Pazartesi, Mart 31, 2008

Cuma, Mart 28, 2008

Afrodizyaktım

gemileri İzmir'de

Aforizmir


İzmirliler neden bizi yazmıyorsun diye sitem ediyorlardı, alsınlar da görsünler günlerini.


*
Sadece İzmir’de vapurla
karşıyakadan karşıyakaya geçebilirsiniz.


*
Afrodizyaktım
gemileri İzmir’de.


*
İzmir’in kazları güzeldir.
Yok
İzmir’in yazları güzeldir.
Yok
İzmir’in kışları güzeldir.
Yok
İzmir’in kızları güzeldir.
Hah.


*
-Suç ve Ceza’nın özeti bir kitap var mı?
-Evet, ceza!
-A-ah, o repçi mi, aman kalsın!


*
İnsanoğlu çüş misali.


*
İstanbulizmir laf:
Karşımızda kız kulisi.

Pazar, Mart 23, 2008

Rock Hardsın

"Rock alt yapılı şarkı!"

Mor ve ötesinin şarkısı için dendi demin.

Ne demek?

Rockımsı mı?

Rockımsıtrock…

The Black Crowes’un son albümleriyle ilgili Maxim dergisi yetersiz olduğuyla ilgili bir değerlendirme yapmış ve sıradan, eskiye benzer gibi nitelemeler kullanmış. Halbuki albüm daha çıkmamış ve basına da örnek gönderilmemiş.

Derginin editörlerinden biri kendilerini savunmuş. Özellikle içlerinde çok şarkı olan albümleri hemen dinleyip baskıya yetiştiremiyorlarmış. Hiç bahsetmemektense bir öngörü, tahmin yapıyorlarmış…

Caddebostan Maxim diye bir yer vardı, sanıyorum Zeki Mürenler falan da çıkardı. Kadınlar matinesi falan da oluyordur sanıyorum... Orada bile bu kadar iyi kıvırtılmamıştır her halde.

Caddebostan Maxim şu anda bir alışveriş merkezi. Maxim dergisi de mi öyle acaba.

….
Grup menajerinin müdahalesi üzerine dinlemeden yorum yazan freelance yazar özür dilemiş.

Savunan editör özür dilememiş mi, o yok haberde. Küçük yılan büyük yalan.

Yine de ortada bir özür olduğundan, bu olay iyi ki olmuş diyebiliyorsunuz, bize bir şey gösterdi çünkü.

Bunun da olmadığı durumlarda, özür beklenmenin artık geleneklerden çıkarıldığı bir ülkede… Ben bazı başka şeyler bekliyorum özür yerine, mesela deprem, hak ediyorlar, mesela darbe ya da parti kapatma, çünkü hak etmiyorlar…

Cuma, Mart 21, 2008

Cevap verme!

Yeni çocuklar
bu konuda acilen eğitilmeli
-gençleri kaybettik...

-Cevap verme
derdi büyüklerimiz.

Anlamsızdı,
çünkü sadece büyüklerimiz olmalarıyla söylerlerdi bunu.
Bu saygı değildi.

Kravat ne kadar saygıysa o kadar saygıydı.

Bayardı.

Bugün
cevap verme
yeceğimiz insanları bulmalıyız.
Kendilerine asla cevap verilmeyecek insanları.

Büyükmüyük olduklarından değil
yaşça.

Öyle
herkesin
kendi mantığı
kendi düşüncesi
kendi fikri
vardır
diye bir şey
yoook.

Böyle...

Ne bu,
hayat mı,
han mı!


"Kendimin" diye övündükleri,
tek özelliği de kendilerinin olması
olan
mantıklarından
düşüncelerinden
fikirlerinden
kendilerinin ne mal olduğu ortaya çıkmıyor mu sanıyor
bunlar...

Söylüyorum, çıkıyor.

Söylesek de çıksa hep.

Söylüyorum.

Çetin Altanlar ve Ayşe Armanlar ayrılmalı
Altanlar ve Almanlar, pardon Armanlar…
(Hikayeyi bilenler bilmeyenlere anlatsın.)

Artık
bilmeyenler bilenlere anlatmasın.


Mesela
Mehmet Ali Kılıçbay
okumayan kalmasın.

Cengiz Han filminden nasıl güzel film olur


Ama savaş sahneleri olmuş.

Çarşamba, Mart 19, 2008

Sırılsıklambaç

Hz. Musa filmini seyrederken aklıma geldi -salak bir film bile akla yarıyor, işte bu, Tanrı:


Dünya

Tanrıya inanmayanlar
Ve ona
Sırılsıklam aşıklar arasında paylaşılmış.

Bu iki grup
Dünyayı paylaşmış

Ama Tanrıyı değil.

Melih Cevdet Anday

1.

“I dont work after nature but before nature and with her.”

Picasso’nun olduğunu sandığı bu cümleyi şöyle çevirmiş Melih Cevdet Anday:

“Ben doğayla birlikte doğayı öncüllerim, doğayı taklit etmem.”

Ecnebicesi yerlisinden daha güzel,
daha “naturel”,
daha iyi anlatıyor diye düşünerek şunları yazdım:

Doğaya karışırım çünkü o bana karışır.


Sanıyorum, Halfeti’nin baraj sularının altında kalmasıyla ilgili yazdığımız öykülerden oluşan bir ortak kitabın adından kalmış aklımda; “Fırat’a Karışan Öyküler”di adı.


2.

“Oysa eşcinselliği savunanlar, karşılarındakileri gayri medeni bir durumda bırakmak istemektedirler.” diyor Melih Cevdet Anday.

Sık sık beni aralarına almak istediğini belli eden, açıkça söyleyen çok sempatik bir homoseksüel arkadaşımla şöyle bir konuşmamız olmuştu:

-Hiç gay'lere karşı bi’şi hissetmedin mi, ama hoş olanlara ben gibi.
-Hoş olmanızın önemi yok ki... Benim için bir kadından daha hoş olmazsınız...
-Senin düşüncen, saygı duyarım.
-Bence duymuyorsunuz! Amerika’yı keşfedip a-ah siz neden hâlâ Asya’da yaşıyor der gibisiniz. Halbuki biz Avrupa’da yaşıyoruz.

Pazartesi, Mart 17, 2008

Voliwood


İsa’dan önce 10.000

Ben filmlere gitmeye başladım, bütün filmler çirkin.

Hareme girsem ne olacak düşünün…

Bu kabile mamutları takım ruhuyla öldürürmüş…

Sonra bir ulvi iş için diğer kabileleri toplamaya giriştiklerinde, onlara katılmaya kararsız kalan kabile reisi, kahramanımıza şöyle diyor küçümseyerek:

“Sen daha çok küçükmüşsün ya!”

Kahraman da şöyle diyor:

“Göründüğümden daha büyüğümdür!”

Ünleme yazık bir cümle…

Şöyle bir şey demeliydi gibi geldi:
-Sen daha çok küçükmüşsün ya!
-Siz bana katılırsanız, daha da büyük görünürüm.

Filmin ana fikirlerinden birinin, filmin az sayıda “erkek” diyaloglarından en önemlilerinden birinde ifadesi.

Olurmuş…


Apokaliptika mıydı, Mel Gibson’ın filmi.
Onun ikizi neredeyse.
Ne iş.
Çok az film seyreden benim gibi biri bile yakaladıysa!

Cumartesi, Mart 15, 2008

Akıl oyunları

Akıl oyunları. Film.

"Seninle sevişmek istiyorum ama toplumsal durumlar sana kibar davranmamı ve konuyu ertelememi dolambaçlı anlatmamı öngörüyor ama ben yapamayacağım seni sikmek istiyorum... Şimdi beni tokatlayacak mısın."

Kız onu öpüyor falan filan...

Bundan daha aşağı bir teklif, sadece evlenme teklifidir.

Daha yazacaktım ama unuttum.


Siz hiç kordon boyunda oturdunuz mu izmirde.

