İnsanlar erkekler ve kadınlar diye değil
dâhiler ve doğallar diye ikiye ayrılır.
Erkek dâhiliğe, kadın doğallığa yatkındır.
Kötüler bunu beceremeyenlerden çıkar.
1. BÖLÜM
HALK ÇIPLAK
Protesto yapılmaz, olunur.
O yıllarda ülkede otaya çıkan özgürlükçü ve sevimli direniş hareketi küçük küçük ve mide bulandırıcı bir her boka protesto hareketine dönüşmeye yüz tutmuştu.
Hep var olan bir şey meydanlara taşınmıştı aslında tabii. Bir kahvede otururken birinin uzaktan bana insanlar yabancı kahvecide neden oturuyorlar ki diye laf attığını duydum. Direniş saatinde, direnişin olduğu merkez yönünde, direnişin bayraklarını taşıyan bir motosikletin üzerinde, bir adamın arkasına oturmuş mini etekli ve topuklu ayakkabılı bir kadındı bu. Her gün oturduğum bu kahvenin hangi yabancı ülkenin kahvecisi olduğuyla hiçbir zaman ilgilenmemiştim, ama mini etekler, topuklu ayakkabılar ilgimi çekerdi, bunları giyenlerin neyin bayrağını taşıdıkları da. Direniş modası oluşturmaya mı gidiyordu ki bu cafcaflı… O topuklar biber gazını yiyince topuklamakta ne kadar işine yarayacaktı.
O zamanlar ben daha tanınmadığımdan günah çıkarma sofraları fikrim yaygınlaşmamıştı, hâlâ iftar sofraları kuruluyordu; itiraf ayı yerine de ramazan ayı modaları vardı, bu yüzden de rejim değiştirmeyi diyet değiştirmek sananlar çoğunluktaydı, sadece son bir senede onlarca kez değiştirmişlerdi, topuklu ayakkabının üzerine o mini eteği rahatlıkla giyip çıkarabilmek için.
Ama bu ucubeliklerinden değil de ucuz ama kaliteli kahve satan kaliteli döşenmiş, misafirperver davranılan ve bunu sizi devamlı kahve satın almaya zorlamadan yapan bir kahvehanede oturulmasından rahatsız oluyorlardı, bunlar sağlayan bir yerli kahvecinin olmamasından da değil...
O günlerde birçok insan beni direnişe katılmadığım, bazı şeyleri protesto etmediğim için kınamıştı… Hayatı küçültmek diye adlandırdıkları bir takım şeyler yapmak istiyorlardı; ama bunu bile bir takım olarak, bir çeşit büyüklenmeyle yapıyorlardı, hayatlarına gösteri yapmayı, direnişi de katmak için. Gösteri ve gösteriş; sanırım bu ikisini karıştırıyorlardı...
Örneğin genç bir arkadaşım, kentte iş bulamadığı için üniversite mezunuyken sınavlarını verip bir kasabada memur olarak hayatını geçirme kararını şöyle açıklıyordu:
“Kararlı bir insan olmak kararsızlıktan kurtulmak değil de hayatla ilgili disiplinlerini biraz daha yakın süre içerisinde belirlemiş kişi oluyor.”
Hayatını böyle daraltınca bu büyük ben nasıl sığacaktı kalıbına.
Teorist olmaları terörist olmalarından bile daha kötü kokuyordu…
Tolstoy da varlığını fakirlere bağışlamış, alçakgönüllü bir yaşam seçmiş, ama bunu bile belli bir gösterişle yapmıştı. Beatiful Looser'ı Görkemli Kaybedenler diye çevirmişlerdi. Bilge, Ferrari’sini satmıştı, bağışlayacağına.
Tolstoy ve Talat ve Tuba… Peki ya ben… Ama ben.
Protesto ettikleri şeylerin büyük çoğunluğu benim hayatımda zaten olmayan şeylerdi; ya baştan beri yoktular ya da gençlikten insanlığa geçtiğimde azaltmış, bitirmiştim; zaten yapmadığım şeyleri oturup da, ya da ayağa kalkıp, yürüyüp falan protesto edecek değildim onlarla.
