Cumartesi, Mayıs 28, 2016

PRENSEST VE FİREZOF 3

İnsanlar erkekler ve kadınlar diye değil 
dâhiler ve doğallar diye ikiye ayrılır. 
Erkek dâhiliğe, kadın doğallığa yatkındır. 
Kötüler bunu beceremeyenlerden çıkar.



3. BÖLÜM 

FİREZOF 


-Hep yanlış seçimler yapmışsın, 
artık sana alternatif sunamayacak 
kadar daraltmışsın hayatı...
-Yanlış seçim yoktur, 
fakir seçimler vardır. 
-Belki de sensin yanlış seçim. 




Masadaki 4 erkeğin 5’ine babalık yapmıştım.

Karı
Senin bir karı vardı ne oldu diye değiştiriyor muhabbeti Alil.
O karının arkadaşı Firuze’yi soracak, karıyı karı diye, Firuze’yi adıyla hatırlıyor.
Karı hayatında sadece benimle birlikte oldu, Firuze arkasına gelene veriyor, Halil hariç.
Versene telefonunu diyor…
Nasıl boş bulunup veriyorum bilmiyorum, normalde bozuntuya vermeyen değil de bozmadan göndermeyen bir yapım olduğu halde hem de. Hayatın kurduğu bir tuzakmış meğer bu, bana değil de Alil’e, o beni tuzağına çekmeye çalışırken.
Alil karıyı arıyor, bir süre konuşup kapatıyorlar. Bu da şehirli karılara benzemiş diyor ardından, mutsuz, isyankar. İşi gereği İzmir’de hayatını kurmak durumunda kaldı, yeni şehrinde demek karı diyorlar arkadaşlarının eski sevgililerine…
Bunu da ona söylemiyorum, tutuyor beni yine bir şeyler.
Konu geçiyor, masadaki Metil’den konuşuluyor. Şans eseri karşılaştık, oturmak için istekli olunca oturdu uzadı, kısaldıkça kısaldı…


Metil kendi üzerinden dönen muhabbetten kaçmak için atılıyor.
-Yahu aklımdan çıkaramıyorum, sen neden demin Murat’ın eski sevgilisini aramaya kaktın ki?
Tuzak, bu. Hayat dersini verdi bunca yıl, şimdi ben sınava sokuyorum. Alil zorla sınava getirildi, kendi zoruyla. Başkasının dediğini ben desem, Alil’in beni düşürmeye çalıştığı tuzağa düşmüş olacağım, ekmeğine yağ sürmüş. Şimdiyse hayatın ekmeğine yağ sürüyoruz.
Beni üzerine çekmek, kızdırmak ve tartışmak istiyor. Yenilse de yense de, taraftarı kendiyle. Gururlu da gurursuz da olsa bir savaş, babasıyla ya da her kimse, alıştığı gibi… Hayat bir tiyatro sahnesiyse daha ilk provada oynadığı rol üstüne yapışmış. Kendi yazgısını yeryüzününkiyle karıştırmış.
Doğum mıknatısının çekiminden geç kurtuluyor, ölüm mıknatısının çekimine kapılıyor insan, geçmiş oluyor bu dünyadan.
Oysa Metil söyleyince duralıyor, babasıyla didişecekken anne giriyor araya, bu planlarında yok.
-Sen neden herkesi aptal sanıyorsun!
-Herkesi kendi gibi sanır o.
-Hem nasıl ona karı dersin?
-Ne var, benim eşim de karı.
Demek annesini de çok sevdiği söylenemez, temel olarak kadınları:
-Valla "kıyamamlar" mazide kaldı. Güzeli gören sonuna kadar kullanıyor. Ne öpmesi kalıyor, ne de okşaması… Elde ettin ettin. Yoksa girmediği koyun, ellenmedik yer bırakmaz her yerinde sevgili...
-Kadınlarla aranda ne geçti senin; Büyük Okyanus mu?
Kadınlar serserilerle yatar, beyefendilerle evlenirlermiş…
Böylece anlıyoruz ki, bu beyefendiye göre evliliklerin çoğu, orospularla beyefendiler arasında gerçekleşiyor…
Yeni nesil aşklar mektup gibiymiş: yazarmışsın, yalarmışsın, postalarmışsın.
Ana bir bacı iki, gayrısına çal siki diyecek neredeyse; anasını bacısını, kendinden koruyor.

Güzele bakmak seraptır
Gençken ilk iletişimlerimizden birini hatırlatıyorum:
-Kadınların peşinden bu kadar gitme yahu, bırak onlar gelsin.
-Benim gitmem lazım.
Yıllar sonra, kadınlarla ilişki karakterlerimiz oturduğundaki diyalogumuz da şöyle:
-İkinci eşimle evliyim, birkaç tane de Rus oldu hayatımda. Seninle yarışamam tabii.
-Yarışmana gerek yok, ben terslerim sen teselli edersin.


H.İ.S.
18 yaşındaydım. Yazlıkta beğendiğim kızla birkaç yıldan sonra tanışma fırsatı doğdu. Esprisine kıza çıkma teklif etme oyunu oynanmaya başladı erkekler, sıraya girdiler; ben de itildim sıraya. Reddediyor, reddediyor, önümde bir kişi kaldığında çıkıyorum sıradan. İlişkimiz bu kadar. 

Erkeklerle bir kadın ve bir erkek kadar farklı iki ırkız.

H.İ.S. bir öykümün adı, Herkesten İyi Sevişen demek… Bir hangarın içinde erkekler toplanmış, ortada mabet gibi bir yer, yüz seksen derece etrafı merdivenlerle çevrelenmiş tepede bir yatak, çıplak bir kadın. Erkekler teker teker çıkıp kadını tatmin etmeye çalışıyorlar, genelde seks ile, istersen sadece konuşabilirsin de, ama kadın çıplak, kadın jüri… Sırasını bekleyen erkekleri konuşturarak dalga geçiyorum onlarla… Sonunda birisi kazanacak yarışmayı kadın onu işaret etmekte zorlanacak, arkası dönük “yapıldığından”, orgazm olduğunda da gözleri şaşılaşıp bir süre etrafı göremediğinden, bu arada adam arkasını dönüp gittiğinden:

“Sonraki adamı kabul etmiş kadın. Adam kadının içine girmiş, hem de çok acemice bir giriş, beceriksizlikten ya da heyecandan, artık bilmiyorum, daha ilk saniyeler oynanıyor, dikkat edin, kadın gözlerini açmış. Evet, demiş, işte bu... Bir dalgalanma olmuş kalabalıkta. Herkes birbirine bakmış. O kadar uğraşmışlar biraz önce, kıçlarından ter akmış, bırakın gözünü açtırmayı kadının ağzından bir oh duyabilmek için; bir o kadar da bunun için bekleyenler... Herifin biri, sen gel, birkaç saniyede... Ne idüğü belirsiz bir giriş. Nasıl ya? İtiraz etmişler.

Henüz denenmemiş bir dolu erkeğe, denenmiş ama seçilmediği için kadına kinlenmiş, gururuna yediremeyen bir dolu erkek de katılıyor, hiçbir şansları olmadığını bilenler de ön ellemeyi geçmenin şaşkınlığıyla bu kalabalığa karıştığında herkes itiraz etmeye başlıyor, evet, herkes.

Tuzağa düşmüş oluyorum böylece. Hangarın en uzak köşesinde gitmeye hazırlanan, kalabalıkta itiraz etmeyen tek tip olmamdan da kolayca görüp tanıyor. Herkesin uzağında tanıyor beni.

“Nasıl tanıdın?” diye soruyorum yine de ödülümü verirken. “Sırtından” diyor. “Çekip giden erkek sırtından...””



(…..) 

“Allah belanızı versin.” 
Allah 

Şeytan adice bir plan yaptı; günlüklerine bakarak yargılayacaktı insanları. Adinin adisi insan buna çok sevindi ve aynı zamanda aptal olduğundan gönlünce yazıp savundu günlüğünde kendini. Böylece sadece günahları için değil ikiyüzlülükleri için de yargılanmayı hak etti. Kendi hayatına yalancı tanık olarak.

Sosyetik 

“Uzun kıvırcık saçlı, sakallı, gayet cool görünüşlü biriydi benim için Sohtorik. Şimdi anımsayamıyorum ama gruplarında bir kız vardı, o ilgimi çekiyordu.”

Hiç baktın mı peki, kızın ilgisini gruptan kim çekiyor.

“İngilizce İşletmeyi kazanmış okuyordu. İstanbulluydu. Bebek’te oturuyordu. Benim için gayet sosyetik sayılırdı. Daha doğrusu farklı diyeyim. Dikkat çekici bir tipi olduğu için.”

Adam İstanbul’a sen mi büyüksün 
ben mi der gibi bana. 

İstanbul’a gelenlerin Haydarpaşa’da inme klişesi vardır ya, oooo ne büyük şeher derler, korkarlar ya da sen mi büyüksün ben mi büyüğüm görücez bakalım diye meydan okurlar, ben sana okuyum bak meydanı: Haydarpaşa’dan Üsküdar’a varan sahil yolunda 3 büyük viraj vardır, her virajda İstanbul biraz daha açılır sana, biraz daha büyür, ilk, açık deniz ve Bakırköy sahili uzaktan, ikincisi, eski kent, saray ve Beşiktaş’a doğru, üçüncü, Allahın hakkı; Boğaz, ki bir koy sanırsın, oysa bir koy bin al, yolunda başın gider, pardon döner, taaa Karadeniz’e kadar... Haydarpaşa’daki o, bu ne büyük şeher diyen saf vatandaş, bu yoldan gelse bir, büyük değil sadece, büyüyen bir kent görür ve büyüklüğün önemli olmadığını, devamlı büyümedikçe küçük kalındığını anlar, da kendini yutacağından işte o zaman korkar esas, çünkü kimse İstanbul kadar büyüyemez, hem muhteşem, hem kurdeşen. İşte sen Haydarpaşa’yı gördün daha henüz sadece arkadaş…

Bebek’liyim ama yükselenim Hisar 

Alil’le tanıştırmaya getirdiğim Ayşe, Alil yerine hep benle ilgileniyor, Melisa adlı arkadaşıyla karşılaşıyoruz, bize katılıyor. Alil’e Melisa’yı işaret ediyorum ama Melisa da bana kur yapmaya başlıyor, sen de mi Bebeklisin Murat, Bebekliler çok özeldir, ben Bebeklilerle bayılırım, onlarla çok iyi anlaşırım diyerek. Bir yerden sonra sıkılıyorum, espriyle geçiştirmeye çalışıyorum: Ama yanımızdakiler Bebekli değil, ne yapalım şimdi onları atalım mı sokağa, Bebek’ten denize mi dökelim.

“Bizim eşrafın gençleri öyle tipleri sevmezdi. Bir ara sorun da yaşadığını anımsıyorum hayal meyal.”

İstanbullu, Bağdat Caddeli bir tiple yaşamıştık sorunu. Beni kesen kız arkadaşını değil, kestiği için beni cezalandırmaya kalkan bu caddeli anzoyla bizi kavga edecekken ayırıp ona dayılanmasının dersini verip gönderdikten sonra daha fazlası için yardım isteyip istemediğimi sormuştu Alil’in eşraftan beni seven biri, uğraşalım mı onlarla demişti. Ona verilecek tek ders olarak kız arkadaşını elinden almak türü bir erkeksi dersin hocalığını istemediğim gibi, sevgilisi varken beni kesen bu kızı bir anzonun elinden kurtararak mutlu etmeye de gerek görmemiştim. Güzel ama basit bir kesişmeydi, bir ilişkiyi bitirecek ya da başlatacak kadar değildi.

“Dışarıdan dikkat çekiciydi ama öyle fazla aktif sayılmazdı. Yani kızlarla birlikte olmak için biraz yırtıcı olmak gerek. Armut piş ağzıma düş ortamı biraz nadir olur. Murat öyle bir beklenti içindeydi. Şimdiki hayatında bile internete kapak atmış. Oltayı sallamış internet denizine vuran balıkları çekiyor sakince kendine. Yani öyle aşırı efor harcama yok."