Ama boyun sonunda bir gemi sizi beklerken kocaman.

Sizi istanbula götürecek. Gireceksiniz içine ve istanbuldasınız.

Salak bir işiniz yoksa

kesiyorum burda

Cuma, Mart 14, 2008

Öldüren şehir




Alengir

Kitabımı bastırmayı becerebileceğim.

Kimsenin ayağına giderek, araya tanıdık falan koyarak değil de parayı vererek…

Ama satmam lazım. Son paramla “bastırıyorum”.

Facebook’ta grup kurdu bir arkadaşım…

Ne zormuş…

Herkesin haberi olsun, şanım olsun daha sonra yürüyecek diye düşünüyorsun ama amma aman alengirli. Evet alengir olsun başlık…

Şimdi bir daha, bin daha okudum.

Bir bölüm ekledim küçük…

Güzele benziyor…

Hep benzer.

Asla bilemezsin…


Alın bu kitabı dediğim insanlara seveceklerini garanti edemedikten sonra,.. sonrası yok.

Şimdi biri sordu işte, kitabın konusu nedir diye!

Her kitabın bir konusu olmayabilir dedim.

Absürt.

Sürtük.

Bu kelimeler geldi aklıma…

Küçük İskender yazmış, grubumun 2000 üyesi var neden 1000 satıyor kitabım diye…

Koca küçük İskender…

Bir arkadaşıma sitem etmişler arkadaşları, biz seni bir dolu yazara üye yapmaya çalıştık, tanınmış büyük yazarlar da vardı aralarında, buna niye üye oldun, seviyor musun tarzını ki, diye…

Hah tam şu anda: Cahilliğime ver dedi o kişi, kitabın konusunu soran, konusu olmayan bir kitap bilmiyormuş!

Sen söyle dedim, son okuduğun kitapların konusunu…

Bakalım ne cevap verecek.

Aynen şöyle diyor:
pekii
ırvın diyalom
yaşar kemal
tuna kiremitçi
karışık

Ben:
Bunlar konu değil ki

O:
yazarlar
bunlar
konular karışık
belli bi çizgim yok
konu ayırt etmem

o zaman ne konu soruyorsun diyeyim mi…
desem ne olacak!!!!

Ben:
O zaman ne konu soruyorsun.

O:
merak ettim
edemezmiyim

Dedi
konu dışına çıktı..
Biz devam edelim…

Bir sonraki yazıda.
Ama iyi giriş oldu.

Perşembe, Mart 13, 2008

Kolera Günlerinde Aşk

Kitapta önemli bir kahraman olan kolera filmde yok.

Ama bu fena olmadı.

Okurken düşünmemiştim, kolera gibi öldürücü bir hastalığa karşı, aşkın bir hastalık olarak konumlanması, ama iyileştirici bir hastalık olarak…

İyileştirici bir hastalık ne demek, onu da okuyan-seyreden bilecek.

Hayat da iyileştirici bir hastalık. Umutsuzluk sınırı bu olmalı, illa hayata aşka falan hastalık diyecekse insan.

Marquez, kaç yaşında? Bu filmi nasıl beğenmiş!

2 saati boşa harcamak ya da 10 saat falan dolu dolu romanı okumak.

Arkamdaki kıro kadın ve adam rahatsız olduğumuzu belli ettiğimiz, uyardığımız halde susmamakta direndiler, inanılmazdı, sanki ilk defa sinemaya geliyorlar, bilmiyor gibiydiler, çok tuhaftı.

Bir ara döndüm yumruk atacaktım, ki bilmem atmasını, ya da defolun falan diyecektim, küfür etmesini de bilmezdim ama öğrendim, film bitince ya da arada kalkıp döneyim, diye düşündüm, ters ters bakayım suratlarına, suratıma iyi bakın, diyeyim, tanıyın beni, bir daha benimle aynı filme girerseniz… anlıyorsunuz değil mi, diyeyim diye düşünürken ağzım açıldı ve şu çıktı:

“Hanımefendi beyefendi lütfen.”

Yaşlanıyor muyum!


Çıkışta bakıyorum adamla kadına.

İnsan mı bunlar.


Nihat Genç’e rastlıyorum arada televizyonda…

Çividir bu adam diyorum arkadaşlarıma…

Sert olduğu için değil sadece, çivisi çıkmış dünyadaki çividir bu gibi adamlar…

Yer çekimidir bu adamlar, yoksa boşlukta kaybolup giderdik…

Yanımda bir Nihat Genç olsaydı bugün filmde, ben onun yanında kibar kalsaydım…

Salı, Mart 11, 2008

Daha dünya

“La terre est une orange blue”

Dil, hangi Allahın kulunun buluşuysa…

Hangi Allahın kulu bana, est kelimesini, tere’yi benim niye anlamadığımı açıklayabilir, bakın yanlış da yazdım zaten, La ne demektir, une, one demektir her halde, orange neden orınç diye okunur, ki burada Fransızca, başka türlü okunuyordur, blue’yu kim bluemuş da ben kayblue…

Dünyanın en mantıklı komplo teorisidir her halde, Tanrının dillerimizi karıştırıp bizi anlaşamaz kıldığı düşüncesi; dünyanın en komple teorisi.

Neyse, geçelim.

Melih Cevdet Anday yazıyor:

“Dünya mavi bir portakaldır.”

“Mavi bir portakal olduğunu Eluard’dan duyduğum günden beri dünyamızı daha güzel buluyorum, daha seviyorum. Ama Aragon bakın ne yazdı da bu sevinci yarıda bıraktı. “Bu bir doğru sözdür” dedi. Çünkü portakal da yuvarlakmış, dünyamız da; sonra portakal hamken mavi olurmuş… Anlaşılmaz bir yanı yok diyordu Aragon bu dize için. Oysa bu dizenin doğru olup olmadığını araştırmak aklımın ucundan geçmemişti benim. Portakalın hamken mavi olduğunu bilmeden, düşünmeden de sevmiştim onu.”

Anday, sonra bir yanlışlık yaptığından söz ediyor: Eluard’ın dizesi de çevirisi de farklıymış. Doğrusu:

“Yeryüzü mavidir portakal gibi.”

Ben de bu çeviriyi biliyordum, ve bu bana daha şiirsel gelmişti -portakalın hamken mavi olduğunu bilmeden.

Dünya mavi bir portakaldır, demek, şeklen portakala benzeyen, ama mavi renkte olan bir şeyi tasvir ediyordu ve bu da çok özel durmuyordu.

Halbuki “Yeryüzü mavidir portakal gibi.” dendiğinde kafam alkol almışım sevişmişim çıplak yatıyormuşum ve bu ne yahu diye düşünüyormuşumdaki gibi oluyordu ve Eluard’ın -yani şair olarak kabul edilen birisinin- söylediği bir cümle olarak da kabul ettiğimden daha özel geliyordu bana.

Portakalın hamken mavi olduğunu da Anday’ı okurken öğrendiğimde, güzelliğin biraz yana çekilmiş, başka bir özelliği davet etmiş olduğunu düşünüyordum: Anlam...

Olmamıştır daha dünya, diyordur şair.

Güzel diyordu; doğruyu da kapsayan gerçek güzelden söz ediyorum.

Yani aslında Aragon’a katılıyordum, bu bir doğru sözdür diyen. Bazı şeylerin açıklanmasını sevmeyen şairlerin ve yazarların kadınsılıklarını düşünerek ve bunun da onların özelliği olduğunu unutmadan.

Deniz kabuğunu kulağımıza dayadığımızda duyduğumuz dalga seslerinin bedenimizdeki kan dolaşımının sesi olduğunu öğrendiğimde, dalgaları duyma mucizesinden birkaç kat daha müthiş bir mucizeyi duyduğumu düşündüğümü de asla unutamam.

Mantık, duyguların yokluğu değildir. Ne yazık ki bu ikisinin -mantığın ve duyguların- bir arada bulunmasına mucize olarak bakmaya “geriliyoruz” çoğu kez. Dünya mavi gerçekten de portakal gibi.

