Salı, Eylül 19, 2006

Asla

Film. The Gambler. Kumarbaz. Dostoyevski'nin hayatı. Romanının belli bir güne yetiştirmek zorunda olan yazar, onun kumar tutkusu, bu tutkuyu filmle eş zamanlı olarak romanında da anlatmaya çalışması ve hayatın hep mutlu sonla bitmediğini öğrettiği kız, yazarın hayallerini (belki de tıpatıp gerçeklerini) kağıda aktaran... Kız bu işi babasının sefil bir törenle gömülmemesi için para yardımı yapan sevgilisine borcunu ödemek için kabul eder. Sevgilisinin evlenme teklifini düşünmekte, kabul etmeye doğru gitmektedir. Ama yazara ilgi duymaya başlar. İş zamanında bitmezse parasını alamayacağını şans eseri öğrenir. Ama başka çaresi de yok gibidir. Ve yazar ona o önemli soruyu sorar:

Do you gamble? Kumar oynar mısın? Ya da: Oynayacak mısın kumarı?

Kız kumarı oynar. Yazarın romanı zamanında bitirmesini neredeyse o sağlar. O sırada da hayatın hep iyiliklerden oluşmadığını öğrenir. Tutkular vardır ve insanlar, yıkımlarına neden olsa da onların peşinden gitmeye hazırdır. (Tüm insanlar değil, kızın sevgilisi düzeni sever. Kız, onunla evlenmeyeceğini -ona değil ama seyirciye- şu sözlerle açıklar: Yaşamda heyecan sevmez misin?)

Dostoyevski'nin yazarlığa bağlılığı gözlerimi yaşarttı. Ve kızın ona yazarlığı konusundaki özverili yardımları da neye ihtiyacım olduğunu gösterdi.

2. film. O da bir yazarın hayatı, daha doğrusu başlangıcı. Hemingway'in. In love and war. Aşkta ve savaşta. Yazar savaşa katılır, gazeteci olarak. Tutkuludur. Savaşı yazacaktır. Vurulur hastaneye getirilir. Ayağının kesilmesine engel olan hemşireye aşık olur. Bir askerin ayağının kesilmesine engel olma cesaretini göstermesi nedeniyle doktor da hemşireye aşık olur. Doktor zengin ve geleceği güvenli biridir. Ama hemşire de genç yazara aşık olmuştur. Yazar Amerika'ya döner, kadını bekliyordur, evleneceklerdir, ama savaş sonunda hemşire ona gitmek konusunda kararsızdır. Yazarın bir gençlik hevesi nedeniyle gerçek olmayan bir aşk yaşadığını, ona güvenemeyeceğini düşünür, bir arkadaşı ona bunu düşündürtür. Ve onu bekleyen yazara, olgun doktorla evlenmeye karar verdiğini mektupta söyler.

6 ay geçer. Hemşire Amerika'ya gelir. İlk öykülerini yayınlamış, ilk romanını yazmakta olan yazarı inzivaya çekildiği göl kenarındaki evinde bulur. Onu sevdiğini söyler. Herkes -sanırım herkes, en azından ben- mutlu son bekler. (Ama bu yaşamdır ve seyircinin isteğine göre hareket edilmez.) Hemingway yolunu seçmiştir. Gururun yolu. Kadına tek laf etmez. Kararının onu ne kadar zorladığını görebiliriz. Kadın giderken arkasından gitmeyi bırak, geri dönüp bakmaz bile. Seyirci Hemingway'in aşık olduğu kadın olmadan -yanında olmadan yoksa kesinlikle kalbinde olarak- yaşadığı ve yazdığı geleceği, kadının ise 40 yaşına gelene kadar evlenmediğini ve filmin "buraya kadar" olduğunu göl kenarındaki manzara kararıp beyaz perdeye şu yazı geldiğinde anlar: "Bir daha birbirlerini hiç görmediler..."

Etkilenmiş ve yazarın gururuna şaşmıştım. İzlediğimdeki ilk izlenimlerim böyleydi. Sonra ise doğru bir kararla fikir değiştirerek kadının gururuna şaştım. Halen bu karardayım: Yazar değil kadın aptallık etti. Erkeğin, erkeklik gururunu ayaklar altına almasını istedi, 6 aydan sonra bir anda karşısına çıkıp seni seviyorum demek yeterli değildi. Kadın, kendi gururunu ön planda tutması sonucu, yazarın karşısına bir kez daha, bir kez daha çıkmalıydı; artık bittiğini, gerçekten bittiğini anlayıncaya kadar yazarın karşısına çıkmaya devam etmediği için aptallık etti... Yazara onu affetmesi için yeterli fırsat vermedi.

Ama bir yandan da şunu düşünüyorum... Belki de yazar onu asla affetmeyecekti... Zaten:Asla...