"Murat da okulunu bitirmiş boş takılıyordu. Sonradan bu boş takılmaların hayat felsefesi olduğunu öğrenecektim. Çalışmaya karşı antipatisi olan birisidir Sohtorik. Bilgili olmasına karşın bilgisini sadece kendi belirlediği mecralarda hayata geçirmek isteyen yapıya sahiptir. Kuralları kendi koymak kendi dünyasında mutlu olmak ister.” 

“Metin yazarı olarak çalışmış gördüğüm kadarıyla iyi eserler de vermiştir. Çalışmama inadı kırıldığında halen sürekliliği olmayacak denemelere (bana göre) devam etmektedir. İyi yaşamak tarifini ince çizgilerle belirlemiş. Dışarıdan formel yaşayan insanlar için etkisiz eleman gibi duran ama yaklaştıkça insanı içine çeken ve saygı uyandıran bir yapısı yoktur dersem ona haksızlık etmiş olurum. Bilmeden çalışmayı reddetmiş bir insan değildir. Hâlâ kitaplarının çok satacağına inanmaktadır. Benim odaklandığım nokta onun kitap yazabilmiş olmasıdır. Kitapları marjinal, genel beğeni kitlesine hitap etmediğini düşünsem de (birini okudum) bu ülkede neyin tutacağını neyin tutmayacağını bilemeyecek kadar tecrübe sahibi oldum diyebilirim.”

Şarlatan Şarlok 

Galile’den önce inanırdık ki, Dünya’nın dönmediğini biliyoruz... Şimdi ise biliyoruz ki, o zamanlar Dünya’nın dönmediğine meğer inanıyormuşuz. 

Neyde tecrübe sahibi olmuş acaba, “her şeyde” mi…
“Bilemeyecek” yazıyor zaten, her şeyi de bilemez ki, onun dalgınlığıyla olmalı; şuuraltı da olabilir tabii; tezgah altı da.
Zen ustası demiş ki, sandviçimin içinde “her şey” olsun.
Bizde her şey bulunur da, diyor Alil, bir o istediğinden yok.
Fol yok yumurta yok, sen ne satıyorsun usta?
İşte tecrübe olsun, genel beğeni olsun, her şeyin ruhunu satıyorum; üst düzey bir zanaat bu.
Tecrübe sahibi oldum derken, isim hakkını almış sanırım, her şeyde tecrübe sahibiyim diye kullanıp caka satabiliyor…
Peki o zaman: Yazdıklarımla öldükten sonra da hatırlanmak istiyorum, o bulunur mu bari? Diyecek ki şimdi, öldükten sonra gel, bakalım.
Ne anlamı var ki, sen hayatta olmayacaksın...
Ama bunu şimdi hissetmek hayatıma 10 sene katıyor; hangi zanaatın böyle bir getirisi var bugün… Yazdıkça yaşlanacak daha az şeyim oluyor...

Orijinal: İlk harika taklit

İkinciyi geçersen kaçıncı olursun; ikinci. Demek ki kendini aşarsan ancak kendin olursun. Kendini aşamazsan; başkasını geçmeye çalışırsın. 

25 yıldır pazarlamacılık yapan biriyle yazarlık yapan birinin zekalarının farklı gelişeceğini aklı almıyor; pazarlık ve yazarlık…
En azından, keşke, sonradan görme olsaydın bari.
Ben sanki baştan beri biliyormuşum...
Altından kalkamayacağı durum bu zaten: Çok daha temelde bir şey, fabrika ayarları: Doğduğunda gülen bir bebek gibiyim, doğduğundan gülen bir bebek. Şaşırarak bakıyor: Bu bebek yeni çıktı şu delikten, neden gülüyor… Doğmuş olmaktan mutlu, olmuş olmaktan, sanki bu koca adamdan çok önce, bir gelmişim dünyaya, da ısınmışım yerime, ısıtmışım da yerimi, ellerimi ayaklarımı, oynatarak, uçmak istermişim gibi; annenin kucağından boşluğa fırlatmam gibi atıyorum kendimi yataktan, uçmayı unutmuşum, mutluluğuysa taşımışım, farkındayım bunun, böyle uyanıyorum her sabah, yeni bir güne ve hayata, kavuşuyorum; yeniden tanıştığım eski bir dosta. O kalkıp işe gidiyor, ama önce spora mutlaka, dün günkü gibi, annesinin kucağından uçmaya atladığında engellendiğini, enselendiğini hisseden bir bebek gibi yaşamaya başladığında mutlu olamayacağımı hissederek ağlıyor; susamıyor…

Genetik mi, çevre mi; yoksa ben mi…

Doğuştan avantajlı olduğumu düşünüyor, ama sadece fiziksel anlamda, yani yakışıklı ve bebekli. Zekasını yarıştırmaya kalkıyor benimle, oysa ben üniversitede bıraktım bu işleri, ki deham ortaya çıksın. Matematiği bırakıp edebiyata bu yüzden yöneldim, edebiyatı yetersiz görüp felsefeye, felsefeyi edebiyat kadar belirsiz görüp edebiyatlaşmayan, bencilleşmeyen bir felsefeye; konuşmayı bırakıp, susmaya ve yazmaya…­ Yakışıklı olana karı boşamak kolay diyecek ama yakışıklı olup olmadığımı da hiçbir zaman bilmedim, tek bildiğim yakışıksız olmadığımdı, baştan beri; ve bunu korumaya çalıştım sadece. Karizma oluşturulur ve geliştirilir bir şeydir, sen de oluştursaymışsın bir… İkincisi, ki tüm bunlar hayatta ikincil, hayatta geçerli olan akıl, ahlakın aklıdır; ahlaklı olmayan akılsızdır.


Rüyalarımız da bizi görecek mi: Hülya

İnternette didişerek ilgimi çekmeye çalışan eski okul grubundan az biraz tanıdığım bu kadına asılıyor.
-Hanımefendiyi tanımam! Ama haklı… Bu ne ciddiyet, bu ne hışım muratçım. Kızcağız bir şey söylemiş hem de doğrusunu söylemiş daha üstüne laf söylemeye gerek yok be kardeş. Hem kızma, senin de bilemeyeceğin konular ve konuklar çıkabilir hayatta. Takma…
Hanımefendi dediği bu kadın, bir meyhane toplantısında yine karşıma çıkıyor, Alil de yanımda…
Herkesin içinde bir sloganıma vasatmış diye laf atıyor (erkek dergisi için Adamakıllı Dergi)… Alil de onu destekliyor.
Adadayız, geç kalırsan bende kalırsın diyor Hülya, Alil de benle olduğundan o da kalacak, Hülya’ya asıldığı için beni rahatsız etmezler diye düşünüyorum.
Evde son biraları içerken yere bir şeyler dökülüyor. Neden onu oraya döktün diye başlıyor Hülya, ne adamsın, diye devam ediyor ve devam edecek, sıçacak ağzına, benim yanımda olduğu için huniyle; pardon ya, diyorum, onu ben döktüm, kusura bakma; dur temizleyeyim diyor...
Ben salonda yatacağım, hayır diyor Hülya, bir şey söyleyecek duruyor, sana misafir odasını hazırladım… Alil salonda yatıyor.
Sabah Alil geliyor yanıma, Hülya zannediyorum, korkuyorum;
-Oğlum, yanına gittim karı vermedi, lezbiyenim dedi.
-Hah diyorum, ben de homoseksüelim…
Karı benim yanıma geldi, yanında yatacağım dedi, uykuya yeni dalmıştım, niye olduğunu anlayamadım, bir şey diyemedim, öyle yan yana yattık tuhaf ama ben yine dalıyorken, biz sevişmeyecek miyiz dedi, uyku sersemi ne cevap vereceğimi düşünürken homoseksüel misin dedi…
Evet…
Pardon deyip yerine döndü, ben de mışıl mışıl uyudum.
Alil o sırada gitmiş olmalı yanına, gerçekten homoseksüel olup olmadığımı düşünürken, lezbiyenim demek öyle aklına gelmiştir, biz sevişmeyecek miyiz dememiştir Alil, erkekler kibardır, lezbiyen misin diye de sormaz, lezbiyenim diyene de pardon demez, onun için fark etmez çünkü.
Onun için mi Murat’ın peşindeydin tüm gece diye de sormaz bu yüzden… Rekabete girer…
Rekabet falan yok oğlum, kadın seni istedi mi hiç…
Kuyruk salladı.
Sana arkasını döndüğünden öyle gelmiştir.

Aşmayalım da bekleyelim mi…

Karşımda içiyor şu anda. Beni dinlemiyorsun diyor.
Son cümleni tekrarlayayım istersen; 1992'de Bozburun’da söylemiştin, en son adam gibi lafın oydu.
Geçmişin peşinden geliyor götün gibi.
Gelecek de arkadan sokulur.
Bunları unutmak istiyorum, diyor.
Gösterdiğim yere bak, parmağıma değil.
Ama beni gösteriyorsun.
Çünkü faşizm iki mazeret arasında başlar...
Başını Metil’e çeviriyor: Senin hayat nasıl gidiyor?

Metil
Ben de hatırlamak istemiyorum.
Ama ikiniz de hatırlanmak istiyorsunuz, ben yalan hatırlayamam sizi.
Uzaklara bakıyorlar, dışarıda hayat nasıl gidiyor…
Fermuarınız açık dedim geçenlerde bir gence, fısıldamanıza gerek yok dedi, artık moda buymuş…
Merak etmeyin, içerde çırak var derlerdi eskiden.
Sohbet bilgiyi artırır, dahilerin okuluysa yalnızlıktır; geyik muhabbeti neyi artırıyor peki, geyikleri mi…


Mevlana (Hitler'e): 
Önce o elini indir...
Ali yanında bir kadınla geliyor, sohbete aldırmayarak, merhaba bile demeden, anlat bakalım neymiş benimle derdin diye kabadayı kabadayı oturuyor. Hiçbir derdimi anlatamadığımdan yarın seninle konuşmak istediğim bir şey var diye mesaj atmıştım, aradı, telefonda konuşulacak bir şey değil yarın konuşuruz yazdım, yarın yine boş vereceğimden, kendime uyarı alarmıydı bir çeşit, ama alarm sizi böyle dayı dayı uyarmaz. Sonra konuşalım diyorum, şu an uygun değil, nedir derdin diye ısrar etmeye devam ediyor, biri sana bir şey mi anlattı, biri beni bir şeyle mi suçladı; hayır, böyle şeylere inanmam, bana karşı bir hatan olmuş olamaz mı peki; hayır olamaz, haydi bakalım dinliyorum anlat. Şu an çok uygun değil diye tekrarlıyorum, bu kez yanındaki kadını da işaret ederek. Duruyor, bu sevgilim şu diye tanıştırıyor, Şuşu, hadi anlat bakalım… Allah Allah diyorum, sen tercih mi değiştirdin.
Kız kalkıyor, bu da peşinden abadayı abadayı…

(…..) 

Evrim
Yüzdük yüzdük kuyruğuna geldik, bir de baktık başını kaçırmışız diyerek parmaklarımı şaklattığımda başka bir kız geliyor, Metil’in yanına oturuyor, Metil omzuna kolunu atıyor, kız silkinip kurtuluyor adamın koltuk altından, şaşırarak bakıyor Metil kıza, kızın donmuş bakışlarını takip ederek bana yöneliyor, sevgilisi olamayacak kadar genç, daha da önemlisi güzel, en önemlisi akıllı bakıyor, Evrim diye tanıştırıyor, kızım, sen de babası olmalısın o zaman diyorum gülerek, kıza dönüyorum, Devrim koymalıymışsın adını, sütçü ya da dürümcü, ama Evrim olmadığı kesin…
Erkeklere verip veriştiren bir dolu kadının babasına tek laf hissetmemesi nedendir diye soruyorum Alil’e. Kızın var mıydı senin. Gerçi bunun bir önemi yok, ama varsa kesin tanışmak istiyorum; hatta benle tanışması için yap bir tane, bu iyi bir neden; yoksa prezervatife yerli ad bulmuşlar, kuşakabin…
Metil’in kızına anlatıyorum sonra her şeyi, o konu mankeni ben de sahnedeymiş gibi, bunun ironi olduğunu anlarsa kurtulacak yoksa yok olacak, beraberinde dolu erkeği dize getiriyorum diye dibe çekerek. Diğer yandan beni baba gibi görmesi, gerçek babasıyla kıyaslayabilmesine olanak tanıyacak ve gerçeklik duygusunu geliştirecek. Doğmasına daha vakit var. Babanızı sevme nedeniniz onun sadece kızı olmanızdır, anneniz gibi onla yaşamadınız. Parantez açıyorum, çoğu oğlan da aslında, anneleri gibi hatta annelerinden de kötü yaşamış olmalarına rağmen yine de toz kondurmazlar çok çektikleri babalarına. Parantezi kapıyorum. Anneniz babanızı hangi kusurlarına rağmen sevdi acaba, siz sevgilinizi neden onlara rağmen sevemiyorsunuz. Erkek arkadaşlarınızı da yerin dibine geçiriyorsunuz, haksız rekabete soktuğunuz babanız yüzünden.

