Salı, Aralık 30, 2008

2009'a bir-ki

1. Mutlu, huzurlu bir 2009 dileklerimle:

"Kavga ettik, o ve ben.
Bir kavga hiç önemli değildir
-birbirinizi bir daha hiç görmeseniz bile-
bu yalnızca birlikte yaşamanın farklı bir biçimidir
ve bize verilen küçük dünyada birbirimizi hiç unutmamanın.
Bu kavga beni onu düşünmekten,
bakışlarını okuduğum kitabın, gazetenin sayfalarında hissetmekten
ve şu soruyu sormaktan alıkoymadı:
Bu konuda ne düşünüyor? Şu anda bu konuda ne düşünüyor?”
(Sartre’dan Camus’ye, o öldükten sonra)


2. Öyle olmayacağını bilsem de:

Sonra bu yukarıdaki övgüye yan çiziyor Sartre…

Perşembe, Aralık 18, 2008

Ne demek istemiş sizce!

İkinci Dünya Savaşı’nın başlamasından bir hafta önce tanınmış bir yazarın söylediği şu lafı alıntılıyor Canetti:

“Her şey bitti artık. Gerçekten bir yazar olsaydım savaşı önleyebilmem gerekirdi.”
Sonra da şöyle soruyor:

“Bu cümle ile, söyledikleriyle savaşa yol açmış olanların palavraları arasında ne fark var?"

Ne demek istemiş sizce!

Ben parmak kaldırıyorum ve: Hayatı iyiye değiştirebilseydik biri de çıkıp hayatı kötüye çevirebilirdi... mi demek istemiş… Hayat akar, sana bana aldırmaz… mı demek istemiş… Gerçekten bir çıkarım yapamıyorum… Ne diyorsunuz?

Cuma, Aralık 05, 2008

Namussuz bir kitap

"Edebiyatım değil namusum umurumda…"

Yaşar Kemal'in bu cümle...

Dünyanın estetik değil doğru cümlelere ihtiyacı var; Yaşar Kemal'in deyişiyle söylersek: Namuslu cümlelere...

Edebiyatla namusu karşı karşıya getiriyor değilim, derdi başka bir yazar...

Ama ben o yazarlardan değilim!

Namustan söz ediyorsa Yaşar Kemal, namus kelimesinin ne anlama geldiğini iyice düşünmek lazım...

Edebiyatı değil namusu umursamak lazım daha fazla...

Bunu umursamayanlara karşı da "namussuz" olmak lazım...


Çağlayan İbiş'in kitabıma önsöz denemesi:

ÖNSÖZ

20 yaşına kadar eline hiç kitap almamış bir genci düşünün. Üniversitenin birinci yılındayken, ilk kez, üniversitenin kütüphanesine giriyor. Binlerce kitabın arasında hangi birisini alıp okuyacağını bilemez bir halde şaşkın şaşkın etrafına bakıyor. Fakat oradaki kitapların hepsini hayatı boyunca okuması mümkün değil. Hangisini okuması lazım... Okuması gereken kitaplar için ya bir antolojiye ihtiyacı var, yada şansı varsa ve bulabilirse ondan önce “doğru okumuş” birisine. Öyle durumda bir gençseniz eğer Ölümlü Dünya’yı bulduğunuz için çok şanslı bir gençsiniz. İşte öyle bir durumda yeni okumaya başlayan bir genç değilseniz eğer, okumak için seçeceğiniz kitaplardan sorumlusunuz. Bu yüzden böyle bir gençten daha az hata yapma şansınız vardır ve “çok okumakla” “doğru okumak” arasındaki ayrım iyi yapıyor hale gelmeniz gerekir. Yanlış kitap yanlış düşüncelere, yanlış düşünceler de sizi yanlış bir hayata sürükler. Okuduğunuz kitap bu kadar hayati bir öneme sahiptir. Okuma hakkında bu iki ayrımı iyi yapıyorsanız artık sadece bir okuyucu değil, evrenin işleyişini, toplumların değil, insanın kendisinin duygudan önce mantığa inanmadığı için ne kadar çok kötülüğe/yanlışlara sebep olduğunu; iyiliği de, kötülüğe sebep olduğunu bilemediğinden sahip olamadığını bilmeye başlayan doğru insan olma yolunda giden insansınızdır. Elbette burada “doğruları anlatan doğru kitap nedir?” ve “ bu kadar kısa zamanda bir kitabın okumadan doğru olduğu nasıl anlaşılır?” soruları aklımıza geliyor. Bu iki sorunun cevabını bulmak içinse; nasıl ki bilim adamları insanın vücudunun daha henüz keşfedilmemiş milyarlarca özelliklerini zaman içerisinde yavaş yavaş keşfediyorlarsa, bazı(!) felsefecilerin ve edebiyatçıların da insan doğasının keşfedilmemiş milyarlarca özelliğini zamanla bizler için keşfeden kaşifler olduğuna inanmanız, felsefecilere ve yazarlara, doktorlara ve bilim adamlarına ihtiyacımız olduğu kadar onlara da elzem derecede ihtiyacımız olduğunu bilmeniz gerekir. Birinci sorunun cevabını işte bu noktadaysanız bulabilirsiniz: Okuduğunuz kitabın insanlığın doğasına dair sizi en temel duygulara götürdüğünü, zamanın işleyişini, tarihin kendini tekrar etmediğini, aslında onu tekrar ettirenin insanın hırsları olduğunu ve yanlış tekrarları akıl yoluyla değiştirebileceğini; sizin hissettiğiniz halde dile getiremediğiniz, göremediğiniz duyguları, düşünceleri ve temel insani ihtiyaçlarınızı ahlaki olanlarla ahlaki olmayanlar olarak ayırt edip bunları sizin için keşfettiğini, içinizde bir anda “evet işte ben de bu düşünceye sahibim ama yeni anladım” düşüncesini size hissettiren kitap işte doğru kitaptır. İkinci sorumuzun cevabı: Kitapçıya girdiniz, kitapların sadece kapaklarına bakarak rafların arasından yürüyorsunuz, size göre bir çok seçenek var, kitapçıda geçirdiğiniz zamanı ise “zaten az zamanım var” diyerek kendinize kısıtlamaya çalışıyorsunuz. Elinize bir kitap aldınız. Sıradan bir okuyucu iseniz kitabın arka kapağına 10-15 saniye bakar sonra kitabı geri yerine koyarsınız. Ama doğru kitap gibi siz de doğru okuyucuysanız, kitabın önsözünden başlayarak ilk sayfasına kadar okursunuz ve yukarıda anlattığım doğru kitabın size hissettirdiklerini daha ilk sayfadan hissetmeye başlarsınız. Hoş geldiniz, doğru kitaptasınızdır artık. İnsan doğasının gerçeklerinin perdesini sizin için aralayan yazarın dünyasına, dolayısıyla kendi dünyanıza girmişsinizdir. Ve bir daha o dünyadan çıkmak istemezsiniz.

İşte Ölümlü Dünya da, doğanızın sizin sandığınız gerçeklerini değil, ancak sezilerek ve bilgi yoluyla bulunabilecek gerçekleri ilk önce mantık ve sonra duygu yoluyla doğanızdaki ahlaki doğruları bulacağınız ender bulunan bir kitap. Üzerinde çok çalışıp da size her şeyi sunup kendini geri çeken bir kitap değil. Her bir denemede sizi düşünmeye zorlayacak bir kitap. Steinbeck, Schopenhaur, Ayn Rand, Mayakowski, Dostoyevski, Jack London, Gertrude Stein, Jean Cocteau, Jerzy Kosinski, Aldoux Huxley, Hemingway, Stefan Zweig, Seneca, Elias Canetti, Hallac-i Mansur, Sadık Hidayet, Foucault, Kierkegaard, Sartre ve de Milan Kundera gibi gerçek ve doğru yazarların dünyasına girmiş bir yazarın kitabını elinizde tuttuğunuz hissini yaşadığınızı size kanıtlamak için, hayatımda sunduğum en güzel kanıtı size sunacağım: İlk önce yukarıda yazdığım yazarların kitaplarını okuyup sonra bir de Murat Sohtorik’in Ölümlü Dünya’sını okumanızı tavsiye ederim. John Kieran, “Siz bütün okuduklarınızın bir parçasısınızdır. “ der. Fakat Kieran bu sözü şöyle söylemeliydi: “Siz doğru okuduklarınızın parçasısınızdır.”

Çağlayan İbiş



Altını çizdiğim (altını çözdüğüm) yerlere bakalım:

"Yanlış kitap yanlış düşüncelere, yanlış düşünceler de sizi yanlış bir hayata sürükler."

Çağlayan İbiş ile Yaşar Kemal aynı noktada buluşmuşlar; dolu edebiyatçının ıskaladığı noktada...


"...tarihin kendini tekrar etmediğini, aslında onu tekrar ettirenin insanın hırsları olduğunu..."

Bunu ben yazmak isterdim...

"...gerçek ve doğru yazarların dünyasına girmiş bir yazarın kitabını elinizde tuttuğunuz hissini yaşadığınızı size kanıtlamak için, hayatımda sunduğum en güzel kanıtı size sunacağım: İlk önce yukarıda yazdığım yazarların kitaplarını okuyup sonra bir de Murat Sohtorik’in Ölümlü Dünya’sını okumanızı tavsiye ederim."

Metnin başlangıcından, Murat Sohtorik'in Ö. D.'ünü okuyun, sonra bu yazarların kitaplarını okuyun demesini beklerdim...


"John Kieran, “Siz bütün okuduklarınızın bir parçasısınızdır. “ der. Fakat Kieran bu sözü şöyle söylemeliydi: “Siz doğru okuduklarınızın parçasısınızdır.”

Hayır, doğru söylemiş yazar...

Siz bütün okuduklarınızın bir parçasısınızdır.

Parçaları doğru birleştirmedikçe de, parça olarak kalırsınız...

Güzel bir kadına, "hoş bir parça" diyen adamlar, anlamazlar aslında ne dediklerini, siz anladınız şimdi...


NOT: Kitabım, 2 kitap olarak yayımlanacak. Ölümlü Dünya (Ben ÖD demeyi seviyorum, çünkü ödünüzü patlatsın istiyorum) kitaplardan biri... Diğer kitapla (o bir roman) (bir roman ne demekse) ortada buluşuyorlar (birisi baştan diğer sondan başladıkları için) ve buluştukları yerde, şu yukarıdaki parça-bütün esprisini açımlayan bir çizim var, benim... Severim...

Salı, Ekim 14, 2008

Fenalık (ya da halama mektup)

“Orhan Pamuk’un yaptığı dil yanlışlarına ilişkin yazılanlardan fenalık geldi! Bu tür yazılarla en çok bana, yani okura hakaret ettiklerinin farkında değiller. Onlara göre ben dil bilmeyen, edebiyattan anlamayan bir cahil oluyorum.” (Gazete röportajında bir öğretmen)

Romanımın 100. okumasını kutladığım şu günlerde –hayır kimseye okumuyorum, dosyayı bilgisayardan, çıkış alarak, başka fontta çıkış alarak, kırmızı sayfaya çıkış alarak, sabah dinçken, akşam yorgunken, içki içtikten sonra, sevişirken aklıma takıldığında, Avrupa Yakasını izlerken, kendi kendime okuyorum- tam tamamdır demeye yaklaştığımda bir hata buluyorum; sıkı bir hata: Neden bir tanecik olsun ki, her satırda olabilir!!

Bırakıyorum bir yerde, avuntum da artık şu: En azından kimse "Daha ikinci cümlesinde hata var!” diyemeyecek benimkine...

100 kez okumam da gerekmeyebilir, çünkü sıkı bir yayınevi, iyi bir editörlük sistemiyle karşılaşırım bakarsınız! Ama bu hayalime de şöyle batırıyorum çuvaldızı: “Nobelli bir yazarın kitabı bile daha ikinci cümlesinde hata ile yayımlanıyorsa…”

Tabii şuraya da gidilebilir: Yukarıdaki öğretmen acaba gerçekten bunları mı söyledi. Yayınevleri güvenilmez olabiliyor, peki ya gazeteler? Bağlamından koparılmış, kısaltılırken anlam yitimine, mantık bitimine uğratılmış olamaz mı -belki de bilerek-mesela sonraki şu cümleleri öğretmenin:

“Hala Tahsin Yücel’in Kara Kitap’ı satır satır eleştirilmesinin örnek gösterilmesi ise çok komik, çünkü o yazıya dayanarak Orhan Pamuk’u eleştirenler arasında Yücel’in herhangi bir romanını okuyan tek bir kişiye bile rastlamadım. “

Ne alaka!

Bir sonraki cümle:
“İşin kötüsü, Tahsin Yücel çevirilerindeki dil yüzünden çok eleştirilen bir yazar.”

“İşin kötüsü” yerine “çünkü” ile başlasa cümlesine, bir önceki cümlesini bir mantığa oturtmuş olur öğretmen; ama öyle başlamıyor, gazetede benim okuduğum cümle...

İşin kötüsü; “çünkü” ile başlasa oturttuğu mantık da tuhaf bir mantık: Yani bir yazarı eleştiren bir başka yazarın kendi başka yazılarında da dil hataları varsa, bu eleştirilen ilk yazarın hatalarını görmezden gelmemizi mi gerektirir?

Yoksa, dilden zaten anlamaz mı denmek istenmiş, Tahsin Yücel için? Buna pek inanası gelmiyor insanın; ben ne yazılarında gördüm bir hata, ne de bir yerlerde okudum böyle bir durum…

Ama esas şu denmeli değil miymiş, öğretmen türü okurlardan biri tarafından: “Tahsin Yücel de yapıyor aynı hataları, demek ben haklıyım; yani dile takılmadan okunmalı bir kitap!”

Buna işte, o zaman, şapka çıkarırdım; ben, hala, beceremediğim için böyle okumasını; böylece bu yazı da halama mektup oldu çıktı, benden…



Not:
Deneme kitabımın “aşağılama” konulu bölümüne bir örnek olarak girdi aşağıdaki cümle; o yüzden o açıdan daha fazla “fenalık” etmek istemedim burada: “Orhan Pamuk’un yaptığı dil yanlışlarına ilişkin yazılanlardan fenalık geldi! Bu tür yazılarla en çok bana, yani okura hakaret ettiklerinin farkında değiller. Onlara göre ben dil bilmeyen, edebiyattan anlamayan bir cahil oluyorum.”

Yani bir dil yanlışını gösterdiğinizde, o dil yanlışını görmeyen ya da umursamayan okura doğrudan hakaret etmiş, onu aşağılamış oluyorsunuz!

Savıma çok iyi bir örnek; çünkü savım aşağı yukarı şöyle kitapta: Bir çok histe, ama özellikle aşağılanma hissinde, “yanlış hissetme” fazlaca mevcuttur: Ortada aşağılama yokken (bir tespit varken), insan kendini aşağılanmış hisseder.

Salı, Eylül 30, 2008

Öğretmen çocuklara zormuş

Öğretmen çocuklara sormuş:
- Söyleyin bakalım bu sene eylüle kalmadan kim sınıf geçmek ister?
Herkes parmak kaldırmış, biri hariç.
- Sen geçmek istemiyor musun?
- Bu sadece bana bağlı değil ki hocam. Ne yaparsam yapayım siz uygun görmedikçe geçemem.
Hoca bu cevaptan çok etkilenmiş. Böyle bir öğrencinin sınıf geçmeyi nasılsa hak edeceğini düşünmüş:
- Peki sana söz veriyorum, ne yaparsan yap seni sınıf geçireceğim.
Öğrenci muzip bir ifadeyle sınıfa dönmüş ve sormuş:
- Kim ne yaparsa yapsın sınıf geçmek ister?
Kimse parmağını indirmemiş.

Saramago

“Körlük” romanı gibi unutulmaz bir toplumsal hicvin yazarı olarak size şunu da soralım: Dünya nereye gidiyor? Körlük sürüyor mu?

Bu körlük fikrinin ortaya çıkışı çok basit aslında. Bir lokantada oturuyordum, ne yiyeceğime karar vermiştim ve bekliyordum. Bir anda kafamda bir soru oluştu: Ya hepimiz kör olsaydık, dedim. Hemen kendi kendime cevabı da buldum, zaten körüz dedim. O roman öyle doğdu. Hepimiz körmüşüz, sağduyumuz kalmamış gibi davranıyoruz. İnsanlar zeki olmaya tahammül edemiyorlar. İnsanlığın ilk dönemlerinde zekâyı keşfettiklerinde bile zekâya tahammül edemediler. Onun için de delirdiler. Hâlen de o delilik sürüyor. İnsan dediğimiz yaratık akıl hastasıdır. Eğer öyle olmasaydı, dünya şu anki durumda olmazdı. Bu dünya düzenini ortaya çıkaran, herhalde aklı başında bir ruh hali değildir. Mesela egoizmi düşünelim, hırsı, batıl inançları düşünelim. İşte bütün bunları düşündüğümde insanoğlu akıl hastası bir yaratıktır, diyebiliyorum. Bir de şöyle bir şey var: Biz mantığımızı mantıklı olanın karşısında kullanıyoruz. Hayata karşı kullanıyoruz. Biz hayatı hak etmiyoruz esasında.

Bu denli birbirine yabancılaşan insanların yaşadığı dünyada edebiyatın işlevi ne olacak?

Yok yok, edebiyat dünyayı değiştirmez. Tersine, dünya edebiyatı değiştirir. Çok şükür ki böyle oluyor çünkü bu, edebiyatın canlı bir varlık olduğunu gösterir. Yazarların da diğer bütün insanlar gibi hayat hakkında farklı görüşleri vardır. Fark şudur: Yazarların bir yeteneği vardır ve bunu yazıya dönüştürürler. Okurlar da onlara katılırlar ya da katılmazlar. Ama dünyayı kurtaramayız!


Not: Kötümser olmasına rağmen, içimi rahatlatan bir konuşma. Saramago'nun okumasını isterdim beni...

Cumartesi, Eylül 27, 2008

Bilmeden konuşuyorsun MART 94

-Bilmeden konuşuyorsun.
-Bilmeye konuşuyorum.
-Susup dinlesen...
-Sadece bana öğretilmek istenenleri öğrenmek istemiyorum.
-Öğretmen olmadan dersi anlatmaya çalışıyorsun.
-"Belki de"lerle, "neden olmasın"larla başka tarzda sorular oluşturmak istiyorum.
-Sordukların bilgini belli ediyor; sen bilmeden soruyorsun.
-Bilmek için soruyorum.
-Ama tahminler yapıyorsun, doğru yanlış.
-Öğrenmenin bir yolu da bu değil mi?
-Kitap okusan...
-Hep konuşan birisini dinlemek istemiyorum, arasıra lafını kesmek istiyorum.
-Anlatmasına engel oluyorsun.
-Kafasındakini anlatıp tatmin olmasını değil, benim sorularıma cevap verip beni tatmin etmesini istiyorum. Konuşana değil dinleyene göre şekillenmeli sohbet.
-Daha bilgili dinleyicileri engelliyorsun.
-Belki de bir alt sınıftan başlamam gerek.
-Sadece dinlemen gerek konuşulanları, hiç konuşmadan.
-Teşekkürler ben kitap okuyayım.
-Bitirince sınıfımıza bekleriz yine.

Bir zaman sonra

-Hâlâ bilmeden mi konuşuyorsun?
-Okudum, ama senin bildiklerini değil kendi merak ettiklerimi öğrendim. Kendi "neden olmasın"larımı, "belki de"lerimi...
-Yanlış kitapları okudun herhalde.
-Senin okuduklarını başka bir bakış açısıyla okudum belki de.
-Hâlâ bilmeden soracak mısın?
-Sorduklarımı sen bilebilecek misin?
-Daha bilgili dinleyicileri engelleyecek misin?
-Kafalarındaki sorulara farklı bir açıdan yaklaştığımda, onları engellediğimi düşünecekler mi...
-........
-Bir alt sınıftan devam etmem gerektiğini mi düşünüyorsun hâlâ?
-Düşündüğüm, belki de başka bir bölümde devam etmen gerektiği... Belki de başka bir okulda...
-Ne! Beni kovmayı mı düşünüyorsun?! Neden?
-Neden olmasın? Belki de kendi sınıfını oluşturman, kendi okulunu kurman için seni serbest bırakmak istiyorum.
-Bir bildiğin var ki konuşuyorsun.
-Bilmeye konuşuyorum.

Perşembe, Eylül 11, 2008

Sizli özne 2

(Romandan)

Hem, hayatının adamı, senin sevdiğin kadar sevmeyince seni, hayatının adamı olmaktan çıkabilir mi? Sen benim hayatımın adamısın ama ben senin hayatının kadını değilim! Ne saçma. Bazı durumlarda belki iki tarafın sevgileri de hemen hemen eşittir, ama birçok durumda iki sevgilinin ortak yanları ikisinin de birini, içlerinden birini sevmesi değil midir; sen beni, ben de beni, ne güzel, birbirimize bakmak değil aynı yöne bakmak, bana… Ben senin hayatının baş köşesine oturuyorsam hem, sen ancak benim kucağıma oturabilirsin…

Sizli özne

(Romandan)

Hayata sahipleniyorum ben, ve sadece hayatın beni sahiplenmesine izin veriyorum. Ama aşk. İlk tanışmanın heyecanıysa, birbirine duyulan ilginin platonik aşamasının gizemiyse, ilk öpüşmenin, sevişmenin yakıcılığıysa... işte bu kadar. Özneye niye yöneliyor ki... Bu saydıklarımın gerçekleşmesi... İşte, hayatın tatlarının... Yemeğe âşık olur musunuz? Kalamarla aşk! Hah! Kalamarla yaşadığımız yaz aşkıymış, beyaz şarapla daha uzun bir ilişki yaşadık ama o da bitti... Yoksa ona giderek bağlanıyordum... Hah!

Salı, Eylül 02, 2008

Babayasa


Bu ilanın önemi şu:
Maddeler orijinal Anayasa maddelerinden esinlenilerek kurulmuşken
4. madde Anayasayı "aşmış" bulunuyor.
Çünkü Anayasa'nın 4. maddesinde, 4. maddenin de değiştirilemeyeceği yazmıyor!
4. maddeyi değiştirdiğinizde, o maddenin güya koruduğu ilk üçünü de rahatlıkla değiştirebilirsiniz yani...
Esquire ilanı yaparken bulduğum şeye bakın!

Çarşamba, Ağustos 20, 2008

İtalik anneler

Demin bir kadına yazdım:

"Bu konuşmayı oğluna okut, iyi bir doğum günü armağanı ver ona, annesinin nasıl faşist bir erkek gibi davrandığını görsün... Tabii zamanı gelince.... Bir de benim blogumu okut ki kadınlar ne kadar salak olsa da erkekler salak olmamalıdır onların suyuna gitmek için, türü sağlam bir mantık edinsin, peşimden gelsin... Yoksa ilk sen kızacaksın ona, neden kızdığını fark etmeden: Senin kadar salak bir kadınla evlendiğinden..."

Cuma, Ağustos 15, 2008

İtalik Kadınlar

-daha önce yazdığın kitapları merak ediyorum
onlar da
aldatılmışlık, kadınları sevememezlik güvenememezlik üzerine mi

-aldatılmışlık, kadınları sevememezlik güvenememezlik üzerine mi
bunu nerden çıkardın

-hissettim diyelim
kadınları sevmiyorsun
bu belli
ve sebebi olmalı

-böyle konuşan bir kadını sevmeli mi!

-beni sevme
sevmen de gerekmiyor
ama düşüncelerimi, sohbetimi sevdin

-bunu nerden çıkardın peki!!!

-yine hissettim diyelim........

-Hep böyle hissedersen düşüncelerini nerden bilicem. demişsin ya düşüncelerini sevmişim...

-insan konuşmak istemediği birisiyle kadın erkek farketmez ASLA KONUŞMAZ

-bir insan konuşmak istemediği birini nasıl bilebilir!!!!
hislerle diyeceksin...
o yüzden de bu insanlar asla kendilerine göre birini bulamayacaklar...
bu dünyada hisleri gerçekten gelişkin insan sayısı elimin parmaklarını geçmez... (benim elimin ama)

-bu insanlara sen de dahilsin ama unutma

-bunu nerden çıkardın!!!



Neden kitap yazdığımı anladım, bir kez daha...
Bu insana laf anlatabilir misiniz...
Ne kadar vasat “hisleri” olduğunu anlatabilir misiniz...

Neden kitap yazdığımı anladım, bir kez daha...


Ama yakında yayımlayacağım “Ölümlü Dünya”nın özellikle “Yanlış Kadınlar Tuvaleti” adlı bölümüyle ilgili böyle şeyler işiteceğimi biliyorum... Kadınları sevmemek, aldatılmış olmak gibi vasat kadınların vasat erkeklere söyleyeceği şeyleri yani...

Hep ne oldu: Bir metnimi-bir konuşmamı eleştirenleri, metnimin başına-konuşmamın önceki cümlelerine gönderdim...

Okumamış-dinlememiş olduklarını anladılar mı... Hayır...

Doğru eleştiri bu yüzden çok önemli...
Doğru okuma...

Sen de diğer erkekler gibisin falan diye bana yüklenen bir kadına, yanımızdaki bir arkadaşım-ki kendisi de kadındı, "Murat'ı başkalarıyla karıştırma" demişti...
"Nedenmiş o" dediğinde de...
"Benzemez çünkü..." diye eklemişti...

Susmuştu freni patlamış...


Neden kitap yayımladığımı anladım...

Biri adam gibi okusun da arkamda yanımda... önümde dursun diye...

Korusun beni bu vasat zihinlerden...

Tırmanmam lazım daha...

Pazar, Temmuz 27, 2008

Dance me to the end of love: Aşkın sonuna (kadar) dans

Aşk zekayı yenmektir diyordu bir yazar...
Aklıma geldi, iyi oturdu:
“Hocam suyun üzerinde yürümeyi becerebiliyorum” der öğrenci...
“Peki bundan vazgeçmeyi başarabilecek misin.” diye sormaz ustası...

Aşk zekayı yenmektir, lafına söyleyeceğiniz hazır olsun, kandırılmayın:
Zekayı yenmek için önce zeki olmayı başarmak gerekir...
Ondan sonra yenersiniz zekanızı, yenebilirseniz, ve gerekliyse bu...

“Aşk zekayı yenmektir”!!!

Ne aşkı tanıyan ne de zeki olan birisinin söylediği açık bir cümle, tabii benim için, aşk ile akıl arasında seçim yapmak, anne ile baba arasında seçim yapmak gibidir diyen benim gibi bir yazar için...

Ya sizin için... Siz nerdesiniz...

Aşkta zeki davranamadığı için palavra bir fikri bilinçsizce yazıp, yazar olarak tanındığı için de yayılmasına neden olup tehlike oluşturabilecek insanlara inanmayın, hatta aralarınızdan bazılarına güvenelim lütfen: Onlara sus diyebilin...

Aşk, bir kadını-erkeği sevmekle başlamaz... Olgunlaşıldığında (zeka geliştiğinde) bir kadını-erkeği sevmekle sonucuna ulaşır... Ondan öncesini beceremeyenler için ne aşktan ne de zekadan söz etmeli...

Bence boşverin aşkı, insanoğlu-kızı aşık olabilme kapasitesinden giderek uzaklaşıyor...

Şimdi TV’de biri, kurşunun midendeki acısını hayal etmeye çalış, diye tehdit etti ağzından laf almak istediği birini...

Günümüz insanlığını böyle tehdit edebilmek gerek...

Önce, zekadan yoksun ilişkiler yaşadığından etrafa mide ve kalp acısı salmaya meraklı serseri mayınları kendi içlerinde patlatmalı...

Yaşlı doğmak

“Yine de ben hayatımı boşa yaşanmış saymıyorum, yeniden dünyaya gelsem aynı şeyleri yaşarım.”

Yeniden doğmaya ne gerek var, aynı şeyler yaşanacaksa...

Bazı insanların yeniden doğması ne kadar faydasız...

Bence bu insanların doğması da faydasızdı...

Yaşlı doğmuşlardı çünkü...


(Hazırlanan kitaptan bölüm)

Salı, Temmuz 08, 2008

Öffffke!

Nihat Genç:

"Psikyatristler insanın doğal neşesine manik, sinirli haline de agresif diye tanımlar koydular. Bunlar benim gülüp geçtiğim şeylerdir. Bütün dünya duygularını haplarla düzenlerken ben kelimelerle ve içimden gelen öfkeyle düzenliyorum."

Salı, Haziran 24, 2008

Sihir

(Romandan)

Hayatı nereye, mucizeyi, sihri, büyüyü nereye koyuyorsunuz, diye sorayım, siz düşünün: Ben ikisini üst üste koyarım. Hayatın zaten sihir olduğunu düşünüyorum, çoğu insanın onu ‘sinir’ bulduğunun farkında olarak hem de.

Mesela baş parmağınız olmasa her zaman kavrayabildiğiniz kadar sağlam kavrayamazsınız. Başparmağınızın olması bir sihirdir. Değerini onu kaybedince anlarız ne yazık ki. Kimse de tapmaz başparmağına. (Sorumu cevaplamadınız.) Ben başparmağıma taparım. Sonra sırasıyla bedenimdeki her uzva tapmaya başlarım. Hayattaki her şeye taparım, ayrı ayrı ve bütün olarak...

Ve işte hayatı bir sihir haline getirir bu. Zaten bir sihir içinde yaşıyorsam, hiçbir şeye tapmamaya başlarım, hiçbir şeyi sihir olarak görmemeye. Hayat hem sihirdir hem değildir. Siz seçin.

Yani aşk mesela, mutluluk mesela bir sihir midir? Bu kadar insan mutsuzken belki de öyledir. Barış sihir midir? Savaş çıkacağı zaman sorun, sihirdir, daha önce sorsanız değildi! Hayatın içindeki bir şey sihir midir, siz hayatı sihir olarak algılamazken? Ya da hayatı sihir olarak algılıyorsanız içindeki hangi şey sihir değildir? O nedenle başparmaklarımızın sihirle ilgisi, hayatın gündelik sihirlerinden haberiniz varsa yok, yoksa var.

Cumartesi, Haziran 14, 2008

20'li yaşlarına gelmeden çocuğumu asla sokmayacağım pasajlar

Neden böyle bir başlıkla dünya yazarlarından örnek pasajlar...
Kafka'dan, Cioran'dan, Hume'dan, Schopenhaur'dan, Thomas Bernhard'dan, Kafka'dan...

İşte şu nedenden:


Istvan Örkeny
1 dakikalık Öyküler

"Evde olmak"

.....
-Ne güzel değil mi? Bak bu tren bizi evimize götürecek.
-O zaman ne olacak ki?
-Evimize kavuşacağız!
-Peki ev ne demek? diye sordu çocuk.
-Bundan önce yaşadığımız yer demek.
-Orada ne var?
-Oyuncak ayıcığını hatırlıyor musun? Belki bebeklerin de duruyordur.
-Anneciğim peki orada gardiyan var mı?
-Hayır yok.
-O zaman, oradan kaçabilir miyiz?..

Salı, Haziran 10, 2008

Cumartesi, Haziran 07, 2008

Arpa boyu

(Romandan)

İnsanlar hep doğru insanı arıyorlardı. Ama neye göre doğru insan? Hatalarınızı hiç eleştirmeyen, sizi olduğu gibi kabul eden bir insan: Buna doğru insan diyorlardı, onun yanında kendilerini güvende hissediyorlardı... Oysa iyi bir ilişki için iki şey gerekliydi ve ancak ikincisi doğru insanı bulmaktı.

İki kişinin ortak ya da paylaşılan zaafları o insanları mutlu etmeye gerçekten yeter miydi. Bu karşılıklı kişilik bozukluğuna aşk diyen vardı! İlişkiler bize kendimizi iyi hissettirdiği için değil kendimizi daha iyi bir insan yapmamıza olanak tanıdığı için değerli değil miydi. Doğru insanı tanımanın çok iyi bir kıstası vardı: Onu bulduğunuzda görürdünüz ki siz pek de doğru bir insan değilmişsiniz.

Peki o zaman ne yapardınız?

Doğru insana iftira atardınız.

“İnsanlar birbirlerini oldukları gibi sevmelidir. Değiştirmeye çalışmamalıdır. Değiştirmeye çalışırsa bu onun olduğu halini değil dönüşeceği insanı sevmesi demektir...” diyordu Eric Fromm. Hemen atlanırdı. “İşte bak: Sen beni sevmiyorsun, kafandaki başka birini seviyorsun ve ona dönüştürmeye çalışıyorsun beni.” Bu lafları alkışlamayacak insan yoktu! Oysa insanı olduğu gibi sevmek bir bebeği doğduğu gibi sevmek değil miydi. İnsan sadece çocukların geliştiğini, büyüdüğünü düşünüyordu. Bilmeden hata yapana, çocuk deniyordu, bilerek hata yapana da yetişkin. Yetişkinlikten daha üst bir aşamaya ihtiyacımız olduğu açık değil miydi? Ya da boyu uzadı, yaşı büyüdü diye insana yetişkin dememeliydik…

İnsanların karşıdakini olduğu gibi kabul etmesi, karşıdakinin olabileceği insandan nefret etmesindendir, diyordu Adorno.


Adamın biri aşırı ishalden hastaneye gidiyor, yanlışlıkla psikoterapiste gönderiyorlardı. Seans sonunda arkadaşı soruyordu: “Ne oldu sorununu hallettin mi?” Şöyle cevap veriyordu: “Hayır ama artık kafama takmıyorum.”

Bu bir fıkra değildi... Aynısını yaşamıştım. Aynı lafı etmişti bir sevgilim bana. Çünkü onun sorunları nedeniyle birlikte gittiğimiz psikolog, Eric Fromm gibi “İnsanları olduğu gibi kabul edeceksin” diyen biriydi.

Şimdi bu psikoloğun söylediği şuydu: “Evet sizin böyle bir kusurunuz var, ama ne yapalım böyle yaşayacaksınız!” Buna bir de para veriyorsun! Yani hoşgörü bazen bir şey yapamamanın doğal sonucu olabilir, kendini yıpratacağına kabullenirsin, bükemeyeceğin eli, asla öpmezsin, bükmeye çalışmazsın, ama yapabilecekken yapmamanın mazereti olamaz hoşgörü...

Cumartesi, Mayıs 24, 2008

İnsanım

(Romandan)

Benim insanım kendi kendine yetebilen, güçlü bir insanken, insanlarınki kendilerini güçlü hissettiren bir insandı.

Ben kendi tahtını bulmuş ya da onu yaratmış bir kraliçe ararken, insanlar hizmetkar arıyordu.
Kendine güveni tam, güçlü bir hizmetkar.

Ben bana ihtiyacı olmayacak birinin beni sevmesini aşk olarak tanımlıyordum,
kadın ise kendisine tapacak birisini,
kendini el üstünde tutacak birisini,
zaaflarına hatta karşıdakine karşı işlediği günahlara rağmen onun dizinin dibinden ayrılmayacak birisini sevmeyi aşk olarak niteliyordu.

Kadın kendi değerini görecek ama bu arada kusurlarını görmeyecek kişiyi âşık olarak tanımlar,
yanılgılarına rağmen onu sevmesini isterken aşığından,
ben ancak en büyük yanılgımı ortaya çıkaran kişiye âşık olabilirdim.

İnsanın ilişkileri birbirini kayıran dostlar,
düşmana karşı birleşen müttefikler arasında geçerken
benimki düşmana âşık olmayı asla dışlamıyordu.

Tolstoy’un Anna Karenina’sındaki Arkadyeviç’in
“Bütün insanlar, hepimiz günahkarız, ne diye kızalım birbirimize, ne diye kavga edelim?”
mantığına sahip insanların arasında ben Milan Kundera’nın Şaka’daki mantığına sahiptim:
“Her biri kendi alçaklığını bir ötekinde gördüğü için,
birbiriyle kardeşçe geçinen insanlar kadar beni tiksindiren hiçbir şey olamaz.”

Pazartesi, Mayıs 19, 2008

Parasensus

-Bütün gün içtim.... hâlâ devam ediyorum... Neden biliyor musun... Yani bir dolu başka nedeni de bulunabilir tabii hayatımda ama, iş buldum, pazartesi başlıyorum... Sakın sevinme... Evet para kazanacağım, ama sakın sevinme...
-Ne kadar para kazanacaksın... Sorabilir miyim...
-Sordun ya: Birmilyaryediyüzellimilyonpara...
-İyiymiş...
-Ne vereceğimi sormadın..
-Kötü mü iş?
-Evet. Dokuzdan altıya çalışıyorsun...

Pazar, Mayıs 11, 2008

Roman'ın doruğu

Tanrım neden muhtaç bıraktın beni bu insanlara:
Hani her zaman üstünde olacaktım onların:
Neden güdük yazarlar gibi bir hayat dramına çektin beni:
Senden asla büyük yazar olmayı dilemedim:
Hayatımı bana geri ver:
Hayatımı geri istiyorum:
Kibirli mi davrandım:
Sen de onlara katılıyor musun, beni kibirlilikle eleştirenlere:
Yaşadığımın yarısı kadar kibirli olduğumu sen de mi göremiyorsun:
Bunu da mı kibir olarak değerlendireceksin:
Söyle bana:
Neye ihanet ettim:
Söyle:
Yoksa sen bana ihanet etmiş olursun:
Eyüp gibi mi yapacaksın beni? Her şeyimi elimden alıp sana boyun eğmemi mi bekleyeceksin:
Çok beklersin:
Bindiğin dalı kesiyorsun:
Sen olmasan ben olmazdım, kabul, ama ben olmasam da seni kimse bilmezdi:
Daha kötüsü:
İyi bilmezdi:
Kim savunurdu seni:
İyi seni, bu kötü insanlara:
Ne Tolstoy ne Nietzche:
Seni anlatamaz insanlara:
Ben anlatabilirim:
Arkamda olmaya devam et:
Sana ulaşacağımdan mı korkuyorsun yoksa:
Babil kulesini yapanlara ettiğin gibi kendimle anlaştığım dilimi mi karıştırıyorsun:
İnsanlarla anlaştığım, beni sevmelerine alıştığım ruh dilimi mi karıştırıyorsun:
Bunu yapma:
Sen bu değilsin:
Sen nasıl insanı, beni aşağılarsın:
Bunu yapamayacağını yazdığım için?:
Otur:
Otur artık:
Gücünü kötüye kullanma:
Seni uyarıyorum:
Benim kafamdaki hayat tasarımının dışına çıkarsan kendini yalanlamış olursun:
O kutsal oldukları söylenen kitaplardaki acımasız Tanrıya dönersin:
Gafillik etme:
Yaşamımdan çek elini:
Bana meydan okuma:
Kısa Çöp’deki ressam gibi davranmama neden olma:
Yenilirsin:
Vaktim yok seninle uğraşacak; seni tasarladığım gibi kal:
İnsanlarla uğraşmaya dönmeme izin ver:
Bırak geçeyim:
Beni çarmıha gerdirme:
Sana tapmayacağım; otoriteni kabul etmeyeceğim:
Bana verdiğin aklımın otoritesinden başka otoriteyi dinlemeyeceğim:
Beni ne sandın:
Ben senin bildiğin peygamberlerden değilim:

Çarşamba, Mayıs 07, 2008

MaviMelek

http://www.mavimelek.com/absurtuk_metinler.htm


Not: Çocukken -o kadar da değil- bebekken, "mavi"ye "vavi" dermişim. O zamanlardan belliymiş.

İnanbayıldı

Yazar İnan Çetin Absürtük Metinler'i beğendiğini söyledi.

O zaman:

İmambayıldı'dan daha iyi yemek: İnanbayıldı

Şşşşt, siz siz olun!

Hangi devlet adamıydı:
"Siz savaşla ilgili olmayabilirsiniz, ama savaş sizle ilgilidir."

Benzer ama daha olumlu bir mantıkla:

"Siz yazarla ilgili olmayabilirsiniz, ama yazar sizle ilgilidir."

Cumartesi, Mayıs 03, 2008

Bastıracağım Romanımdan Bölümler (bilmem kaç)

Onu kalabalık caddede önümde ya da yanımda tutmuyor da gelmesini bekliyordum sadece biraz arkamdan... Arkaya dönmeden hafif bir baş çevirişiyle omzumun üstünden arkamı yoklayarak. Yavaş yavaş oldu her şey, plansızdı. Daha fazla gerimde kalmaya başladığında, artık geriye bakmamaya, ancak koşup da yanıma geldiğinde görmeye başladım, belki bacaklarım da yürüyüş hızımı artırıyordu. Tramvay yolunun karşısına geçiyordum onu beklemeden, sanki yalnız yürüyormuşum gibi. Giderek yetişmesi zorlaşıyordu. Sonra daha fazla hızlanmaya başladım, kendi yürüyüş tempoma doğru, giderek... Arkamda olduğunu tahmin edebilirdim artık sadece, arkamdan endişeyle baktığını, bana yetişmeye çalıştığını... Sonra tamamen kendi yürüyüş hızıma ulaştım. Kendimi daha iyi hissetmeye başladım. İpimi koparmıştım artık ve yürüyüp gittim. Hiçbir şey söylememiş, bağırmaya kalkmamıştı arkamdan... Böyle ayrıldık. O gece... Pürüzsüzdü...

Cuma, Nisan 25, 2008

Anlış Yanlama

-Kendini anlatmak! Ne kadar doğal ve yalın olunabilir... Marquez´in dediği gibi “anlatmak için yaşamak” gerekiyor...

-Marquez “anlatmak için yaşamak” gerekiyor mu diyordu! Ben şundan söz ediyor sanmıştım: Anlatmak amacıyla yaşamak...

Salı, Nisan 22, 2008

Geyik candır!

erkek
kız
-Siz manken misiniz
-Yooo nerden çıkardınız
-“X” çikolatayı yiyorsunuz da!
-Her yiyen manken mi…
Erkek imalı bakar (daha önce aptal bakıyordur, şu gazeteci-yazarlarımızın Aysun Kayacı’ya baktıkları gibi):
-Sizzzz herkes misiniz
Kız gülümser, sevinir, belli etmeden. Yürümeye devam eder, erkek önüne geçer.
-Durun tahmin edeyim, yengeç burcusunuz…


Kızzzzzz herkes değildir ama yine de yengeç burcudur!


Absürtük Metinler’in, “Bastıracağım romanımdan aforizmalar” adlı bölümünden bir metin:

Kova
Düşünsenize, bir kadını, her kadını, 3 tane ona çok benzer hemcinsiyle çok iyi bir şekilde kıyaslıyorsunuz; kadın, sağlam bir akıl ve iyi harmanlanmış bir bilinç tarafından çok iyi saptanmış bir kategoriye sokuluyor. Üstelik bunu yapan beğendiği, sevdiği, âşık hissettiği adam. Ama kadın bu gruplanmaya girmeyi reddetmekte ısrar ediyor. Oysa binlerce insanla birlikte, diyelim kova burcunun ortak özelliklerini taşıdığı için çok mutlu!

Pazartesi, Nisan 21, 2008

Erkeğin tokadını kadının neresine tercih ederim?


Erkeğin tokadını kadının nesine tercih ederim?

merhaba

selam

aklını birisi mi kaçırdı
(“seni düşünüyorum aklımı kaçırmış olmalısın” yazımı kastediyor)

olabilir

buna izin verdin yanii

vermese miydim

bu bir tercih meselesi...eğer tercih ederek yaşadıysan tabi ki..
sen ne tür kitaplar okuyorsun
genelde roman mı?
veya öykü?

hepsi
deneme de var

okurken içine girer misin kurgunun
yazarın seni alıp bir yerlere götürmesine izin verir misin

hayır

hımm
o zaman okurken deneyimin?

durdurmasını severim sürüklemesini değil

durup düşündürtmesini mi yani
şok etmesini
farkındalığını yükseltmesini

o pek mümkün değil

ama birinin aklını kaçırması mümkün
kaçırtması

o da değil çok
güzel bir cümle o
beni tam olarak anlatması şart değil
böyle dolu erkek var sonuçta
yalan değil yani

bence senin kişisel bilgilerinde yazdığın yazı ile uymayan bir yazı o..
inanmıyorsan kendine neden yapıştırıyorsun ki
ikilem var burada bence
neyse canım

yazarın yazdığı kendini anlatmak zorunda değil ki
her yazar hayatını mı yazar

insan potansiyeli oranında yazar
kendi yaşanmışlığı olmasa bile
benzer bir yaşanmışlığın içine girerek işlediği bir konu yazılabilir ancak
diğer türlü
sadece içi boş olur
ve de etki etmez

tam tersi.

iyi bir yazar olamazsın
yürekten yazmazsan eğer

kıskanç olmadan kıskanç bir insanı yürekten anlatmaktır da yazarlık

kendini kandırıyorsun bencee
bizlerde her türlü duygular söz konusu
tüm insanlar standart bu konuda

yazarlıkla ilgili eksik ya da yanlış şeyler biliyorsun.

sadece oranı farklı

ve bir yazarla konuştuğunu unutuyorsun

ben bir yazar olduğunu söyleyenle konuşuyorum...ama daha ne kadar yazar olduğunu bilmiyorum...derinliğini de daha görmedim..
seninle konuşmamın arkasında
belki bir derinliğin vardır düşüncesi oldu
ve de bu derinliğin getirdiği enerjin
bunu anlamaya çalışıyorum
ego savaşı etmeye değil
böyle bir derdim yok yani

ama yazdıklarını tekrar okursan bunu beceremediğini görebilirsin...
tabii bunun için iyi bir okur olmak yetmez, kendine de tarafsız bakabilmek gerekir..
birisi yazarım diyorsa ve sana 2 kitap koca bir blog ve internet yazılarını gösteriyor haber veriyorsa, onları okumamışsan kabul etmelisin yazar olduğunu...
ancak okuduktan sonra sen değilsin deme hakkın doğar
ya da yazar olduğunu söyleyen biriyle konuşuyorum diyebilirsin...

benim için önemli olan birinin birşeyler yazması değildir...bu seninle alakalı bir olay değil...kimlik boyutunda algılama lütfen
önemli olan yazdığının bende hissettirdikleridir

Ben şimdi kadınlarla ilgili atıp tutsam ve bu seninle alakalı bir olay değil... kimlik boyutunda algılama lütfen desem.
Neyse
bak bu tartışmalardan en az üç yüz tane yaptım...
yanlış gidiyorsun, dostça uyarmama izin ver...

ok..
önemli değil

“önemli olan yazdığının bende hissettirdikleridir”
bir dolu sıkı yazar bunu umursamaz bile...

boşverr

yoksa sen onları okuyup sevmezdin...

sanırım kendime tepki gösteriyorum...
hiç tanımadığım bir insan
bu pc ile
iletişim kurmaya çalıştığım için
sanki yapacak başka işim yokmuş gibi
sana iyi günler
ve bol şanslar dilerim
zamanımı öldürdüğümü düşünüyorum şimdi

Bu esas bana rahatsızlık vermiş konuşmadan sonra kusura bakma bile demeden ben şöyleyim ben böyleyim demenin beni ne kadar ilgilendirdiğini de bilmeden ve suçu kendine değil pc ye falan atmaktan da çekinmeyen biriyle bir daha konuşmak istemem. hoşçakal.


Not: Yazar olduğumu genelde söylemem, özelde söylerim. Yazar olduğumu da zaten, genelde düşünmem, özelde düşünürüm.

Cuma, Nisan 18, 2008

Bir Kitaba İmza Atmak

5 sayfa boş kaldı kitabın sonunda.

5 rakamını severim. Yukarısı erkeksi-sert, aşağısı kadınsı-yumuşak olan tek sayıdır benim gördüğüm.

“Erkkadın” başlığının sayısı gibidir.


Ama bu 5 boş sayfayı sevmedim. (Hoşbeş edemedik.)

Oraya eldeki yazılardan bir şeyler koyulabilirdi, dahası küçük bir bölüm eklenebilirdi. Mesela “Artık” adlı…

“Son ölüm” ya da.

“Ya da” ya da.


O boş beş sayfayı imzalarken kullanırım, hatta yeni aforizmalar karalarım oralara... İyi fikir. Devam kitabının, Absürtük Metinler 2’nin başlangıcı olur.

İlk kitabımı imzalarken güzel bir yöntem bulmuştum (çok sevmiyorum imzalamayı, beceremiyorum o saniye güzel-anlamlı bir cümle yazmayı), imzalayacağım insanın tanıyorsam tanıdığım, tanımıyorsam tahmini hayatı üzerine, kitabın içinden yarı rastgele bir cümle buluyor ve onu yazıyordum imzadan önceki cümle olarak…

Sonunda da “sayfa ?” yazıyordum.
Safta kaç?
İçerden bir cümle olduğu anlaşılsın istiyordum (bak sen, o an bulduğumun sanılmasını engelliyormuşum!)

Onu, ona yazdığım cümleyi, cümlesini, bulmak için okuyanlar oldu mu bilmem.

Unutup o cümleyi okuduğu öykünün arasında karşısına çıkanlar ne hissetti, bilmiyorum.

Bilmediğim neler oldu başka, bilemiyorum.

Absürtük Metinler, içinden böyle cümleleri kolayca seçebileceğim bir kitap.

********

Murat Sohtorik
ABS’le iştigal ediyor.
İşin kendi freni var.


İmzalamak gibi, tanıtımını kendi ellerimle yapmak da utandırıyor beni (ama yapıyorum). O nedenle şu yukarıdaki cümle çıktı.

ABS, Absürtük Metinler dosya adıydı. Abes’e ve Anti Breaking System’e de gönderme yakalandığından (kendi kendine) kaldı.

********

Bir dost “ama bana imzalamazsan alınırım” diyerek imzalamamın ukalalık olmadığını anlattı (ben anladım).

İlk kitabım çıktığında “kitabım çıktı” bile diyemiyordum, birilerine.

*****

O an, ayakta, sıkışık zamanda, sıkışık durumda, sıkışık, hiçşıkdeğil, hemen, bir şeyler yazma zorunluluğu klostrofobimi zıplatıyordu (zıplayıp kaçsa! Hayır üzerimde zıplıyordu!) Saçma metinler yazma olasılığım yüksek o yüzden kitabın üzerine, elle, tam oturmamış, ifade özürlü, gereksiz kibar, gereksiz dobra, yapay, uzak, yani ABeS… Haberiniz olsun…

Kapalı yerde kalma korkusu anlamında değil.
Elimin kolumun bağlı olmasından irkilme şeklinde bir klostrofobim var…

Ama o genel anlamında kullanarak şunu yazmıştım:

Yazarlık: Klostrohobi

Kendi içine kapanmak anlamını da düşünelim… (Hadi hep beraber.)

********

Bir bayan spirali hatırlattığını söylemiş kapaktaki figürün…

****

Kendi paramla bastırdığım için
(ve soyadımdan dolayı)
“zenginsiniz demek”
dendi.

Şuna vesile oldu:

Babalarımızın zamanında
(artık denilebilir ki: bizim zamanımızda)
“Zenginsiniz demek” demek olmazdı.

Çünkü kimse
Zenginiz
demezdi.

Böylece
şu benim için iki kat rahatsız edici cümlenin de denmesine gerek kalmazdı:
“Zengin değiliz.”

****

Hasan’a imzalarken (o yanımda yoktu)
bir imzalama fikri buldum, basit, aynen şöyle:

Kitabın ilk sayfasında, yukarıda ortalı olarak kitabın ve benim adım yazılı, onun altına, o fonta benzeterek yazmak ne yazılacaksa, imza hariç.


ABSÜRTÜK METİNLER
Murat Sohtorik


SEVGİLERİMLE SAYGILARIMLA
Ahmet Ölümlü’ye

İmza

Uzunsa yazılacak:

ABSÜRTÜK METİNLER
Murat Sohtorik


ÇOK SEVGİLİ HOCAM
Sizi Ne Kadar Sevdiğimi Anlatamam


BU KİTAP SİZİN
Sayenizde Çıktı.

İmza


*********


Bir arkadaşa vermek için gittiğimde,
arkadaşım toplantıda olduğundan görevli polise verdim kitabı.

Bir not kağıdı uzattı, notunuzu yazın diye, çok kibar.
Kitabın ilk sayfasını açıp yazmam şaşırttı polisi…

Ben gittikten sonra okumuştur yazdığımı kesin.
Kitaptakilere de bakmıştır kesin.
(Emanet edilen bir kitabı okumak hıyanete girer mi?)
Anlamış mıdır? Ne anlamıştır?

Taban tabana
farklı
iki soru

(Tavan tabana)

*******

Kısa Çöp'ü tekrar yayınlasana
dedi bir dost
şaşırdım
iyi bir kitap dediğini hatırlıyorum
(editörümdü)
ama dostumdu da
o nedenle övgüsündeki gerçeklik payını çok kestirememiştim.

Ama Onu
tekrar yayımlasana deyince.
Kanıttı bu.

Bazı öyküleri çıkarmalı belki,
yenilerini koymalı ha?
deyince.
Deneyince
onu bilinçsizce.

Sakın ha
dedi.
Bozma.

2001’de mi yayımlanmış,
ne kadar çabuk geçmiş zaman,
diye kendi yaşamına gidecek gibi gözükürken
haalaa yeni
dedi.


*****

Önceye koy bunu

Eski bir sevgilime benzer bir kız oturuyor önümde
O ikisinin benzerliğinden eski sevgilimi kime benzettiğimi buluyorum
Eski bir dansöz
İnce hatlı ama yine de seksi
Çok güzel kalçalı
Ki yazlıkta bikini ile görmüştüm

Absürtük Metinlere almadığım metinlerden:
Bir insanı alakasız gözüken bir şeye benzettiğimde
mesela bir kadını erkeğe zenciye hatta köpeğe,
Tanrıya göz kırpmış hissederim.


Denemeler:
Tanrının bana göz kırptığını görürüm.

Kırptığı gözünü görürüm (sadece onu) (kapalıdır) (o zaman nasıl?)

Bir gözün kırpıldığını diğer gözü görmeden anlayamazsın.


************

Önceye al


Önümde dergiler
alttan üste
büyükten küçüğe:
Roll
Notos Öykü
Kitap-lık (2 adet)
Eşik Cini
Üstlerinde kitaplar:
Unamuno / Günlükler / Sel
Behiç Ak / Uyku Şehir / İletişim
Murat Sohtorik / Absürtük Metinler / Cinius


Bu kitap-dergi yığını üzerinde (babil)
defterime yazarken
utanmaya gerek duymadan ileriki masadan dönüp dönüp bakıyordu bir kız,
Tünel Badehane’de,
arjantinle.
(RAjantin: Çok güzel bir nick)
(Şuna Türkçe bir ad bulalım, rumuz harici: Takmad)

Sonunda dayanamayıp sordu yan masadaki erkek
(aynı kızla kesişiyoruz sanıyordu, oysa kız tek erkeği kesiyordu)
-Yazar mısınız?
Kitabı uzattım.
(Behiç Ak’ınkini uzatsaydım!)
Şöyle özensiz baktı.
-Kadınlar şeytandır, üzerine yazın dedi…


Badehane bahaneleri
olabilir bunun adı.

Badehane Baudlaire’i
(ben de sanki)


******

Kitaptaki aforizmalar-kısa öyküler-metinler
Başlıksızdı.
Numara koyayım bir belirteçleri olsun dedim.
Üçüncüsü güzel
Yedincisi iğrenç
Yetmiş ikincisi fena değil densin istedim.
Kırk üçüncüsü
kırk ikincisinden sonra, densin…

Önce zorlama olur diye şüpheli yaklaştığım
ad koyma eylemi
deneyince harika gitti. (Özledim mektup attım.)

Başka açıdan
ya da oldukları açıya gerçekten
bakmamı sağladı.

Bazılarını yeni anladım.

Başka da anladım.
Hata da anladım.
Hatta da anladım...


Bir oyun yaptım (Şimdiye kadar iki kişi gördü, göremedi.)

Ama daha çok
Hilmi Yavuz’un
“Sezgi, şiirin yorumunu keşfe hacet kalmadan kavramaktır.”
dediğinin tersini
çaprazını ya da
kavramaktı:
Sezgiyi kavramak…

Benim kafam şair gibi çalışmaz…


Neyse, ad bulma yöntemini öneririm.


*******

Yine şaşırdım.
Artık öğrendim
Kitabı
yayınlamak değil
yayımlamak
gerekiyor…


****

Kafe’min estiği garsonuma Absürtük Metinleri göstermek saçma geldi.
Ama onun
“sadece futbol kitapları okuyabiliyorum”
demesinden değil…

Bir kağıda kitabın adını soyadını yazıp verdim.


*****


Yeni aforizmaları buraya yazmasam mı, çünkü çalarlar diye korkuyorum (bu ciddi bir espri). (Ciddi bir esprinin karşıtı var mı?)

küçük İskender’den neredeyse aşırmışım bir fikri… Hemen çıkardım.

Cihan Demirci ondan aşırmış olabileceğimi ima etti, bir kelime esprisini…
Aklın yolu 1
Aklın yolu 2


****

Ellerinde deri eldiven
Dizlerinde dizlikler
Kafalarında kafalık
Değil kasko
Yok, kask
Hepsi pahalı şeyler

Taytlar üzerlerinde

Hepsi pahalı şeyler
Demek ki zengin adamlar
Ama taksiye değil de
Bisiklete biniyorlar…

Cuma, Nisan 04, 2008

İlk röportaj



-Kitabınızda basit espriler olduğunu söyleyenler var.
-Her okur kendinden bir şeyler bulacaktır.

Pazartesi, Mart 31, 2008

Cuma, Mart 28, 2008

Afrodizyaktım

gemileri İzmir'de

Aforizmir


İzmirliler neden bizi yazmıyorsun diye sitem ediyorlardı, alsınlar da görsünler günlerini.


*
Sadece İzmir’de vapurla
karşıyakadan karşıyakaya geçebilirsiniz.


*
Afrodizyaktım
gemileri İzmir’de.


*
İzmir’in kazları güzeldir.
Yok
İzmir’in yazları güzeldir.
Yok
İzmir’in kışları güzeldir.
Yok
İzmir’in kızları güzeldir.
Hah.


*
-Suç ve Ceza’nın özeti bir kitap var mı?
-Evet, ceza!
-A-ah, o repçi mi, aman kalsın!


*
İnsanoğlu çüş misali.


*
İstanbulizmir laf:
Karşımızda kız kulisi.

Pazar, Mart 23, 2008

Rock Hardsın

"Rock alt yapılı şarkı!"

Mor ve ötesinin şarkısı için dendi demin.

Ne demek?

Rockımsı mı?

Rockımsıtrock…

The Black Crowes’un son albümleriyle ilgili Maxim dergisi yetersiz olduğuyla ilgili bir değerlendirme yapmış ve sıradan, eskiye benzer gibi nitelemeler kullanmış. Halbuki albüm daha çıkmamış ve basına da örnek gönderilmemiş.

Derginin editörlerinden biri kendilerini savunmuş. Özellikle içlerinde çok şarkı olan albümleri hemen dinleyip baskıya yetiştiremiyorlarmış. Hiç bahsetmemektense bir öngörü, tahmin yapıyorlarmış…

Caddebostan Maxim diye bir yer vardı, sanıyorum Zeki Mürenler falan da çıkardı. Kadınlar matinesi falan da oluyordur sanıyorum... Orada bile bu kadar iyi kıvırtılmamıştır her halde.

Caddebostan Maxim şu anda bir alışveriş merkezi. Maxim dergisi de mi öyle acaba.

….
Grup menajerinin müdahalesi üzerine dinlemeden yorum yazan freelance yazar özür dilemiş.

Savunan editör özür dilememiş mi, o yok haberde. Küçük yılan büyük yalan.

Yine de ortada bir özür olduğundan, bu olay iyi ki olmuş diyebiliyorsunuz, bize bir şey gösterdi çünkü.

Bunun da olmadığı durumlarda, özür beklenmenin artık geleneklerden çıkarıldığı bir ülkede… Ben bazı başka şeyler bekliyorum özür yerine, mesela deprem, hak ediyorlar, mesela darbe ya da parti kapatma, çünkü hak etmiyorlar…

Cuma, Mart 21, 2008

Cevap verme!

Yeni çocuklar
bu konuda acilen eğitilmeli
-gençleri kaybettik...

-Cevap verme
derdi büyüklerimiz.

Anlamsızdı,
çünkü sadece büyüklerimiz olmalarıyla söylerlerdi bunu.
Bu saygı değildi.

Kravat ne kadar saygıysa o kadar saygıydı.

Bayardı.

Bugün
cevap verme
yeceğimiz insanları bulmalıyız.
Kendilerine asla cevap verilmeyecek insanları.

Büyükmüyük olduklarından değil
yaşça.

Öyle
herkesin
kendi mantığı
kendi düşüncesi
kendi fikri
vardır
diye bir şey
yoook.

Böyle...

Ne bu,
hayat mı,
han mı!


"Kendimin" diye övündükleri,
tek özelliği de kendilerinin olması
olan
mantıklarından
düşüncelerinden
fikirlerinden
kendilerinin ne mal olduğu ortaya çıkmıyor mu sanıyor
bunlar...

Söylüyorum, çıkıyor.

Söylesek de çıksa hep.

Söylüyorum.

Çetin Altanlar ve Ayşe Armanlar ayrılmalı
Altanlar ve Almanlar, pardon Armanlar…
(Hikayeyi bilenler bilmeyenlere anlatsın.)

Artık
bilmeyenler bilenlere anlatmasın.


Mesela
Mehmet Ali Kılıçbay
okumayan kalmasın.

Cengiz Han filminden nasıl güzel film olur


Ama savaş sahneleri olmuş.

Çarşamba, Mart 19, 2008

Sırılsıklambaç

Hz. Musa filmini seyrederken aklıma geldi -salak bir film bile akla yarıyor, işte bu, Tanrı:


Dünya

Tanrıya inanmayanlar
Ve ona
Sırılsıklam aşıklar arasında paylaşılmış.

Bu iki grup
Dünyayı paylaşmış

Ama Tanrıyı değil.

Melih Cevdet Anday

1.

“I dont work after nature but before nature and with her.”

Picasso’nun olduğunu sandığı bu cümleyi şöyle çevirmiş Melih Cevdet Anday:

“Ben doğayla birlikte doğayı öncüllerim, doğayı taklit etmem.”

Ecnebicesi yerlisinden daha güzel,
daha “naturel”,
daha iyi anlatıyor diye düşünerek şunları yazdım:

Doğaya karışırım çünkü o bana karışır.


Sanıyorum, Halfeti’nin baraj sularının altında kalmasıyla ilgili yazdığımız öykülerden oluşan bir ortak kitabın adından kalmış aklımda; “Fırat’a Karışan Öyküler”di adı.


2.

“Oysa eşcinselliği savunanlar, karşılarındakileri gayri medeni bir durumda bırakmak istemektedirler.” diyor Melih Cevdet Anday.

Sık sık beni aralarına almak istediğini belli eden, açıkça söyleyen çok sempatik bir homoseksüel arkadaşımla şöyle bir konuşmamız olmuştu:

-Hiç gay'lere karşı bi’şi hissetmedin mi, ama hoş olanlara ben gibi.
-Hoş olmanızın önemi yok ki... Benim için bir kadından daha hoş olmazsınız...
-Senin düşüncen, saygı duyarım.
-Bence duymuyorsunuz! Amerika’yı keşfedip a-ah siz neden hâlâ Asya’da yaşıyor der gibisiniz. Halbuki biz Avrupa’da yaşıyoruz.

Pazartesi, Mart 17, 2008

Voliwood


İsa’dan önce 10.000

Ben filmlere gitmeye başladım, bütün filmler çirkin.

Hareme girsem ne olacak düşünün…

Bu kabile mamutları takım ruhuyla öldürürmüş…

Sonra bir ulvi iş için diğer kabileleri toplamaya giriştiklerinde, onlara katılmaya kararsız kalan kabile reisi, kahramanımıza şöyle diyor küçümseyerek:

“Sen daha çok küçükmüşsün ya!”

Kahraman da şöyle diyor:

“Göründüğümden daha büyüğümdür!”

Ünleme yazık bir cümle…

Şöyle bir şey demeliydi gibi geldi:
-Sen daha çok küçükmüşsün ya!
-Siz bana katılırsanız, daha da büyük görünürüm.

Filmin ana fikirlerinden birinin, filmin az sayıda “erkek” diyaloglarından en önemlilerinden birinde ifadesi.

Olurmuş…


Apokaliptika mıydı, Mel Gibson’ın filmi.
Onun ikizi neredeyse.
Ne iş.
Çok az film seyreden benim gibi biri bile yakaladıysa!

Cumartesi, Mart 15, 2008

Akıl oyunları

Akıl oyunları. Film.

"Seninle sevişmek istiyorum ama toplumsal durumlar sana kibar davranmamı ve konuyu ertelememi dolambaçlı anlatmamı öngörüyor ama ben yapamayacağım seni sikmek istiyorum... Şimdi beni tokatlayacak mısın."

Kız onu öpüyor falan filan...

Bundan daha aşağı bir teklif, sadece evlenme teklifidir.

Daha yazacaktım ama unuttum.


Siz hiç kordon boyunda oturdunuz mu izmirde.

Ama boyun sonunda bir gemi sizi beklerken kocaman.

Sizi istanbula götürecek. Gireceksiniz içine ve istanbuldasınız.

Salak bir işiniz yoksa

kesiyorum burda

Cuma, Mart 14, 2008

Öldüren şehir




Alengir

Kitabımı bastırmayı becerebileceğim.

Kimsenin ayağına giderek, araya tanıdık falan koyarak değil de parayı vererek…

Ama satmam lazım. Son paramla “bastırıyorum”.

Facebook’ta grup kurdu bir arkadaşım…

Ne zormuş…

Herkesin haberi olsun, şanım olsun daha sonra yürüyecek diye düşünüyorsun ama amma aman alengirli. Evet alengir olsun başlık…

Şimdi bir daha, bin daha okudum.

Bir bölüm ekledim küçük…

Güzele benziyor…

Hep benzer.

Asla bilemezsin…


Alın bu kitabı dediğim insanlara seveceklerini garanti edemedikten sonra,.. sonrası yok.

Şimdi biri sordu işte, kitabın konusu nedir diye!

Her kitabın bir konusu olmayabilir dedim.

Absürt.

Sürtük.

Bu kelimeler geldi aklıma…

Küçük İskender yazmış, grubumun 2000 üyesi var neden 1000 satıyor kitabım diye…

Koca küçük İskender…

Bir arkadaşıma sitem etmişler arkadaşları, biz seni bir dolu yazara üye yapmaya çalıştık, tanınmış büyük yazarlar da vardı aralarında, buna niye üye oldun, seviyor musun tarzını ki, diye…

Hah tam şu anda: Cahilliğime ver dedi o kişi, kitabın konusunu soran, konusu olmayan bir kitap bilmiyormuş!

Sen söyle dedim, son okuduğun kitapların konusunu…

Bakalım ne cevap verecek.

Aynen şöyle diyor:
pekii
ırvın diyalom
yaşar kemal
tuna kiremitçi
karışık

Ben:
Bunlar konu değil ki

O:
yazarlar
bunlar
konular karışık
belli bi çizgim yok
konu ayırt etmem

o zaman ne konu soruyorsun diyeyim mi…
desem ne olacak!!!!

Ben:
O zaman ne konu soruyorsun.

O:
merak ettim
edemezmiyim

Dedi
konu dışına çıktı..
Biz devam edelim…

Bir sonraki yazıda.
Ama iyi giriş oldu.

Perşembe, Mart 13, 2008

Kolera Günlerinde Aşk

Kitapta önemli bir kahraman olan kolera filmde yok.

Ama bu fena olmadı.

Okurken düşünmemiştim, kolera gibi öldürücü bir hastalığa karşı, aşkın bir hastalık olarak konumlanması, ama iyileştirici bir hastalık olarak…

İyileştirici bir hastalık ne demek, onu da okuyan-seyreden bilecek.

Hayat da iyileştirici bir hastalık. Umutsuzluk sınırı bu olmalı, illa hayata aşka falan hastalık diyecekse insan.

Marquez, kaç yaşında? Bu filmi nasıl beğenmiş!

2 saati boşa harcamak ya da 10 saat falan dolu dolu romanı okumak.

Arkamdaki kıro kadın ve adam rahatsız olduğumuzu belli ettiğimiz, uyardığımız halde susmamakta direndiler, inanılmazdı, sanki ilk defa sinemaya geliyorlar, bilmiyor gibiydiler, çok tuhaftı.

Bir ara döndüm yumruk atacaktım, ki bilmem atmasını, ya da defolun falan diyecektim, küfür etmesini de bilmezdim ama öğrendim, film bitince ya da arada kalkıp döneyim, diye düşündüm, ters ters bakayım suratlarına, suratıma iyi bakın, diyeyim, tanıyın beni, bir daha benimle aynı filme girerseniz… anlıyorsunuz değil mi, diyeyim diye düşünürken ağzım açıldı ve şu çıktı:

“Hanımefendi beyefendi lütfen.”

Yaşlanıyor muyum!


Çıkışta bakıyorum adamla kadına.

İnsan mı bunlar.


Nihat Genç’e rastlıyorum arada televizyonda…

Çividir bu adam diyorum arkadaşlarıma…

Sert olduğu için değil sadece, çivisi çıkmış dünyadaki çividir bu gibi adamlar…

Yer çekimidir bu adamlar, yoksa boşlukta kaybolup giderdik…

Yanımda bir Nihat Genç olsaydı bugün filmde, ben onun yanında kibar kalsaydım…

Salı, Mart 11, 2008

Daha dünya

“La terre est une orange blue”

Dil, hangi Allahın kulunun buluşuysa…

Hangi Allahın kulu bana, est kelimesini, tere’yi benim niye anlamadığımı açıklayabilir, bakın yanlış da yazdım zaten, La ne demektir, une, one demektir her halde, orange neden orınç diye okunur, ki burada Fransızca, başka türlü okunuyordur, blue’yu kim bluemuş da ben kayblue…

Dünyanın en mantıklı komplo teorisidir her halde, Tanrının dillerimizi karıştırıp bizi anlaşamaz kıldığı düşüncesi; dünyanın en komple teorisi.

Neyse, geçelim.

Melih Cevdet Anday yazıyor:

“Dünya mavi bir portakaldır.”

“Mavi bir portakal olduğunu Eluard’dan duyduğum günden beri dünyamızı daha güzel buluyorum, daha seviyorum. Ama Aragon bakın ne yazdı da bu sevinci yarıda bıraktı. “Bu bir doğru sözdür” dedi. Çünkü portakal da yuvarlakmış, dünyamız da; sonra portakal hamken mavi olurmuş… Anlaşılmaz bir yanı yok diyordu Aragon bu dize için. Oysa bu dizenin doğru olup olmadığını araştırmak aklımın ucundan geçmemişti benim. Portakalın hamken mavi olduğunu bilmeden, düşünmeden de sevmiştim onu.”

Anday, sonra bir yanlışlık yaptığından söz ediyor: Eluard’ın dizesi de çevirisi de farklıymış. Doğrusu:

“Yeryüzü mavidir portakal gibi.”

Ben de bu çeviriyi biliyordum, ve bu bana daha şiirsel gelmişti -portakalın hamken mavi olduğunu bilmeden.

Dünya mavi bir portakaldır, demek, şeklen portakala benzeyen, ama mavi renkte olan bir şeyi tasvir ediyordu ve bu da çok özel durmuyordu.

Halbuki “Yeryüzü mavidir portakal gibi.” dendiğinde kafam alkol almışım sevişmişim çıplak yatıyormuşum ve bu ne yahu diye düşünüyormuşumdaki gibi oluyordu ve Eluard’ın -yani şair olarak kabul edilen birisinin- söylediği bir cümle olarak da kabul ettiğimden daha özel geliyordu bana.

Portakalın hamken mavi olduğunu da Anday’ı okurken öğrendiğimde, güzelliğin biraz yana çekilmiş, başka bir özelliği davet etmiş olduğunu düşünüyordum: Anlam...

Olmamıştır daha dünya, diyordur şair.

Güzel diyordu; doğruyu da kapsayan gerçek güzelden söz ediyorum.

Yani aslında Aragon’a katılıyordum, bu bir doğru sözdür diyen. Bazı şeylerin açıklanmasını sevmeyen şairlerin ve yazarların kadınsılıklarını düşünerek ve bunun da onların özelliği olduğunu unutmadan.

Deniz kabuğunu kulağımıza dayadığımızda duyduğumuz dalga seslerinin bedenimizdeki kan dolaşımının sesi olduğunu öğrendiğimde, dalgaları duyma mucizesinden birkaç kat daha müthiş bir mucizeyi duyduğumu düşündüğümü de asla unutamam.

Mantık, duyguların yokluğu değildir. Ne yazık ki bu ikisinin -mantığın ve duyguların- bir arada bulunmasına mucize olarak bakmaya “geriliyoruz” çoğu kez. Dünya mavi gerçekten de portakal gibi.

Cumartesi, Mart 08, 2008

Yanılıyor olabilirim

-Yanılıyor olabilirim.
-Sen de yanılıyor olabileceğini düşünüyorsun zaten, sorun yok.
-Sanki, yanılmış olduğumu düşünmüşüm gibi söyledin!
-E, değil mi!
-Sormuyorsun.
-Yo, soruyorum.
-Yo, sormuyorsun.
-Evet, tamam, yanıldığını düşündüğünü düşündüm.
-Yanılıyor olabilirim, diyorsam, bunun anlamı, yanılıyor olabilirimdir.
-Ama… genelde… insanlar arasında…


Lafı bağlamından koparıp kendi istedikleri tarafa çeken gazetecileri suçlayan kişiler bir kez daha düşünsün…

Bağlamından koparmaya bile gerek kalmadan bunu yapanlar…

Güzel yanlışlar söylemek

“Artık çalışma, evlen benimle, bu sıkıntılarının sonu olur.”

Bir iş sözleşmesinden kadını kurtarmak için ona bir evlilik sözleşmesi sunmak!

Aradaki aşk olsa da.

Erkek, kendisinin olması karşılığında sıkıntılarına son verecek kadının!

Bir patrondan kurtulup başka bir patrona kapılmak!

Aşkınızın bedelini ömür boyu birinin sahibiniz olmasıyla ödemek!


Amelie Nothomb’un ‘Ne Adem Ne Havva’ adlı romanındaki, çok kibar Japon erkeğin teklifi bu.

Kız -hiç kimsenin Havvası- özgür kalmak için kabul etmiyor teklifi.

Teklifteki çıkarcılığı fark ettiğinden değil…


Sevdiğim bir yazardı, sevdiğim bir kitabı daha oldu. Ama yazarların nasıl güzel yanlışlar söylediklerinin bir örneği olarak da okunabilmeli.


Bu yazıya hemen sanki onların tarafındaymışım gibi atlayacak kadınlar olacaktır. Sizin tarafınızdayım, hatta sizden de çok sizin tarafınızdayım, o nedenle siz bana kendi tarafınızdaymışsınız gibi gelmiyorsunuz. O nedenle, aman dikkat! Kadınlar gününde kadınlara vereceğim en iyi hediye, asla hemen hoşlarına gidecek benzerlerininki gibi bir şey olmayacaktır. İlk anda nefret edilen hediyeler veririm genelde!

Bunun dışında, yine de kutlu olsun. Nothomb’un kitabındaki Mişima’nın intiharıyla ilgili söylediği harika laf gibi (“ritüelik intihar”) bir şey yapayım ben de, yani, ritüelik kutlama.

Çarşamba, Mart 05, 2008

Yazdı geçen gün

"-Söylenmesi benim üzerime düştüğün kani olduğum şeyleri söylemiş olmasından ötürü Macbeth’i hiç affetmeyeceğim.
-Burada artık haddinizi aşıyorsunuz.
-Sakin olun, göründüğümden çok daha mütevaziyim."

Sanıyorum Cioran idi, sakin olun, diyen. Ben olsam şöyle derdim:
-Burada artık haddinizi aşıyorsunuz.
-Birisinin haddini aştığına hükmetmektir haddini aşmak!

Ama Cioran’ınki toplumsal anlamda daha başarılı bir cevap. Nasıl güzel alttan alıyor, sakinleştiriyor gazeteciyi.

Cioran çok ilginç bir karakterdir. 20’li Yaşlarına Gelmeden Çocuğumu Asla Sokmayacağım Pasajlar dizisinin en azılı elemanı olacak yazdıklarıyla, ama, sohbetlerini okuduğunuzda, kişiliğini daha iyi tanırsınız, bir umut, hatta mutluluk bile verir size. Doğal bir uzantısıdır onun umutsuzluk, sağ koludur. Canım sıkılıyor demiştir gençken, daha çocukken annesine, annesi de keşke doğururken düşürseydim seni diye azarlamıştır, ama bu azar, tam tersi bir etkiyle, doğmuş olmayabileceğini düşündürttüğünden, bir çeşit arınma gibi gelmiştir ona, rahatlatmıştır, sanki aslında doğmamış gibi… Doğmuş Olmanın Sakıncası Üzerine kitaplar yazmış olsa da, konuşmalarından anlarız ki, aslında abartıyordur.

Keyifli bir adam bile olabilir, Cioran.

Ama tabii buradaki konum, sohbeti “yönlendiren” gazetecinin tutumu!

(Bir arkadaşım, en sıkı okurlarımdan biri, “sanki kafanda söylemek istediğin çok şey var da hepsi karışıyor gibi, ya da oturmamış gibi, daldan dala akıyormuşsun gibi. Tam tarif edemiyorum. Her cümle başlı başına bir konu gibi. Çok yoğun yani.” yazdı geçen gün.

Tamamen haklıydı, bunu ona söyledim, ama şimdi başka bir şey daha söyleyeceğim:

-Demiştim ya kimseye yazmıyorum diye, ama inanmamıştın, işte.

)


“Birisinin haddini aştığına hükmetmektir haddini aşmak!”

Peki buna cevap verilemez mi?

-Burada artık haddinizi aşıyorsunuz.
-Birisinin haddini aştığına hükmetmektir haddini aşmak!
-Sizin şu anda yaptığınız gibi…

İşte, bu yüzden, “doğru adam” tanımı önemli. Başkası yapsa yanlış olacak şeyi yaptığında yanlış olmayan adamdır doğru adam.

Çetin Altan geldi gene aklıma, şu adamı gün aşırı konuştursalar, yazıları değil sadece, konuşmaları, saçmalamaları hatta, hakaretleri bile: Şuna benzer bir şey demişti: “Bir şeyi yapmanın doğru zamanı yapmayı istediğin andır, sonradan zamanıydı ya da değildi derler.”

Pazartesi, Mart 03, 2008

Ay hâli

Emlakçıya veriyoruz evi.
Evde çalıştığım için emlakçının getirdiklerini ben karşılayacağım.
Önceki mırın kırınlarıma sonra şaşırıyorum, evin hemen kiralanmasına üzülüyorum, sadece iki örnek kalıyor bana.

İlk gelen kadın, kapıdan girdiği anda:
-Ay halı hiç sevmem ben, parke severim.

İkinci gelen kız, annesiyle:
-Zevkliymişsiniz.
Baştan aşağı süzüyor, evi değil.
Kırıtarak dolaşıyor.
Arka odalara bakmaya gidiyorlar, yatak odasında bir sutyen duruyor.
Annesi birkaç soru daha soracakken kesiyor, apar topar çıkıp gidiyorlar.

Peygamber

Şirkette çok da iyi müzik çalmayan bir arkadaşa benim çaldıklarımdan hoşlanan, “Murat çalsın ya” diye onu engellemeye çalışan bir başka arkadaş bir gün şaşırarak soruyor:

“Bu çaldığın kimin?”

Grubu soruyor belki, ama diğeri şöyle cevaplıyor:

"Murat’ın, onunki bazı Cd’leri çalmıyormuş da."


Böylece o kötü çalan arkadaş kötü çaldığında onunkiymiş, iyi çaldığında hep benimkiymiş sanılıyor. Yüzyıllar boyu.

Alın

“Alıntılıyorum öyleyse düşünemiyorum” sloganlı bir internet sitesi var yanılmıyorsam.

Ben alıntılıyorum, çünkü onlar daha ünlü.

John Fowles / Büyücü

1
-Öyle bir adam ki sizden on frank ödünç alıp evine gidiyor ve bir gün on milyon frank edecek resimler çiziyordu.
-Zavallı adamcağız.
-O da aynısını bizim için düşünürdü. Daha haklı nedenlerle hem de.

2
“Eğer benimki gibi birçok değerli tablonuz varsa bir karar verirsiniz. Onlara ya oldukları gibi –boyanmış tuval kareleri olarak- ya da altın külçeleri gibi muamele edersiniz. Yani pencerelerinize demir taktırır, geceleri endişeden uyuyamazsınız. İşte.” Bronz heykelleri işaret etti. “İstiyorsan çal. Polise haber veririm, diğer yandan kaçmayı başarabilirsin de. Ama yapamayacağın bir şey varsa o da beni endişelendirmektir."

Cumartesi, Mart 01, 2008

Hayatla beni



(20’li Yaşlarına Gelmeden Çocuğumu Asla Sokmayacağım Pasajlar 2)



“Dışarıya baktığımda daha baştan her yanda tartışma, çelişki, öfke, iftira, ve kötüleme görürüm. Gözümü içeri çevirdiğimde, kuşku ve bilgisizlikten başka birşey bulamam. Tüm dünya bana karşı çıkmak ve beni çürütmek için elbirliği yapar; ama öyle zayıfım ki, tüm görüşlerimin başkalaırnın onaylarıyla desteklenmedikleri zaman gevşeyip kendiliklerinden düştüklerini duyarım. Her adımı duraksayarak atarım, ve her yeni düşünce beni uslamlamamda bir yanılgı ve saçmalık korkusuna düşürür.” (David Hume)

İnsanın bu kadar yanlış yaşayıp tarihe geçmesi...
Önemli bir filozof olması.

Önemli bir filozof sayılması, diyelim.
Tüm güçsüzlükleri dengeleyen bir güç!
Başarı olarak bile nitelenebilir.
Onun başarısı mı peki, felsefeci adamın yani?

Peki.

Her yerde hayatın mükemmelliğini görüyorum ben, ne çare!
Bunu unuttuğumda yapıyorum hataları!


“Hüznümüzünüz” geçiyormuş bir şiirinde Hilmi Yavuz’un…

“Birbirimiziniz” koymuştum
bir öykümün adını.

Bir kadını anlatır, kadınla beni.

Ama aslında, hayatla beni.

Hayatla beni.

Cuma, Şubat 29, 2008

İkiyüzlülük


İkiyüzlülük, kötülüğün erdeme saygısıdır.
La Rochefoucauld

Perşembe, Şubat 28, 2008

Kendini andırmaya devam et!

1.

Yazışarak daha yeni tanışmaya başladığımız birine “yazarım” dediğimde “kardeşime söyledim yazar olduğunuzu ne var ben de yazarım diyor” yazması üzerine her ne kadar cümlesinin sonuna gülme işareti de koymuş olsa “siz kardeşinizle konuşun o zaman” diyerek kapatıyor, onu siliyor ve yasaklıyorum (internetin en parlak buluşu). Sonra bana bir mail atıyor.

“Suratıma kapatılmasından hiç hoşlanmam” cümlesiyle başlıyor mailine.

Kendini anlatıyor, önemli bir işi varmış vs

Ben karşı mailimde rahatsızlığımı dile getiriyorum.

Sonraki maili şöyle:

“Biz insanlarla dalga geçecek kadar seviyesiz insanlar değiliz beyefendi. Sadece moralim çok bozuktu, kardeşim de arada sırada yanıma gelip ne yaptığıma bakıp beni güldürmeye çalışıyordu. Burada bizi görmediğinize göre söylemeyebilirdim de. Ama sizi yakın hissetmek istedim belki de, ya da ihtiyacım vardı buna kardeşimin beni güldürmek için söylediği bir şeyi siz de gülersiniz belki diye paylaştım o kadar.”

Tek bir özür cümlesi yerine, basit bir kusura bakmayın demek yerine, bir paragraf kadar kendini, durumunu anlatmaya çalışmak! (Benim de gülmemi beklemesi konusuna hiç girmeyeceğim!)

Tüm bu mazeret cümlelerinin bir özür başlığı altında toplanmadan bir anlam ifade etmeyeceğini bilmeyen biri, “seviyesiz birisi değilimdir” dediğinde altını doldurabilir mi?

İnsanlar seviyesiz olmadıklarına nasıl karar veriyorlar?

40 kere falan seviyeliyiz demişlerde mi olmuşlar!

Seviye testi falan mı yaptırmışlar!

Bir kart falan mı almışlar benim bilmediğim!

Ya da babadan miras kalıyor her halde bu seviye denen şey, hayata böyle başlamışlar, kendilerini bildiler bileli seviyesiz insanlar değillermiş!

Aynen diplomanın, bir şey bildiğiniz için verilmemesi, diplomanız olduğu için bir şey bildiğinizin varsayılması gibi…

Bakalım neymiş:

“Evet ben de yazarım babam da yazar. Ama biz karşımızdakini incitmemek adına yazarız söyleyeceklerimizi o kadar.”

O kadar!

Evet babadan geçmiş olabilir bunların seviyesi, “İncitmemek adına yazar” bu aile!

“Şimdi beni silebilirsiniz. Yasaklamanıza gerek yok zahmet etmeyiniz. Biz gururumuz ve onurumuz için yaşayan insanlarız. Bin yıl geçse de size tek kelime yazmam..”

Anladım, bu insanlar bir kulübe üye ve üye kartları var: GururEkstra ve OnurPremium.

Ne derlerse desinler bana hissettirdikleri şu: Bu insanlar hayallerinde olmak istedikleri, olduklarını düşündükleri insana sadece benziyorlar; o kibar, doğru tavırlı insanı, hareketleri, duruşları ve öyle olma istekleriyle, diyeceğim ama değiştiriyorum, öyle görünme istekleriyle, sadece andırıyorlar… Bir an o zannedilebilir, ama gerçekte öyle olmadıklarından, bir hareket, bir duruş, bir laf… Yetiyor. Yok, değilmiş, sadece benzetmişiz, sadece andırıyor…

Bu özensizlikler zekalarıyla doğru orantılı mı, bilemeyeceğim ama şunları da belirtmeden geçemeyeceğim (uzun süre düşüncesiz davranış zeka geriliğine yol açabilir):

(Kardeşiyle yazarlık konusunda dalga geçmelerinden bana söz etmesini) “Söylemeseydim, ruhunuz bile duymazdı. Doğru söyleyeni 9 köyden kovarlar.”

Düşünüyorum bu iki cümleyi nasıl art arda kurmuş olabilir: İlk cümledeki “söylemek” fiilinden bir deyim geliyor aklına, geldiği için de yazıyor, yoksa yazmasının orada bir anlamı, bir mantığı olduğundan değil.

“Basit bir şakayı bu kadar ancak bir Koç büyütebilir anlamadan dinlemeden.”

Koç! Evet, bravo, her şey açıklandı! Muhalif duruş, sert yazar, ödünsüz karakter… Hiç biri değilsin oğlum murat, her şey burcundan dolayı, doğdun öyleydin hiçbir şey katamadın üzerine, koç geldin koç gidiyorsun!

2.

-Evet sizi dinliyorum
-Ne anlamda
-Dün sohbet edemedik o anlamda
şu an müsaidim siz de müsaitseniz anlamında
şüpheci bir yaklaşım sergilemeyin
ben sizi tanımıyorum
unutmayın biraz yazıştık.
-Şu an siz şüpheci bir yaklaşım sergilediniz
-İyi
-…
-…
-Evet sizi dinliyorum
-İnanın aldığım elektrik size yazmamam gerektiğini söylüyor
kusura bakmayın lütfen
-Hanımefendi tuhaf bir cümleyle başladınız sonra da beni suçlamaya kalktınız, elektriğinizin beni neden ilgilendirdiğini düşünün, siz bana güzel elektrik vermiyorsunuz ve konu da budur...
-İyi çalışmalar.
-Elveda


Birisiye unutulmuş bir geçmiş sohbetin devamına “evet sizi dinliyorum” diye başladığınızda, karşınızdaki kişiye üstten baktığınız hissi uyandırırsınız, onca işinizin gücünüz ve güçsüzlüğünüzün arasında buna dikkat etmediyseniz, yine de geri adım atma hakkınız her zaman vardır.

Ama insan bunu anlayacak akla teorik olarak sahipken, bu aklıyla uyumlu bir özene sahip değil. Bir cümlenin doğru cümle, bir tavrın doğru tavır olması için tek neden yetiyor insana, kendi cümlesi, kendi tavrı olması!

Yoksa
“ne anlamda”
diye sormama
“dün sohbet edemedik o anlamda
şu an müsaidim siz de müsaitseniz anlamında”
diye bir cevap vermezdi.

O anlama zorla, uydurmadan getirmeye çalışmadan önce o anlama gelecek bir cümle kurmalı, ya da hatanın üzerini örtmeyecek bir cümle: “Kusura bakmayın biraz tuhaf oldu di mi öyle demem” gibi.

Oysa “şüpheci bir yaklaşım sergilemeyin” diye bir de suçlamaya yöneliyor. Yani en olumlu olasılıkla, ben tuhaf cümleler kurabilirim ama siz yine de şüphelenmeyin, demeye getiriyor.

Onu tanımıyorum, ama bunun önemi yok, onun beni tanımaması konumuz! Ha zaten “evet sizi dinliyorum” derken de kendimi tanıtmamı istemişti!

“Şu an siz şüpheci yaklaşım sergilediniz” demem, zekasını kullanamasa da zeka fark edebilme fırsatı sunuyor ona, ama zekaya zeka demez, zeka seni kayırmadıkça!

Ve ikinci zeka örneği de, bir süre iki taraf da durmuş yazmıyorken benden:
“Evet sizi dinliyorum.”

Kendi kullandığı özensiz cümlesinin kendine karşı haklı olarak kurulduğunu görmesi kendi haksızlığını görmeye yöneltebilir, cümle ve iki ayrı kullanılışı önünde, doğrusu ve yanlışı.

Ama: “İnanın aldığım elektrik size yazmamam gerektiğini söylüyor” diyor.

Hala sadece kendinde, yani aslında kendinde değil!

Baştan nerden aldığını bilemeyeceğim negatif elektriğini bana iletmesine ona karşı iletmekle cevap veriyorum ve hissettiği bu negatif elektriğin kendininki olduğunu anlamıyor. Halbuki hayata bakın, aynen böyle davranır o da size, yanlışınız size geri döner. Aynen bu sertlikte. (Anlamazsınız, ve hayat anlamsız dersiniz.)


Bir arkadaşım, kelimelere takılma Murat demişti…

Ben hemen kelimelere takılmayı bırakırım, hemen yazarlığımı da bırakırım, hatta diğer yazarların da bırakması için bir şeyler yapmaya çalışırım, nasılsa yazmak işlerine yaramıyor onların, ama kelimelere takılmayarak yapmayı önereceğiniz daha ileri ya da daha yerinde şey, telepati falan olacaksa olur ancak bu.

Başka birisi şöyle diyor sohbetin ortasında:

-Obsesif misiniz
-Biraz kaba olmadı mı
-Hayır sordum sadece

Tamam, kelimelere takılmıyoruz ya, ben de şöyle devam edeyim,
-Obsesif misiniz
-Biraz kaba olmadı mı
-Hayır sordum sadece
-Anlıyorum, bilmem belki de obsesifimdir, peki siz biraz aptal olabilir misiniz…
-Yoo değilim… zamanla anlarsınız… Anlayışınız kıt değilse, kıttır demedim, olasılık sadece sözünü ettiğim, alınmayın!

İki taraf da birbirini çarpa çarpa böyle devam eder bu!

Bence kelimelere takılalım, çünkü daha üst iletişimlere geçmek için kelimeler bizim zekamızı ve özenimizi gösteren, bunları geliştirmemizi sağlayan oyuncaklardır.

Yoksa herkes - seviyeli ya da seviyesiz- şu lafı kendisi için öne sürebilir:

“Benim bir sözümü duydunuz mu, benim söylediğimi bildirerek size bir şey söylediler mi, o sözü gönlünüz tasdik ederse, o söz kalbinizi yumuşatırsa, o sözü kendinize yakın bulur, benimserseniz, bilin ki, o söze sizden daha yakınım ben. Fakat size bir sözüm söylenince, gönlünüz inkar ederse o sözü, içinizden bir beğenmezlik, bir nefret duygusu uyanırsa, o sözü kendinizden uzak bulursanız, bilin ki, o söze sizden de uzağım ben.”

Ama bu laf sizin değil, Hz Muhammet’in! Yani ancak, peygamberlere layık…


Bir yazara soruyorlar: “Toplumun söylemekten çekindiği edebiyatın da dile getirirken estetize ettiği, yumuşattığı dili olabildiğince yalın ve sansürsüz kullanıyorsunuz. Bunu okuyucuyu sarsmak için mi yapıyorsunuz.”

Toplum söylemekten çekine çekine, adam gibi söylemesini unutmuş, giderek konuşmasını… Ya da herkes birbiriyle imalarla konuşuyor, tüm dünya bir toplantı masasında, politikacıların, iş adamlarının konuştuğu gibi konuşuyor. Aşırı "estetize", aşırı yumuşak, aşırı kibar...

Ya da sarhoş gibi konuşuyoruz, işte bu yazılarımda bunun örneklerini veriyorum. Sadece küfür yok, fazla yok, neden?

Çünkü kadınlar küfür etmez!

Bastıracağım romanımdaki dil, sert bir dil yer yer (güzel oldu: bastıracağım). Kabalık yapan bir kadına özellikle küfür etmeyi de içinde barındıran bir dil. Kadına küfür etmek erkeğe küfür etmekten daha kaba bir durum olarak alınır ya hala, ben kaba kadına küfür ettiğimde, bilinçli olarak yaptığımda bunu, onun kadınlığını tanımama hissini vermeye çalışıyorum, o kadını da bir erkek kabalığında gördüğümü söylemeye çalışıyorum, o bir kadın değil, o bir kaba.

Benim kaba olduğumu düşünenler olacaktır okuyanlardan, ama bakın ne diyeceğim, geçenlerde bir kadın “göt” dedi bana, o kadar güzel bir tepkiydi ki, yakıştı da ağzına, benim takındığım bir tavra karşı söylemişti muhtemelen ve bilemiyorum, benim hareketime de yakıştı belki. Romanımdaki de öyle, yakışıyor söyleyene ve üzerine söylenen tavra, diye düşünüyorum, ama zaten benimkiler espri değil, göte göt diyorum ben. Ara sıra bölümler okuduğumda yer yer ben de utanıyorum, yazar olarak değil insan olarak okuduğumda, kaba mı bu diyorum, terbiyesizce mi, günlük hayatımda küfür eden bir insan değilim çünkü, değildim diyelim, ama sonra yazar bakışıyla baktığımda bana cuk oturmuş geliyor, o zaman zaten yazar bakışımla insan bakışımın birbirinden farklı olmadığını, romanımı da bu bakışla yazdığımı bana hatırlatıyor, kanıtlıyor: Kadınlar böyle özensizleşip kabalaşıp erkeksileşirken, hala nasıl devam edebilirler o klasik, küfürden rahatsız olma tavırlarına…


3.

Bir cep mesajı geliyor:
-Slm nasılsın
-Sağ ol. Ama no’yu tanıyamadım.
-Kaydetmemişsin sanırım, X internet sitesinden Melike ben.
-Nick’in neydi?
-Neyse sorun değil ya, hoşça kal.
-Melike denince hatırlanacak yani, tuhaf!
-Tuhaf olan ne anlamadım. Mevcut bir nick’le de hatırlanmak tuhaf. Nickim falan yok Melike o kadar yani.

Nick’i Melike!
Nick ile hatırlanmak tuhaf o nedenle adını nick olarak almış!
Forest, sexygirl, total, kuzu, mandrake falan değil de Melike!
O tersini düşünüyor ama aslında Melike gibi bir nick, kadın olması haricinde hiçbir şey söylemezken, diğer nick’ler daha fazla şey söylerdi kendisiyle ilgili.

Diyorum ki:
-Nickinden girip profiline bakacaktım! Anlayışsız ve alıngan nicklerine baktım yok!
-Kabalaşma, sen de çok balık hafızaymışsın. Bu nasıl reklamcılık. 10 yıllık bir geçmişimiz yok ki hatırlamakta bu kadar zorlandın. Neyse uzatmayalım…

Anlayışsız ve alıngan davranıp beni rahatsız ediyor, bunu söylediğimde kabalaşmış oluyorum! Kabalaştığımı kesinledi ya, artık o da rahat davranabilir:
“Balık hafıza”
“Bu nasıl reklamcılık” (Bu ne alaka?)
Sonra da yetiyor bu kadarı ona, ferahlamış her halde, “uzatmayalım” diyor! Ama esas; 10 yıllık bir geçmişimizin olmamasıyla ilgili tespiti! Çünkü yarım saatlik bir geçmişimiz de yok!

-Zeka özürlüleri çabuk unuturum evet, diyorum.

Burada yasaklayacaktım, ama becerememişim iyi ki, bir numaralı “bayan” lafını bundan sonra etti.

-Adını sormadım. İnanılmaz kabasın. Her şeyden önce karşında bir bayan var. Lafını bil de konuş. Hakaret boyutuna taşıyorsun farkındaysan.

Lafını bilip de konuş diye suçlayan bu insankızı, 10 tane cümleden kendininki seç deseniz hemen seçer, hakaret boyutuna taşmayan onunkidir, kayıtlarla açıklasanız ki tam tersidir, inanmaz, böylece siz inanılmaz kaba olursunuz!

Şuraya geleceğim:
“Her şeyden önce karşında bir bayan var.”

Ağızdan kaçmış, ya da alışkanlıktan söylenen bir laf değil, kadının fikri bu!
Adının melike olduğunun doğrudan hatırlanmasını, ya da melike denince doğrudan kendisinin hatırlanmasını beklediği gibi bayan olduğu için de kendisinin doğrudan kabalaşmayacağını, bayan olduğu için onun hakaret etmesinin mümkün olmadığını, bayan olduğu için onun dilinin tavrının doğal olarak kibar olduğunu falan önceden kabul etmemi(zi) bekliyor.

Bu kadın kadınlığını bir orospununki gibi kullanmıyor mu, orospulara ayıp olmasın!

Hangi kadınlık-bayanlık özelliğini kullanmış da, ona bir kadın gibi davranmamı bekliyor? Herhangi bir kadınsal zeka (anaçlık, birleştiricilik, anlayış vs) kullanmamışken her şeyden önce bir bayan var karşında diyebiliyorsa… bana aynen yıllar önce diskoya bizimle girerken iki genç kızın söyledikleri şu sözü hatırlatıyor: “Bizim paramızı da biz mi vereceğiz.”

Bayan olduğu için parasını erkeklere ödeten bir kadınla erkekler ne yapmayı dünürlerse diskodan sonra; iki erkeğin kaba konuşmasından çok da farklı olmayan yukarıdaki gibi bir sohbette biri çıkıp da ben bayanım diyorsa, tek bir özelliğinden faydalanılabilir gibi geliyor bana, seksinden, çünkü başka bir kadınsılık “veremeyeceğini” zaten göstermiş.

Ona karşımda “her şeyden önce bir bayan var”mış gibi davranmadığım için bana teşekkür etmeli. Çünkü gerçek orospularla bile hiç işim olmadı bugüne kadar.


Yumuşak bir örnekle bitireyim, sizin için yumuşak, benim için farksız.

Lüks kahvecide oturuyorum Pazar sabahı. 5-10 gazete almışım. Üst üste koymuşum, en üste de Roll dergisini koymuşum, yarı bilinçli: Bu gazeteler müessesenin değil benim, deme Rollünü üstleniyor. Gazetelerin tekini bitiriyor yan taraf koyuyorum. Bir adam yaklaşıyor. O bıraktığım gazeteye bakıyor ama dağınık onlar biraz, beğenmiyor benimkilere doğru geliyor, anlıyor. Hafif gülüşüyoruz gidiyor. Sonra bir kadın geliyor, yandaki gazeteye yine şöyle bir bakıyor -Pazar sabahı bozulmamış gazete okunmalı!- yarı bodozlama benim gazetelere yöneliyor, fazla kaba değil ama hafif bir onun-gazeteleri-çekiştirmesi-benim-yarı-şaşkın-ne-yapıyorsunuz-hanımefendi-ne-istiyorsunuz-sorsanıza-bana bakış ve tavırlarımla “iletişim” kuruyoruz. Bir şeyler mırıldanıyor, işte sinemalar, ekler, hürriyet. Hürriyet yok diyorum, almadım. Bir gazete ekine baksak, falan diyor, bitirdiğim gazeteyi işaret ediyorum, onun eki olacaktı, oraya bakın. Bunları deminki erkek (aynı gruptanlar) hafif endişeli ama kibarca yarı uzaktan izliyor. Diğer gazeteden bakıyorlar sinemalara (yer göstericinin yerinde olmak istemezdim), ben yarı gergin, bana-laf-atmadı-ucuz-atlatıyorum-umarım-giderken-laf-sokmaz-ya-da-sinirli-sinirli-davranmaz, diye düşünerek gazetelerime gömülmeye çalışıyorum. Giderlerken kadın dağınık gazeteyi düzenleyip bırakıyor, teşekkürler diyor, sanıyorum gerçek bir teşekkür ve bir ölçüde yaptığını anlamış da neden olmasın, genelde izlemede kalan deminki adam daha sıcak bir teşekkür ediyor, belki biraz da özür gülümsemesi.

Mutlu son, hariç baktığınızda, burada erkek olan kadın, kadın olan erkek tavırları sergiliyor. Gazetelerimi, sormadığından ona sunmadığım için “Her şeyden önce bir kadın var karşınızda” deseydi bu kadın bana, “kadın olduğunuzu anlayabilmem için memelerinizi görebilir miyim” diyerek özellikle kaba olarak anılmak üzmezdi beni. Başbakan değilim çünkü ben.

Salı, Şubat 26, 2008

"Babamı severim beni dövmez"(!)

Kafede yan masada oturan yaşlı adam:
-Şu müziği biraz kıssana, dedi garsona.
-Efendim, en kısığı bu, deyince garson
-O zaman bir süre kapat çok bağırıyor, dedi.

Buraya kadar yaşından dolayı doğal bir rahatsızlık ifadesi olarak algılanacak isteğin haklılığı, adamın şu cümlesiyle son buldu:
-Bunu dinleyen kimse var mı, yok…

Cumartesi, Şubat 23, 2008

Al Kocayı Vur Sopayı


1. Kitabın Tanıtımı

AL KOCAYI VUR SOPAYI Sevenler arası şiddet

Ayşe Kudat, Doğan Kitap, 2007, 229 sayfa, 13 YTL

İnsanlık tarihi boyunca şiddete uğramış kişileri çeşitli sınıflandırmalara tabi tutarsak, yakınları tarafından dövülen, hakaret gören, cinsel saldırıya uğrayanların savaşlarda, sokak kavgalarında veya terör olaylarında yaralanan veya ölenlerden çok daha fazla olduğunu görürüz. Aile içi şiddet, çağımızda neredeyse her iki kadından birinin, belki her çocuğun ve önemli oranda erkeğin her gün, her hafta, her ay, sürekli olarak maruz kaldığı bir olgudur ve BM dahil uluslararası kuruluşlar ve ulusal sivil toplum kuruluşları konuya sahip çıkmaya başlamıştır. Bu kitap, erkeğin maruz kaldığı şiddeti gözler önüne seren Türkiye’deki ilk kitaptır ve birçok erkeğin eşi veya sevgilisinden şiddet gördüğünü belgeleme amacı gütmektedir... Erkekler yalnız kadın değil erkek sevdiklerinden de şiddet görmektedir. Erkeklerin pısırık görünmemek için gizlemeleri sonucu bir türlü açığa çıkarılamayan bu konu Batı toplumlarında yavaş yavaş incelenmeye başlanmıştır.Bu kitap sevgi ilişkileri çerçevesinde erkeklere yöneltilen şiddet konusu üstünde durmayı amaçlıyor ve erkeklerin eşlerinden, kadın ve erkek sevgililerinden çektiklerini dile getiriyor.




2. Kitap üzerine Radikal Kitap’ta çıkan “inceleme” yazısı.


Kadın dediğin döver!

Kitabın adı 'Al Kocayı Vur Sopayı' gibi 'kadının erkeğe uyguladığı fiziksel şiddet' çağrışımlı bir ad olunca, bunun, üstüne kitap yazılacak bir konu olduğuna inanmak hayli zor

DİLAY YALÇIN

Ayşe Kudat, Al Kocayı Vur Sopayı'da şiddetin toplum, tarih, insan psikolojisi ve insan ilişkilerindeki yerini anlatıyor. Ancak kitabın isminden de anlaşılabileceği gibi, bunu, insanın insana uyguladığı şiddetten ziyade, kadının erkeğe uyguladığı şiddet konusuna bir giriş olarak anlatıyor... Ne var ki, kitabın adı Al Kocayı Vur Sopayı gibi 'kadının erkeğe uyguladığı fiziksel şiddet' çağrışımlı bir ad olunca, bunun, üstüne kitap yazılacak bir konu olduğuna inanmak hayli zor. Ayşe Kudat da okuyucusunu buna inandırmakta zorlanması, hatta kitapta birkaç defa, kendisini de buna inandırmak istercesine, bu kitabı yazarken dünyada kadına uygulanan şiddeti görmezden gelmediğini belirtme ihtiyacı duyması normal karşılanabilir.

Gerçekten de, okuyucu olarak kadının erkeğe nasıl bir şiddet uygulayabileceğini hayal etmek kuvvetli bir hayalgücü gerektiren bir mesele. Kadın deyince akla, ilk insandan bugüne kadar (ya da Athena'nın Apollo'yla bir olup da, annenin çocuğuyla kan bağı taşımadığına karar verdiği günden bugüne kadar) hep ezilmiş, erkeğe göre özellikle de fiziksel anlamda hep zayıf olmuş bir varlık geliyor.

Şiddet konuşulmalı

Bu elbette ki, kadının erkeğe uyguladığı şiddetin konuşulması gerekmeyen bir konu olduğu anlamına gelmiyor. Kitabın adı sözlü veya psikolojik şiddetten ziyade, fiziksel şiddeti çağrıştırdığından, okurun, sopa vurulan erkeklerin sopa vurulan kadınlara oranını merak etmesi kaçınılmaz. Ayşe Kudat bu oranları şöyle anlatıyor: (B.J. Morse'un 1976 yılından başlayarak yirmi yıla yakın süre gözlemlediği 1725 evli çift üstüneden) "Örneğin, 1986'da kocaların eşlerine gösterdiği şiddet oranı yüzde 9,4 iken, kadınların kocalarına yönelttiği aşırı şiddet oranının yüzde 22,8 olduğu görülmüştür." R.J.H. Russell ve B. Hulson'un İngiltere'de yaptığı araştırmaya göreyse, 1992 yılında, İngiltere'de erkeklerin yüzde 5,8'i karılarına, kadınlarınsa yüzde 11,3'ünün kocalarına aşırı şiddet göstermiş. Bu sayılar şaşırtıcı olsa da, her zaman erkeğe kıyasla fiziksel olarak zayıf olduğunu söylediğimiz kadının erkeğe uyguladığı şiddetin açıklaması ise kitapta şöyle yapılıyor: (Alman Hükümeti'nin yaptırdığı bir araştırmaya göre) "... bir kadınla sevgili ya da eş olarak yaşamış erkeklerin yüzde 25'i şiddet görmüş ve bunların çoğu da birçok kez bu şiddeti yaşamıştır. Her altı erkekten birinin sevdiği kadın tarafından sert bir şekilde itiştirilip kakıştırıldığı da ortaya çıkmıştır. Ayrıca, erkekler yüzde 5-10 oranda da ısırıldıklarını, tırmalandıklarını, acı çektirici biçimde tekmelendiklerini ya da fırlatılan eşyalardan yaralandıklarını söylemişlerdir. Benzer bir orandaki erkek de, yaralandıklarını ve yaşamlarını yitireceklerinden korktuklarını dile getirmişlerdir."
Ayşe Kudat'ın, kadının erkeğe uyguladığı şiddetin oranını, 'kadın sevgililerinden veya eşlerinden hayatlarında en az bir defa fiziksel şiddete uğramış olanlar' üstünden değerlendirmesi gibi detaylar, okuyucuya bu kitabın yazılmasını kabullendirebilecek cinsten değil. Çünkü hayatı boyunca bir defa dayak yemiş bir kadın bile hayatının sonuna kadar bir daha dayak yiyeceği korkusuyla yaşamaya terk edildiği gibi, bir defa dayak yemiş kadınların çoğu hayatları boyunca dayak yemeye devam ediyor.

Kitabın daha en başlarında, Kudat'ın, Inter Amerikan Kalkınma Bankası'nın yaptığı araştırmayla belirlediği 'şiddetin devletlere maliyeti' konulu paragrafa girmesi, erkeğin akşam eve geldiğinde önüne düzgün yemek konmamasını kadının uyguladığı şiddetin bir örneği olarak göstermesi, genlerin de şiddet eğliminde payı olduğunu belirtmek için zencilerin şiddete genetik olarak daha yatkın olduğuyla ilgili bir giriş yapması ve onlarca ayrı araştırmanın adı geçmesine rağmen, konu 'kadının erkeğe sopa vurması'na gelince hiçbir sayısal bilgiyi net olarak vermemesi, ne zaten önyargılı olan okura ne de elinde ikna etmesi çok güç bir argüman olan Ayşe Kudat'a yardımcı oluyor.

AL KOCAYI VUR SOPAYI Ayşe Kudat, Doğan Kitap, 2007, 229 sayfa, 13 YTL



3. Benim yazım


Karşınızda her şeyden önce şiddet var!

Yakında yayınlatmayı düşündüğüm muhtemelen “roman” türüne girecek kitabımda sergilediğim bazı hayatlar, dünya çapında şiddet üzerine akademik araştırmalar yapan bir bayan arkadaşım tarafından “Tüm dünyada sadece kadına ve çocuğa yönelik şiddet örnekleri incelenmiş, senin kitabındaki gibi sözel, psikolojik ve benzeri şiddet örnekleri düşünüldüğünde dünyanın bu konuya bakışındaki eksik yön ortaya çıkıyor ve konu çok daha kapsamlı hale geliyor.” diye değerlendirilmişti.

Bu tespiti, belgelerle destekleyen bir ilk kitap çıkmış, Doğan Kitap’tan, Ayşe Kudat’ın “Al Kocayı Vur Sopayı” adlı eseri.

Ama bu metni yazma nedenim, kitabın kendisi değil, 1 Şubat 2008 tarihli Radikal Kitap’ta Dilay Yalçın’ın kitabı tanıtan yazısı.

“Gerçekten de, okuyucu olarak kadının erkeğe nasıl bir şiddet uygulayabileceğini hayal etmek kuvvetli bir hayal gücü gerektiren bir mesele.” diyerek kitabın hayal gücüne yer bırakmadan araştırma kanıtları ve günlük hayattan örneklerle açıkladığı konuya önyargılı bakışını belli ediyor Dilay Yalçın. Üstelik kısa inceleme yazısında üç kez (alt başlığı da sayarsak dört kez) “ima edilen” şey dikkat çekmeyecek gibi değil (italikler benim. MS):

“…kitabın adı Al Kocayı Vur Sopayı gibi 'kadının erkeğe uyguladığı fiziksel şiddet' çağrışımlı bir ad olunca, bunun, üstüne kitap yazılacak bir konu olduğuna inanmak hayli zor.”

“…kadının erkeğe uyguladığı şiddetin oranını, 'kadın sevgililerinden veya eşlerinden hayatlarında en az bir defa fiziksel şiddete uğramış olanlar' üstünden değerlendirmesi gibi detaylar, okuyucuya bu kitabın yazılmasını kabullendirebilecek cinsten değil.”

“….ne zaten önyargılı olan okura ne de elinde ikna etmesi çok güç bir argüman olan Ayşe Kudat'a yardımcı oluyor.”

Bilemiyorum Aşye Kudat, konunun işlenişini, örneklerin konuyu nasıl desteklediğini ve benzeri konuları incelemeyi aşıp konunun kendisinin anlamsız, gereksiz vs olduğu yolundaki “eleştiri” hakkında ne düşünür; ama ben bu romanımda olmasa da -çünkü içinde yeterince kadın şiddeti örneği var- belki bir sonrakinde Dilay Yalçın’ın “şu konuda kitap yazılamaz” şeklindeki yaklaşımını bir şiddet örneği olarak gönül rahatlıyla işleyip tespit edebilirim.

Hatta Ayşe Kudat’ın, “erkeğe yönelik şiddet” konulu eserinin amacının, erkeğin kadına yönelik şiddetini görmezden gelmek değil, kadına uygulanan şiddetle birlikte ve şiddet başlığı altından “artık” incelenmesi gereken bir konuya dikkat çekmek olduğunu defalarca belirtmesindeki inceliği, Dilay Yalçın’ın tam tersinden alıp, üzerine kitap yazılabilecek bir konuda kitap yazdığına, yazarın kendisini de inandırma çabası olarak aşırı yorumlamasını, bir “bel altına vurma hadisesi” olarak romanımda kullanabilirim.

Bakın işte buldum; romanımda, şiddet üzerine bir kitap ve onu eleştiren bir inceleme yazısı kurgulayıp, inceleme yazısının kendisinin, kitabın ikinci basımına şiddet örneği olarak eklendiğini anlatarak bunları yapabilirim.

Bu yazımı, Ayşe Kudat’ın kitabının ana fikri ve yazılış amacı olabilecek başlığımı da açıklayacak bir sözle bitirmek istiyorum; bir tartışma sırasında her hangi bir kabalaşma söz konusu değilken bir kadının söylediği şu söz: “Sözlerinize dikkat edin, karşınızda her şeyden önce bir kadın var!”

Murat Sohtorik


Not: Radikal Kitap yazımı, bırakın yayınlamayı, alıp almadığını bile bildirmeye tenezzül etmedi!