı olmadı. Büyüklük bende kalmıştı, burnu büyüklük onda.

Ben oldum.

Niye.

Neden, olamaz mıyım?

Kimse yapmaz bunu. Hani yıllar önce tırnağımdaki kiri almıştın.

Nasıl böyle bağlantılar kuruyorsun, kir sende değildi ki onlardaydı.

İşte onlar kirdi.

Parçalayacaktın yoksa.

Dezenfekte diyelim; daha önceki o iki forumda buna yaklaşan bir şey bile olmamıştı, beni şaşırtmak kolay değildir.

Seyirci ya da forum figüranı kalmak istemedim.

Demek torpil gerekiyormuş, her zamanki gibi.



Çakalım yok ki sözüm dinlensin.

Akıllı bir kadın aslında.

Bazen aptal biriyle, bir aşağılıkla, mesela yolsuzluk yapan biriyle daha iyi anlaşabilirim gibi geliyor, adama en azından para verirsin, para nettir, titr verirsin, titr ruhtur; kullanışlı aptal diyorlar ya, vatana millete yararlı şeyler için de kullanabilirsin bunları; akıllı biriyle ise çalışamam sanki, kullanışsızdır çünkü, aklının dikine gittiğinden; ikna etmen gerekir onu aklını yanlış kullandığına, aslında aptallığına; bunu anladığında gururu da kırılacağından bana düşman olması çok olası. Aşağılık biri, akıllı ama kibirli yani tam olarak olmamış birinden nasıl daha dürüst, daha sağlam olabiliyor, inanamazsın.



Tarlabaşı

Bir kadına tecavüz olayını daha erkekliği taciz etmeden atlatamadık, yazıyorsun…

Evimde oturuyor ve bir kadına tecavüz olayında daha sinirleniyorum, sonra bir de bakıyorum suçlu benmişim… Erkek olduğum için... Potansiyel olarak tecavüzcüymüşüm. Tüm kadınlarımın sen benden daha kadınsın dediği bir erkek olsam bile bu tacize katlanmak zorundayım.

Bir kadın, sarhoş her halde yazıyor altına, Elif de sarhoşsa italik yazsın o zaman diye destekliyor... Bak Elif, diyorsun, ben bir yazarım, geldiğim belli bir noktadan bakarak bunları yazıyorum... Ben senin yazar olduğunu düşünmüyorum diyor.

Ben de senin kadın olduğunu düşünmüyorum desem hakaret oluyor… Onun namusu namus benimki tarlabaşı...

Ama kadınlık daha temel bir durum.

İşte onun kadınlığı temel bir durum değil. Kadın olduğunu düşünmesi kadınlara hakaret esas… Benim kadın tanıdığım kadar yazar tanımış mıdır hem.

Birkaç yazını gönderdim, sana kadın düşmanı denmiş metinlerinden; onu kızdırdığın yeri de bir daha okusana dedim, muhtemelen okumuştu, birisinin sormasını bekliyordu. Düşüncelerine katılmıyorum ama öyle ifade etmemeliydim dedi... Tartışma kapandı; dedim ya zaten küçük bir tartışmaydı... Sanki Elif’i günah keçisi seçtiler, birçoğu, ki senden özür dilemesi gerekenler, hiçbir şey yazmadılar. Adama neler dediniz, mahallenizin filozofu sandınız demiştim, deli filozofu… Hiçbiri cevap vermedi… Öyle bitti.

Hiç yoktan iyidir; onlar beni çok da ilgilendirmiyor, ama sen… Gerçekten neden yaptın böyle bir şeyi?

Karar verdim artık Murat, pusulamı takip edeceğim. Yöne karar verdikten sonra bakıyordum.

İnşallah yakında pusula olacaksın; pusulaya bakmayacaksın pusula pusula bakacaksın… Bunu kadere inanmak gibi düşün; kadere inanan insan kadere inanmayı da kendi iradesiyle seçtiğinden aslında kadere inanmıyor, yine kendi seçimine inanıyordur, sadece farkında değildir; özgürlüğe mahkum olmak işte bu… Alil’lere anlatmaya çalıştığım buydu: Genetik mi, çevre mi; hayır sen…



Önce masumlar ve çocuklar

Ayça’yı okudum.

Ayça kim?

Kraliçenin kızı.

Ha şu Ayça. Onunla ne ilgisi var.

Bence olayın düğüm noktası o… Ben de ondan kendime geldim, bence onu yazmalısın.

Sonra da seni mi yazayım.

Bende yazacak bir şey bulama diye kendimi ıslah ediyorum.

En son amacımı biliyorsun, sadece iyiliğin olduğu bir dünya yazmak. Özür dilemeye gerek olmayan bir dünya. Neyse sen Ayça’yı anlat.

Her şeyi baştan özetleyeceğim.



(…..)



Hop hop

Sen sıkı hastaymışsın be Sohtorik. Söylemişlerdi de inanmamıştım. Kompleksinin nedenini bilenlerdenim…

Adını saklayarak yorum yapan biri bu, bunla dalga geçmen çok komik:

Seni biliyorum sen şu sevgilisini bana kaptıran çocuk değil misin… Yahu kardeşim yeter artık, sevgilin senle bir kere bile olmadan anladı ne mal olduğunu ve Allahtan ben de karşısına çıkmışım. Ve beni seçti diyeceğim ama seçti denemez bile, holivud filmlerindeki gibi jön ve gön vardır ya, gönü seçecek hali yoktur esas kızın, pek de rekabet olmaz zaten aralarında, bizim durumuz da öyleydi işte, sen bir göndün ben de sana gömd… neyse… Değişik adlarla çıkıyorsun karşıma, ama bu kadar da bilinçsizce aptalı oynanmaz ki, en hırslandığın zamanda böyle adsız mesajlar yazıyorsun. Bitti gitti, kız benle, hatta kız benim artık, kabul et de bitsin şu iş…

Hop! Şimdi ne oldu… O bana attı tuttu ben ona attım tuttu. Ben hastaymışım sebebini biliyormuş… Nerden? Ben de onun sevgilisini çaldım işte, saniyesinde, bunun da kanıtı yok, olmalı da değil. Daha ileri de gidebilirim aklıma gelen her şeyi söyleyebilirim; ama yahu bana asılma artık, sana vermeyeceğim diye yazsam, hop adamı ibne yaptım… Adı da olmadığından ibne aşağı ibne yukarı… Doğruyu da bulmuşum bu arada mesela tesadüfe bak sen: Adam benim uydurduklarımdan birine kapılıp, hop hop, giyiverirmiş kendi içi boş karakteri yerine benimkini, sonradan teşekkür ediyor bir de, sağ ol kendimi buldum diye, amme hizmeti bir yerde.



Orgazm (is a sex letter word)

Yıllar sonra birisi sana merhaba diyerek dostça yazıyor, eski defterleri karıştırdım diyor, gerginmişsin o zamanlar…

Öyle bakma olaya diyorsun, o yazdığım metinleri tatmin olarak okuyorum, keyifsizken keyfim yerine geliyor, bana yararı çok büyük, aramızdaki diktatörlere ve esas tehlike olarak gördüğüm küçük faşistlere ve yandaşlara karşı bir şey yapabilmiş olma duygusuyla mutlu oluyorum…

Hem, diyorsun, demin şöyle bir baktım da yazışmalara, sen de bana karşı hoş olmayan şeyler yazmışsın, hadi yazdın diyelim, sonra silmişsin onları siteden, neden sildin ki…

Unuttum be Murat… Eski günler… Sağlıcakla kal…



Tribünden hem dövüşü izleyip hem de bahiste haklı çıkmak yok öyle. İneceksin sahaya, kazandığını göstereceksin, yenilirsen göstereceksin. Hayır güvenmiyorsan, rakibine oyna, adam gibi dayağını ye, haklı çık git.



(......)



Kütür Kütür Kültür

(…)

Başka bir Elif bunu çok iyi örnekliyor; kitabının önsözünü okuyormuş, sen de okumalıymışsın.

Yani bunu başka bir yazara ben söylesem sağlam eleştiri olacak da…

Ama ben senin yazılarını çok seviyorum diyor bu da sonra...

İşte insan okurunu seçemiyor.

Murad... Beckett’e Arabeskett dediğin tipik bir Kafkaesk-karşıtı metnine şöyle diyor: Moruk dikkat et... Büyük laflar ediyorsun büyük lokma yutmadan!

Laf yetiştirmek laf ebeliği yapmak anlamından çıkarılsın, lafını olgunlaştırmak anlamında kullanılsın...

Niçe’den büyüğüm diyorsun.

Boğazına takılsın.

2 yaş büyüğüm diyorsun.

Yutmaya çalışsın.

O öldü bense hâlâ yaşamaya ve yazmaya devam ediyorum diyorsun.

Hazmetmeye başlasın.

Ama Niçe’nin etrafında onun dehasını anlayacak beyinler vardı diyorsun.

Midesine otursun…



Temel sorun aynı, yazdıklarımı okumamış olmayı boş ver, Beckett’i, Kafka’yı, Niçe’yi hasbel kader okuduğu için onları bilebileceğini düşünmesini de boş ver, onları eleştirecek kişinin kendi yaşıtı, kuşakdaşı olabileceğini aklı almıyor…



Think Kong

İnsanlar neden bilmedikleri konularda konuşurlar biliyor musun, o kadar çok konu ve konuşulacak şey vardır ki çünkü... Bu deli, Niçe denen, Tanrı öldü diye bir laf attı kuyuya, bunlar da peşinden atladı; tanrı öldü diye gururlanıyorlar, ama kuyuda; bu lafın Tanrıyla hiçbir ilgisi yok oysa, Niçe’yle ilgisi var; Niçe yaşamadı der Tanrı, olur biter, olmadan biter, kapanır konu. Tanrıyı öldürüp yerine insanı geçirerek bunların burnunu büyüttüğünü göremedi bu zerdali; işte şimdi buyurun bakalım: Kendinden üst hiçbir şeye inanmayan insan kürü.