(..…) 

Kara dul
Yıllar sonra tekrar bir oluşumun içine davet ediyor bu Metil. Orada ak koyun kara dul kuş beyin artık tam olarak ortaya çıkıyor. Maaş yok, müşteri almak için çalışacağız, alırsak iki kat para alacağız, alamazsak hiç. Teklifi bu ama patron teklifinin kendine getirdiği yükümlülüklerin farkında değil, her zamanki gibi. Artık patronluk yapamaz, ancak taslayabilir. Onun karışmalarıyla yaratıcı çalışma yanlış ve kötü bir yere gittiğinde eskiden, boş ver maaşımı ödüyor nasılsa noktasında durdurabilirdim itirazlarımı, ama artık müşteriyi kaçıracağımızdan para da alamayacağımız için karışmasına izin veremem; birçok Türk fakiri patron gibi parasıyla borusunu öttüremez artık; bu kez ortağız, eşitiz, yetenekli yeteneksiz, karakterli karaktersiz ne kadar eşit olabilirse artık…

Olay şöyle bir yere geliyor: Bunun bir stratejistiyle birlikte, bir kara dul, solaryum bronzu bir dişi yaratık, 2 stratejiden doğru bulduğumuz tekiyle bir yaratıcı çalışma yapıyorum. Metil olaya sonradan karışıyor ve diğer stratejiyle yapmamız gerektiğini öne sürmeye başlıyor; üzerine düşünüp, yaratıcı çalışma sürecinde yanlışlığına daha da inandığımız diğer stratejiyle. Kara dul da bunu desteklemeye başlıyor, kocasını yemiş bitirmiş, beni de satıyor. Tabii artık stratejilerin doğruluğu ya da yanlışlığı konuşulmuyor her zamanki gibi, temel sorun yine yanlış strateji olarak öne sürülmüş bir ego için yapılmış kötü yaratıcı çalışma olarak karakterleri, bu karakterlerinin benimkiyle çatışması. Fikre onlara karşı olduğum, kendi fikrimi dayattığım için katılmayacağım konusunda önyargılıdırlar, kendileri öyle yapacaklarından. Fikirlerini gerçekten ikna olmaya çalışarak dinlememi anlamıyorlar, kendileri asla böyle yapmayacaklarından. Kendi fikrime gerçekten inandığımı da anlayamazlar bu yüzden, kendileri öyle yapmadığından. Temel hata, fikirlerime değil insanlığıma karşı olmaları; karakterime ve suratıma karşı olmaları, kendi yanlışlarını suratlarına vuran doğru karakterime…

Ama işte onlar da iyi ve doğru ve hatta dürüst insanlar olduklarını düşünüyorlar, savaştıkları şey aslında sağlamlık…

Aslında sağlam… Aslına sağlam… Çünkü aslına sadık.

Güçlüyü yenerek, güçlerine güç katacaklar…

Diyorlar ki: Stratejiye göre yaratıcı çalışma yapılır.

Stratejiler yaratıcı çalışma sonrası yanlışlanabilir görüldüğü gibi diyorum, yeterince derin düşünmemişsiniz, örneklememişsiniz; biz yaratıcı çalışma için gerçek hayattan cümleler ve görüntüler ararken olayı pratik düzlemde düşünmeye başlarız ve sizin teorideki eksikleriniz ortaya çıkabilir diyorum.

Adamın biri diğerinden zekiyse aptalın yanlışlığı ortaya çıkabilir görüldüğü gibi demiyorum.

Biz böyle çalışmayız diyor kara dul, haklı olduğundan değil stratejist olduğundan; bu hep böyle olmuştur diyorum, bu genelde böyle olduğu halde, sizin dediğiniz gibi başlar ama benimki gibi devam eder.

Fikrimizi kabul etmiyorsun diyorlar.

Herkesin sizinle aynı fikirde olmasını istemeniz ne büyük alçakgönüllülük; benzersiz olmak istememeniz.

Yok, bunu anlamazlar; şöyle diyeyim: Siz de benimkini kabul etmiyorsunuz.

Söylenecek hiçbir şey kalmıyor ama hâlâ konuşuyorlar, burada bırakalım düşünüp tekrar toplanalım yarın diyorum, vaktimiz yok diyorlar.

Tartışma kazanma esnafı olarak yetiştirmişler kendilerini; en safı olarak...

O zaman benim dediğim gibi olacak diyorum.

Nasıl böyle dayatabilirsin diyorlar, gözleri fal taşı gibi açılmış, nasıl da haksızlığa uğramışlar bakın gördünüz mü…

Toplantı odasında bir ses, Murat’a dayattığınızdan o da size dayatıyor diyor. Bu da nerden çıktı? Saatlerdir suskun kalmış tasarımcımın sesi olabilir mi, yok canım, gaipten gelmiş olmalı, en mantıklı açıklaması bu, tekrar bana dönüp tartışmaya devam ediyorlar.

Benim stratejim ve benim yaratıcı çalışmamla gideceğiz diyorum. Sonuçta bu işin yaratıcı yönetmeni ben olduğuma göre…

Yaratıcı yönetmen mi diye gülüyor kara dul.

Kara kul

Neden güldüğünü bilmiyorum, tahmin etmek de istemiyorum… Reklam sektöründe bir şey olmak isteseydim olurdum diyorum Etil’e bakıp sırıtarak, sırıtmayı becerebiliyor muyum acaba, ben gülmeye alışığım… Ama konu daha sakat: Seni çok tanımıyorum kara kul, Metil’in onayıyla bizle çalıştığına göre şimdiye kadar benim onayımı da almış bulunuyordun, ama bu işi bitirelim, beraber çalışmaya devam edeceksek reklam sektöründeki tecrübenle ilgili bana bir sunum yapmanı bekleyeceğim.

Aval aval bakıyor: Buraya dişimle tırnağımla geldim ben!

O dişlerini fırçala ve tırnağını da kes artık.

Metilda’ya bakıyor, iyi ki Metilda yanındakileri satan biri. Bu müşteriyi almak istiyor ve tek çaresi var, ama son bir deneme:

Beğenmediğimiz, inanmadığımız işi sunmamızı mı bekliyorsun diyor, arkadan enseye duygusal yaklaşım.

Açıkça suratlarına: Beklemiyorum, sunmak zorundasınız. Para kazanmak istiyorsunuz…

Aval aval 2 çekilmiş, ilk yarıyı seyrediyorum…

Strateji budur, yaratıcı çalışmayı sizden bekliyorum, diyerek toplantıyı terk ediyorum...


(….) 

Kör
-Kamburların ve körlerin birbirini, körlük daha zor, hayır kamburluk daha zor diye suçladığına tanık olmuştum.
-Körlük daha zor ama…
-Kör müsün.
-Evet. Ama yavaş yavaş açılıyor gözümün biri.
-İkisinin arasında bir hareketlenme olursa sakın şaşırma; üçüncü gözse sık, sivilceyse peygamberliğini ilan et, sakın karıştırma, bu yüzyılda bu moda. 

Kör olduğun için üzülüyor musun diye sormuşlar Stevie Wonder’a, yoo demiş, beterin beteri var. Mesela zenci de olabilirdim.
Mesela metil de olabilirdi.
Normalde aralarında ben olmasam iyi anlaşabilirler aslında. Böyle düşük karakterlilerin birbirleri için karakterlerinden feda edecekleri daha az şeyleri bulunuyor çünkü. Müthiş özgürler, bir doğruya göre hareket etmek zorunda değiller. Herkesle de iyi anlaşırlar; kalabalık insanı aptallaştırır, böyle aptalsa mutlu hissettirir; her insanda ayrı bir güzellik bulan o zorlama tipler gibi, dünyaları nasıl küçük. Ama ben varken Allah büyük, duyuyor işte, duyup duyup vuruyor.

Suçlu
Trenle tatile gittiğimiz bir gece, yemek vagonunda meyhane muhabbeti yaparken tren köyün birinde duruyor, akşam, öyle bekliyoruz, çok sempatik. Gençliği köyde geçmiş bir arkadaş sonradan söylüyor, köyün gençlerinin tek takılacakları yer orasıymış, tek eğlenceleri, disko derlermiş hatta... 2 tane var o gece, bizim cama yaklaşıyorlar, Alil ve Etil’e benzemiyorlar mı bunlar, teki Hande’ya öpücük gönderiyor… Bakıyorum ne yapabilirim diye, bir şey yapmalı mıyım, çıkayım mı; ne yapıyorsun gibilerinden bir el hareketi, sustalısını çekiyor, bir şeyler söylüyor suratında bir nefret, bıçağı saplarım gibi hareketler, geliyorum içeriye imaları… Artık çıkamam, o girebilir mi? Öyle önümüze dönüp gülüyoruz, önce sinirden, sonra hüzünden; Allahtan tren hareket ediyor… 

Haksızlık yapmayalım, Alil ve Metil’e sadece benziyorlar. Ali’ye hiç benzemiyorlar, Ali’nin hep bir havası olmuştur. Belki Ali tren olabilir… Öyle aynı hatta, leyla leyla.
Metil de istasyon memurudur.

Dalga
Irvin Yalom anlatıyor: İki arkadaş aynı terapiste gidiyorlar. Terapistlerine kıl oldukları için bir oyun oynamak istiyorlar ona ve aynı rüyayı anlatmaya karar veriyorlar. Terapist ilk seansta dinlediği rüyanın tıpa tıp aynısını, dördüncü seansta da dinliyor. Hiç istifini bozmadan şöyle diyor: Ne ilginç, bugün aynı rüyayı üçüncü kez dinliyorum!
Zannediyorsunuz ki akıl akıldan üstün…
Halbuki gerçekten de aynı rüyaları görüyorlar bu ikisi. Diğer ceylanlardan değil çitadan daha hızlı olma rüyası.

(.....) 

Kendini bil; Dandini Bill 

Birçok şeyi üst üste kurmuşlar, ben bi tık aşağıya çekiyorum bunları, ama ne tık! En temelde bir yerden olduğundan, “sıçtık”, tüm yaptıkları yıkılacak. Yapmak zor, yıkmak kolay lafını işte böyle bir tık değiştirdim. 

Yaşlanmalarını bekleyeceğiz, sonunda onlar da birçoğunun uyguladığı yöntemi uygulayacaklar, ölerek, iyi bilirdik dememiz için arkalarından…
Ölmeyecek olsalar zaten çekilmezler.

Sopa kilime vurulmaz, toza vurulur. 

Arkadaş olduktan sonra bile bana siz diyen o okurum şöyle yazmıştı: Sert yazdığınızı düşündüm başta, ama yaşadıklarınıza tanık olunca daha bile sert olmalıymışsınız dedim. Hatta ben de size sert davranmıştım.