Kahvede oturmamı eleştiren yakın arkadaşlarım bile olmuştu, bunlardan biriyle birkaç gün sonra karşılaştığımızda güneye tatile gidiyorum demişti neşeyle, e hani direniş mireniş, dememiştim, aforizma bayılmıştım: Bugün direniş, yarın deniz.
Protesto ede ede elde etmemeyi öğreneceklerdi belki bazı şeyleri, hayat tarzı olarak, belki ve bazıları, ama çoğu da protesto zamanı geçtikten sonra sıkılacak, o şey da göstermelik kalacaktı, neydi o, portiçero…
Protesto yapılmaz, olunur.
Birkaç ay sonra yine o tatile direnemeyen arkadaşın grubuyla yemekteydik. Ortamdaki kızlardan biri yazdıklarımla çok ilgilendiği için erkek kıskandı ve şöyle dedi: 20 sene sonra okuruz artık…
Kibarlığı bozmadan yanında bir dâhi otururken ve ondan hemen faydalanabilecekken 20 sene beklemeyi düşünecek kadar küçük kafalı olmayı nasıl başardığını sordum.
Tartışmam, direkt dâhiyim, peygamberim, tanrıyım derim, gerisini o düşünsün; akıllıyım, bilgeyim falan demem asla, çünkü zaten o kendini öyle görüyordur, içten içe ve içli içli.
Sokrates okudum ben falan dedi; Sokrates'in okuduklarını okudun mu dedim, şöyle bir kaldı; hipopotamlarla ilgili atıp tutuyordu demin, ama buna karşı geliştirmemişti işte bir söylem…
Öbür dünyada okuduğu ender yazarlardan biri benim dedim de kurtardım keleği endişeden, en köşeden; ukalalığıma verdi ukalalığını yerlerde süründürmemi…
Düşünmüyordu ki yanındaki dâhiyi seçmeyip birkaç gün sonra üzerine olmayan politikacılardan politikacı beğenecekti bu unufak prens; her şekilde oyunu yanlış yerde kullanıyordu, yanlış yerde ikamet ediyordu çünkü, kendi küçük beyninde…
Halk oylamasına katılıp hayır demek istiyordum bu halka.
Yıllar önce Kaş’ta biriyle tanışmıştık, kız arkadaşıma yan gözle bakmayan Anadolulu genç bir çocuk; ikinci gün kavanozda balık beslemeye başlamıştı Fadime gibi bir adı vardı balığın; üçüncü gün kavanoz boştu, ne oldu dediğimizde öldü dedi üzgün, başka bir tane bul dedik, Fadime olmadıktan sonra neye yarar dediydi… O anlatmıştı, yine Kaş’ta güneşlenirken doğudaki üniversitesine çağırmış arkadaşı arayarak, sınava geliyor musun diye; ne sınavı, ne zaman; yetişmek için hemen harekete geçiyor, bulabildiği biletlerle, otobüsten otobüse aktarma yaparak, allem edip kalem etmeden, arkadaşlarının şimdi geliyor demesi ve onu seven hocalarının sınavı birkaç saat ertelemesiyle yetişiyor sonunda oturuyor sırasına. Önünde kağıt, şöyle diyor: Ama ben çalışmadım ki…
Neyi seçtiğine dikkat edeceksin, neyi ayıkladığına diyelim, seçmek bir ömür sürer. İnsan neyi sevdiğini bilemez zaten, anca neyi sevmediğini.
Düşledikleri hayat gerçekleşse kendilerini içeri alacaklar mı sanıyorlardı… Düşlerine dahil olacak şekilde yaşamıyorlardı ki.
Eğitim uyandırmaz, önce uyandırıp sonra eğiteceksin.
Bu yine tatlı bir çocuktu ama memleketin ukalası boldu; bunlara söyleşi yaparmış gibi yaklaşıyordum, tek bilen onlarmış gibi davranmalarına ses çıkarmıyor, sonra soruyordum:
-Diktatörün ne hissettiğini en iyi sen anlayabilirsin, bize anlatabilir misin?
-Evet, haklısın, iyi gözlemciyimdir.
-Hayır, sen de kendini dünyanın merkezi sandığından.
Atatürk sana şimdi haksızsın dese inanır mısın demiştim birine, inanır mısınız, inanmam dedi.