Bu Elif’lerden bolca var, üçüncü bir tanesi, anlaşılmaz yazıyorsun diyor…

Anlaşılmazz, olmalı. İki z zurnanın zırt dediği yeri gösterir.

On bin kez söyledim, diyorsun, anladığınızda, tek siz anlamış gibi bilmiş bilmiş konuşuyor; anlamadığınızda da ben anlamadım demek yerine anlaşılmaz diyorsunuz. Bunun tersi olmalı oysa. Sadece siz biliyor olamazsınız ama sadece siz anlamamış olabilirsiniz.

Bunların şöyle diyebilen modelleri de var hanııım, Nilüfer marka: Çok derindi, düşündürücüydü, sürükleyiciydi, komikti, allak bullak ediciydi, ilginçti, dikkat çekiciydi ve zekiceydi…

Yanlış okuyanları bu doğru okuyanlara kırdıracaksın aslında…



Zavallı

Hava atma, dikkat çekme çabasıymış yazdıkların, statü kaygısıymış, hepimiz aynı zavallıymışız oysa.

Özürlü bir yurttaşımızın araba arkası yazısını hatırlattı bu bana: Her sağlıklı insan bir özürlü adayıdır... Yükseklik korkusu en çok intihar eğilimlilerde görülürmüş. Ukalalık uçurumuna en yakın olanlarda da alçakgönüllülük eğilimi görülüyor, tabii yapma.

Ve böyle patlıyor... Ama baktığında ne kadar kibarlar.

Baktığın içindir... Kibar ile kibir, bunlarda aynı kökten gelir, benimse ukala olmadığımı tüm dünya bilir; gururumda gördükleri ukalalık kendi kibirleri...

Bu son Elif, sana ıssız adam diyor bir yerde… Düşünsene, senin özel hayatına, cinselliğine, yatak odana girdiğinin farkında değil bu karı…

Sen karı deyince oldu bak, ben desem yasak...

Erkekse ıssız adamdır, hay Allahım ya…

Filmi anlayan da çıkmadı… Kadınlara özellikle de anne olacaklara Issız Adam'ı yüz kez seyrettirilmeli, anlamayanlara ehliyet verilmemeli; çocuk ehliyeti. Sevgililik ehliyetini ne yazık ki erkeklerden kaçak olarak alacaklardır, bu karaborsa engellenemez... Bir yandan da düşünüyorum, ıssız, aptal, zavallı falan dedikleri erkeklere aslında dua etmeleri gerektiğinin farkında değiller, başka bir ilişki şansları olamaz… Şu arıza kadın seven çocuğun adı neydi, Üsnü olsun hadi… Arabasını da arızalı mı seviyordur acaba.

Güzel nokta; arıza mı, arızalı mı dedi, hatırlıyor musun; orijinal mi olacak, yani genetiği bozuk; yoksa kötü kullanımdan dolayı arızalanmış olsa da olur mu…

Demek istiyor ki Hüsnü: Seni olduğum gibi kabul edeceğim… Binde birlik bir genetik farkla, DNA'nın teki maymun oluyor, teki insan… Bunlarla aramdaki fark da böyle muhteşem...



Kısa Çöp

Şaşırtıcı bir dünya yaratıyormuşsun Kısa Çöp’de, ama anlatıcıların bu şaşırtıcılığa kapılmıyormuş, anlatımlarında soğukkanlılık göze çarpıyormuş…

Göze çarpan soğukkanlılık… Mağarada kaybolup bunu normal karşılayan insanlar anlatmıştım, çünkü belki de oraya aittirler diye düşünmüştüm, dışarıda da farklı bir hayatları yoktu ki. Kral tacını maddi değeri ya da tarihsel önemini yadsıyarak TV’nin üstünde güzel duracağı için isteyen bir adam tasarlamıştım. Bendim. Bir ressam vardı, tanrı kendine meydan okuduğunu düşünüyordu yaptığı tabloların gerçekliğini ve güzelliği görünce; tanrının salaklığıydı tabii; çünkü sıradan biriydi ressam aslında, sıradan bir melek; kendisine daha fazlası vaat edildiğinde sadece çok sevdiği işini yapmakla yetinecek bir insan kadar sıradan...

Önyargılarından sıyrılmışsın, bildiklerini unutmuşsun.

Kendileri bilir, ben bunları hiç bildim mi ki acaba… Yapmak istediği şeyi bilen ama onu yapamayacağını anladıktan sonra başka şeylerle uğraşarak hayatını heba etmeyen adamın mutluluğunu anlatmıştım. Özel nitelikleri yoktu, kimseye bir şey göstermek zorunda kalmıyor, öyle hissetmiyordu. Alçakgönüllülük yamadılar.

Her şeye yeniden başlayabiliriz diyormuşsun, yeni bir dünya tasarlayabiliriz, fantastik gereçlere de gerek yok, elimizdekilerle yapabiliriz…

Dostoyevski idamdan bağışlandığı için içi minnetle doluyor, benim Kısa Çöp’teki mahkum kahramanım yargıca son arzusunu soruyor; biri böceğin altına yatıyor, diğeri Sokrates’i aşıyor… Saramago’nun İsa’sı da birini ölümden geri getirir, diriltir; diğeri der ki: Onu ikinci kez ölüme mahkum ettin… İdam edilecek adamın yargıca son arzusunu sorması şaşırtıcı değil o yüzden, çünkü yargıcın ipleri de asılacak adamın elinde, idam kararından emin değil yargıç…

Yazının başlığı da şuydu: Belki de daha ateşi bulmadık!

Buldular da yanlış kullandılar... Düşün, çatal bıçak bile yanlış kullanılır… Bıçak sağ elde, tamam da bizon mu kesiyorsun; o yüzden daha çok kullandığın çatal sol elde, ama solak değilsin; bıçaktan yararlısı kaşık, o nerde… Kaşık sağ elde, bıçağın yerinde olmalı.



Anti kahraman icat ettiler 

çünkü kahramanın ne hissettiğini anlatamıyorlar.

Kahraman ne hissettiğini anlatabiliyor mu?

Kahraman ne hissettiğini anlayabiliyor mu... İçinde olduğun bir şeyi anlatamazsın, sanılanın aksine. Neymiş, ben bir başkasıymış, bir ben varmış bende, benden içeri; işte anlatamayacağını söylüyor, bunun zor olduğunu.

Başkasına bakarak kendini açıklarsın ya...

Yoo... Yine başkası açıklıyorsun.

Bunlar kendilerini açıklayabilirler ama, çünkü zaten kendileri değiller.

Başkasının da sınırlarını açıklıyorsun, sadece sınırlar.

Benzerlik anlatıyorsun o zaman sadece, değdiğin yerleri.

Ve binde birlik bir yerden değiyorsa diğerlerine, nasıl anlatılacak… Anlatmam anlamsız, anlatmam anlatmaksız... Hem daha önce anlatıldı mı acaba; kentaki’yi anlatıyorsun ama daha amerika keşfedilmemiş… Peygamberim diyorsun, daha allahı görmemiş… Şeytan diyordu ya cehennemde, burası bile böyleyse, ne güzeldir cennet… Ya da Süpermen’i düşün, gizlenmek için kimliğini gizlediğini sanırdık, halbuki kendini tanımak içindi belki, kendine dışarıdan bakabilmek için; uçtuğunu anlamasınlar diye değil, uçtuğunu anlayabilmek için… Hadi çakıştığını düşün, kendinle beninin, esas şimdi düşün, nasıl anlatacaksın. Yorum yok, yorum olamaz. Lafın tamamı aptala söylenirmiş, ama başkasına ne kadar iyi söylersen söyle kendini koyuyorsun yine aptal yerine. Kendini bil imiş, evet, kendini bil ve felsefe yapma… İnsanı anlatarak kendimden uzaklaştığımı fark ediyorum giderek. Yazarlığımı yanlış zemine oturtmuş olabilirim.



Üçgen Üstü Az Piramit

Bir üçgen çizdim elimi kaldırmadan: Sol kenar, alt kenar ve sağ kenar. Sağ kenarın sol kenarla kesiştiği köşede üçgen tamamlanıyordu, ama ben durmadım, devam ettim yoluma dosdoğru. Birçoğu üçgeni bir daha çizdiler.

Geldiğim noktadan üçgenin sol köşesine dik bir çizgi daha çektim ama yine durmadım köşede. Belirlediğim bir noktaya doğru, dosdoğru devam ettim yoluma. Birçoğu yeni oluşturdukları üçgeni bir daha çizdiler.

Bir dik çizgi daha çizdim sağ köşeye doğru ve yine durmadım köşede. Birçoğu yeni oluşturdukları üçgeni bir daha çizdiler. Köşelerden geçtim hiç durmadan ve son çizdiğim üçgenden fazla uzaklaşmadan. Böylece iç içe geçmiş, köşelerde her zaman kesişen ve yavaş yavaş genişleyen üçgenler çiziyordum.

Şu üç şeydi dikkat ettiğim: Uyumluluk. Ve. Yaratıcılık…

Bazıları aynı üçgeni çizmekten bıktılar ama çizdiklerinin üzerinden geçe geçe o kadar oymuşlardı ki zemini, kalemlerini farklı bir tarzda oynatamadılar özgürce. Mezarlarını kazmış gibi oldular yaşarken.

