Cumartesi, Eylül 29, 2007

İlhan Uçkan kimdir

Pakize Suda, Hıncal Uluç, Reha Muhtar... Hepsi mantıksız! Ama aşık değil!
Aşk hakkında yazılanları okurken, hipotetik mantık mağduru olmayın! Mantıklı olun!



Aşk dediğimiz şey gayet hesaplı kitaplı bir iştir! Aşkın mantıksızlığı bir efsanedir, üstelik de çok işe yarar. Bütün efsanelerin yaradığı işe yarar. Sürünün, gözünü var olmayan bir yüceliğe çevirip o yücelikten ufacık bir pay almak çabasıyla güzelce güdülmesine yarar. İmkansız aşk, umutsuz aşk, öldüren aşk, mantıksız aşk...

Nereden mi icap etti? Son zamanlarda aşk yazarlarının mantıksızlığıyla çok eğleniyorum da ondan.

Hıncal Uluç "Aşkta mantık yoktur" klişesiyle yaşlı erkeklerin genç sevgili merakını meşrulaştırırken, "Peki ya kadınların hakkı yok mu?" diye meselenin üzerine atlayan Pakize Suda, Balçiçek Pamir gibi bazı kadın yazarlar da işi "mantıksızlık hakkı"na indirgeyiverdiler. Reha Muhtar başta olmak üzere adını hatırlayamadığım diğer aşk yazarlarından ve de "part time" aşk meşk yazanlardan özür dilerim... Hepsi "aşkın mantıksızlığını" baştan kabul ettikleri için ortaya bu kadar abuk sabuk sonuç çıkıyor.

Felsefe tarihinin başından beri insanları istediğiniz sonuca yöneltmenin en kolay yolu "hipotetik mantık"tır. Yani, son derece muğlak fakat artık gündelik dile sirayet etmiş, dolayısıyla insanların pek de sorgulamadığı bir cümleyi hipotez olarak ortaya sürersiniz, sonra da kabul ettirmek istediğiniz düşünceyi bu hipoteze bağlarsınız.

Bakın, mantık her yerde. Değil mi "Hıncal Abi"?

İşte Bilirkişi olarak yazıyorum:

Aşk hakkında yazılanları okurken, hipotetik mantık mağduru olmayın!
Aşkla ilgili bunca efsane, edebiyat, sanat eseri olması boşuna değil. Çünkü sanat "şeylerin hali"ne ters düşen, imkansızı mümkün kılan ve bunu yaparken de olabildiğince gerilim, çatışma, şiddet, kan ve gözyaşı saçan durumlara ihtiyaç duyar. Aşkın mantıksızlığı sanatın kullandığı bir "teknik"ten ibarettir. Doğru bakarsanız arkasındaki mantığı, yani hasedi, yetersizliği, eğretiliği, boşunalığı hemen ele verir. Ve işin kötüsü, genellikle tek kişiliktir. "Aşk yaşıyoruz" diyen çiftler eğer mutlularsa, aşkın primine ihtiyaç duymayan karşılıklı bir sevgi yaşıyorlardır. Popüler kültürün kurbanı olarak yaşadıklarını aşkla karıştırıyorlardır.
Mesela fazla Sezen Aksu dinliyorlardır.


Bugünkü yazımın ana fikri şu:
Aşk çok işe yarar elbette ama "yaşarken" değil de anlatırken... Sırtınızı efsanelerin efsununa, edebiyatın denenmiş başarılarına dayar, oradan aldığınız enerjiyi kablo gibi etrafa iletirken belki birilerini çarparsınız... Eğer köşe yazarıysanız daha da işe yarar, okuyucularınız artar.

Aşk olsun!

Aşk, ilişkinin tuzağıdır. Okura karşı biraz sorumluluk duyun. Ne de olsa, edebiyatçı, sinemacı ya da şarkıcı değilsiniz.

İyi oyunlar herkese...



