Cuma, Ocak 26, 2007

Deneme, yanılma! (1)

Duygudökümü

Bu öykü tamamen hayal ürünüdür. Gerçek kişilerle ilgisi varsa bile bu tamamen rastlantıdır. Yazar bir gün biryerlerde oturup öykü konusu ararken birkaç konuşmaya şahit olmuş ve onları malzeme olarak kullanmış olabilir. Yazarın konuyla ilgisi sadece yazarlık tutkularıyla açıklanabilir. Başka bir neden aramaya gerek yok.

23 yıllık bir sevda öyküsü bu. 23 yıl önce başladığı söyleniyor. Bugünlerde de bittiği. Böyle söyleniyor. Hemen herkes böyle düşünüyor. Hemen herkes. Yazar hariç!

23 yıl öncesine bir dönelim. Ah bellek denen şu müthiş buluş! Zaman makinesi: 70’lerin sonları. Bir kış günü. Bir kent lisesinde okuyan biri erkek diğeri kız iki öğrenci otomobille gidiyorlar. Erkek kızı evine bırakacak. Kız istemeye istemeye geldi. Çünkü yollar karla kaplı. Ya müsamereye hazırlandıkları salonda sabahlayacaktı ya da erkeğin onu evine bırakmasına izin verecekti. O kadar da kötü olamaz canım! Gerçi birbirlerine karşı düşmanca tavırlar sergilemeyi bir alışkanlık haline getirdiler ama... Neden öyle davrandıklarını düşünmüyorlar, sadece davranıyorlar. Ah gençlik denen o müthiş buluş! Birinden hoşlanmamanın özel bir nedeni olmayabilir, tıpkı hoşlanmanın de bir nedeni olmayabileceği gibi. Erkek kantine giren kızı görünce okuduğu gazeteyi suratına kaldırıp kağıttan bir duvar koyuyor aralarına. Kızın davranışları da farklı değil. İlk kim başladı? Biz bilemiyoruz. Kendileri biliyorlar mı acaba? Bir gün müsamere koluna başkan seçiliyor erkek. Kızın da yardımcısı olarak seçildiğini öğrenince görevden çekilmek istiyor. Gerek yok, diyor kız, görevden ben çekilirim. Peki peki, diye alttan alıyor erkek. Lafını da esirgemiyor ama: Çok konuşmazsan belki idare edebiliriz! O karlı gece eve bırakma teklifini de mecburiyetten yaptığını düşündürtüyor. O gece arabadaki konuşmalarında ise tam tersini...

-Çıktığın çocuk var ya...
-Eeee?
-Ondan ayrıl.
-Nedenmiş?
-Bir de hoşlandığın o çocuk var ya?
-Eeee?
-Onu da unut.
-Niyeymiş?
-Benimle çık! Sadece benden hoşlan...
-!!!???

Kızla birbirlerine bu kadar ters, neredeyse düşmanca davranıyor olmaları mı etkiledi erkeği, yoksa etkilendiğini anladığı için mi ters davranıyordu. Sevgisi önce başlayıp nefretten güç alarak mı ilerledi, yoksa nefreti sevgiye dönüştü de bunu fark edince nefretinin dozunu mu artırdı?

Peki kızın davranışları nasıl açıklanabilir? Öyle kolay teslim olmaz. Peşinden koşmalara, teklifin defalarca yinelenmesine aldırmaz. Kapılara kadar gelinmesine, yolda karşısına çıkılmasına, söylenenlere yazılanlara kulak asmaz... İnadını sürdürür. Kendisinin de erkekten hoşlanmaya başladığını anladığında bile... Evet, demez... İnadına...

Sonra yolları ayrılır. Kız başka kente göçer. Erkek üniversiteyi okur. Bir ara hapse girer. Nedeni ne olabilir? 80’li yıllar. Devrimcilik mi? Yoksa adi bir suç mu? Devrimciliğin yanında diğer suçlar adi mi? Erkek bundan söz etmek istemez. Bizim gözümüzde gizemini korur böylece. Onu koymak istediğimiz yere koyma hakkını verir bize, olanak tanır onun için düşünmek istediklerimizi düşünmemize. Onu sevmeyenler adi suçlardan birini yakıştırırlar kendilerince. Sevenler ise ona yakışanı sadece.

Sonra yabancı bir ülkeye gider erkek. Orada mesleğiyle ilgi büyük bir şirkette yöneticilik yapar, üst düzey. Amatör bir caz grubunda saksofon çalar. Ülkesine ve kentine/kendine döndüğünden bu satırların yazıldığı güne kadar yaptıklarına bir bakalım: Bir Kafe’nin sahibi ve yöneticiliği. (Buradaki yöneticiliği ne kadar üst düzeydir, bilemiyoruz, yöneticinin amacının insanlarla daha yakın iletişim kurmak olduğu söyleniyor.) Daha çok, kitap okumak, sanat eserleri sergisini gezmek, kentte düzenlenen kültürel faaliyetlerden haberdar olmak ve böylece ruhunu beslemek için gelinen bir yer, arada da birşeyler yiyilip içiliyor tabii... Böyle bir şeye “teşebbüs” edebilmiş bir insan yöneticimiz. Kafe’sinin (kesme kesin gerekli) yanında bir de hediyelik eşya ve oyuncak dükkanına da teşebbüs etmiş bir insan. Okuduğu üniversitenin mezunlar derneğinde çalışarak öğrencilerin burs ihtiyaçlarını karşılamaya da teşebbüs etmiş bir insan. Ülkesinin gelişiminin kültür gelişimi olduğuna inanmış, böyle düşünmeye teşebbüs edebilmiş bir insan...

Aynı zamanda da 23 yıl sonra derginin birinde kendisiyle ilgili bir yazıyı okuyup arayan 23 yıl önce peşinden koştuğu kadına, kadının yaşadığı kentte onu ziyarete geleceği sözünü veren, ama bu sözünü yerine getirmediği gibi bir telefon edip gelemeyeceğini bildirmeye gerek bile görmeyen, buna da teşebbüs edebilen bir insan... Ah insan denen şu müthiş buluş!

Buluşacakları gece kadının heyecanının ve hayal kırıklığını düşünebilmiş midir acaba? Düşünmesine yardımcı olalım, böylece anlamasına da yardımcı olabiliriz belki. Kadın güzel güzel giyiniyor. İş yerindeki arkadaşlarından o gece için uğurlar alıyor. Birinden bir bilezik, başkasından bir kolye, bir yüzük, uç uç böceği biblosu, renkli, kokulu bir (s)ilgi... Bir arkadaşının Amerikalardan getirdiği kınayı sürüyor eline. Uğur getirsin diye... İnsanlar gelip imalı imalı sorular soruyorlar. Senaryolar kuruluyor. Espriler yapılıyor. Filmlere konu olacağı türünden laflar ediliyor bu buluşmanın. Herkes neşeli, herkes mutlu. En fazla da kadın. Belli etmek istemiyor ama ne mutlu olduğu yüzünden okunuyor. Ama hiç kimse bozmaya cüret edemezmiş gibi gözüken o mutlu gülümseme bozuluyor. Buluşmanın gerçekleşmesi için gereken telefon gelmiyor. Geç kaldığıyla, gelemeyeceğiyle ilgili bir telefon da gelmiyor. Karşı telefon edilince öğreniliyor ki, kentinden ayrılmamış bile. “Evet, gidemedim” diyor erkek, Kafe’de kendisine hatırlatılması üzerine. Sadece bir “Evet, gidemedim.”

Tüm uğur eşyalarını teker teker çıkartıp sahiplerine geri veriyor kadın. Avucunun içindeki kına hariç. Bazı şeylerin geri dönüşü yok! İçinden şöyle geçiriyor: Herhangi bir gün gibi başladı. Herhangi bir gün gibi bitti. Öyle olmayabilirdi...

“Evet, gidemedim...” Onunla ilgili ne denebilir ki? İnsanlarla daha yakın iletişim kurabilmek için açtığı Kafe’sinde hobi olarak saksofon çalan üst düzey yönetici ve oyuncakçı dükkanı sahibi bir... nokta nokta...

Ah yazı denen şu müthiş buluş... İnsanı senin kadar kıskandıran bir şey keşfedildi mi bugüne kadar? Öyle ki ne kadar iyi tümceler yazarsan, kıskançlığın o kadar artıyor. Ne kadar hayran olursan o kadar kıskanıyorsun ve ne kadar kıskanırsan o kadar hayran oluyorsun. İlginç olan şu ki; yazdığın bir sözcüğü diğerinden sonra ya da önce getirerek tümcenin anlamını değiştirebilir, duygulanımı tamamen farklılaştırabilirsiniz: Sempatik düşüncesiz ile düşüncesiz sempatik arasındaki nüans’ı fark edebiliyorsunuz değil mi? Duygusal ama inatçı ve inatçı ama duygusal arasındakini? Gururlu ama sert ile sert ama gururlu’nun farkını... Bu duygu değişimini sağlayan şeyi tüm bir metne de uygulayabilirsiniz. İnsancıl birinden söz edip onu tek bir hareketiyle kötüleyebilirsiniz, ya da tam tersini yapar kötücül bir hareketi anlatıp onun soylu nedenlerini anlamlandırmaya çalışabilirsiniz.

Metni hüzünle ya da umutla bitirebilirsiniz. Öyle ki o hüzün de içinde biraz umut taşır, o umut da biraz hüzün... Size kalmış.

Metin buraya kadar. Gerisi size kalmış.

(25 Kasım 1999)

Pazar, Ocak 21, 2007

Loğusa

-Efendim şimdi elimdeki dava karısını loğusayken terk eden bir adamla ilgili.

-Bunun davası mı olur Avukat Bey, suçla aynı türden bir ceza yazıverin işte.

-Ama şu var efendim: Kadının sicili temiz değil. Daha önceki hayatında bir adama lanet etmiş.

-Ne diye?

-Karısını loğusayken terk etti diye.

-Bak sen. Tam İlahi Adalet Mahkemesi’nin konusu. Peki adam masum muymuş?

-Evet efendim, hem de melek kadar! Karısını, önceki hayatındaki bir günahından dolayı cezalandırmak üzere dünyaya gönderilmiş bir melekmiş adam.

-Ve bu kadın bir meleğe lanet etmiş! Büyük suç.

-Kadının suçunun cezasını çekmesini ve adamı hiçbir kötülükle cezalandırmamayı teklif ediyorum. Zaten adam insanlar tarafından epeyce suçlandı, tüm yaşamı boyunca da suçlanacak.

-Karısını terk etme nedeni neydi?

-Evliliğe zorlamak için hamile kalması.

-Adam güçlü birisi mi, yaptığından emin mi?

-Pek değil. Bazen vicdanı sızlıyor. Kendinden emin ama insanların hareketlerinden emin değil.

-Vah zavallı. Onu daha da yalnız bırakabilirler. Biz yalnız bırakmayalım. Ondaki özbilinci ve kendine güveni daha da güçlü ortaya çıkaralım, bir olayla.

-Ben de bunu önereceğim ama çekiniyorum. Sonuçta diğer insanlara kötü örnek olmaz mı? Onların gözünde büyük bir günahkar; ama toplum dışına itilmişliği haricinde hiçbir ceza çekmiyor.

-İnsanlar için bu en büyük ceza değil mi, yani yalnızlık?

-Evet ama sanatçı falan da olabilir adam. O zaman sevilir ve tüm yaptığına rağmen sayılır da.

-Biraz fazla insan gibi düşünmüyor muyuz ne dersin Avukat Bey? Sonuçta ilahi adalet için çalışmamız yeterli. Bunun insanlar tarafından anlaşılamıyor olması insanların sorunu.

-Doğru buyurdunuz efendim.

-Adama sanatçılık vermek iyi fikir. Kötülükle boğuşarak, üstelik bizzat insanlar tarafından kötülük olarak nitelendirilen bir şey yapmış biri olarak belki hayatın adaletine biraz yaklaşabilir. En azından diğer taraftan bakar da olaylara, kötülüğü bilmeden etmeden aşağılayan insanlara bir ders olur bu.

Pazar, Ocak 07, 2007

İnsan nasıl anlaşamaz? (5)

İnsanlaşamaz mı?!

“İnsanların ne düşündüğünü bildiğimizi sanırız çünkü onları umursamayız.”

*
-Yazar, arkadaşıyla karşılaşır, hep kendinden bahseder, sonra der ki hadi bakalım biraz da senden bahsedelim, söyle, son kitabımı nasıl buldun? (Erich Fromm narsis kişilikten söz ediyor.)

*
Bir köpeğin düşünce tarzı: Birlikte yaşadığım bu insanlar beni besliyor, seviyor, sıcak tutuyor ve bana çok iyi bakıyor... Bunlar Tanrı mı ne...
Bir kedinin düşünce tarzı: Birlikte yaşadığım bu insanlar beni besliyor, seviyor, sıcak tutuyor ve bana çok iyi bakıyor... Ben Tanrı mıyım ne...

*
Birkaç zamandır araşmadığımız bir arkadaşım elektronik posta atıyor: “Hiç aramıyorsun, ne olup bittiğini de merak etmiyor gibisin.”

Şöyle yanıtladığımı düşündüm onu:
-Kusura bakma, arayamadım, babam öldü!
-A... Çok üzüldüm... Başın sağ olsun...
-Üzülme, kimse ölmedi, benim de hayatımda birşeyler olup bitiyor olabilir, bunu fark edebilmen için öyle söyledim!

*
(Dolmuşta)
-Camı açar mısınız?
-Ama bana çok esiyor.
-O zaman yer değiştirin.
-Siz de şuradaki açık cam kenarına geçebilirsiniz ama.
-Ama biz iki kişiyiz.
-!!! Ne yani? Döver misiniz!?

*
Kadın: Beni tahrik edebilir misin bilmem.
Erkek: Beni tahrik edebilen her kadını ederim.


SON
(Bitmedi ama)

Çarşamba, Ocak 03, 2007

Doğmamışsınız, cennetsiniz.

Hapissiniz. İki kapılı bir odada. Bir kapı özgürlüğe, diğeri ölüme açılıyor... Birinin önünde doğrucu gardiyan, diğerininkinde yalancı... Tek soru hakkınız var... Hangisine ne sorardınız?

Biraz düşünün, cevabı bulamasak da, düşünmek işe yarar...

Cevap şu: Dilediğiniz bir tanesine yaklaşır diğerini işaret ederek “O önünde durduğu kapının ne kapısı olduğunu söyler?” diye sorarsınız. Söyleyeceği şey yalandır. Tersini yaparsınız.

Doğrucu, yalancının söyleyeceği yalanı aynen söyleyecektir: Yani yalandır söylediği.

Yalancı, doğrucunun söylediği doğruyu söylemeyecektir. Yani yalandır yine söylediği.

Doğruyla yalan birbirlerinin üzerine ışıklarını düşürdüğünde yalan kazanacaktır.

Ama biz başka bir yerden devam edelim konuya… Ne yaparız, biz olsak o hapsedilmiş adam?

Çoğu insan yerinde oturur. Ölmemek için özgürlük olasılığını yok sayar... Hadi yok saysın, oturmaz da oturduğu yerde; ayağa kalkıp, hücresinde felsefe de yapar: Doğru cevabın bulunamayacağını bile savunabilir... Doğru var olsa bile yalanın olduğu yerde ona üstünlük sağlayamıyordur... Doğru, doğrultusu yalana çevrildiğinde yalanlaşıyor, yalan ise doğruyu kendine benzetiyordur... Kendini yok sayar, sanki dünyada yalanla doğru at koşturuyordur, insandan bağımsız. Kendisinin yalanın zaferine rağmen doğruyu yapabileceğine ve yalanın zaferinden artık söz edilemeyeceğine inanmaz. Yalanın, ancak kendi müdahale etmezse kazanacağını düşünmez. Yalanın zaferinin(!) yalanı görünür kıldığını, görünür kılınan yalanın da yenilebileceğini anlayamaz...

Doğruyla yalanın birbirlerinin üzerine ışıklarını düşürdüğünde yalanın kazanacağı bilgisi bizim doğruyu yapmamızı sağlar...

Bir başka çeşit insan da şöyle bir hikaye kurar: Hapissiniz, iki gardiyan var ve ikisi de doğrucu. İnsanın kötülüğü diye bir şey yok yani... Ama o zaman iki gardiyana gerek yok, teki de yeter... İki kapı da özgürlüğe açılıyor. Hayatın kötülüğü diye bir şey de yok yani. Sorun yok.

Teki haricinde: Siz hala hapissiniz... Doğmamışsınız, cennette hapissiniz.

Ve iki kapı var: Biri doğum, özgürlük; diğeri doğmamak, ölüm (ölümden daha kötü bir ölüm hem de, yaşamadan ölüm…)

Neyi seçerdiniz...