Bazılarıysa köşeden geçtikten sonra o kadar uzaklaştı ki, birleşecekleri başka bir köşe göremedi. Ve böyle uzayıp gittiler bir daha hiç üçgen yapamadan. Merkezimiz aynıydı hepimizin ama bazıları yakınlıklarını aynen korurken merkeze, bazıları da çok uzaklaşıp kayboldu sonsuzlukta. Bazılarıysa çizmekten bunalıp kalemini kaldırdı, indirdi.

Üçgen çizmek piramit yapmaya zemin hazırlamak içindi… Belli bir olgunluğa eriştikten, üçgen çizme tarzımızı belirledikten sonra, en beğendiğimiz üçgenimizin, üçgenlerimizin, üçgen tarımızın üzerinden, devam etmek…

Einstein demiş, dehanın sınırları vardır, aptallığın yoktur diye; dehanın merkezi vardır demeliydi oysa, aptallığın yoktur.

Böylece sonuçta, piramidim ve etrafında pirimatlar; bu piramit de nerden geldi diyen… Uzaydan gelmiş olmalı, hatta çok mantıklı, uzaydan geldiğine göre uzaylılar yapmış olmalı…



Yeteneklerini iyiye kullanmıyorsan, iyice kullanmıyorsun demektir.

İlkokulda yanında oturan kız kopya çekelim dediğinde, sıfır alacaksam hakkımla almayı tercih ederim diyorsun.

Yanlış demişim. Ama mantığı doğru.

Ortaokul sosyal bilgiler hocanız mezuniyetinize bir hafta kala sınıfın en çalışkan 3 öğrencisine isterseniz artık sosyal bilgiler kitabını getirmeyebileceğinizi söylüyor. Normal zamanda kitabı getirmemiş olmak ceza ya da düşük not demek. Getiriyorsun kitabını, çünkü bu ayrıcalığı tuhaf buluyorsun...

Ya da kimse getirmesin.

İlk işinde kimseye zam yapmazken patron, seni sevdiğinden sana yapıyor… Sevme nedeni ne… Şu tarz hareketlerin: Biraz ötende müşterilerin yaptığı gizli bir konuşmayı dinmediğin, gizli olduğu için kulak bile kesilmediğini söylüyorsun, şaşırıyor, gizli bazı bilgileri alamamış olsa da hareketini dürüstçe buluyor.



Seçilmiş: Köle

Sonra düşündüm ama o zam durumunu; zammımı iş arkadaşlarımdan saklıyorum, yalan söylemek, oynamak durumunda kalıyorum.

Başka bir iş yerinde, ödüllük işin fikrinin senin olduğunu saklıyorsun.

Saklamak değil söyleyemedim. Bu iş güzel olmuş, kimin fikri diye sordu patron. Sessizlik oldu, Allahtan biri Murat’ın fikri dedi.

Niye söyleyemiyorsun?

Onu da ben mi söyleyeceğim…

İş ödül kazanıyor, az kalsın başkasının adıyla… Başka bir işte iki grup haline çalışıyorsunuz ve çıkan iki işten sizin yapmadığınız diğerine oy veriyorsun, müşteriye o sunulsun diye, çünkü o daha yaratıcı.

Böylece çıtamız, kabız müşterinin çıtası yükselir ve daha yaratıcı işler yapma olanağımız artar diye… Burada çok daha derin bir statü kaygısı olabilir mi acaba? Belki ben de gösterişli saklanıyorumdur… Şu da var mesela… Depremde 30 bin insan öldü, İnsanlık ölmedi, diye bir başlık buluyorum. Yabancı ülkelere, depremden sonraki yardımlarından dolayı teşekkür ilanı. Yaratıcı yönetmenimiz, bu kadar insanın öldüğünü söylüyorsunuz, olmaz diyor. Her zamanki, üzerine düşünmeden hemen eleyen insanlara karşı ketum tavrımdan savunmuyorum fikrimi… Depremde insanlar öldü, insanlık ölmedi diye bir başlıkla katılan başka bir ajans ödülü alıyor… Genç yazar arkadaşım hışımla yaratıcı yönetmenimizin odasına giriyor; benim yine, olur böyle şeyler tavrımdan sonra, benden iş çıkmayacağını görerek… Allahtan yerinde yok yaratıcı yönetmen… Sonra düşünüyorum, o kadar insan ölmüş ve biz bir ilan yapıp reklamımızı yapmaya, ödül almaya çalışmıyor muyuz ve bir de ben yıllar sonra şimdi, burada, statü kaygım olmadığının kanıtını vermeye çalışmıyor muyum bu örnekle?

Vicdanını bu kadar yormamalısın, hem karakter kaygısı olmadığına emin olmak lazım… Ya da şöyle bir statü kaygısı güzel değil mi: İlk kitabın için çıktığın radyo programını banttan dinledikten sonra heyecanla nasıl bulduğunu soruyor sevgilin; hatalarını söylüyorsun, şurada çok iyi ifade edememişim, şurada soruyu anlamamışım; ne dese beğenirsin: Ne kadar ukalasın. Daha dünkü boksun…

Sevgilimin statü kaygısını demiyorsun di mi, kendi radyoya çıkmış gibi sevinmiş, ben de o sevinci bozmuş oluyorum…

Halbuki seni dünden tanıyor olması gerekirdi; kitapçıya girmiştiniz, o dergilere bakarken arkasında yaklaşıp sarılıyorsun, şu dergiyi alsana, bakalım kimler varmış bu sayıda, oku bana. Okuyor teker teker, bir yerde duruyor, geri dönüyor, yaa niye söylemedin diyor. İlk yayınlanan metnin.

Dergide yazısı çıkınca sanki tüm dergi sadece kendisi için çıkıyormuş gibi davranan yazarlar vardı çevremde; kitapçıda kitabını diğer bir yazarın önüne çıkaranlar.

Seninkine de aynını yapmaya kalktığından alıp geri koyuyorsun.

Yanımda mıydın…

Yapmışsındır…

Biri diyor ki: İyisi kötüsü tartışılır, ama yakın zamanda popüler edebiyatçılar gemisinde güvertede keyifle oturacaksın, bunu çok iyi biliyorum...

Senin yerinde olsam şu şu ve şu hataları yapardım diyor gibiler…

Diyorsun ki: Gemiyi kaçırmak istemem, çünkü binip de gemiyi kaçırmak istiyorum…



Piliç

Fıkra vardı ya, piliç niçin yolda karşıdan karşıya geçer sorusunu tarihten herkes kendi felsefesiyle cevaplıyordu.

Hatırlatsana.

Seçtiklerim şunlar, sevdiklerim değil: Karşıdan karşıya geçmek pilicin doğasıdır, Aristoteles. Tarihsel olarak kaçınılmazdı, Marx. Bu soruyu sormak, sizin kendi piliç doğanızı inkâr etmektir, Buda. Pilicin yolun karşısına geçmesi ya da yolun pilicin ayakları altında yer değiştirmesi, tümüyle sizin gösterdiğiniz referansa bağlıdır, Einstein… Ve tabii Galile, sevdiğim: Oysa piliç karşıdan karşıya geçiyor.



Oysa piliç karşıdan karşıya geçiyor, süpermen uçuyor, yıllar yılları kovalıyor, herkes kendi ben’ini kovalıyor. Onu da felsefe diye ortaya atıyor. Ya da edebiyat kılıfına saklıyor... Dünyanın bütün felsefeleri birleşin; yoksa yolun karşısına geçtiniz sanırken tam, tavuk gibi…

Cumartesi, Mayıs 28, 2016

PRENSEST VE FİREZOF 3

İnsanlar erkekler ve kadınlar diye değil 
dâhiler ve doğallar diye ikiye ayrılır. 
Erkek dâhiliğe, kadın doğallığa yatkındır. 
Kötüler bunu beceremeyenlerden çıkar.



3. BÖLÜM 

FİREZOF 


-Hep yanlış seçimler yapmışsın, 
artık sana alternatif sunamayacak 
kadar daraltmışsın hayatı...
-Yanlış seçim yoktur, 
fakir seçimler vardır. 
-Belki de sensin yanlış seçim. 




Masadaki 4 erkeğin 5’ine babalık yapmıştım.

Karı
Senin bir karı vardı ne oldu diye değiştiriyor muhabbeti Alil.
O karının arkadaşı Firuze’yi soracak, karıyı karı diye, Firuze’yi adıyla hatırlıyor.
Karı hayatında sadece benimle birlikte oldu, Firuze arkasına gelene veriyor, Halil hariç.
Versene telefonunu diyor…
Nasıl boş bulunup veriyorum bilmiyorum, normalde bozuntuya vermeyen değil de bozmadan göndermeyen bir yapım olduğu halde hem de. Hayatın kurduğu bir tuzakmış meğer bu, bana değil de Alil’e, o beni tuzağına çekmeye çalışırken.
Alil karıyı arıyor, bir süre konuşup kapatıyorlar. Bu da şehirli karılara benzemiş diyor ardından, mutsuz, isyankar. İşi gereği İzmir’de hayatını kurmak durumunda kaldı, yeni şehrinde demek karı diyorlar arkadaşlarının eski sevgililerine…
Bunu da ona söylemiyorum, tutuyor beni yine bir şeyler.
Konu geçiyor, masadaki Metil’den konuşuluyor. Şans eseri karşılaştık, oturmak için istekli olunca oturdu uzadı, kısaldıkça kısaldı…


Metil kendi üzerinden dönen muhabbetten kaçmak için atılıyor.
-Yahu aklımdan çıkaramıyorum, sen neden demin Murat’ın eski sevgilisini aramaya kaktın ki?
Tuzak, bu. Hayat dersini verdi bunca yıl, şimdi ben sınava sokuyorum. Alil zorla sınava getirildi, kendi zoruyla. Başkasının dediğini ben desem, Alil’in beni düşürmeye çalıştığı tuzağa düşmüş olacağım, ekmeğine yağ sürmüş. Şimdiyse hayatın ekmeğine yağ sürüyoruz.
Beni üzerine çekmek, kızdırmak ve tartışmak istiyor. Yenilse de yense de, taraftarı kendiyle. Gururlu da gurursuz da olsa bir savaş, babasıyla ya da her kimse, alıştığı gibi… Hayat bir tiyatro sahnesiyse daha ilk provada oynadığı rol üstüne yapışmış. Kendi yazgısını yeryüzününkiyle karıştırmış.
Doğum mıknatısının çekiminden geç kurtuluyor, ölüm mıknatısının çekimine kapılıyor insan, geçmiş oluyor bu dünyadan.
Oysa Metil söyleyince duralıyor, babasıyla didişecekken anne giriyor araya, bu planlarında yok.
-Sen neden herkesi aptal sanıyorsun!
-Herkesi kendi gibi sanır o.
-Hem nasıl ona karı dersin?
-Ne var, benim eşim de karı.
Demek annesini de çok sevdiği söylenemez, temel olarak kadınları:
-Valla "kıyamamlar" mazide kaldı. Güzeli gören sonuna kadar kullanıyor. Ne öpmesi kalıyor, ne de okşaması… Elde ettin ettin. Yoksa girmediği koyun, ellenmedik yer bırakmaz her yerinde sevgili...
-Kadınlarla aranda ne geçti senin; Büyük Okyanus mu?
Kadınlar serserilerle yatar, beyefendilerle evlenirlermiş…
Böylece anlıyoruz ki, bu beyefendiye göre evliliklerin çoğu, orospularla beyefendiler arasında gerçekleşiyor…
Yeni nesil aşklar mektup gibiymiş: yazarmışsın, yalarmışsın, postalarmışsın.
Ana bir bacı iki, gayrısına çal siki diyecek neredeyse; anasını bacısını, kendinden koruyor.

Güzele bakmak seraptır
Gençken ilk iletişimlerimizden birini hatırlatıyorum:
-Kadınların peşinden bu kadar gitme yahu, bırak onlar gelsin.
-Benim gitmem lazım.
Yıllar sonra, kadınlarla ilişki karakterlerimiz oturduğundaki diyalogumuz da şöyle:
-İkinci eşimle evliyim, birkaç tane de Rus oldu hayatımda. Seninle yarışamam tabii.
-Yarışmana gerek yok, ben terslerim sen teselli edersin.


H.İ.S.
18 yaşındaydım. Yazlıkta beğendiğim kızla birkaç yıldan sonra tanışma fırsatı doğdu. Esprisine kıza çıkma teklif etme oyunu oynanmaya başladı erkekler, sıraya girdiler; ben de itildim sıraya. Reddediyor, reddediyor, önümde bir kişi kaldığında çıkıyorum sıradan. İlişkimiz bu kadar. 

Erkeklerle bir kadın ve bir erkek kadar farklı iki ırkız.

H.İ.S. bir öykümün adı, Herkesten İyi Sevişen demek… Bir hangarın içinde erkekler toplanmış, ortada mabet gibi bir yer, yüz seksen derece etrafı merdivenlerle çevrelenmiş tepede bir yatak, çıplak bir kadın. Erkekler teker teker çıkıp kadını tatmin etmeye çalışıyorlar, genelde seks ile, istersen sadece konuşabilirsin de, ama kadın çıplak, kadın jüri… Sırasını bekleyen erkekleri konuşturarak dalga geçiyorum onlarla… Sonunda birisi kazanacak yarışmayı kadın onu işaret etmekte zorlanacak, arkası dönük “yapıldığından”, orgazm olduğunda da gözleri şaşılaşıp bir süre etrafı göremediğinden, bu arada adam arkasını dönüp gittiğinden:

“Sonraki adamı kabul etmiş kadın. Adam kadının içine girmiş, hem de çok acemice bir giriş, beceriksizlikten ya da heyecandan, artık bilmiyorum, daha ilk saniyeler oynanıyor, dikkat edin, kadın gözlerini açmış. Evet, demiş, işte bu... Bir dalgalanma olmuş kalabalıkta. Herkes birbirine bakmış. O kadar uğraşmışlar biraz önce, kıçlarından ter akmış, bırakın gözünü açtırmayı kadının ağzından bir oh duyabilmek için; bir o kadar da bunun için bekleyenler... Herifin biri, sen gel, birkaç saniyede... Ne idüğü belirsiz bir giriş. Nasıl ya? İtiraz etmişler.

Henüz denenmemiş bir dolu erkeğe, denenmiş ama seçilmediği için kadına kinlenmiş, gururuna yediremeyen bir dolu erkek de katılıyor, hiçbir şansları olmadığını bilenler de ön ellemeyi geçmenin şaşkınlığıyla bu kalabalığa karıştığında herkes itiraz etmeye başlıyor, evet, herkes.

Tuzağa düşmüş oluyorum böylece. Hangarın en uzak köşesinde gitmeye hazırlanan, kalabalıkta itiraz etmeyen tek tip olmamdan da kolayca görüp tanıyor. Herkesin uzağında tanıyor beni.

“Nasıl tanıdın?” diye soruyorum yine de ödülümü verirken. “Sırtından” diyor. “Çekip giden erkek sırtından...””



(…..) 

“Allah belanızı versin.” 
Allah 

Şeytan adice bir plan yaptı; günlüklerine bakarak yargılayacaktı insanları. Adinin adisi insan buna çok sevindi ve aynı zamanda aptal olduğundan gönlünce yazıp savundu günlüğünde kendini. Böylece sadece günahları için değil ikiyüzlülükleri için de yargılanmayı hak etti. Kendi hayatına yalancı tanık olarak.

Sosyetik 

“Uzun kıvırcık saçlı, sakallı, gayet cool görünüşlü biriydi benim için Sohtorik. Şimdi anımsayamıyorum ama gruplarında bir kız vardı, o ilgimi çekiyordu.”

Hiç baktın mı peki, kızın ilgisini gruptan kim çekiyor.

“İngilizce İşletmeyi kazanmış okuyordu. İstanbulluydu. Bebek’te oturuyordu. Benim için gayet sosyetik sayılırdı. Daha doğrusu farklı diyeyim. Dikkat çekici bir tipi olduğu için.”

Adam İstanbul’a sen mi büyüksün 
ben mi der gibi bana. 

İstanbul’a gelenlerin Haydarpaşa’da inme klişesi vardır ya, oooo ne büyük şeher derler, korkarlar ya da sen mi büyüksün ben mi büyüğüm görücez bakalım diye meydan okurlar, ben sana okuyum bak meydanı: Haydarpaşa’dan Üsküdar’a varan sahil yolunda 3 büyük viraj vardır, her virajda İstanbul biraz daha açılır sana, biraz daha büyür, ilk, açık deniz ve Bakırköy sahili uzaktan, ikincisi, eski kent, saray ve Beşiktaş’a doğru, üçüncü, Allahın hakkı; Boğaz, ki bir koy sanırsın, oysa bir koy bin al, yolunda başın gider, pardon döner, taaa Karadeniz’e kadar... Haydarpaşa’daki o, bu ne büyük şeher diyen saf vatandaş, bu yoldan gelse bir, büyük değil sadece, büyüyen bir kent görür ve büyüklüğün önemli olmadığını, devamlı büyümedikçe küçük kalındığını anlar, da kendini yutacağından işte o zaman korkar esas, çünkü kimse İstanbul kadar büyüyemez, hem muhteşem, hem kurdeşen. İşte sen Haydarpaşa’yı gördün daha henüz sadece arkadaş…

Bebek’liyim ama yükselenim Hisar 

Alil’le tanıştırmaya getirdiğim Ayşe, Alil yerine hep benle ilgileniyor, Melisa adlı arkadaşıyla karşılaşıyoruz, bize katılıyor. Alil’e Melisa’yı işaret ediyorum ama Melisa da bana kur yapmaya başlıyor, sen de mi Bebeklisin Murat, Bebekliler çok özeldir, ben Bebeklilerle bayılırım, onlarla çok iyi anlaşırım diyerek. Bir yerden sonra sıkılıyorum, espriyle geçiştirmeye çalışıyorum: Ama yanımızdakiler Bebekli değil, ne yapalım şimdi onları atalım mı sokağa, Bebek’ten denize mi dökelim.

“Bizim eşrafın gençleri öyle tipleri sevmezdi. Bir ara sorun da yaşadığını anımsıyorum hayal meyal.”

İstanbullu, Bağdat Caddeli bir tiple yaşamıştık sorunu. Beni kesen kız arkadaşını değil, kestiği için beni cezalandırmaya kalkan bu caddeli anzoyla bizi kavga edecekken ayırıp ona dayılanmasının dersini verip gönderdikten sonra daha fazlası için yardım isteyip istemediğimi sormuştu Alil’in eşraftan beni seven biri, uğraşalım mı onlarla demişti. Ona verilecek tek ders olarak kız arkadaşını elinden almak türü bir erkeksi dersin hocalığını istemediğim gibi, sevgilisi varken beni kesen bu kızı bir anzonun elinden kurtararak mutlu etmeye de gerek görmemiştim. Güzel ama basit bir kesişmeydi, bir ilişkiyi bitirecek ya da başlatacak kadar değildi.

“Dışarıdan dikkat çekiciydi ama öyle fazla aktif sayılmazdı. Yani kızlarla birlikte olmak için biraz yırtıcı olmak gerek. Armut piş ağzıma düş ortamı biraz nadir olur. Murat öyle bir beklenti içindeydi. Şimdiki hayatında bile internete kapak atmış. Oltayı sallamış internet denizine vuran balıkları çekiyor sakince kendine. Yani öyle aşırı efor harcama yok."

"Murat da okulunu bitirmiş boş takılıyordu. Sonradan bu boş takılmaların hayat felsefesi olduğunu öğrenecektim. Çalışmaya karşı antipatisi olan birisidir Sohtorik. Bilgili olmasına karşın bilgisini sadece kendi belirlediği mecralarda hayata geçirmek isteyen yapıya sahiptir. Kuralları kendi koymak kendi dünyasında mutlu olmak ister.” 

“Metin yazarı olarak çalışmış gördüğüm kadarıyla iyi eserler de vermiştir. Çalışmama inadı kırıldığında halen sürekliliği olmayacak denemelere (bana göre) devam etmektedir. İyi yaşamak tarifini ince çizgilerle belirlemiş. Dışarıdan formel yaşayan insanlar için etkisiz eleman gibi duran ama yaklaştıkça insanı içine çeken ve saygı uyandıran bir yapısı yoktur dersem ona haksızlık etmiş olurum. Bilmeden çalışmayı reddetmiş bir insan değildir. Hâlâ kitaplarının çok satacağına inanmaktadır. Benim odaklandığım nokta onun kitap yazabilmiş olmasıdır. Kitapları marjinal, genel beğeni kitlesine hitap etmediğini düşünsem de (birini okudum) bu ülkede neyin tutacağını neyin tutmayacağını bilemeyecek kadar tecrübe sahibi oldum diyebilirim.”

Şarlatan Şarlok 

Galile’den önce inanırdık ki, Dünya’nın dönmediğini biliyoruz... Şimdi ise biliyoruz ki, o zamanlar Dünya’nın dönmediğine meğer inanıyormuşuz. 

Neyde tecrübe sahibi olmuş acaba, “her şeyde” mi…
“Bilemeyecek” yazıyor zaten, her şeyi de bilemez ki, onun dalgınlığıyla olmalı; şuuraltı da olabilir tabii; tezgah altı da.
Zen ustası demiş ki, sandviçimin içinde “her şey” olsun.
Bizde her şey bulunur da, diyor Alil, bir o istediğinden yok.
Fol yok yumurta yok, sen ne satıyorsun usta?
İşte tecrübe olsun, genel beğeni olsun, her şeyin ruhunu satıyorum; üst düzey bir zanaat bu.
Tecrübe sahibi oldum derken, isim hakkını almış sanırım, her şeyde tecrübe sahibiyim diye kullanıp caka satabiliyor…
Peki o zaman: Yazdıklarımla öldükten sonra da hatırlanmak istiyorum, o bulunur mu bari? Diyecek ki şimdi, öldükten sonra gel, bakalım.
Ne anlamı var ki, sen hayatta olmayacaksın...
Ama bunu şimdi hissetmek hayatıma 10 sene katıyor; hangi zanaatın böyle bir getirisi var bugün… Yazdıkça yaşlanacak daha az şeyim oluyor...

Orijinal: İlk harika taklit

İkinciyi geçersen kaçıncı olursun; ikinci. Demek ki kendini aşarsan ancak kendin olursun. Kendini aşamazsan; başkasını geçmeye çalışırsın. 

25 yıldır pazarlamacılık yapan biriyle yazarlık yapan birinin zekalarının farklı gelişeceğini aklı almıyor; pazarlık ve yazarlık…
En azından, keşke, sonradan görme olsaydın bari.
Ben sanki baştan beri biliyormuşum...
Altından kalkamayacağı durum bu zaten: Çok daha temelde bir şey, fabrika ayarları: Doğduğunda gülen bir bebek gibiyim, doğduğundan gülen bir bebek. Şaşırarak bakıyor: Bu bebek yeni çıktı şu delikten, neden gülüyor… Doğmuş olmaktan mutlu, olmuş olmaktan, sanki bu koca adamdan çok önce, bir gelmişim dünyaya, da ısınmışım yerime, ısıtmışım da yerimi, ellerimi ayaklarımı, oynatarak, uçmak istermişim gibi; annenin kucağından boşluğa fırlatmam gibi atıyorum kendimi yataktan, uçmayı unutmuşum, mutluluğuysa taşımışım, farkındayım bunun, böyle uyanıyorum her sabah, yeni bir güne ve hayata, kavuşuyorum; yeniden tanıştığım eski bir dosta. O kalkıp işe gidiyor, ama önce spora mutlaka, dün günkü gibi, annesinin kucağından uçmaya atladığında engellendiğini, enselendiğini hisseden bir bebek gibi yaşamaya başladığında mutlu olamayacağımı hissederek ağlıyor; susamıyor…

Genetik mi, çevre mi; yoksa ben mi…

Doğuştan avantajlı olduğumu düşünüyor, ama sadece fiziksel anlamda, yani yakışıklı ve bebekli. Zekasını yarıştırmaya kalkıyor benimle, oysa ben üniversitede bıraktım bu işleri, ki deham ortaya çıksın. Matematiği bırakıp edebiyata bu yüzden yöneldim, edebiyatı yetersiz görüp felsefeye, felsefeyi edebiyat kadar belirsiz görüp edebiyatlaşmayan, bencilleşmeyen bir felsefeye; konuşmayı bırakıp, susmaya ve yazmaya…­ Yakışıklı olana karı boşamak kolay diyecek ama yakışıklı olup olmadığımı da hiçbir zaman bilmedim, tek bildiğim yakışıksız olmadığımdı, baştan beri; ve bunu korumaya çalıştım sadece. Karizma oluşturulur ve geliştirilir bir şeydir, sen de oluştursaymışsın bir… İkincisi, ki tüm bunlar hayatta ikincil, hayatta geçerli olan akıl, ahlakın aklıdır; ahlaklı olmayan akılsızdır.


Rüyalarımız da bizi görecek mi: Hülya

İnternette didişerek ilgimi çekmeye çalışan eski okul grubundan az biraz tanıdığım bu kadına asılıyor.
-Hanımefendiyi tanımam! Ama haklı… Bu ne ciddiyet, bu ne hışım muratçım. Kızcağız bir şey söylemiş hem de doğrusunu söylemiş daha üstüne laf söylemeye gerek yok be kardeş. Hem kızma, senin de bilemeyeceğin konular ve konuklar çıkabilir hayatta. Takma…
Hanımefendi dediği bu kadın, bir meyhane toplantısında yine karşıma çıkıyor, Alil de yanımda…
Herkesin içinde bir sloganıma vasatmış diye laf atıyor (erkek dergisi için Adamakıllı Dergi)… Alil de onu destekliyor.
Adadayız, geç kalırsan bende kalırsın diyor Hülya, Alil de benle olduğundan o da kalacak, Hülya’ya asıldığı için beni rahatsız etmezler diye düşünüyorum.
Evde son biraları içerken yere bir şeyler dökülüyor. Neden onu oraya döktün diye başlıyor Hülya, ne adamsın, diye devam ediyor ve devam edecek, sıçacak ağzına, benim yanımda olduğu için huniyle; pardon ya, diyorum, onu ben döktüm, kusura bakma; dur temizleyeyim diyor...
Ben salonda yatacağım, hayır diyor Hülya, bir şey söyleyecek duruyor, sana misafir odasını hazırladım… Alil salonda yatıyor.
Sabah Alil geliyor yanıma, Hülya zannediyorum, korkuyorum;
-Oğlum, yanına gittim karı vermedi, lezbiyenim dedi.
-Hah diyorum, ben de homoseksüelim…
Karı benim yanıma geldi, yanında yatacağım dedi, uykuya yeni dalmıştım, niye olduğunu anlayamadım, bir şey diyemedim, öyle yan yana yattık tuhaf ama ben yine dalıyorken, biz sevişmeyecek miyiz dedi, uyku sersemi ne cevap vereceğimi düşünürken homoseksüel misin dedi…
Evet…
Pardon deyip yerine döndü, ben de mışıl mışıl uyudum.
Alil o sırada gitmiş olmalı yanına, gerçekten homoseksüel olup olmadığımı düşünürken, lezbiyenim demek öyle aklına gelmiştir, biz sevişmeyecek miyiz dememiştir Alil, erkekler kibardır, lezbiyen misin diye de sormaz, lezbiyenim diyene de pardon demez, onun için fark etmez çünkü.
Onun için mi Murat’ın peşindeydin tüm gece diye de sormaz bu yüzden… Rekabete girer…
Rekabet falan yok oğlum, kadın seni istedi mi hiç…
Kuyruk salladı.
Sana arkasını döndüğünden öyle gelmiştir.

Aşmayalım da bekleyelim mi…

Karşımda içiyor şu anda. Beni dinlemiyorsun diyor.
Son cümleni tekrarlayayım istersen; 1992'de Bozburun’da söylemiştin, en son adam gibi lafın oydu.
Geçmişin peşinden geliyor götün gibi.
Gelecek de arkadan sokulur.
Bunları unutmak istiyorum, diyor.
Gösterdiğim yere bak, parmağıma değil.
Ama beni gösteriyorsun.
Çünkü faşizm iki mazeret arasında başlar...
Başını Metil’e çeviriyor: Senin hayat nasıl gidiyor?

Metil
Ben de hatırlamak istemiyorum.
Ama ikiniz de hatırlanmak istiyorsunuz, ben yalan hatırlayamam sizi.
Uzaklara bakıyorlar, dışarıda hayat nasıl gidiyor…
Fermuarınız açık dedim geçenlerde bir gence, fısıldamanıza gerek yok dedi, artık moda buymuş…
Merak etmeyin, içerde çırak var derlerdi eskiden.
Sohbet bilgiyi artırır, dahilerin okuluysa yalnızlıktır; geyik muhabbeti neyi artırıyor peki, geyikleri mi…


Mevlana (Hitler'e): 
Önce o elini indir...
Ali yanında bir kadınla geliyor, sohbete aldırmayarak, merhaba bile demeden, anlat bakalım neymiş benimle derdin diye kabadayı kabadayı oturuyor. Hiçbir derdimi anlatamadığımdan yarın seninle konuşmak istediğim bir şey var diye mesaj atmıştım, aradı, telefonda konuşulacak bir şey değil yarın konuşuruz yazdım, yarın yine boş vereceğimden, kendime uyarı alarmıydı bir çeşit, ama alarm sizi böyle dayı dayı uyarmaz. Sonra konuşalım diyorum, şu an uygun değil, nedir derdin diye ısrar etmeye devam ediyor, biri sana bir şey mi anlattı, biri beni bir şeyle mi suçladı; hayır, böyle şeylere inanmam, bana karşı bir hatan olmuş olamaz mı peki; hayır olamaz, haydi bakalım dinliyorum anlat. Şu an çok uygun değil diye tekrarlıyorum, bu kez yanındaki kadını da işaret ederek. Duruyor, bu sevgilim şu diye tanıştırıyor, Şuşu, hadi anlat bakalım… Allah Allah diyorum, sen tercih mi değiştirdin.
Kız kalkıyor, bu da peşinden abadayı abadayı…

(…..) 

Evrim
Yüzdük yüzdük kuyruğuna geldik, bir de baktık başını kaçırmışız diyerek parmaklarımı şaklattığımda başka bir kız geliyor, Metil’in yanına oturuyor, Metil omzuna kolunu atıyor, kız silkinip kurtuluyor adamın koltuk altından, şaşırarak bakıyor Metil kıza, kızın donmuş bakışlarını takip ederek bana yöneliyor, sevgilisi olamayacak kadar genç, daha da önemlisi güzel, en önemlisi akıllı bakıyor, Evrim diye tanıştırıyor, kızım, sen de babası olmalısın o zaman diyorum gülerek, kıza dönüyorum, Devrim koymalıymışsın adını, sütçü ya da dürümcü, ama Evrim olmadığı kesin…
Erkeklere verip veriştiren bir dolu kadının babasına tek laf hissetmemesi nedendir diye soruyorum Alil’e. Kızın var mıydı senin. Gerçi bunun bir önemi yok, ama varsa kesin tanışmak istiyorum; hatta benle tanışması için yap bir tane, bu iyi bir neden; yoksa prezervatife yerli ad bulmuşlar, kuşakabin…
Metil’in kızına anlatıyorum sonra her şeyi, o konu mankeni ben de sahnedeymiş gibi, bunun ironi olduğunu anlarsa kurtulacak yoksa yok olacak, beraberinde dolu erkeği dize getiriyorum diye dibe çekerek. Diğer yandan beni baba gibi görmesi, gerçek babasıyla kıyaslayabilmesine olanak tanıyacak ve gerçeklik duygusunu geliştirecek. Doğmasına daha vakit var. Babanızı sevme nedeniniz onun sadece kızı olmanızdır, anneniz gibi onla yaşamadınız. Parantez açıyorum, çoğu oğlan da aslında, anneleri gibi hatta annelerinden de kötü yaşamış olmalarına rağmen yine de toz kondurmazlar çok çektikleri babalarına. Parantezi kapıyorum. Anneniz babanızı hangi kusurlarına rağmen sevdi acaba, siz sevgilinizi neden onlara rağmen sevemiyorsunuz. Erkek arkadaşlarınızı da yerin dibine geçiriyorsunuz, haksız rekabete soktuğunuz babanız yüzünden.

(..…) 

Kara dul
Yıllar sonra tekrar bir oluşumun içine davet ediyor bu Metil. Orada ak koyun kara dul kuş beyin artık tam olarak ortaya çıkıyor. Maaş yok, müşteri almak için çalışacağız, alırsak iki kat para alacağız, alamazsak hiç. Teklifi bu ama patron teklifinin kendine getirdiği yükümlülüklerin farkında değil, her zamanki gibi. Artık patronluk yapamaz, ancak taslayabilir. Onun karışmalarıyla yaratıcı çalışma yanlış ve kötü bir yere gittiğinde eskiden, boş ver maaşımı ödüyor nasılsa noktasında durdurabilirdim itirazlarımı, ama artık müşteriyi kaçıracağımızdan para da alamayacağımız için karışmasına izin veremem; birçok Türk fakiri patron gibi parasıyla borusunu öttüremez artık; bu kez ortağız, eşitiz, yetenekli yeteneksiz, karakterli karaktersiz ne kadar eşit olabilirse artık…

Olay şöyle bir yere geliyor: Bunun bir stratejistiyle birlikte, bir kara dul, solaryum bronzu bir dişi yaratık, 2 stratejiden doğru bulduğumuz tekiyle bir yaratıcı çalışma yapıyorum. Metil olaya sonradan karışıyor ve diğer stratejiyle yapmamız gerektiğini öne sürmeye başlıyor; üzerine düşünüp, yaratıcı çalışma sürecinde yanlışlığına daha da inandığımız diğer stratejiyle. Kara dul da bunu desteklemeye başlıyor, kocasını yemiş bitirmiş, beni de satıyor. Tabii artık stratejilerin doğruluğu ya da yanlışlığı konuşulmuyor her zamanki gibi, temel sorun yine yanlış strateji olarak öne sürülmüş bir ego için yapılmış kötü yaratıcı çalışma olarak karakterleri, bu karakterlerinin benimkiyle çatışması. Fikre onlara karşı olduğum, kendi fikrimi dayattığım için katılmayacağım konusunda önyargılıdırlar, kendileri öyle yapacaklarından. Fikirlerini gerçekten ikna olmaya çalışarak dinlememi anlamıyorlar, kendileri asla böyle yapmayacaklarından. Kendi fikrime gerçekten inandığımı da anlayamazlar bu yüzden, kendileri öyle yapmadığından. Temel hata, fikirlerime değil insanlığıma karşı olmaları; karakterime ve suratıma karşı olmaları, kendi yanlışlarını suratlarına vuran doğru karakterime…

Ama işte onlar da iyi ve doğru ve hatta dürüst insanlar olduklarını düşünüyorlar, savaştıkları şey aslında sağlamlık…

Aslında sağlam… Aslına sağlam… Çünkü aslına sadık.

Güçlüyü yenerek, güçlerine güç katacaklar…

Diyorlar ki: Stratejiye göre yaratıcı çalışma yapılır.

Stratejiler yaratıcı çalışma sonrası yanlışlanabilir görüldüğü gibi diyorum, yeterince derin düşünmemişsiniz, örneklememişsiniz; biz yaratıcı çalışma için gerçek hayattan cümleler ve görüntüler ararken olayı pratik düzlemde düşünmeye başlarız ve sizin teorideki eksikleriniz ortaya çıkabilir diyorum.

Adamın biri diğerinden zekiyse aptalın yanlışlığı ortaya çıkabilir görüldüğü gibi demiyorum.

Biz böyle çalışmayız diyor kara dul, haklı olduğundan değil stratejist olduğundan; bu hep böyle olmuştur diyorum, bu genelde böyle olduğu halde, sizin dediğiniz gibi başlar ama benimki gibi devam eder.

Fikrimizi kabul etmiyorsun diyorlar.

Herkesin sizinle aynı fikirde olmasını istemeniz ne büyük alçakgönüllülük; benzersiz olmak istememeniz.

Yok, bunu anlamazlar; şöyle diyeyim: Siz de benimkini kabul etmiyorsunuz.

Söylenecek hiçbir şey kalmıyor ama hâlâ konuşuyorlar, burada bırakalım düşünüp tekrar toplanalım yarın diyorum, vaktimiz yok diyorlar.

Tartışma kazanma esnafı olarak yetiştirmişler kendilerini; en safı olarak...

O zaman benim dediğim gibi olacak diyorum.

Nasıl böyle dayatabilirsin diyorlar, gözleri fal taşı gibi açılmış, nasıl da haksızlığa uğramışlar bakın gördünüz mü…

Toplantı odasında bir ses, Murat’a dayattığınızdan o da size dayatıyor diyor. Bu da nerden çıktı? Saatlerdir suskun kalmış tasarımcımın sesi olabilir mi, yok canım, gaipten gelmiş olmalı, en mantıklı açıklaması bu, tekrar bana dönüp tartışmaya devam ediyorlar.

Benim stratejim ve benim yaratıcı çalışmamla gideceğiz diyorum. Sonuçta bu işin yaratıcı yönetmeni ben olduğuma göre…

Yaratıcı yönetmen mi diye gülüyor kara dul.

Kara kul

Neden güldüğünü bilmiyorum, tahmin etmek de istemiyorum… Reklam sektöründe bir şey olmak isteseydim olurdum diyorum Etil’e bakıp sırıtarak, sırıtmayı becerebiliyor muyum acaba, ben gülmeye alışığım… Ama konu daha sakat: Seni çok tanımıyorum kara kul, Metil’in onayıyla bizle çalıştığına göre şimdiye kadar benim onayımı da almış bulunuyordun, ama bu işi bitirelim, beraber çalışmaya devam edeceksek reklam sektöründeki tecrübenle ilgili bana bir sunum yapmanı bekleyeceğim.

Aval aval bakıyor: Buraya dişimle tırnağımla geldim ben!

O dişlerini fırçala ve tırnağını da kes artık.

Metilda’ya bakıyor, iyi ki Metilda yanındakileri satan biri. Bu müşteriyi almak istiyor ve tek çaresi var, ama son bir deneme:

Beğenmediğimiz, inanmadığımız işi sunmamızı mı bekliyorsun diyor, arkadan enseye duygusal yaklaşım.

Açıkça suratlarına: Beklemiyorum, sunmak zorundasınız. Para kazanmak istiyorsunuz…

Aval aval 2 çekilmiş, ilk yarıyı seyrediyorum…

Strateji budur, yaratıcı çalışmayı sizden bekliyorum, diyerek toplantıyı terk ediyorum...


(….) 

Kör
-Kamburların ve körlerin birbirini, körlük daha zor, hayır kamburluk daha zor diye suçladığına tanık olmuştum.
-Körlük daha zor ama…
-Kör müsün.
-Evet. Ama yavaş yavaş açılıyor gözümün biri.
-İkisinin arasında bir hareketlenme olursa sakın şaşırma; üçüncü gözse sık, sivilceyse peygamberliğini ilan et, sakın karıştırma, bu yüzyılda bu moda. 

Kör olduğun için üzülüyor musun diye sormuşlar Stevie Wonder’a, yoo demiş, beterin beteri var. Mesela zenci de olabilirdim.
Mesela metil de olabilirdi.
Normalde aralarında ben olmasam iyi anlaşabilirler aslında. Böyle düşük karakterlilerin birbirleri için karakterlerinden feda edecekleri daha az şeyleri bulunuyor çünkü. Müthiş özgürler, bir doğruya göre hareket etmek zorunda değiller. Herkesle de iyi anlaşırlar; kalabalık insanı aptallaştırır, böyle aptalsa mutlu hissettirir; her insanda ayrı bir güzellik bulan o zorlama tipler gibi, dünyaları nasıl küçük. Ama ben varken Allah büyük, duyuyor işte, duyup duyup vuruyor.

Suçlu
Trenle tatile gittiğimiz bir gece, yemek vagonunda meyhane muhabbeti yaparken tren köyün birinde duruyor, akşam, öyle bekliyoruz, çok sempatik. Gençliği köyde geçmiş bir arkadaş sonradan söylüyor, köyün gençlerinin tek takılacakları yer orasıymış, tek eğlenceleri, disko derlermiş hatta... 2 tane var o gece, bizim cama yaklaşıyorlar, Alil ve Etil’e benzemiyorlar mı bunlar, teki Hande’ya öpücük gönderiyor… Bakıyorum ne yapabilirim diye, bir şey yapmalı mıyım, çıkayım mı; ne yapıyorsun gibilerinden bir el hareketi, sustalısını çekiyor, bir şeyler söylüyor suratında bir nefret, bıçağı saplarım gibi hareketler, geliyorum içeriye imaları… Artık çıkamam, o girebilir mi? Öyle önümüze dönüp gülüyoruz, önce sinirden, sonra hüzünden; Allahtan tren hareket ediyor… 

Haksızlık yapmayalım, Alil ve Metil’e sadece benziyorlar. Ali’ye hiç benzemiyorlar, Ali’nin hep bir havası olmuştur. Belki Ali tren olabilir… Öyle aynı hatta, leyla leyla.
Metil de istasyon memurudur.

Dalga
Irvin Yalom anlatıyor: İki arkadaş aynı terapiste gidiyorlar. Terapistlerine kıl oldukları için bir oyun oynamak istiyorlar ona ve aynı rüyayı anlatmaya karar veriyorlar. Terapist ilk seansta dinlediği rüyanın tıpa tıp aynısını, dördüncü seansta da dinliyor. Hiç istifini bozmadan şöyle diyor: Ne ilginç, bugün aynı rüyayı üçüncü kez dinliyorum!
Zannediyorsunuz ki akıl akıldan üstün…
Halbuki gerçekten de aynı rüyaları görüyorlar bu ikisi. Diğer ceylanlardan değil çitadan daha hızlı olma rüyası.

(.....) 

Kendini bil; Dandini Bill 

Birçok şeyi üst üste kurmuşlar, ben bi tık aşağıya çekiyorum bunları, ama ne tık! En temelde bir yerden olduğundan, “sıçtık”, tüm yaptıkları yıkılacak. Yapmak zor, yıkmak kolay lafını işte böyle bir tık değiştirdim. 

Yaşlanmalarını bekleyeceğiz, sonunda onlar da birçoğunun uyguladığı yöntemi uygulayacaklar, ölerek, iyi bilirdik dememiz için arkalarından…
Ölmeyecek olsalar zaten çekilmezler.

Sopa kilime vurulmaz, toza vurulur. 

Arkadaş olduktan sonra bile bana siz diyen o okurum şöyle yazmıştı: Sert yazdığınızı düşündüm başta, ama yaşadıklarınıza tanık olunca daha bile sert olmalıymışsınız dedim. Hatta ben de size sert davranmıştım.

Tasavvufla yoğun ilgilenen bir ünlü yazar beni biraz tanıyıp şöyle yazmıştı: Sizin gibi aynı anda hem muhalif ve meraklı; hem öfkeli ve sevecen gözle bakabilen çok az insan var… Vicdan azabı hissetmiştim sonra, onunla ilgili öfkeli eleştiriler yazarken; meraklı ve sevecen olunabilecek şeyler yapmıyor, yazmıyordu.
Ama yine de internet profilimi ele geçirip insanlara kaba, küfürlü, hakaretli provakatif mesajlar atıp imajımı sarsmaya çalışan kişi şu ana fikirde mesajlar almış geri: Murat, yaşlandıkça kibarlaşıyorsun.
Ne de olsa okşaya okşaya düzene politikacı derler, yazar dediğin düze düze okşayandır.
Öfkelenmem esasen eğlenmemi engellemek içindir; çünkü eğlenerek tepki gösterirsem, cümleleri pusu gibi kurarsam, kurtuluş yoktur karşımdaki için, 3 haftadan başlar; erkekler 3 hafta kadar sevişemez, kadınların regl günleri 3 hafta kadar gecikir…
Küfür etmem de hakaret etmemek içindir… Örnekle açıklayayım: Acıyorum sana anlamında, ayyy çok acı çektin değil mi diyen bir kadına, ayhh kişisel gelişim orospusu dedim; hataydı, sadece orospu demem yeterliydi; o sadece bir küfür, gerçek bir şey yok, orospu olup olmadığını bilmiyorum, değilse değilim der geçer; ya da ağzına niye sıçayım mesela birinin, manyak mıyım… Ama kişisel gelişimini aşağılamam hakaret, çünkü gerçek. Kurtulamaz ondan artık, üzerine yapışır. Öküz demem, mesela, küfür ama geri zekalı demem hakaret çünkü gerçekten geri zekalı; oysa benim için kullanıldığında geri zekalı mesela, eşek gibi bir küfür, eden için kendi zekasını aşağıladığından hakaret, kendi kendine, durduk yerde…
Demek kişiden kişiye de değişmesi gerek bu kavramların; hatta zamandan zamana; eski bir Türk filminden şu replik, “Kavga etmeye, adam öldürmeye hazırım ama cinayet işleyemem.” iyi ifade ediyor...
Orospu demem sert mi, sert; peki demesem; bana kızma hakkını elinden almış olurum; oysa orospu denilince, hah diyor anlamsız kişisel kızgınlığımı oturtabileceğim bir zemin çıktı karşıma; yani fazlaca kibarım…
Düello zamanlarını çoktan geçtik, genelde sidik yarışları var çağdaş dünyada, oysa diğer düelloları bile işeten bir düello sahnesi hatırlıyorum, bir çizgi romandan:
Düelloya davet ettiği rakibin kurşunu başını sıyırır­. Gerçek düelloda düelloya “davet” eden, önce rakibinin silahı önünde durmalıdır; çünkü böylece, korkakça, ben silah kullanmakta zaten ustayım, düello bir formalite, seni yeneceğim, öldüreceğim denmek yerine, gerçek bir gururla denilmiş olunur ki, sana, nefret ettiğini, beni, öldürme şansı tanıyorum… Sıra kendisine gelince nişan alır ve bekler, nişanı uzatan erkek makbul değildir, bekler bekler; rakibi de önce gururla bekliyordur; önce; ya sonra; dakikalar sonra, saat sonra, üzerine bir silah doğrultulmuş, şahitler de kibarca bekliyor, ateş edene kadar, sabahsa sabaha kadar beklemek zorundalar; bekler bekler, öldürmeyen şey gücendirir, öldürmeyen şey gevşetir, sinirleri; sinirin sonu selamet değildir, iyice gevşer ve ağlayarak yere yıkılır, sanki ayaklarına kapanır. Ateş eder de formalite icabı, basit bir yaralama, düelloyu bitirmek için; zaten bitirmiş de kurşun işin tuzu biberi...
Yani kişisel gelişimini aşağılayıp ayaklarıma kapanmasını sağlamak yerine, orospu diye küfür ederek kurşunu yapıştırmış oluyorum kalbine, yoksa alnına; gurursuz bir yenilgiden kurtarmış oluyorum onu…