İlhan Uçkan.
Milliyet’te yazıyor.
Bu yazısı beni kıskandırdı.
Şaşırdım.
Diğer yazılarını okuyamamıştım, tekrar mı denemeliyim…
Nedir…
Bilmiyorum…

Pazar, Eylül 23, 2007

Elinde kısa çöp



Diğer kibrit çöplerinden uzun tutulup gözünüze gözünüze sokulanı mı seçersiniz, yoksa arkalara saklanmış olanı mı, seçmeyesiniz diye?
Düzgün bir sırada duruyorlarsa sağdakini mi soldakini mi?
Rakibinize mi öncelik tanırsınız, kaderinizi onun ellerine teslim ettiğinizi bilerek?
Cesurca atılır mısınız yoksa, o kadar çöpün arasından bula bula kısasını bulabilecek olmanın enayiliğini de göze alarak?
Her defasında kısa çöpü çekecek kadar şanssızken, elde uzun çöpün belki de hiç olmadığından şüphelenmez misiniz?
Peki ya hep uzunlardan birini çeken ve güvenle devam eden biriyken, artık tüm olasılıkları tükettiğinizi, size uzatılan elde sadece tek bir çöp kaldığını, bir gün geç olsa da anladığınızda ne yaparsınız?
Ya da uzunu çeker sevinirsiniz; bir de bakarsınız, diğerlerinin hepsi kısadır, kaybetmişsinizdir.
Kısayı çekmek de hep kaybetmek demek değildir o zaman...
Belli mi olur, belki de siz kısa çöpü çekmek için yaşayanlardansınızdır...

Yani aslında hikaye daha yeni başlıyordur siz elinizde kısa çöpü tutuyorken... İşte şu an sizin başınıza gelen de bu...

Çarşamba, Eylül 19, 2007

Cumartesi, Eylül 15, 2007

Hitler’e çekmek!

(Romanımdan bir bölüm)

Hayatın kendisini, bilgeliği, olumlu olan her şeyi ortada, merkezde bir nokta olarak düşünün, kalın, yoğun bir nokta... Buradan ince çizgiler çıkıyor olsun milyarlarca her bir yana... Milyarlarca çünkü bunlar insanlar... Bunlar insanların hataları, zaaflı hareketleri... Çizgiler ince, çünkü henüz basit hatalar, karmaşıklaştıkça, ağırlaşıyor, yoğunlaşıyor ve uzaklaşıyorlar... (Neden uzaklaşıyorlar? Çünkü kötüler hep başkalarıdır!) Uzaklaşıyorlar çünkü diğer ucu, karşıt ucu oluşturacaklar... Yaşama karşıt ucu... O karşıt uçlardan birisi Hitler’e ulaşıyor... Ve neredeyse yaşam kadar yoğun bir nokta Hitler, ona uzanan çizgiler, birkaç, binkaç çizgi, inceden kalına yoğunlukları artarak Hitler yoğunluğunu, o karşıt yoğun noktayı oluşturuyorlar. Uzak ama görülmesi daha kolay, çünkü yoğun... İşte Hitler bu işe yarıyor hayatta... Onun o uzak yoğunluğu yaşama daha yakın noktalardaki insanların uzantısı, Hitler’in yoğunluğundan yaşama doğru geldiğimizde, kendimize yaklaşıyoruz, yaşama Hitler’den daha yakın olan çevremizdekilere yaklaşıyoruz, hatalarımız yoğunlaşsa nereye gidebilecek olduğunu görüyoruz. Yaşama yakın noktalarda minyatür Hitlerler görüyoruz... Çok yakınımızda olduğu halde, ve tam da çok yakınımızda olduğu için göremediğimiz hataları, en yoğun kötülükten kendimize çektiğimiz doğru üzerinde görebiliyoruz. Tüm zaaflarımız, hatalarımızla yaşama çekmekle Hitler’e çekmek arasında gidip geldiğimizi, dikkat etmezsek Hitlerleşebileceğimizi görüyoruz... Olacak o kadar’larımızın ne kadar olabileceğini görüyoruz...

Küçük bir zaafınızın 10 katı büyüdüğünde örneğin bir insanı sabun yapmaya eşdeğer bir seviyeye geldiğini gördüğümüzde korkar ve geri çekilirsiniz; arkanızdaki yaşama biraz daha yaklaşırsınız, diye düşünüyordum, Hitler’i yaşamın bu kadar içine sokarak.

Arkanızı yaşama dayayarak kötülüğe bakmak...

Deprem duası

Deprem sevinci...

Cuma, Eylül 14, 2007

Kısa'sa kısas

Bir filmi romanına tercih etmem...
Ama kısa filmse, öyküye beş basar;
romana on...

Pazartesi, Eylül 10, 2007

Sevgi Üstüne az İsa'nın Öldürülüşü!

Yıllar önce, 15-20 yıl falan, yani yıllar değil seneler önce artık, bir İkarus’un arkasında (belediye otobüsü olan İkarus) bir genç çocuğun bir kıza aşkla ilgili, sevgiyle ilgili nutuk çektiğini duymuştum. Felsefe işte, demiştim, bu da felsefe, en basitinden ama kimse felsefe olmadığını söyleyemez…

“Sevgi Üstüne” de felsefe sanırım, ama bu kadar da basitinden olmalı mı!
Abuk subukluklar, tutarsızlıklar, öznellikler…
Bunları önemsemeyip geçtim çünkü zeka yormayan, durdurmayan, yeni bir şey söylemeyen bir metine saçma deseniz ne çıkar…
Çok sıkıcı.
O İkarus’un arkasındaki çocuk belki bir şeyler bulur…

Ben kitap okuyamıyorum, ya kaçırdığım bir şeyler var…
Ya da bu Ortega Gaset’ler Maset’ler fena halde kaçırmışlar bir şeyleri.
Korkum; onlar kaçırmışsa, onları okuyanlar da...
Kitapların sessizliği değil de gereksizliği üzerine bir metin yazılmayı bekliyor...

Alın size bir tane daha…



Wilhelm Reich.
İsa’nın öldürülüşünün sıradışı bir yorumu.
Ama bir konu bu kadar mı uzatılır…
Amelie Nothomb'un Katilin Temizliği adlı kitabındaki yaşlı ve ukala yazar,
vaktini nasıl geçirdiğini soran gazeteciye,
"Klasiklerden gereksiz sayfaları ayırarak." diye cevap verir.

Böyle düşünsel kitaplardaki durum daha da düşündürücü.
Kapaktaki kadının durumu kelimelerden daha iyi açıklıyor her şeyi…
.......
“Bir hikayeyi dünyadaki bütün insanlar arasında sadece size göründüğü şekliyle anlatabilirseniz kaçınılmaz olarak özgünlük tohumları taşıyan bir eser yaratmış olursunuz. Bu, sıradan yazarların becerebileceği bir iş değildir, bunun 1. sebebi yazar olacak kimselerin okumaya başladıkları günden beri kendilerini başkalarının yazıları içine gömmüş olmaları ve acıdır ama dünyayı başkalarının gözüyle görme eğilimine girmiş olmalarıdır.” (Dorothea Brande)

Cuma, Eylül 07, 2007

"Sis"lerin içinden ca'anım, koşarak koşarak...

“Sanırım ben onu çoktan arıyordum. Ben onu arıya durayım, işte o kendisi çıkageldi karşıma. Bir keşif değil mi bu? Bir insan aradığı bir şeyle karşılaşırsa bu, o şeyin, bu arayışı hissederek o insana doğru ilerlemesi, gelmesi değil midir? Amerika, Columbus’u aramış olamaz mı? Sakın, Eugenia beni aramak için görünmüş olmasın?” (Unamuno : Sis)


Keşfedilmeyi beklemez gerçek bir kadın...
Çünkü bilir ki, beklerse, Amerika gibi, keşfeden Ameriga Vespucci olduğu ve ona adını verdiği halde, herkes Kristof Kolomb'u anacaktır, ona Hindistan’mış gibi davranan birini...
Gerçekte bir kadın, kendine davranılmasını istediği şekilde davranılmasını sağlayandır...
Erkeklerden üstün yanı, yani.

Pazartesi, Eylül 03, 2007

Basılmamış romanımdan bölümler (Yazarlık) 3

Kitap değilse de belki insan becerebilir kutsal olmayı... Kitabı putlaştırmamak lazım, onlar mezar taşımızdır... Kitabı üstün olduğu için üstün bir insan olmaz yazar; eseri insanın sadece bir yönünü tanımlayabilir, duyumsama yeteneği; duyumsadığını aktarma yeteneği; dil yeteneği; vesaire yeteneği. Bravo!!!! Yaşama yeteneği olan insan kutsaldır ancak... En çok dahiye ihtiyacımızın olduğu sanat, yaşama sanatıdır.

Çoğu yazarın çıkmazı mükemmel bir şey görmemeleri. Bir umut görmemeleri. Hayatı kötü görmeleri... Böyle bir yazar neden yaratır? İntihar etmesin diye. İntihar etmesin diye yaratan biri insanlara ne öğretebilir...

Huzur onu deli eder, belki kaybedecek diye. Ve huzursuzluk da onu yazar yapar. Eseri sayesinde hayata katlanabilir, eseri sayesinde hayatta kalabilir. İşte “Yazmazsam çıldıracaktım.” durumu...

Tamam, peki! Yazarın kendi işine yaramasına tamam, bir kitabın bir insanın hayatını kurtarmasına peki. Ama bu eserler insanlara gerçekleri öğretebilir mi, öğretiyor mu… Yoksa gerçeklerden uzaklaştırıyor mu…

Tom Robbins, Parfümün Dansı’nda çok güzel tespit eder: “İnsan mutsuzken dikkati hep kendine döner, kendini çok ciddiye alır. Mutlular yani kendilerini gerçekten sevenlerse pek düşünmezler kendilerini. Mutsuzu neşelendirmeye çalıştığında istemez karşı çıkar. Çünkü dikkatini kendinden ayırıp evrene yöneltmek zorunda kalacaktır. Mutsuzluk kendine düşkünlüğün varacağı son noktadır.”

Bu mutsuz yazar yaşamın acılardan oluştuğunu, acıların öğrettiğini söyleyecektir. Öğretenin merak olduğunu belki o da biliyordur ama mutlu insanın meraksız olduğu takıntısı vardır onda. Ve acının zararlarını da bilmiyordur: Acı, gerçeğin kavranmasını hızlandırabilir, ama gerçek gibi önemli bir şeye ulaşmak ve onu kavramak için hız, istenilebilecek en son, en tehlikeli şeydir. Gerçeğin kavranmasındaki bu hız, acı çekeni gerçekten uzaklaştırır, acıya yönlendirir, sadece acıya. Gerçeğin değil acının etrafında dönülmeye başlanır. Diğer tarafa, yaşamın diğer yarısında hüküm süren haz tarafına hiç geçilemeyebilir...

Düşünmeye başladığımda için için yenmeye başladığımı hissediyorum, dese düşünür, kişisel düşünceleri deyip itiraz edemeyebiliriz; ama “Düşünmeye başlamak için için yenmeye başlamaktır.” demektedir. Kendisi Albert Camus’dür.

“Eskiden acı diye çektiğim duyguların, kendimi kandırmaktan başka bir şey olmadığını görüyorum. Fark ettim ki, acı çekerken, bilerek ve isteyerek yapıyormuşum. Onun beni yücelttiğini, farklı kıldığını düşünüyormuşum...” Bunları bana yazan kadın, muhtemelen adını kimsenin duymayacağı bir kadındır ama bu algısıyla, birçok filozoftan daha akıllı bir düşünürdür...

Pazar, Eylül 02, 2007