Tasavvufla yoğun ilgilenen bir ünlü yazar beni biraz tanıyıp şöyle yazmıştı: Sizin gibi aynı anda hem muhalif ve meraklı; hem öfkeli ve sevecen gözle bakabilen çok az insan var… Vicdan azabı hissetmiştim sonra, onunla ilgili öfkeli eleştiriler yazarken; meraklı ve sevecen olunabilecek şeyler yapmıyor, yazmıyordu.
Ama yine de internet profilimi ele geçirip insanlara kaba, küfürlü, hakaretli provakatif mesajlar atıp imajımı sarsmaya çalışan kişi şu ana fikirde mesajlar almış geri: Murat, yaşlandıkça kibarlaşıyorsun.
Ne de olsa okşaya okşaya düzene politikacı derler, yazar dediğin düze düze okşayandır.
Öfkelenmem esasen eğlenmemi engellemek içindir; çünkü eğlenerek tepki gösterirsem, cümleleri pusu gibi kurarsam, kurtuluş yoktur karşımdaki için, 3 haftadan başlar; erkekler 3 hafta kadar sevişemez, kadınların regl günleri 3 hafta kadar gecikir…
Küfür etmem de hakaret etmemek içindir… Örnekle açıklayayım: Acıyorum sana anlamında, ayyy çok acı çektin değil mi diyen bir kadına, ayhh kişisel gelişim orospusu dedim; hataydı, sadece orospu demem yeterliydi; o sadece bir küfür, gerçek bir şey yok, orospu olup olmadığını bilmiyorum, değilse değilim der geçer; ya da ağzına niye sıçayım mesela birinin, manyak mıyım… Ama kişisel gelişimini aşağılamam hakaret, çünkü gerçek. Kurtulamaz ondan artık, üzerine yapışır. Öküz demem, mesela, küfür ama geri zekalı demem hakaret çünkü gerçekten geri zekalı; oysa benim için kullanıldığında geri zekalı mesela, eşek gibi bir küfür, eden için kendi zekasını aşağıladığından hakaret, kendi kendine, durduk yerde…
Demek kişiden kişiye de değişmesi gerek bu kavramların; hatta zamandan zamana; eski bir Türk filminden şu replik, “Kavga etmeye, adam öldürmeye hazırım ama cinayet işleyemem.” iyi ifade ediyor...
Orospu demem sert mi, sert; peki demesem; bana kızma hakkını elinden almış olurum; oysa orospu denilince, hah diyor anlamsız kişisel kızgınlığımı oturtabileceğim bir zemin çıktı karşıma; yani fazlaca kibarım…
Düello zamanlarını çoktan geçtik, genelde sidik yarışları var çağdaş dünyada, oysa diğer düelloları bile işeten bir düello sahnesi hatırlıyorum, bir çizgi romandan:
Düelloya davet ettiği rakibin kurşunu başını sıyırır­. Gerçek düelloda düelloya “davet” eden, önce rakibinin silahı önünde durmalıdır; çünkü böylece, korkakça, ben silah kullanmakta zaten ustayım, düello bir formalite, seni yeneceğim, öldüreceğim denmek yerine, gerçek bir gururla denilmiş olunur ki, sana, nefret ettiğini, beni, öldürme şansı tanıyorum… Sıra kendisine gelince nişan alır ve bekler, nişanı uzatan erkek makbul değildir, bekler bekler; rakibi de önce gururla bekliyordur; önce; ya sonra; dakikalar sonra, saat sonra, üzerine bir silah doğrultulmuş, şahitler de kibarca bekliyor, ateş edene kadar, sabahsa sabaha kadar beklemek zorundalar; bekler bekler, öldürmeyen şey gücendirir, öldürmeyen şey gevşetir, sinirleri; sinirin sonu selamet değildir, iyice gevşer ve ağlayarak yere yıkılır, sanki ayaklarına kapanır. Ateş eder de formalite icabı, basit bir yaralama, düelloyu bitirmek için; zaten bitirmiş de kurşun işin tuzu biberi...
Yani kişisel gelişimini aşağılayıp ayaklarıma kapanmasını sağlamak yerine, orospu diye küfür ederek kurşunu yapıştırmış oluyorum kalbine, yoksa alnına; gurursuz bir yenilgiden kurtarmış oluyorum onu…

On Emir
-“
Bir durumu tek bir güzel sözle özetleyebildiği için insanlar ona hayrandı, ama bu yaptığıyla konuşmayı başlatmıyor sonlandırıyordu.” 
-Konuşma olsun istemediği açık değil mi.
-Ama bilgelik demokrattır yazmıştın.
-Demokratlıktan ne anlıyorsun? Herkes konuşsun demek mi demokratlıktır; bence en akıllı konuşsun demek demokratlıktır; o akıllı bir de iyi biriyse, o zaman tadından konuşulmaz; ve o kişi sensen…
-Sensen?
-Susturursun.
-İnsanları susturmak ne anlatır?
-Susmadıklarını anlatır.
-İnsanları ikna etmek bir şiddet biçimidir.
-İkna etmiyorsun ki susturuyorsun… Anladın mı göt… Bak, olayı kıçından anladığını sadece ima ettim.
-Ben sana göt desem!
-Adamın ağzına sıçtığımı anlatan doğru bir tespit de olabilir.
-Hey peygamber, demiş Tanrı, onları hidayete erdirecek sen değilsin, benim. Senin bu kadar öfkeli olmaya ne hakkın var?
-Her şeyden önce üstüne itaat zımbırtısı. On emir, mon amur… Hiç bu gözle bakmadın mı, ilk beşi tanrıya, devlete, patrona, anaya-babaya itaat de altıncıdan başlıyor adam öldürmeler, hırsızlık yapmalar, yalan söylemeler. Tanrıya inanmadın birinci dereceden, devlete patrona itaat etmedin ikinci üçüncü dereceden suçlusun, adam öldürdün, olur o kadar canım, altıncı dereceden suçlusun… Son beşine uyduğunda hem, adam öldürme yok, hırsızlık yok, yalan yok, aldatma yok; ilk beş otoriteye uymana gerek yok, ne diyorum, o otoritelerin varlığına gerek yok… Patronluk taslayan birinin yazdığı açık değil mi…
-Tanrı'ya inansaydım, kendimi beğenmişliğimin haddi hududu olmazdı, soyunup sokaklarda çırılçıplak dolaşırdım demiş adam...
-Tanrıya inanmayınca da başkalarını mı soyuyormuş…

(....) 

Müstahak 

İkinci eşim de ayrılmak istiyor… 

Alil’in neden bu kadar durgun olduğu anlaşıldı. Müstahaktır demek istemiyorum. Ben söylemiştim demek istemiyorum çünkü söylememiştim, anlamayacaktı. Evlilik, ilk bölümünde esas adamın öldüğü bir aşk romanıdır derler, Alil esas adam da değildi; değilsen kadınlara esas kızmış gibi davranıp kraliçelermiş gibi kandırmayacaksın, mutsuz olarak öderler. Eğer ile meğer evlenmiş, keşke adlı çocukları olmuş da derler; bu lafları doğrulamak için yaşadığını düşünüp içten içe gururlan bari.
Absürtük Metinler’den şunu okuyorum: Siz erkekler kaba değilsiniz kibarsınız aslında; ama yalancı kibarlık, işte bu çok kaba.

Kitabını imzalı isterim, diyor; 32 yerinden imzalayacağım sana…



O kadar kötü huyunu gördüm ama bir kere bile sesini yükseltmedin.

Yıllar önce üç araba güneyden dönerken, ben artık bunların peşinden gitmeyeceğim demiştim öndeki devamlı sollayan iki erkek şoför arkadaş için. Kararlaştırılan konaklama yerine onlardan 7 dakika kadar sonra vardığımızda yemeklerinin gelmemiş olmasından değilmiş asık suratları, kavga çıkmasındanmış fazla hızdan, kızlar korkmuş, uyarmışlar, adamlar da her halde gururlarına yedirememiş, ne de olsa bu yolda ölürler bile onlar… Sıkılmalarının, kavgalarının acısını bana bulaşarak çıkarmaya çalışıyor erkekler: Korkuyor musun oğlum hızlı araba kullanmaktan…

Niye korksun canım diye beni korumaya çalışırken kızlardan biri, yo diyorum korkuyorum, tabii ki korkuyorum, canımı sokakta bulmadım.

Silah 

Silah as, silah çat, silah dik (miydi) 3 komut vardı, 100 kişiyiz, 3 çavuşun çevresini çevirmişiz, seri bir şekilde onlar komutları veriyor, biz yapıyoruz. Bir yerden sonra şaşırıyor ve hata yapıyorsun, hata yapan silah sırtında (bunun da bir adı vardır) bir tur koşuyor ve gölgeye geçip artık seyrediyor. 3 ya da 4 kişi kaldık. Çavuşumuz, ki bizden önce orda askerlik yapmış, ve eğitmen olarak kalmış, aynı kafadayız ama rütbe ve otorite onda, diğerlerini boş verip gözlerimin içine baka baka bana yaptırtmaya başladı, hata yaptırtmaya. Yapmadım. Hata. Vazgeçmedi. Vazgeçmedim. Silah as, silah asıyorum, silah çat silah çatıyorum, silah neyse onu yapıyorum, çavuş neyse onu da yapıyorum, belki ağustos sıcağında yarım saattir. Artık asker rahat eğitim bitti falan demesi gerekirken devam ediyor. Buyrun biz Karate Kid 2 filmine geçelim o yandım Allah komut vermeye devam ederken, öğrenci der ki, bak ne güzel kadın kobraya uyarak başını sağa sola eğiyor. Ustası der ki, dikkat etmemişsin, kobra kadına uyarak başını sağa sola eğiyor. Kid, çok konuşan annesine bunu uygulamaya çalışır, anne ağız ishali şeklinde konuşurken gözlerine odaklanır ve başını sağa sola oynatmaya başlar, anne devem eder devam eder yeter şöyle başını sağa sola oynatma der… Silah as dedi silah çaktım, çok mutlu olamadı, güldüğümü görmüştü, ama erkeksi hava atılmıştı, diğerlerine, ben sırrını saklayacaktım, cezamı buyurdu, diğerleri toplanıp gitmeye hazırlanırken alanın çevresini silah omuzda turlamaya gittim mutlu.

Buyur
Adamla aynı anda bakkala girer oluyoruz, önce davranıyor, giriyor, ben de arkasından; duruyor; kız arkadaşıyla arasına aldı beni… Henüz öğrenememişse, o kız umuyorum ona öğretir, buyurmasını değil buyur etmesini.


(....) 

Arda ya da Hay bin Kafka 

Arda’nın hayatının ayrıntısıyla ilgilenmedim, çünkü üç aşağı beş yukarı aynıdır; 45 yaşında benzer nedenlerden kalbi durdu çocuğun, burada anıyorum.

Tedavi edilmek ya da hayatının edebiyatını “başarıyla” yapıp bir Kafkaesk’e daha imza atmak yerine ölmesine, kurtuldu demeyi tercih ediyorum, bizi de kurtardı.

Kafka’yı okuyup bir gün karşıma gelebilirdi çünkü, daha doğrusu Kafka üzerine yazılan güzellemeleri okuyup; ona hayranım, diyecekti, baba korkusunu besleyip büyüterek sorumluluklardan kaçtı ve kendine yeni bir özgür alan açtı…

Özgür mü… Neyin özgürü… Dev böcek bir sabah bunaltıcı düşlerden uyandığında, kendini yatağında bir Gregor Samsa’ya dönüşmüş olarak mı buluyordu da özgürleşiyordu…

Kafkaesktiler… Cioranesk… Shopenhauresk… Siktiretsk.

Böceğin aslında yürümediğini şuradan da anlayabilirdik ki, bu kadar suçluluk kompleksi üzerinden yürüyen -sürünen- bu edebiyat asla suçlu olmama üzerine insanlar üretmişti; bu da bu edebiyatın gerçekten okunmadığını, algılanmadığını değil, aslında gerçek olmadığını göstermiyor mu... Gerçek değil, kurgu bile değil, kurgu gerçekten beslenir, gerçektir; bununsa tek gerçekliği var, yalan olması; yazar olması, böceğe hissederek dönüşmüyor, yazarak dönüşüyor; yalan demek bile iltifat sayılır çünkü ikiyüzlü, ironi sanılanından…

Beni içine hiç alamaması böcek gibi hissedecek bir yapım olmamasından değil, aslında kendisinin böcek gibi hissetmemesi; en ufak bir aşağılık kompleksinin olmaması, tam tersi un ufak bir büyüklük kompleksinin olması…

Böceğe dönüşmek zaten birinci olmak gibi bir şey; birinci ölmek... Kazanan kutlanıyor, kazanarak zaten kutlanmamış gibi, hadi onu geçtik, kaybeden nasıl kutsanıyor…

Diktatörler neden idam ediliyor da Kafka’nın eserleri yakılmıyor; okunmaması gereken kitaplar listesi neden yok, okumadan önce ölmen gereken 100 kitap, 1000 kitap; ben neredeyim, bunlar nerede…

Kafkaerkil akıl 

Tecavüz kaçınılmaz, şimdi zevk almağa bakıyoruz; haydi hep beraber, yeniliyoruz yeniliyoruz, derin bir nefes alıp daha güzel yeniliyoruz; yenilir yutulur cinsten oluyoruz.