Hepsi mi kendini Atatürk sanır, birkaçı da İnönü falan olsun; yok…
-Kapıdan Atatürk giriyor, Peygamber ile kol kola… Seni ikna etmeye.
-İnanmam. Vahiy de gelsin.
En değerlisini hak ediyordu, en değerli alayı.
Senin adın Kemal, onun adı Kemal, bu böyle olmaz, bundan sonra onun adı Mustafa Kemal, seninki Keltoş.
Eski bir gelenekti, insanın kendine oy verememesi, ama işte uygulansaydı ya…
Tanınmış bir yazar, Amerikanlaşmayı çok güzel anlatan bir genç yazarın kitabını tanıtırken, genç yaşında tanınmasını nasıl kıskandığını da anlatıyordu bir yandan ve hatta daha çok… Kötücüllüğüm diye de adıyla bahsediyordu hissettiklerinden.
Yöneten konumunda olduğumda hükmetme eğilimim olduğunu fak ettim de diyordu...
Bunun da bir pazarlama stratejisi olduğunu söylemişti bir arkadaşım...
Yazarın eserinin önüne geçmesini geçiniz, yazarlıkları yıllardır insanlıklarının önüne geçmişti zaten.
İşi, aşkı, onu bunu insanlığının önüne geçenler ya.
Bir kadın arkadaşımın iş yerindeyim. Eski bir arkadaşıyla birlikte çalışıyorlar, diğer kadın yardımcısı pozisyonunda. Saat akşam 7.30 ve arkadaşı kadın ben çıkıyorum diye gülerek girdi içeri.
Hitler’in el hareketini düşünün, benzer bir hareketle, çıkamazsın diye neredeyse bağırdı kıza… Şu varmış bu varmış, daha kalınmalıymış. Kız ezildi büzüldü, içeri gitti, bir daha lüfen bana önceden haber ver dedi ağlamaklı bir sesle…
Ayağa kalktım ve o geceki planımızı açıkladım: Hemen ondan özür diliyorsun.
Otoriterin şaşkını çok acılı komik oluyor, ebleh diyebilirsiniz siz, öyle baktı bana.
Hemen özür diliyorsun ve eve gönderiyorsun onu…
Burası beni iş yerim sana nooluyor!
Burası benim hayatım; sana nooluyor… Hemen ondan özür diliyorsun yoksa kovuyorum seni hayatımdan…
Shakespeare bu yüzden hâlâ günceldi:
-Hiç merak etmeyin, onlara hak ettikleri gibi davranılacaktır.
-Lütfen çok daha iyi davranın; herkese hak ettiği gibi davranılsa, kim kaçabilir kırbaçtan.
Çünkü insanoğlu değişmiyordu. Sanat ya da felsefe diliyle ifade edilen klişe, klasik oluyordu. Değişmeyen tek şey değişim diyen adamı zamanında kimse kırbaçlamamıştı.
Diktatörün tanımını yapmıştım onlar için:
Aynı karaktersizliklere sahip olduğu halkın ikiyüzlü tarafınca çıkarı doğrultusunda alkışlanıp kendini bilmez tarafınca yuhalanan tiyatrocu.
İkiyüzlü taraf için: Kötülüğe susarak ortak olmanın kimyası, o kötülüğü senin de yapabileceğini bilmendir. Konuşuyorsan da zaten yapmıştın işte. Onu da anlamak lazım falan diyorsan, empati yaptığından değil kendin de yaptığından.
Kendini bilmez taraf için: İnternet profillerinin duvarına ahlaklılık sözleri yapıştırıyor, insanlarla paylaşıyorlardı; tüm eleştirdikleri nasıl da zaten yaptıkları şeylerdi. Sen o özlü ve ünlü sözle yan yana poz vermişsin hatta sözlenmişsin, tanıdık bile değilmişsiniz oysa diyordum...
Özlü söz duvara astığın silahtır, hayatın bir yerinde patlamalıdır.
İkiyüzlülük, kötülüğün erdeme saygısıdır diyordu yazar… Kötülüğünü hem başkalarından hem kendinden gizleyebilen insana dürüst insan deniyordu…
Selçuk Erdem karikatüründe Şeytan, cehennemde pis pis sırıtıyordu: “Burası bile böyleyse kim bilir cennet nasıl korkunçtur."
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder