Cuma, Eylül 22, 2006

Açıklayabilirim

O gün, dalgın dalgın uzaklarda göz gezdirirken, gözleri gezinti rotamın ara istasyonunda bulunuyormuş, fark etmemiştim. Ona baktığımı, daha da ötesi onu süzdüğümü, artık biraz abartarak da olsa, ondan etkilendiğimi sezmiş. Biraz sonra tanıştığımızda, deminki bakışlarımın herhangi bir nesneye yönelik olmadığını, ona rastlamasının bir rastlantıdan ileriye gidemeyeceğini anlatmaya çalıştım. Tabii bunları anlatırkenki tutumumun onu dikizlerken suç üstünde yakalanmışlığımdan kurtulma çabasıymış gibi bir yanlış tahmin batağına saplanarak başarısız kalacağını da düşünmedim değil. Bu ikinci düşüncemi de hiç çekinmeden ona söylediğimde, şu üçüncüyü de eklemem şart olmuştu: “Doğallıktan uzak bir insan değilimdir, eğer beğendiysem duygularımı saklamam.” Yanlış tahminine ve bu tahmin üzerinde yükselttiği baştaki yargısına bağlı kalmaya devam ediyorsa eğer, bu üçüncü açıklamamın da ikinci açıklamamı haklı çıkartmak için yapıldığını düşüneceğini üzülerek tahmin ettiğimi de açıkça belirttim.

İlişkimizin sonraki dönemlerinde, tabii ki birçok başka konudan konuştuk, birçok başka olayla karşılaştık, ama duygularını belli etmeyen bir insanmışım gibi anlaşılmış olma durumlarımı, her defasında -tıpkı ilki gibi- ona gösterme gereğini sık sık duydum. Açıkçası onun bu konudaki tepkisi tamamen tepkisizlikti: Beni, ilk günden beri çok sevdiğim ve zamanla içindeki dozu çok iyi ayarlanmış sinsiliği fark ettikten sonra kelimenin tam anlamıyla âşık olduğum gülümsemesiyle cevaplandırmış, açıkçası cevapsız bırakmıştı. Çoğu kez benim kanıtlar üstüne kanıtlar koyarak ona anlatmaya çalıştığım yanlış anlaşılma korkumu yanlış anlamasından korkmamın, ona alay edilecek bir şeymiş gibi gelmesinden korkmuşumdur. Her defasında ona daha iyi açıklamalar sunma çabalarımın, “Yarası olan gocunur...” tarzı umursamaz bir yoruma kurban gittiği endişesini aralıksız taşıdım. Birbirimizi çok daha iyi tanımaya başladığımız günlerin, ayların sonunda bile, ilk günkü o belirsizlikten doğan ve giderek gelişen endişemi derinden hissetmeme engel olamadım. Onun ne düşündüğünü tam olarak bilemememden doğan bu belirsizliği her defasında kendi yararıma yorup bana kalpten inandığını umarak kendimi rahatlatmaya çalıştım. Ama yine de, artık yıllar öncesinin bir anısı olarak kalmış o olayın, ilk tanıştığımız günkü göz gezdirmelerimin ona rastlamış olmasının, aslında hiç de plansız olmadığını açıkladığım şu son birkaç günkü kadar kendimi rahat hissetmiş değildim.

Salı, Eylül 19, 2006

Asla

Film. The Gambler. Kumarbaz. Dostoyevski'nin hayatı. Romanının belli bir güne yetiştirmek zorunda olan yazar, onun kumar tutkusu, bu tutkuyu filmle eş zamanlı olarak romanında da anlatmaya çalışması ve hayatın hep mutlu sonla bitmediğini öğrettiği kız, yazarın hayallerini (belki de tıpatıp gerçeklerini) kağıda aktaran... Kız bu işi babasının sefil bir törenle gömülmemesi için para yardımı yapan sevgilisine borcunu ödemek için kabul eder. Sevgilisinin evlenme teklifini düşünmekte, kabul etmeye doğru gitmektedir. Ama yazara ilgi duymaya başlar. İş zamanında bitmezse parasını alamayacağını şans eseri öğrenir. Ama başka çaresi de yok gibidir. Ve yazar ona o önemli soruyu sorar:

Do you gamble? Kumar oynar mısın? Ya da: Oynayacak mısın kumarı?

Kız kumarı oynar. Yazarın romanı zamanında bitirmesini neredeyse o sağlar. O sırada da hayatın hep iyiliklerden oluşmadığını öğrenir. Tutkular vardır ve insanlar, yıkımlarına neden olsa da onların peşinden gitmeye hazırdır. (Tüm insanlar değil, kızın sevgilisi düzeni sever. Kız, onunla evlenmeyeceğini -ona değil ama seyirciye- şu sözlerle açıklar: Yaşamda heyecan sevmez misin?)

Dostoyevski'nin yazarlığa bağlılığı gözlerimi yaşarttı. Ve kızın ona yazarlığı konusundaki özverili yardımları da neye ihtiyacım olduğunu gösterdi.

2. film. O da bir yazarın hayatı, daha doğrusu başlangıcı. Hemingway'in. In love and war. Aşkta ve savaşta. Yazar savaşa katılır, gazeteci olarak. Tutkuludur. Savaşı yazacaktır. Vurulur hastaneye getirilir. Ayağının kesilmesine engel olan hemşireye aşık olur. Bir askerin ayağının kesilmesine engel olma cesaretini göstermesi nedeniyle doktor da hemşireye aşık olur. Doktor zengin ve geleceği güvenli biridir. Ama hemşire de genç yazara aşık olmuştur. Yazar Amerika'ya döner, kadını bekliyordur, evleneceklerdir, ama savaş sonunda hemşire ona gitmek konusunda kararsızdır. Yazarın bir gençlik hevesi nedeniyle gerçek olmayan bir aşk yaşadığını, ona güvenemeyeceğini düşünür, bir arkadaşı ona bunu düşündürtür. Ve onu bekleyen yazara, olgun doktorla evlenmeye karar verdiğini mektupta söyler.

6 ay geçer. Hemşire Amerika'ya gelir. İlk öykülerini yayınlamış, ilk romanını yazmakta olan yazarı inzivaya çekildiği göl kenarındaki evinde bulur. Onu sevdiğini söyler. Herkes -sanırım herkes, en azından ben- mutlu son bekler. (Ama bu yaşamdır ve seyircinin isteğine göre hareket edilmez.) Hemingway yolunu seçmiştir. Gururun yolu. Kadına tek laf etmez. Kararının onu ne kadar zorladığını görebiliriz. Kadın giderken arkasından gitmeyi bırak, geri dönüp bakmaz bile. Seyirci Hemingway'in aşık olduğu kadın olmadan -yanında olmadan yoksa kesinlikle kalbinde olarak- yaşadığı ve yazdığı geleceği, kadının ise 40 yaşına gelene kadar evlenmediğini ve filmin "buraya kadar" olduğunu göl kenarındaki manzara kararıp beyaz perdeye şu yazı geldiğinde anlar: "Bir daha birbirlerini hiç görmediler..."

Etkilenmiş ve yazarın gururuna şaşmıştım. İzlediğimdeki ilk izlenimlerim böyleydi. Sonra ise doğru bir kararla fikir değiştirerek kadının gururuna şaştım. Halen bu karardayım: Yazar değil kadın aptallık etti. Erkeğin, erkeklik gururunu ayaklar altına almasını istedi, 6 aydan sonra bir anda karşısına çıkıp seni seviyorum demek yeterli değildi. Kadın, kendi gururunu ön planda tutması sonucu, yazarın karşısına bir kez daha, bir kez daha çıkmalıydı; artık bittiğini, gerçekten bittiğini anlayıncaya kadar yazarın karşısına çıkmaya devam etmediği için aptallık etti... Yazara onu affetmesi için yeterli fırsat vermedi.

Ama bir yandan da şunu düşünüyorum... Belki de yazar onu asla affetmeyecekti... Zaten:Asla...

Çarşamba, Eylül 13, 2006

Aptal

O’na ihanet etmem zor olmadı. Ama aldatmayı beceremedim.

Kolay oldu, çünkü ihanet ettiğimin farkında bile değildim. O’nu terk etmiştim... O beni terk ettiği için!

O zaman zarfında bunalımdaydım. Bunalımlarımın nedeni O'ydu. O'na göre ise genelde sorunlu olduğum için, bunalıma girmişim. Genelde sorunlu olduğumu bana daha önce kimse söylememişti, bir gerçeği ortaya mı çıkarmıştı farklı bakışıyla, yoksa O’nun bu farklı bakışı beni bir yanlışa mı sürüklüyordu? Hangisi olduğunu bilemezdim. Gerçeği göremezdim. Kendi bakışımı kaybetmiştim -var mıydı bir bakışım hiç?- O’nun gözlerinden bakmaya çalışıyordum. Genelde sorunlu olduğumu kabul eder gibi gözüktüğümde onlardan kurtulmama yardımcı olmadığı için suçladım O'nu. Sorunlarımın nedeni O değilse bile ortaya çıkaran O'ydu! O da benimle birlikte suçlu olmalıydı birşeylerden, yanlız kalmak istemiyordum çünkü. Güçlüydü, o yüzden suçlu olmalıydı. Halbuki suçlular korkak olur. Benim gibi...

Ne yapacağımı bilmiyordum. Ne yapmayacağımı da... O yüzden yaptım.

Zor olmadı. Çünkü farkında bile değildim... Ayrılık sevdaya dahilmiş... (Bunu duymasın, kızar... O’nunkiler varken başka bir şairin sözlerine güvendim diye. Başka bir erkeğin... O varken...)

Bilmiyordum. Öğreniyordum... Mezun olmaya kalktım. Mezun olunmaz, sizi mezun ederler ancak!

Başka birisi için şöyle demişti, benim aptallıkla suçladığım birisi için: "Ben konuşunca aptallığı ortaya çıktığı için kızmıyor, çünkü aptallığının farkında. Sen değilsin..."

Ona ihanet etmem zor olmadı. Ama aldatmayı beceremedim. Becerebilseydim aldatmayı... Belki ihanet de etmezdim...

İhanet etmeme O neden oldu. Aldatmayı becerememe başkası: Diğer kişi... Ben arada, suçsuz ve güçsüz duruyordum. Biri beni çok zorladı, diğerine sığındım. Sığındığım yer hiç korunaklı değildi, geri döndüm. Korunaklı olsaydı? O’nunkinden daha korunaklı? O'nun sorunu buydu... Bana sorduğu bu... "Seni yeterince bağlayamamış mıyım kendime?"

O şöyle bağlardı kadınları kendine: "Sırtlarına ağır bir çuval yüklerdi... Anlamla anlamsızın, mantıkla tutarsızlığın, doğruyla daha doğrunun, sadakatla aldatmanın, bütün zıtlıkların beraber varlıklarını sürdürdüğü evrenin ağırlığıyla yüklü bir çuval... Kadınlar bu yükün altından kalkmak için çabalarken... O, kadınları omzunda taşırdı."

Yükü sırtımdan atmak istedim, omzundaki yerimi tehlikeye attım... Çuval yerde... Kırılmış olabilir, tamiri mümkün olmayabilir. Bu acı omuzlarını çökertebilir. O zaman yere, çuvalın yanına düşerim.

Belki de oradayım zaten... Yerde... Ve sırtıma yine çuvalı vermekten söz ediyor... Sadece taşımam için de değil bu kez... İçindekini onarmam için de...

Salı, Eylül 05, 2006

Ding-dong

Dudaklarımızın uzun aylardan sonra o ilk birleşmesi ve ortaklaşa dağıttığımız yataktan ayrılışım arasında, salondaki duvar saatinin gongu kaç kere vurdu anımsamıyorum. En az bir yarım saat geçmiş olmalı ama. Çünkü sevişmeye yeni başladığımızda gong, yaptığımız ritmik hareketlerle uyumlu olarak art arda çaldı uzunca bir süre: Ding-dong, ding-dong... Sonra tek bir kuvvetli vuruş yankılandı her şey bitip bedenlerimiz tükendiğinde: Dinggg...

Derin bir uykuya dalmasını bekledim, bedeninin benim üzerimdeki yarısından kurtulup sessizce yatağından çıkabilmek için. Odasından çıkarken hâlâ uyuduğuna emin olmak için dönüp baktığımda fark ettim. Yanıbaşında başka bir erkek yatıyordu, yataktayken varlığını hep hissettiğim ama göremediğim. Yoksa aslında onu görmeme engel olmak için mi söylemişti o lafları sevişirken: "Işığı kapa, bana bakman beni utandırıyor..."

Çıplak ayaklarımı soğuk taşlara basa basa salona gidip duvar saatinin altındaki koltuğa oturdum. Çırılçıplaktım. Salon soğuktu, oturduğum koltuk ise buz gibi. Soğuğu hissedebiliyordum ama üşümüyordum. Çıplak bedenimin içine geçemiyordu soğuk. Biraz önceki sevişmenin etkisi değildi bu. Uzun aylar boyunca içimde beslediğim sevginin artık kanıksadığı yerini şu an terk etmesiyle soğuyan içimin tepkisizliğiydi neden.

İçeride, yatakta uyuyan kadın... İnsani tepkilerimin çoğu onun içindi bir zamanlar. Ve şu anki tepkisizliğime de onun neden olduğunu biliyorum. Soğuk, karanlık odada ne yapmam gerektiğini bilemeden oturuyorum. Tek bildiğim onu unutmak istediğim. Bunu iki yıldır becerememiştim, şimdi de denesem başaramayacaktım, ara bir düşünce geliyordu aklıma hep. Onu önemsemeden onunla beraber olmak. Onunla sevişmek, onunla saatin tik-taklarını dinleyerek sevişmek. Sonra arkamı dönüp uyumak. Onu bir eskort kız gibi görmek, bir süre önce bana davrandığı gibi... bir orospu gibi.

Düşünceler dolduruyor kafamı. Eski zaman görüntüleri beliriyor gözlerimin önünde. Ana-baba günü bir plajda insanların arasına, yere serdiği havlunun üzerine oturmuş, sıkıldığı her hâlinden belli siyah uzun saçlı bir genç kız. Yaz boyunca güneşin altında tembel tembel yatarak bir erkeğin yanlarına gelip kendilerini tavlamasını beklemekten başka işleri olmayan diğer kızların etrafını doldurmuş bronz tenlerine gıpta ile bakarak beceriksizce saklamaya çalışıyor siyah mayosunun sardığı bembeyaz tenini. Büyük olasılıkla geçen yazdan beri ilk kez giydiği mayosunun modasının geçmiş olmasından endişe ediyor.

Bütün yaz şehirde çalışırken o, bu insanlar tembel tembel güneşlenmiş, denize girmiş, birbirleriyle tanışıp dost olmuşlar. Arkadaşının yeni tanıştırdığı çocuk da öyle. Omzunu yasladığı gölgelikte birasını içerek, siyah gözlükleri arkasından nereye baktığı belli olmadan insanları izliyor. Arasıra kıza bakıyor. Ne de olsa beraber geldiler, beraber dönmek zorundalar. Ama çocuk onunla sohbet etmek zorunda değil tabii ki.

Çocuk bir ara yalnız başına denize girip dönüşte havlusuna kurulanmak için kızın yanına geldiğinde, şezlonguna oturup kıza nerede çalıştığıyla, şehirde neler yaptığıyla ilgili sorular soruyor. O da bu tatlı hayat yaşayan sorumsuz gençlerden biri. Ama yine de tanıdığı tek yeni insan. Ve hoş çocuk. Bu yüzden yanına geldiğinde yüzünü ona dönerek en sevimli hâlini takınıyor.

O ana-baba günü kumsaldaki utangaç, sıkılgan ve beyaz tenli genç kız içeriki odada uyuyan kadın şimdi. Ben ise bronzluğunu kaybetmiş tenim çıplak oturuyorum salonda. İki buçuk yıl geçti aradan. Herhangi birisiymiş gibi tanıştığım o genç kız sonradan sevgilim oldu, aşkım oldu, benden ayrılıp başka bir erkeğin sevgilisi oldu, benim değil o erkeğin kollarında kadın oldu ve iki buçuk yıl sonra biraz önce benimle ilk kez birlikte oldu.

Erkek arkadaşının ona iyi bir kazık atarak terk ettiği sıralar bunlardan habersiz olan ben yoluna çıktım. Birisiyle beraber olduğunu ama iyi gitmediğini söyledi. Onu unutamadığımı söylediğimde teklifini yaptı.

"Biraz zaman ver bana, seçimimi yapayım."

Kabul etmedim. Ama reddetmedim de... Onu çok seviyordum. Hâlâ seviyorum! Beni seçti. Onu terk ettim! Özür diledi. Buluştuk. Hiçbir şey konuşmadık. Erken ayrıldık.

Onu aradım ve beraber olduk dün gece. Hayal kurmuştum: Kızlığını bana veriyor, ertesinde terk ediyor. Yıllar sonra arıyor, ilk aşkı, ilk erkeği olduğumu söylüyor.
- Bana kızlığını verip sonra başkalarına nasıl kullandırırsın...
- Sana kalbimi de vermiştim, onu böyle nasıl kırarsın...
- Onun eskisi kadar saf kaldığını sanmıyorum. Yatmak istiyorsan geleyim ama kalbimi istiyorsan onu sana getirmeyeceğim...

Onu tekrar sevgilim yaptım aşkı uzak tutarak düşüncemden. Ona bir eskort kız gibi davranacağım, hissettirmeden bir orospu gibi. O bir orospu benim gözümde. Bir orospu... Bu düşünceye kendimi alıştırmalıyım. Gözümdeki değerini azaltmanın, yok etmenin, unutmanın tek yolu bu. Acı çektireceğim ona, biliyorum ama, yoksa benim acılarım hiç dinmeyecek. Hem bu kadar insancıl düşünmeme gerek yok onun için. O bunu hak etmiyor.

"Ne oldu, uyuyamadın mı?"

Salonun girişinde üzerinde sabahlığı ile duruyor. Yanıma yaklaştığında karanlıkta çıplak olduğumu fark etti:

"Üşümüyor musun!?"

Kucağıma oturdu. Boynuma sarılıyor. Bir kedi gibi kıvrılıyor kucağımda. Kedilerden nefret ederim! Uyuklamaya başlıyor. Onu kucağımdan atmak istiyorum, gitmesini istiyorum. Bana dokunması eskiden olduğu gibi çıldırtmıyor beni. Çıldırtıyor, çıldırtıyor ama bu kez tamamen farklı nedenlerle.

Birden üşümeye başladım. Ürperdiğimi hissedince daha çok sokuluyor bana, daha çok üşümeme neden oluyor. Kalkmak üzere bir hareket yaptım daha kucağımdayken. Düşmemek için tutunuyor. Şaşkın şaşkın yüzüme bakıyor, bir şey söyleyemiyor. Yüzümdeki ifadesizliği görünce anlamak isteyen bakışlarla kenara çekiliyor. Kalkıyorum ve yerde dağınık duran giysilerimi giymeye koyuluyorum. Dün gece sevişmeye başladığımız yerden pantolonumu alırken sütyeni geldi elime. Sert bir hareketle koltuğun üzerine fırlattım, elime bulaşmasına engel olmak istermişim gibi. Gömleğimin düğmelerini iliklerken sormaya cesaret ediyor.

"Nereye gidiyorsun? Bir şey mi oldu?"

Ona doğru döndüm. Sadece Tanrı biliyor onu sevdiğimi. O nasılsa sır saklar. O yardım da ederdi ama unutmam için hiç yardım etmedi.

"Seninle beraberken kafamda hep başka biri vardı. Onu düşünmemeye çalıştım ama beceremedim. Sanki demin o da yataktaydı. Onu düşünmeden seninle bir daha sevişebileceğimi sanmıyorum. Seni tekrar sevebileceğimi sanmıyorum."

Beni anlaması olanaksız. Başka bir kadından söz ettiğimi sandı. Gerçeği söylemiyorum. Beni anlasa da yeterli değil. Acımı yok etmek için düşündüklerimi belleğimden silmesi olası değil.

Hiçbir şey söylemedi. Yere bakıyor. Sonra dikleşti ve yatak odasına doğru yürüyor.

"Seni evimde istemiyorum."

Odaya girip kapıyı kapadı. Yatağa uzanıp düşüncelere daldığını sadece tahmin ediyorum. Bir damla göz yaşı döktüğüne tanık olsaydım, ileride bir gün geri dönebilirdim. Benim için değil, kendi için ağladığını bilsem bile...

Terkidi yar

Başı yukarıda
boynu dik
bir kadın oldu
büyüdüğünde
erkeklere yüz vermeyen
yukarıdan bakan.
Kimse bilmezdi bu alışkanlığını
karşı apartmanın
üst katındaki
yakışıklıya bakarken
edindiğini
genç kızken...

Geçirdikleri
ilk ve tek geceyi hatırlardı o
yakışıklıyla
ailesi evde yokken.
En son ne zaman boynu bükük bir de
baktığını
bir erkeğe
üst kattakiler taşınırken...

Sevme beni

Beni romantik laflar ettiğim için sevmeni istemiyorum. Beni iyi bir insan olduğum için de sevme. Tipimden hoşlandığın için de, bana güvendiğin için de, baba şefkatini bende bulduğun için de, sevgiyi benle öğrendiğin için de, beni bırakmanın gerçek bir acı olduğunu düşündüğün için de, beni ayrılsak da hiç kaybetmek istemediğin için de... Sevme beni...

Beni sadece sev... Beni sadece nedensiz sev... Sadece nedensiz sevdiğin için sev beni...

Korkuyorum çünkü...

Beni sevme nedeninin kaybolmasından korkuyorum.. Nedensiz seversen, neden göstermeden sevmemezlik edemezsin...

İçime öyle bir gir ki, nasıl girdiğini bileme... Nasıl çıkacağını bulama...

Senin sevgini kaybetmekten korkuyorum.

Nazlı Kum

Bir kız ile erkek vardı önce
Kız bir kumsal, erkekse deniz
Deniz dövdü kumsalı gün boyu
Kumları yumuşamadı kumsalın
Suyun ıslaklığını korumadı içinde
Cevap vermedi o azgın dalgalara bile
Akşama doğru duruldu deniz, yoruldu erkek
Sonunda anladı dalgalarını boşuna azdırdığını
Ay gökte yükseldiğinde
düz ve pürüzsüzdü yüzeyi
Hiçbir hareket yoktu, ölü gibi
Şaşırdı kumsal, endişelendi
O azgın dalgaları düşündükçe
bu durgun hale bir anlam veremedi
O kadar çok mu istemişti yoksa?
Bu kadar büyük müydü hayal kırıklığı?
Böylesi bir sevgiyi hangi kadın bulmuştu?
Hangi kadın direnmişti böylesine?
Gevşetti vücudunu; yumuşadı kumları kumsalın
Denizin isteksiz küçük dalgaları
sürüklemeye başladı yumuşak kumları
Ama kaybetmişti deniz coşkusunu
Kabaramadı hiçbir zaman eskisi gibi
Kumları içine çekip kucaklamaya
küçük dalgaları da zaten yetmedi.

Bir kız ile bir erkek kaldı sonra
Kız bir kumsal; kendini ağırdan satmış, nazlı kumlarıyla
Erkekse deniz; bastırılmış, engellenmiş sularıyla
İkisi de aynı denizin kumsalı
aynı kumsalın denizi
içten içe isteyerek, arzulayarak
birbirine yakın
ama kilometrelerce uzak.