Bilinen edebiyatın tamamı ortak aklın diliyle yazılmış. Ortak da, acaba akıl mı…

Baştan Kaybetmek adlı metnimi yazıyor ve yakıyorum; meczubun yazdıklarımı yak demesinin müthiş anti-kafkaesk bir tavır olduğunu kanıtlamak için sergilediğim performans; aslında yüksek bir değer olduğunu düşünmesini, kendini çok gösterişli saklamasını kalemime doladığım…

Salı, Mayıs 24, 2016

PRENSEST VE FİREZOF 2

İnsanlar erkekler ve kadınlar diye değil 
dâhiler ve doğallar diye ikiye ayrılır. 
Erkek dâhiliğe, kadın doğallığa yatkındır. 
Kötüler bunu beceremeyenlerden çıkar.



2. BÖLÜM 

PRENSEST


Güzelliğin beş para etmez bendeki bu akıl olmasa.



Masadaki 4 kadından 5’iyle sevişmiştim.

Naz ve Hare de oralardaydı. Biri aşağı diğeri yukarı doğru geçiyordu. Naz’ın yanında köpeği vardı, beyaz itli prenses, Hare’nin kedisiyse evdeydi, besleyebildiği tek canlı, insan dahil. Hande de geldi buldu beni, ya Dilek? Dilek’e ve Yasemin’e, Zuhal’e ve Ferah’a, ve başka kimdi adı, ona da rastlamış mıydım gerçekten…

Tüm eski ama eskimemiş sevgililerle bir adada mahsur kalma fantezisi kimin yoktur ki. Kadın ay aman hiçbirini istemem diyor, erkek seninkilerleyse olur diyor, ayıp… Neyse, biz kendi adamızdan devam edelim; arada geçen gemilere el eden elenecek... Ya hiçbiri el etmezse diye sordu kadın; o zaman adaya seferler başlayacak… Tabii seçimle girilecek, kadın türünün en güzellerinden birer adet; henüz üçüncül bir ırk olarak, bana bağlanana kadar.

Bu tufanda kimse eşini seçemediğinden beklemiyor Nuh, kimsenin eşini seçememesi tufan.



Bana şair Leyla ona dair Murat

Gülsen arıyor ve görüşelim diyor. Çok şaşırıyorum. Şair Leyla’ya gidelim diyorum, demek hayatında başka Leyla’lar var, o şair olmayan Leyla’yı biliyor. Cihangir’deki Leyla’da değil Beşiktaş’taki Şair Leyla’da buluşacağız, ben önceden gidiyorum, bira içip bekleyeceğim, neyi bakalım…

Nalan’ı bekliyordum durakta
Özlem geldi arabayla
Görüp şaşırdı gelsene
Binmemek gelmedi
Aradı Özlem sevişirken
Hayır Nalan aramadı o sizin aklınıza gelen
Özlem üstümdeyken telefonla aradı
Öyle bir fantezisi olduğundan da değil ihtiyaç hissetmiş
Benle telefonda konuşmak
Sonra rastlayınca yolda
Nalan aramadı.

(…...)


Ümit ve Özlem

Gülsen aradığında Ümit’in telefonunu yeni kapatmıştım, başka randevusu olduğundan görüşemeyeceğimizi söylemişti, randevusu meğer Özlem’leymiş. Beşiktaş’a gidelim demiş Özlem, Murat’ı görebiliriz diye uyarmış Ümit, olsun demiş gülerek, görelim, ne olur ki. Sonradan anladım ki dedi Ümit, seni görmenin değil, görmemenin bir sakıncası olduğunu anlatmaya çalışıyordu.
Siz neden benim yüzümden düşman olacağınıza bana rağmen dost olmuyorsunuz demiştim. Dost olamadılar tam olarak, ama ara sıra görüşüyorlar. Birbirlerine eski güzel günleri hatırlatıyorlar. Eski güzel günler beni hatırlatıyor. Artık ben kimi hatırlatıyorsam.
Onları birlikte gördüğümde hep bir başka kadın geliyor aklıma, bana kimseyi hatırlatmadığından seviyorum seni diyen bir başkası, o şimdi nerde acaba, gelir mi belki.


Hare ve kedisi

Özlemle ayakta öpüşüyoruz. Buldum; ayakkabının sahibini sonunda buldum; yine de; bacaklara da bakayım biraz, dediğim kadın. Ümit’ten daha âşık bana. Ayşecik’ten, bilemiyorum. Ümit ve Ayşecik oturdukları yerden inceliyor, bir baktım, Hare incelemiyor, doğrudan üzerime geliyor, uzaktan görmüş. Öyle oradan geçerken, beni görme umuduyla, neşeyle, öpüştüğümüzü ancak yaklaşınca fark ediyor, görünmez bir duvara çarpmış gibi, sonra masadakileri de algılıyor, dişi kurtların arasına düşmüş bir çıta, ama gelmiş bulunuyor, Özlem’le yeni öpüşmüşüz dönmüş donmuş ona bakıyoruz. Selam diyorum. Sen beni mi takip ediyorsun diyor. Yarı ciddi, yarı ciddi. Nereye gitsem bir eski sevgili, ben sizi mi takip edeceğim… Kızlar, bu Hare. Hare, bu kızlar. Kış güneşi gibi ısıran merhabalar. Gel otur diyorum Hare’ye, pek bir yer de yok aslında ama, başımın üstünde de.



Naz ve köpeği (ve göbeği)

Ezo’ya uzaktan bakıyorum, yalnız geldiğimde kekeleyen güzel garson kız, her gün aynı şeyi içtiğim halde ne içersiniz diye soran; bir gün Hare’yle kalkarken hesabı getirip Hare’ye dalmış bakarken hesabı almayı unutup giden; bakıyorum ki araya biri girsin, hah, Naz… Hani köpeğiyle geçen. Dobiş, hımbıl, çirkin mi güzel mi diye düşünmeyeceğin, erkek bile diyemeyeceğin bir köpek, düzgün karakterli biri belki, ama suratı asık, Naz ile biz kesişirken bir şeylerden yakınıyor, el eleler, ağzını kapa sinek kaçacak Naz, ayakta Hare ile yan yanayız, Özlem de oturmuş, kızlar da izliyor, hımbıl da bakmak zorunda kalıyor, bu kadınlar niye bizden tarafa bakıyor, bu kadınlar niye kendisiyle beni kıyaslıyor, hımbılla dambıl…

Bazen adama bakıyorsun, koluna taktığı kadın artık ilgini çekmiyor; oysa benim bundan neyim eksik diye düşünüyordu adam, yanındaki kadını baştan aşağı süzerken.
Ne salak şeysin sen hep yaşın 18 sözünü ve Erorik Kadın adını bulmama yaramıştı Naz… İskeleden atmıştım onu, kıyıdan girmiyorsun diye; işte kıyıdan girmiş. Ha bir de, bir erkek bir kadını asla içki almaya göndermemeliymiş: Boşanma davası sürüyor uzun süredir, ayrı yaşadığı eşiyle. Evine gizli gizli girip çıkıyorum. Bunun için çok teşekkür ediyor bana, ama. Bir akşam yine neredeyse saklanarak girmişim, bir süre sonra, canım diyorum, bana bira alabilir misin inip, biraz gevşemeye ihtiyacım var; ben görünmeyeyim. Sabah bunun üzerine söylüyor lafı, bir erkek bir kadını asla… babası dermiş.
Ya içki ya ben diyen bir başkası geldi aklıma; içkiyi zamanla azaltmıştım, onu hemen.

(……)


Marquez ve Biz

Hare, ben oturmayayım kalabalık diyor, iyi eğlenceleeer... İlk kendisiyle olduğumu sanmamıştı her halde. En son da kendisiyle olacağımı… Hem evde kedi onu beklermiş... Kedi dediğin gitsen de bekler.

Takmam kafaya hiçbir şey demişti, gelir geçer. Kendisi de böyle gelip geçti işte. Her şeyi olduğun gibi kabul edeceksin derdi, hayır canım, olduğu gibi olmalı, Zen rahipleri öyle yaparmış, ya da sadece söylüyorlardır, seni ima ederek, kızım Zen’e söylüyorum Hare’cim sen anla; iyi biriysen hem, neden olduğu gibi kabul et denilsin senin için, densizin birine denir bu; kımıldama bir yaratık var boynunda, muck, oh, öpmeye çalışıyormuş, kötü bir niyeti yokmuş… O yüzden mutluluğu da ekstra ordinaryus bir şey olarak görüp yalın hale dönmeyi uygun buldu, mutsuz olmayacak ama mutlu da; kaçacak delik aramayacak böylece mutluyken.
Ümit’le muhabbete dalıyorum, bazı güzel kadınların kıyafet zevkine bakıyorum da kendilerinin tanrıçası olsalardı suratlarına bakılmazdı diyorum, insan vücudundan kötü giyinmemeli; bu gönül işi hiçbir şeye benzemez güzele çirkine bakmaz diyor; bunu diyen çirkindir ya da kadın... Özlem de Ayşecik’le konuşuyor, Marquez’in oğluyla tanıştım Amerika’da. Konuşuldu içildi falan. Bir ara kalkıp pencereden Muraaat diye bağırdım. Bize özgü bir haykırış sanmıştı; Özlem’le ben yan yana rast gelmiş olsak hayatımız değişmez mi, insanlık bile değişebilir, ikimizden bir dahi çıkmaz ama onun bir aptaldan embesil doğurmasının önüne geçilebilir… Ayşecik’ten bana dönüyor, kafamın üstünde bir yerlere bakarak konuşuyor; aşk acısı deyince sanki alkollü rakı demişiz gibi geliyormuş; külahıma anlat diyorum, rakıya bakıp sadece alkolünü görüyorsun.



Özlem ve Özlem

Karşı masaya iki kadın geliyor, tekiyle göz göze geliyoruz ve çekmiyoruz, sanki omuz omuza vermişiz gibi, ayakta öylece oturmak üzereyken bekliyorlar, yarı eğilmiş, peki yanındaki kadın niye oturmuyor, ona çeviriyorum gözlerimi, hadi bakalım, bir tane daha. Bu bir ayıp mı, eski sevgiliye yanındaki kadınla kesişirken yakalanmak, intikam mı, fark etmeden aldığım… Dilek ya da Ferah… Tijen mi yoksa… Arkası dönük oturuyor. Hah Merve… Yok, hatırlamıyorum, Merve diye biriyle çıktığımı hatırlamıyorum... Bir süre sonra kalkacak, nereye, Murat’a gidiyorum, şey, tuvalete…
Erkek arkadaşlarım senin koyduğundan çok daha özel yerlere koydular beni.
Erkekler öküzdür kadınlar özeldir demiyor muydun, demek seni öküzler beni özeller özel yere koymuş.
Öküz, Özel, hah, Özlem. Masada bir Özlem olduğundan hatırlayamadım.

Seçim ve Seçim

Günlüğümü bulup okuyor, ortaya bırakmışım çünkü, biz sevişirken Hande’nin yatak odasının kapısında striptiz yapışını gördüğümü okuyor, harika bir striptiz, kızlar yanımda kahkahalarla gülerken bile sevişmeyi değil striptizi hatırlıyorum, sonra sevişmeyi sürdürdüğüm için küskün bir suratla gidiyor Hande, göğüsleri ve kalçaları dik, boynu bükük.
Hayatımdan çıkarken selam veriyordu sadece.
Memeleriyle mi selam veriyor... Beni de öyle düşünmen için hayatından çıkmam lazım belki.
Ve dediğini yapıyor.
Bu dünyayı erkek kötü duruma getirmiyor; kadın kötü duruma getiriyor, erkek götürüyor.