On Emir
-“
Bir durumu tek bir güzel sözle özetleyebildiği için insanlar ona hayrandı, ama bu yaptığıyla konuşmayı başlatmıyor sonlandırıyordu.” 
-Konuşma olsun istemediği açık değil mi.
-Ama bilgelik demokrattır yazmıştın.
-Demokratlıktan ne anlıyorsun? Herkes konuşsun demek mi demokratlıktır; bence en akıllı konuşsun demek demokratlıktır; o akıllı bir de iyi biriyse, o zaman tadından konuşulmaz; ve o kişi sensen…
-Sensen?
-Susturursun.
-İnsanları susturmak ne anlatır?
-Susmadıklarını anlatır.
-İnsanları ikna etmek bir şiddet biçimidir.
-İkna etmiyorsun ki susturuyorsun… Anladın mı göt… Bak, olayı kıçından anladığını sadece ima ettim.
-Ben sana göt desem!
-Adamın ağzına sıçtığımı anlatan doğru bir tespit de olabilir.
-Hey peygamber, demiş Tanrı, onları hidayete erdirecek sen değilsin, benim. Senin bu kadar öfkeli olmaya ne hakkın var?
-Her şeyden önce üstüne itaat zımbırtısı. On emir, mon amur… Hiç bu gözle bakmadın mı, ilk beşi tanrıya, devlete, patrona, anaya-babaya itaat de altıncıdan başlıyor adam öldürmeler, hırsızlık yapmalar, yalan söylemeler. Tanrıya inanmadın birinci dereceden, devlete patrona itaat etmedin ikinci üçüncü dereceden suçlusun, adam öldürdün, olur o kadar canım, altıncı dereceden suçlusun… Son beşine uyduğunda hem, adam öldürme yok, hırsızlık yok, yalan yok, aldatma yok; ilk beş otoriteye uymana gerek yok, ne diyorum, o otoritelerin varlığına gerek yok… Patronluk taslayan birinin yazdığı açık değil mi…
-Tanrı'ya inansaydım, kendimi beğenmişliğimin haddi hududu olmazdı, soyunup sokaklarda çırılçıplak dolaşırdım demiş adam...
-Tanrıya inanmayınca da başkalarını mı soyuyormuş…

(....) 

Müstahak 

İkinci eşim de ayrılmak istiyor… 

Alil’in neden bu kadar durgun olduğu anlaşıldı. Müstahaktır demek istemiyorum. Ben söylemiştim demek istemiyorum çünkü söylememiştim, anlamayacaktı. Evlilik, ilk bölümünde esas adamın öldüğü bir aşk romanıdır derler, Alil esas adam da değildi; değilsen kadınlara esas kızmış gibi davranıp kraliçelermiş gibi kandırmayacaksın, mutsuz olarak öderler. Eğer ile meğer evlenmiş, keşke adlı çocukları olmuş da derler; bu lafları doğrulamak için yaşadığını düşünüp içten içe gururlan bari.
Absürtük Metinler’den şunu okuyorum: Siz erkekler kaba değilsiniz kibarsınız aslında; ama yalancı kibarlık, işte bu çok kaba.

Kitabını imzalı isterim, diyor; 32 yerinden imzalayacağım sana…



O kadar kötü huyunu gördüm ama bir kere bile sesini yükseltmedin.

Yıllar önce üç araba güneyden dönerken, ben artık bunların peşinden gitmeyeceğim demiştim öndeki devamlı sollayan iki erkek şoför arkadaş için. Kararlaştırılan konaklama yerine onlardan 7 dakika kadar sonra vardığımızda yemeklerinin gelmemiş olmasından değilmiş asık suratları, kavga çıkmasındanmış fazla hızdan, kızlar korkmuş, uyarmışlar, adamlar da her halde gururlarına yedirememiş, ne de olsa bu yolda ölürler bile onlar… Sıkılmalarının, kavgalarının acısını bana bulaşarak çıkarmaya çalışıyor erkekler: Korkuyor musun oğlum hızlı araba kullanmaktan…

Niye korksun canım diye beni korumaya çalışırken kızlardan biri, yo diyorum korkuyorum, tabii ki korkuyorum, canımı sokakta bulmadım.

Silah 

Silah as, silah çat, silah dik (miydi) 3 komut vardı, 100 kişiyiz, 3 çavuşun çevresini çevirmişiz, seri bir şekilde onlar komutları veriyor, biz yapıyoruz. Bir yerden sonra şaşırıyor ve hata yapıyorsun, hata yapan silah sırtında (bunun da bir adı vardır) bir tur koşuyor ve gölgeye geçip artık seyrediyor. 3 ya da 4 kişi kaldık. Çavuşumuz, ki bizden önce orda askerlik yapmış, ve eğitmen olarak kalmış, aynı kafadayız ama rütbe ve otorite onda, diğerlerini boş verip gözlerimin içine baka baka bana yaptırtmaya başladı, hata yaptırtmaya. Yapmadım. Hata. Vazgeçmedi. Vazgeçmedim. Silah as, silah asıyorum, silah çat silah çatıyorum, silah neyse onu yapıyorum, çavuş neyse onu da yapıyorum, belki ağustos sıcağında yarım saattir. Artık asker rahat eğitim bitti falan demesi gerekirken devam ediyor. Buyrun biz Karate Kid 2 filmine geçelim o yandım Allah komut vermeye devam ederken, öğrenci der ki, bak ne güzel kadın kobraya uyarak başını sağa sola eğiyor. Ustası der ki, dikkat etmemişsin, kobra kadına uyarak başını sağa sola eğiyor. Kid, çok konuşan annesine bunu uygulamaya çalışır, anne ağız ishali şeklinde konuşurken gözlerine odaklanır ve başını sağa sola oynatmaya başlar, anne devem eder devam eder yeter şöyle başını sağa sola oynatma der… Silah as dedi silah çaktım, çok mutlu olamadı, güldüğümü görmüştü, ama erkeksi hava atılmıştı, diğerlerine, ben sırrını saklayacaktım, cezamı buyurdu, diğerleri toplanıp gitmeye hazırlanırken alanın çevresini silah omuzda turlamaya gittim mutlu.

Buyur
Adamla aynı anda bakkala girer oluyoruz, önce davranıyor, giriyor, ben de arkasından; duruyor; kız arkadaşıyla arasına aldı beni… Henüz öğrenememişse, o kız umuyorum ona öğretir, buyurmasını değil buyur etmesini.


(....) 

Arda ya da Hay bin Kafka 

Arda’nın hayatının ayrıntısıyla ilgilenmedim, çünkü üç aşağı beş yukarı aynıdır; 45 yaşında benzer nedenlerden kalbi durdu çocuğun, burada anıyorum.

Tedavi edilmek ya da hayatının edebiyatını “başarıyla” yapıp bir Kafkaesk’e daha imza atmak yerine ölmesine, kurtuldu demeyi tercih ediyorum, bizi de kurtardı.

Kafka’yı okuyup bir gün karşıma gelebilirdi çünkü, daha doğrusu Kafka üzerine yazılan güzellemeleri okuyup; ona hayranım, diyecekti, baba korkusunu besleyip büyüterek sorumluluklardan kaçtı ve kendine yeni bir özgür alan açtı…

Özgür mü… Neyin özgürü… Dev böcek bir sabah bunaltıcı düşlerden uyandığında, kendini yatağında bir Gregor Samsa’ya dönüşmüş olarak mı buluyordu da özgürleşiyordu…

Kafkaesktiler… Cioranesk… Shopenhauresk… Siktiretsk.

Böceğin aslında yürümediğini şuradan da anlayabilirdik ki, bu kadar suçluluk kompleksi üzerinden yürüyen -sürünen- bu edebiyat asla suçlu olmama üzerine insanlar üretmişti; bu da bu edebiyatın gerçekten okunmadığını, algılanmadığını değil, aslında gerçek olmadığını göstermiyor mu... Gerçek değil, kurgu bile değil, kurgu gerçekten beslenir, gerçektir; bununsa tek gerçekliği var, yalan olması; yazar olması, böceğe hissederek dönüşmüyor, yazarak dönüşüyor; yalan demek bile iltifat sayılır çünkü ikiyüzlü, ironi sanılanından…

Beni içine hiç alamaması böcek gibi hissedecek bir yapım olmamasından değil, aslında kendisinin böcek gibi hissetmemesi; en ufak bir aşağılık kompleksinin olmaması, tam tersi un ufak bir büyüklük kompleksinin olması…

Böceğe dönüşmek zaten birinci olmak gibi bir şey; birinci ölmek... Kazanan kutlanıyor, kazanarak zaten kutlanmamış gibi, hadi onu geçtik, kaybeden nasıl kutsanıyor…

Diktatörler neden idam ediliyor da Kafka’nın eserleri yakılmıyor; okunmaması gereken kitaplar listesi neden yok, okumadan önce ölmen gereken 100 kitap, 1000 kitap; ben neredeyim, bunlar nerede…

Kafkaerkil akıl 

Tecavüz kaçınılmaz, şimdi zevk almağa bakıyoruz; haydi hep beraber, yeniliyoruz yeniliyoruz, derin bir nefes alıp daha güzel yeniliyoruz; yenilir yutulur cinsten oluyoruz.

Bilinen edebiyatın tamamı ortak aklın diliyle yazılmış. Ortak da, acaba akıl mı…

Baştan Kaybetmek adlı metnimi yazıyor ve yakıyorum; meczubun yazdıklarımı yak demesinin müthiş anti-kafkaesk bir tavır olduğunu kanıtlamak için sergilediğim performans; aslında yüksek bir değer olduğunu düşünmesini, kendini çok gösterişli saklamasını kalemime doladığım…