Rastlantı ve olasılık

Dur diyorum şu yoldan sapayım hiç girmem oraya. Şöyle bir ters tarafa bakıp sapıyorum. İçimde kalıyor. Bir kadın gördüm simsiyah bir atın üzerinde. İstiklal caddesinde.
Dönüp bakamam, bana yakışmaz. Ona çok yakışmış, siyah bir giysi, mini etek ve topuklu ayakkabı. Yüzü beyaz sadece, bir yüzü varsa… Nal seslerini duyuyorum arkamdan… Yavaşla diyorum, yaklaşsın. Ne olacak ki? Olsun, yaklaşsın... Yanımdan geçsin, suratını görmezsem bu akşam kimle yatağa gireceğim. Yaklaşıyor yaklaşıyor, yarım dönüyorum, en azından suratını göreyim ki: Murat… Omzuma dokunuyor. Naber. Murat di mi. Gülüyor. Yeniden tanışalım mı…
Yazı nasıl gidiyor; soydum, yatağa attım, yapılacak iş belli ama içimden gelmiyor; neden; e aklım yazıda…
İlk aşkını ara demiş abisi ölüm döşeğinde, bunu düşünürken karşısına çıkıyorum, arkamı dönüp yürüyorum, ilk aşkının peşine düş demiş abisi... Ama abi, sen ara dedin bul dedin, sev demedin ki, daha iyi sev demedin… Demek abisinin kemikleri sızlıyor. Biri ölüyor, öbürü gömülüyor.

Tuvalete geçerken bunlar geçiyor aklımdan. Çok donuk bakıyordun diyor, o yüzden selam vermedim.
Ona hâlâ âşık olmadığımı tekrarlaya tekrarlaya, bunun doğruluğunu gerçekten düşünmemeye başlamıştım. Yeni sevgilimin, hâlâ âşıksın deyişlerindeki ısrar yüzünden peki dedim, âşığım, böylece duygularımı rahat bıraktım, ama işte yönelmediler ona. Âşık değilim diye ısrar etmem boşunaymış, zaten âşık değilmişim. Olmadığımı söyleyip, olduğumu içten içe düşünerek, olamayacaktım az kalsın, yeni sevgilime âşık, kendim yüzünden, eski kendim...



Gülsen ve diğerleri

Gülsen görünüyor. Kulübü o ayarlamışsa müthiş bir organizasyon. Daha tatlı bir gergin tanışma, herkes içkili artık Allahtan. Gülsen’le Özlem birbirlerini görmeye çalışıyorlar. Bu sefer abajur yok. Başka kadınlar var. Gördün mü bak beterin beteri var, abajur masumdu. Ayşecik kalkmak istiyor saçmalama. Özlem Ayşecik’i unutuyor Gülsen’den sonra. Görmüşler demek birbirlerini. Hissetmişler. Gülsen de Özlem’i görünce Ayşecik’i fark bile etmeden masamıza tutunuyor. Hatta olana bakar mısın, Gülsen’in beni araması kadar tuhaf, Ayşecik ile Gülsen çok iyi anlaşıyorlar… İyi mi…

Taksiyle bırakayım diyorsun, otobüsle giderim canım diyor; otobüse binelim dediğin diğeri cimriyiz bakıyorum diyor. Kadının kadın tanımaması cimrilik…

Ayşecik herkese abla muamelesi yapıyor, yaşından da dolayı. Tabii bir seferlik, yani bir masalık. Bir ara tuvalete gidiyorlar beraber. Ayşecik’le diyor Özlem, nerde tanıştınız. Unutmamış, sıraya koymuş. Buradan, buradaki şeyden, arkadaş grubu, falandan diyorum… Başka konu giriyor Ümit sayesinde, çıkıyor, sevgili falan mısınız… Falanız. Özlem bunu hiç düşünmemiş gibi şaşırıyor. Ümit zaten anlamış gözüküyor.
Evet, Ayşecik benim sevgilim… Tabii ben de onun sevgilisiyim.
-Sabah uyandırıldığında pazartesiydi, demiş şair, niyeyse. Pazar uyandırıldığımda pazartesiydi demek geldi içimden.
-Öyle enteresan cümleler kuruyorsun ki, beğenmek zorunda kalıyorum. Ama seninki daha güzel.
-Şşşt ayıp…
Dövmen ne güzel diyorlar Özlem’e… Kimin kimi sevdiğini anlayamıyorum, sevmediğini… Murat yaptırttı diyor Özlem, susuyor, başı önde. Hafif kaldırıp utanarak mı bakıyor bana, hin mi. Daha çok ilgi ve nefret uyandırıyor, okumaya kalkıyorlar sırtı açık elbisesinden. Zor bir metin diyor teki. Proust mu Joyce mu diyor Özlem. Bilmiyor musun? hiç okumadım. Hâlâ bana bakıyor. Artık diyorum, benim okumam içindi, erken boşalmayayım diye. Filozofun birinden. Okumaya kalkanlar dikilip yerlerine geçiyor. Şimdiki aklım olsa edebiyatçının birinden olurdu, anlaşılmaması değil çok anlamlı olması daha geciktirici, yani kalıcı demek istedim.

Ben de geç boşalırdım halbuki diyor Ümit…



Laflar ve balkabağı

-Yüzde 50 indirim yaptıklarında, demek ki sezonda yüzde 50 kazıklıyorlar diye elim gitmiyor.

Kız kıza sohbet ediyoruz. Tabii ablaları gibiyim.

-Hayatının erkeği kıstasların gibi, yüzde 50 azaltırsan kapışılırsın, şu anda yani, kazıklıyorsun erkekleri.



-Çocuklar zekalarının yüzde 80’ini anneden yüzde 20’sini babadan alıyormuş…

-Ama şu insanlığa bakıyorum da, bu bilgi kadınların aptal olduğunu gösterir, keşke babadan alabilselermiş o zaman demek.

-Sen başka bir şeysin zaten.

-Sen de zekanı benden alamasan da oluşturmuş bir kadınsın.



Hani arabada trafikte sol şeride geçmek için sinyal vermeyip sol kolunu uzatan şoförler vardır ya, öyle bir kadın gördüm, ama bu sağ şeride geçmek için sağ kolunu uzattı, sağ koltuğa doğru, yol alamayınca da kornaya asıldı.



-İnsanları hatalarıyla kabul etmek lazım.

-Bir daha söyle…

-Beni hatalarımla kabul et…

-Bir daha söyle…

-Ben kötü biriyim…

-Bir daha söyleme…

-Yine de iyi biri olduğumu düşünmeye devam edeceğim.



-Bir okurunu anlatmıştın hani arkadaş olduğunuzda bile sana hâlâ siz diyen.

-Biz de siz diyelim mi…

-Çünkü başta sizi kızdırmış, o saygısızlığını hatırlatıyormuş siz demek.

-İyiler hatırlamak istiyor.



Refik’te oturuyoruz, Refik bir anda koşturuyor yanımıza; biz burada böyle şeylere izin vermeyiz... Gülerek yerine geçiyor bu. Meyhane sokağın ortasında, karşımdan kalkmış, gelmiş kucağıma oturmuş öpüyor beni... Başka zamanlarda, başka mekanlarda, böyle sıkıştırılınca, bağırıyorum havaya: Refik Abiii...



-Birisiyle yıkanamıyorum, rahatsız oluyorum.

-Giysilerini çıkartman lazım…



Bahar yağmuru altından çok güzel bir gün geçiriyoruz, tek eksiği var keşke her ânı fotoğraflansaydı, bir fotoğraf yağmuru… Eve dönüyorum, önüme fotoğrafları atıyor. Bunlar ne diyorum, bunlar ne diyor. Birini tutmuş, beni izletiyormuş. Bizi… Minnetle sarılıp öpüyorum, seni çok seviyorum, aklımı okuyorsun diyorum ve çıkıp gidiyorum, fotoğrafları kapıp…



Aldatıldım tabi… Gecenin tekinde bir kadın gelmişti evime… Dikleştik… Hani ben sana geldim sen de bana gel diyen kadınlar vardır ya, yoktur, yoktur öyle yani bende… Yat içerde dedim, gitme, içmiş, araba kullanma, uyu, ben de yanına yatarım, merak etme, gitti yattı… Son biramı bitirip ben de uyuyacağım, bir geldi yatak odasından, çıplak ya da uyduruyorum, bu çalan kim dedi… Şöyle bir baktım, ona değil şarkıya; Jeff Buckley… Bunu kimse bilmez dedi… Sene 2000 olmamış, ama tabi 69 da değil… Çok güzel dedi gitti yattı yine… Ben de bir süre sonra yanına, uyuduk… Gece bir baktım üzerimde… Sonra altımda. Yer yatağından başının parkeye düştüğünü ve giderek ittire ittire dibine getirdiğim duvara çarpmasın diye elimle başını koruduğumu hatırlıyorum, o kadar, ama bu sahne sonra Hoyrat adlı bir öykü oldu; duvara doğru iten cinsel organım ve başını vurmasından koruyan diğer bir tinsel organ olarak elim... Sonra da alışırsın… Sabah uyandık, nasıl oldu dedim, birbirimizi sevmemiştik… Kokunu fark ettim dedi… Gece söylediği şeyi hatırladım işte o an: “İlk defa altta orgazm oldum…” Hep kokumla hatırladım o geceyi… Sonra bir gün, günlüğümde o geceye rastladığımda çıktı Jeff Buckley… Beni onla aldatmıştı… Seviştiği oydu…



-Yolsuz kaldığım bir gün evine girip, sen bayramda güneydesin, çalacak bir şey bulamayınca CD’lerini yürütüyorum. Onları sokakta satarken rastlıyorsun bana, tatil dönüşü.

-Napıyorsun?

-Şey, yolsuz kaldım da...

-Neden kızardın, bu utanılacak bir şey değil ki...

-Henüz alışamadım... Neyse, seçebildin mi?

-Sana yardım için birkaç tane alayım. Çünkü bende var aslında hepsi bunların.



Geçen senle karşılaştığımızda cebimde kitaplar vardı, bol cepli parkayı o yüzden giymiştim ve onları kaybetmemeye çalışıyordum çünkü oturduğum yerlerde çıkarıyordum ve markette senle karşılaşınca elimde şaraplar cebimde kitaplar deseydim her halde ceplerime neler bunlar bakiim diye bakacaktın ben de hatta ellerimi teslim olmuş gibi havaya kaldırıp market insanlarına ne yapayım bu da böyle bir sapık diyecektim; neyse sonra tersi geldi aklıma, biz kütüphanedeymişiz orda sen parkanın ceplerinden sucuk sosis falan bakıyormuşsun, aaa ben bunu yememiştim, bu peyniri kim çıkarmış yeni baskı mı… O komik olurmuş esas… Sıradan bir gündü yani.



-Benimsin derdi bana, nasıl sinirlenirdim, o da inadına diyordu, bazen seviyor bazen cidden kızıyordum, sonra abarttı, malımsın demeye başladı.

-İğrençsin.

-Şu koltuk nasıl benim malımsa sen de öyle malımsın diyor çıldırıyorum. Sonra bir gün yakın arkadaşlarımla bir yerdeyiz, bu mal yeni tanıştı, of çok ayıp oldu, bu malt, Murat, yeni tanıştı, herkes birbiriyle konuşurken bir ara bana karşıdan baktı, suratındaki fırlama ifade, gözlerini baygın baygın kısması, ağzını öper gibi büzmesi, belli ne diyeceği, gizli gizli yapıyor ama herkes fark etti, susuldu, herkes duydu: Balımsın dedi… Bir şey demek istedim, yutkundum, kızayım istedim, ne güzel, ne romantik, falan diyorlar…

-Sinirden bir gülme tuttu bunu. Salak bu kız, boş ver bunu Murat, insan sen de benim balımsın falan der di mi, diyor arkadaşları. Of tam bir zaferdi.

-Allahım ya ne gıcıksın.

-Ya benimsin ya zamanın.



-Otoritersin…

-Hayır, otoritem vardır.

-Gösteremedin…

-Otoriter olmadığımdan.

-Yine de görebilmem gerekirdi.

-Kendi üzerinde otoriten yok, otoritersin sadece.



-İlk metinlerini okuyunca ukala bir esinti aldım önce, sonra neden ukala olduğunu düşünüyorsun diye sordum kendime, seni aştığını düşünüyorsun da o yüzden mi diye sordum…

-Nasıl bir okursun sen… Ölümden konuşuyoruz tak benden bir alıntı yapıyorsun, aşktan konuşuyoruz tak bir alıntı benden… Havadan sudan konuşuyoruz, bir alıntı daha, sudan, ama benden… Bunları hemencecik nerden buluyorsun, bir yerde mi kayıtlı?

-Sen hemen nerden anlıyorsun senin olduklarını...

-Çok satar bile olabilirsin Murat ama böyle tek bir okur bulamazsın. Hatta Nobel alırsın.

-Borges'in bir kitabı 7 tane satmış. 7 kişi tam istediğimdi, demiş, maazallah 100 kişi falan olsaydı ben onları tasarlayamazdım, oysa 7 kişiyi şimdi tahmin edebilirim, okurken ne hissettiklerini çıkartabilirim, 7 iyi bir rakam... Bunu anlatıp jürideki 7 kişiye teşekkür etmiştim… Bir ödül konuşmamdı, otobüste gelmişti aklıma, kısa bir konuşma yapacağım hatta bitirdim diyeyim diye düşünürken.



-Bu grubu yatakta da istiyorsun di mi...

-Kendim için değil, yazı için, karakterlerin en iyi sergilendiği atmosferdir orası.



Çok iyi orgazm taklidi yapıyordun hatırladım, sanat gibiydi; gerçekten orgazm olan kadınları sevemedim senden sonra, gerçeğini değil sanatını arıyordum artık, kurgu olanını; büyük yazarlar gibi. Büyük yazar, küçük sik.



Ağva’da dere kenarında karşımda Kısa Çöp'ü okuyorsun. Ben bir şey söyleyince sesini keser misin lütfen, seni okuyorum diyorsun. Her öyküyü bitirdiğinde, tamam biraz konuşabilirsin ama kısa kes, diğerine geçeceğim diyorsun...



Canım sıkılıyor ve. 1000 basılan kitabımın eve aldığım 100 tanesinden bir tanesini çekiyor ve yola fırlatıyorum. Küçük bir yokuş. Tam yolun ortasında duruyor. Bir araba geçsin de ezsin… Yukarıdan bir adam iniyor. Taş ya da torba diye, nesne diye tekmelediği anda fark ediyor, peşinden koşuyor, eğilip alıyor… Düşünmemiştim bunu, Allah Allah Allah…



Günümüz kadınıyla günümüz yayınevlerinin ortak özelliği şu: İkisi de kendini esas sanıyor. Halbuki yazardır esas olan.



Ben bir erkeğim ve emin ol senden daha çok kadın tanıdım. Hangi kadın bir erkekten daha fazla kadın tanıyabilir ki. Biliyorum, bir kadını derinlemesine tanırız diyeceksin. Ama bir kentte çocukluğundan beri yaşıyor olman dünya kentleri konusunda konuşabileceğin anlamına gelmez; bir gezgin olman gerekir bunun için… Şöyle:

İstanbul kentini dibine kadar biliyorsun çünkü yerlisisin… (Bu sensin, senin kendin, senin kadınlığın. Kendini gerçekten tanıdığını, kendinin gerçekten yerlisi olduğunu farz ediyorum.) Dünya kentlerinden de diyelim 10 kadarıyla dostane ilişkilerin var, gidiyor kalıyorsun, bilgi sahibisin. Yerlileriyle sıkı fıkısın… (Bunlar da kadın dostların. Kendi kendilerinin gerçekten yerlisi olduklarını ve senin onları gerçekten tanımana izin verdiklerini farz ediyorum.) Bir de karşında işi de hayatı da bu olan bir dünya gezgini var, dünya yerlisi gibi bir şey neredeyse, senin yediğin içtiğin ayrı gitmeyen 10 kentin var ise onun seviştiği 100 neredeyse… (Bu da ancak bir erkek olabilir değil mi… Bu bir kadın olamaz.) Bir dünya kentleri sempozyumuna seni mi çağırırlar ilk, onu mu? (Bir kadın sempozyumuna seni mi çağırırlar ilk, onu mu, o erkeği…) Bir İstanbul kenti sempozyumuna peki, seni mi çağırırlar ilk, onu mu? (Gerçek bir erkek tanıdığında, bu senin kafandaki erkek tanımını değiştirmez sadece, kadın tanımını da değiştirir.) Son soru: İstanbul kentini (kendini) dibine kadar tanıyor musun?



-Kaç kere oldu ki?

-823 kere falan.

-Başka adamlar da 823 kere sevişmiştir ne var!

-Onlar tüm giriş çıkışları sayıyor ben sadece ilk girişleri.

-823 kadınla oldun yani!

-Abartıyorum tabii… 500’ü geçememişimdir.

-E iyi…

-Bak tam onların lafı oldu. 5 de 500’ü geçememiştir mesela.

-Sevişmemizi silmeye zorlamıştım seni.

-Özür dilerim ki haklıydın, ben de olsam aynını yapardım.

-Ah murat, ben olsam yapmazdım, ne güzel seyrederdik şimdi...



-Ayvalık’tayız, pardon, Cundalık’ta. Yeniyiz. Otelde. Biraz çıkıp dolaşıcam dedim yalnız. Üzülür gibi oldu da peki dedi. Yazı yanımda, onla ilgilenirim, burada ne işimiz var, sevgilim bir kim, aramızda ne var, gelirken yaşadıklarımız, düşüncelerim yanımda, duygularım da, onu özlemek istiyorum daha ilk günlerden bile. Taş kahve. Bahar. Baharsı. Bahardan güzel bahar başlangıçları. Yazlangıç. Bir kadın önümden birkaç kez geçti, bana bakarak; oturabilir miyim diye sordu neden sonra, neden sonra? Buyurun dedim, o buyururken şöyle toparlanıp arkalara baktım ki dolu boş. Konuşmaya ve çekinmeden ilgisini belli etmeye başladı. Sanki onla geldik. Sevgilimle geldim diyeyim, de diyemedim, bir türlü, başka türlü, olmadı, sohbet güzel. Akşam şu şömineli meyhaneye götüreyim sizi dedi de diyebildim, ben de orayı çok sevdim, gülümsedi, bu akşam sevgilime gidelim dedim hatta, sinirlendi. Neden baştan söylemediniz? Size asıldığım belli değil mi? Sevgiliniz varsa asla istemem, sanki ben ona asılmışım… Tamam dedim artık keselim… Uzat ki anı olsun. Gel burası boy değil deyip gelince boğulmasını izlemek, boyu boyuma uygun değildi hakim bey. Tamam canım abartma, güzel oyundu ama artık boyundu, boyunda bırak. Beni aldatacak mıydın yani? Seni senle aldatacaktım en fazla. Hadi hatta gidip seni aldatalım. Akşam da şöminede parlatalım. Uzattıkça uzattı, didiştikçe didişti, kafa bi cehennem oldu, cehennem yapılan bir şeydir, yeter deyip fırladım, oradan geçen bir kadın bakındım ki, yazdığım gibi yaşayayım, gülmeye başladı. Katıla katıla gülüyor, delirmiş diye de düşünebilirim, yok, ne güzel yedim yazarı… Bir çeşit tatlı küçük intikam da, sen beni yalnız bırakırsın, bir daha, bir daha beni, bir daha ama, isteyecek eminim, akşam teşekkür ettiriyorum odada diz çöktürüp. Yalnız bıraktığım için ikimizi de.

-Benleydi diyor Ayşecik.

Herkes gülümsüyor.

-Hanginiz beni depeche mode söyleyen kıza asıldım diye, yanındaki hımbılın omzuna başımı koyarak kıskandırmaya çalışmıştı?

-Ben! Bırakıp gittin koştum peşinden.

-Arabayla gelmiştin, cipinle, kaldırıma çıkmıştın gece birden korkmuştum.

-Benim hiç cipim olmadı.

-Benden önceki sevgilin, anlatmıştın bunu bana.

-Benden sonraki sevgilin, anlatmıştın bunu bana.

-Bendim, dönüp o adamdan özür dileyeceksin demiştin.

-Böyle mi dedim, adam başkası olmasın.

-Ben başka adama rastlamadım.



Ben hiç böyle bir sevişme yaşamadım dediğimde ben hep böyle yaşadım ama bu hiçbirine benzemiyor demiştin.



-Bu, aranızdan biri değil. Evime gelmişti, ressamdı, heykel de yapıyordu, soydu beni, vücuduma dokunuyor, organıma geldi sonuçta, gülerek oynuyor, assolist, okşuyor da, devam edeyim mi…

-Bildik bir sonuçsa gerek yok.

-Bacaklarımın arasından bir adet saç teli geldi eline, çekti çekti çekti gelmedi sonu, saçlarım uzun değildi o zaman.

-Çüş.

-Geçireyim seni dedim üzerimi giyinirken, sonra vazgeçtim, geçirmeyeceğim dedim.

-Geçirmek derken.

-Taksiye bırakmak.

-Beni suçlar duruşu, açıklamamı beklemesi hoşuma gitmemişti, haksızlık edilmiş gibi geldi ve geçirmeyeceğim dedim. Yatağa gittim ve yattım, gelmesini bekledim, gelmedi.

-Geçirseymişsin.




(……)

Cumartesi, Mayıs 14, 2016

PRENSEST ve FİREZOF 1



İnsanlar erkekler ve kadınlar diye değil 
dâhiler ve doğallar diye ikiye ayrılır.
Erkek dâhiliğe, kadın doğallığa yatkındır. 
Kötüler bunu beceremeyenlerden çıkar.






1. BÖLÜM

HALK ÇIPLAK 




Protesto yapılmaz, olunur.



O yıllarda ülkede otaya çıkan özgürlükçü ve sevimli direniş hareketi küçük küçük ve mide bulandırıcı bir her boka protesto hareketine dönüşmeye yüz tutmuştu.

Hep var olan bir şey meydanlara taşınmıştı aslında tabii. Bir kahvede otururken birinin uzaktan bana insanlar yabancı kahvecide neden oturuyorlar ki diye laf attığını duydum. Direniş saatinde, direnişin olduğu merkez yönünde, direnişin bayraklarını taşıyan bir motosikletin üzerinde, bir adamın arkasına oturmuş mini etekli ve topuklu ayakkabılı bir kadındı bu. Her gün oturduğum bu kahvenin hangi yabancı ülkenin kahvecisi olduğuyla hiçbir zaman ilgilenmemiştim, ama mini etekler, topuklu ayakkabılar ilgimi çekerdi, bunları giyenlerin neyin bayrağını taşıdıkları da. Direniş modası oluşturmaya mı gidiyordu ki bu cafcaflı… O topuklar biber gazını yiyince topuklamakta ne kadar işine yarayacaktı.

O zamanlar ben daha tanınmadığımdan günah çıkarma sofraları fikrim yaygınlaşmamıştı, hâlâ iftar sofraları kuruluyordu; itiraf ayı yerine de ramazan ayı modaları vardı, bu yüzden de rejim değiştirmeyi diyet değiştirmek sananlar çoğunluktaydı, sadece son bir senede onlarca kez değiştirmişlerdi, topuklu ayakkabının üzerine o mini eteği rahatlıkla giyip çıkarabilmek için.

Ama bu ucubeliklerinden değil de ucuz ama kaliteli kahve satan kaliteli döşenmiş, misafirperver davranılan ve bunu sizi devamlı kahve satın almaya zorlamadan yapan bir kahvehanede oturulmasından rahatsız oluyorlardı, bunlar sağlayan bir yerli kahvecinin olmamasından da değil...

O günlerde birçok insan beni direnişe katılmadığım, bazı şeyleri protesto etmediğim için kınamıştı… Hayatı küçültmek diye adlandırdıkları bir takım şeyler yapmak istiyorlardı; ama bunu bile bir takım olarak, bir çeşit büyüklenmeyle yapıyorlardı, hayatlarına gösteri yapmayı, direnişi de katmak için. Gösteri ve gösteriş; sanırım bu ikisini karıştırıyorlardı...

Örneğin genç bir arkadaşım, kentte iş bulamadığı için üniversite mezunuyken sınavlarını verip bir kasabada memur olarak hayatını geçirme kararını şöyle açıklıyordu:

“Kararlı bir insan olmak­ kararsızlıktan kurtulmak değil de hayatla ilgili­­ disiplinlerini biraz daha yakın süre içerisinde belirlemiş kişi oluyor­.”

Hayatını böyle daraltınca bu büyük ben nasıl sığacaktı kalıbına.

Teorist olmaları terörist olmalarından bile daha kötü kokuyordu…

Tolstoy da varlığını fakirlere bağışlamış, alçakgönüllü bir yaşam seçmiş, ama bunu bile belli bir gösterişle yapmıştı. Beatiful Looser'ı Görkemli Kaybedenler diye çevirmişlerdi. Bilge, Ferrari’sini satmıştı, bağışlayacağına.

Tolstoy ve Talat ve Tuba… Peki ya ben… Ama ben.

Protesto ettikleri şeylerin büyük çoğunluğu benim hayatımda zaten olmayan şeylerdi; ya baştan beri yoktular ya da gençlikten insanlığa geçtiğimde azaltmış, bitirmiştim; zaten yapmadığım şeyleri oturup da, ya da ayağa kalkıp, yürüyüp falan protesto edecek değildim onlarla.

Kahvede oturmamı eleştiren yakın arkadaşlarım bile olmuştu, bunlardan biriyle birkaç gün sonra karşılaştığımızda güneye tatile gidiyorum demişti neşeyle, e hani direniş mireniş, dememiştim, aforizma bayılmıştım: Bugün direniş, yarın deniz.

Protesto ede ede elde etmemeyi öğreneceklerdi belki bazı şeyleri, hayat tarzı olarak, belki ve bazıları, ama çoğu da protesto zamanı geçtikten sonra sıkılacak, o şey da göstermelik kalacaktı, neydi o, portiçero…

Protesto yapılmaz, olunur.

Birkaç ay sonra yine o tatile direnemeyen arkadaşın grubuyla yemekteydik. Ortamdaki kızlardan biri yazdıklarımla çok ilgilendiği için erkek kıskandı ve şöyle dedi: 20 sene sonra okuruz artık…

Kibarlığı bozmadan yanında bir dâhi otururken ve ondan hemen faydalanabilecekken 20 sene beklemeyi düşünecek kadar küçük kafalı olmayı nasıl başardığını sordum.

Tartışmam, direkt dâhiyim, peygamberim, tanrıyım derim, gerisini o düşünsün; akıllıyım, bilgeyim falan demem asla, çünkü zaten o kendini öyle görüyordur, içten içe ve içli içli.

Sokrates okudum ben falan dedi; Sokrates'in okuduklarını okudun mu dedim, şöyle bir kaldı; hipopotamlarla ilgili atıp tutuyordu demin, ama buna karşı geliştirmemişti işte bir söylem…

Öbür dünyada okuduğu ender yazarlardan biri benim dedim de kurtardım keleği endişeden, en köşeden; ukalalığıma verdi ukalalığını yerlerde süründürmemi…

Düşünmüyordu ki yanındaki dâhiyi seçmeyip birkaç gün sonra üzerine olmayan politikacılardan politikacı beğenecekti bu unufak prens; her şekilde oyunu yanlış yerde kullanıyordu, yanlış yerde ikamet ediyordu çünkü, kendi küçük beyninde…

Halk oylamasına katılıp hayır demek istiyordum bu halka.

Yıllar önce Kaş’ta biriyle tanışmıştık, kız arkadaşıma yan gözle bakmayan Anadolulu genç bir çocuk; ikinci gün kavanozda balık beslemeye başlamıştı Fadime gibi bir adı vardı balığın; üçüncü gün kavanoz boştu, ne oldu dediğimizde öldü dedi üzgün, başka bir tane bul dedik, Fadime olmadıktan sonra neye yarar dediydi… O anlatmıştı, yine Kaş’ta güneşlenirken doğudaki üniversitesine çağırmış arkadaşı arayarak, sınava geliyor musun diye; ne sınavı, ne zaman; yetişmek için hemen harekete geçiyor, bulabildiği biletlerle, otobüsten otobüse aktarma yaparak, allem edip kalem etmeden, arkadaşlarının şimdi geliyor demesi ve onu seven hocalarının sınavı birkaç saat ertelemesiyle yetişiyor sonunda oturuyor sırasına. Önünde kağıt, şöyle diyor: Ama ben çalışmadım ki…

Neyi seçtiğine dikkat edeceksin, neyi ayıkladığına diyelim, seçmek bir ömür sürer. İnsan neyi sevdiğini bilemez zaten, anca neyi sevmediğini.

Düşledikleri hayat gerçekleşse kendilerini içeri alacaklar mı sanıyorlardı… Düşlerine dahil olacak şekilde yaşamıyorlardı ki.

Eğitim uyandırmaz, önce uyandırıp sonra eğiteceksin.

Bu yine tatlı bir çocuktu ama memleketin ukalası boldu; bunlara söyleşi yaparmış gibi yaklaşıyordum, tek bilen onlarmış gibi davranmalarına ses çıkarmıyor, sonra soruyordum:

-Diktatörün ne hissettiğini en iyi sen anlayabilirsin, bize anlatabilir misin?

-Evet, haklısın, iyi gözlemciyimdir.

-Hayır, sen de kendini dünyanın merkezi sandığından.

Atatürk sana şimdi haksızsın dese inanır mısın demiştim birine, inanır mısınız, inanmam dedi.

Hepsi mi kendini Atatürk sanır, birkaçı da İnönü falan olsun; yok…

-Kapıdan Atatürk giriyor, Peygamber ile kol kola… Seni ikna etmeye.

-İnanmam. Vahiy de gelsin.

En değerlisini hak ediyordu, en değerli alayı.

Senin adın Kemal, onun adı Kemal, bu böyle olmaz, bundan sonra onun adı Mustafa Kemal, seninki Keltoş.

Eski bir gelenekti, insanın kendine oy verememesi, ama işte uygulansaydı ya…

Tanınmış bir yazar, Amerikanlaşmayı çok güzel anlatan bir genç yazarın kitabını tanıtırken, genç yaşında tanınmasını nasıl kıskandığını da anlatıyordu bir yandan ve hatta daha çok… Kötücüllüğüm diye de adıyla bahsediyordu hissettiklerinden.

Yöneten konumunda olduğumda hükmetme eğilimim olduğunu fak ettim de diyordu...

Bunun da bir pazarlama stratejisi olduğunu söylemişti bir arkadaşım...

Yazarın eserinin önüne geçmesini geçiniz, yazarlıkları yıllardır insanlıklarının önüne geçmişti zaten.

İşi, aşkı, onu bunu insanlığının önüne geçenler ya.

Bir kadın arkadaşımın iş yerindeyim. Eski bir arkadaşıyla birlikte çalışıyorlar, diğer kadın yardımcısı pozisyonunda. Saat akşam 7.30 ve arkadaşı kadın ben çıkıyorum diye gülerek girdi içeri.

Hitler’in el hareketini düşünün, benzer bir hareketle, çıkamazsın diye neredeyse bağırdı kıza… Şu varmış bu varmış, daha kalınmalıymış. Kız ezildi büzüldü, içeri gitti, bir daha lüfen bana önceden haber ver dedi ağlamaklı bir sesle…

Ayağa kalktım ve o geceki planımızı açıkladım: Hemen ondan özür diliyorsun.

Otoriterin şaşkını çok acılı komik oluyor, ebleh diyebilirsiniz siz, öyle baktı bana.

Hemen özür diliyorsun ve eve gönderiyorsun onu…

Burası beni iş yerim sana nooluyor!

Burası benim hayatım; sana nooluyor… Hemen ondan özür diliyorsun yoksa kovuyorum seni hayatımdan…

Shakespeare bu yüzden hâlâ günceldi:

-Hiç merak etmeyin, onlara hak ettikleri gibi davranılacaktır.

-Lütfen çok daha iyi davranın; herkese hak ettiği gibi davranılsa, kim kaçabilir kırbaçtan.

Çünkü insanoğlu değişmiyordu. Sanat ya da felsefe diliyle ifade edilen klişe, klasik oluyordu. Değişmeyen tek şey değişim diyen adamı zamanında kimse kırbaçlamamıştı.

Diktatörün tanımını yapmıştım onlar için:

Aynı karaktersizliklere sahip olduğu halkın ikiyüzlü tarafınca çıkarı doğrultusunda alkışlanıp kendini bilmez tarafınca yuhalanan tiyatrocu.

İkiyüzlü taraf için: Kötülüğe susarak ortak olmanın kimyası, o kötülüğü senin de yapabileceğini bilmendir. Konuşuyorsan da zaten yapmıştın işte. Onu da anlamak lazım falan diyorsan, empati yaptığından değil kendin de yaptığından.

Kendini bilmez taraf için: İnternet profillerinin duvarına ahlaklılık sözleri yapıştırıyor, insanlarla paylaşıyorlardı; tüm eleştirdikleri nasıl da zaten yaptıkları şeylerdi. Sen o özlü ve ünlü sözle yan yana poz vermişsin hatta sözlenmişsin, tanıdık bile değilmişsiniz oysa diyordum...

Özlü söz duvara astığın silahtır, hayatın bir yerinde patlamalıdır.

İkiyüzlülük, kötülüğün erdeme saygısıdır diyordu yazar… Kötülüğünü hem başkalarından hem kendinden gizleyebilen insana dürüst insan deniyordu…

Selçuk Erdem karikatüründe Şeytan, cehennemde pis pis sırıtıyordu: “Burası bile böyleyse kim bilir cennet nasıl korkunçtur."




Cuma, Mayıs 06, 2016

Sıçmak bende obsesyon



Bir kız arkadaşım vardı. Bir sabah yanıma geldi, dün akşam ne olduğunu anlatır mısın dedi. Anlattım. Dediğin gibi olduysa haklısın dedi…

Birlikte yaşadığımız geceyi bana anlattırdı…

Üçüncü kişilerin önemine inanırım, psikoloji dersleri alan bir kadın arkadaşı vardı, sormuş:

Murat sana kimi hatırlatıyor.

Annemi, demiş.

Aniden sorduğundan sanırım. Düşünse, ne alaka.

İlişki terapisine gidelim dendi. E güzel.

İlk seansın ortasında psikolog bana obsesifsin dedi, sonunda da özür diledi.

Obsesif dememeliydim diye özür, demesinin nedeni ne peki?

Kız arkadaşımla aramızdakileri ayrıntılı anlatmam, diyalogları kaydetmişim gibi vermem.

Yazdım sonra: Bir yazara obsesifsin demek bir dedektife sen de çok kanıt topladın kardeşim ne bu, demek gibi bir şey.

İkinci seansta psikolog ben normal insana göre tedavi uygularım dedi. Çünkü ilk seansta siz iki entelektüelsiniz birbirinizle böyle sorunlarınız olacak tabii, demesine, bunun hangi sayfada olduğunu buluruz kitabın diye espri yapmıştım kız arkadaşıma sonradan da sorgulamıştık ikinci seansta bunu. (cümleyi düzeltmek lazım:)

Normal insana göre tedavi uygularım.

Size bir dahi gelse ne yaparsınız peki?

Böylece ikinci seansın sonunda psikolog gözlerini kaçırarak isterseniz yalnız gelebilirsiniz dedi kız arkadaşıma.

Bunu daha sonra ona telefonda da söyleyebilirdi.

Birkaç seans gitti sadece, sonucunda şöyle dedi kız arkadaşım: Ben sorunlarımı artık kafama takmıyorum.

Satürn’e Haksızlık adlı metnimi o zaman yazdım; internetten bulabilirsiniz, kime göre, neye göre embesilliğinin sıkı bir eleştirisidir. (olumludunya.blogspot.com)

Şu fıkra metinden, sıçmak bende obsesyon:)

Kadın ishal olur, yanlışlıkla psikoloji servisine gönderirler, çıktığında arkadaşı sorar, iyileştin mi diye:

Hayır der, ama artık kafama takmıyorum…