Cumartesi, Mart 08, 2008

Yanılıyor olabilirim

-Yanılıyor olabilirim.
-Sen de yanılıyor olabileceğini düşünüyorsun zaten, sorun yok.
-Sanki, yanılmış olduğumu düşünmüşüm gibi söyledin!
-E, değil mi!
-Sormuyorsun.
-Yo, soruyorum.
-Yo, sormuyorsun.
-Evet, tamam, yanıldığını düşündüğünü düşündüm.
-Yanılıyor olabilirim, diyorsam, bunun anlamı, yanılıyor olabilirimdir.
-Ama… genelde… insanlar arasında…


Lafı bağlamından koparıp kendi istedikleri tarafa çeken gazetecileri suçlayan kişiler bir kez daha düşünsün…

Bağlamından koparmaya bile gerek kalmadan bunu yapanlar…

Güzel yanlışlar söylemek

“Artık çalışma, evlen benimle, bu sıkıntılarının sonu olur.”

Bir iş sözleşmesinden kadını kurtarmak için ona bir evlilik sözleşmesi sunmak!

Aradaki aşk olsa da.

Erkek, kendisinin olması karşılığında sıkıntılarına son verecek kadının!

Bir patrondan kurtulup başka bir patrona kapılmak!

Aşkınızın bedelini ömür boyu birinin sahibiniz olmasıyla ödemek!


Amelie Nothomb’un ‘Ne Adem Ne Havva’ adlı romanındaki, çok kibar Japon erkeğin teklifi bu.

Kız -hiç kimsenin Havvası- özgür kalmak için kabul etmiyor teklifi.

Teklifteki çıkarcılığı fark ettiğinden değil…


Sevdiğim bir yazardı, sevdiğim bir kitabı daha oldu. Ama yazarların nasıl güzel yanlışlar söylediklerinin bir örneği olarak da okunabilmeli.


Bu yazıya hemen sanki onların tarafındaymışım gibi atlayacak kadınlar olacaktır. Sizin tarafınızdayım, hatta sizden de çok sizin tarafınızdayım, o nedenle siz bana kendi tarafınızdaymışsınız gibi gelmiyorsunuz. O nedenle, aman dikkat! Kadınlar gününde kadınlara vereceğim en iyi hediye, asla hemen hoşlarına gidecek benzerlerininki gibi bir şey olmayacaktır. İlk anda nefret edilen hediyeler veririm genelde!

Bunun dışında, yine de kutlu olsun. Nothomb’un kitabındaki Mişima’nın intiharıyla ilgili söylediği harika laf gibi (“ritüelik intihar”) bir şey yapayım ben de, yani, ritüelik kutlama.

Çarşamba, Mart 05, 2008

Yazdı geçen gün

"-Söylenmesi benim üzerime düştüğün kani olduğum şeyleri söylemiş olmasından ötürü Macbeth’i hiç affetmeyeceğim.
-Burada artık haddinizi aşıyorsunuz.
-Sakin olun, göründüğümden çok daha mütevaziyim."

Sanıyorum Cioran idi, sakin olun, diyen. Ben olsam şöyle derdim:
-Burada artık haddinizi aşıyorsunuz.
-Birisinin haddini aştığına hükmetmektir haddini aşmak!

Ama Cioran’ınki toplumsal anlamda daha başarılı bir cevap. Nasıl güzel alttan alıyor, sakinleştiriyor gazeteciyi.

Cioran çok ilginç bir karakterdir. 20’li Yaşlarına Gelmeden Çocuğumu Asla Sokmayacağım Pasajlar dizisinin en azılı elemanı olacak yazdıklarıyla, ama, sohbetlerini okuduğunuzda, kişiliğini daha iyi tanırsınız, bir umut, hatta mutluluk bile verir size. Doğal bir uzantısıdır onun umutsuzluk, sağ koludur. Canım sıkılıyor demiştir gençken, daha çocukken annesine, annesi de keşke doğururken düşürseydim seni diye azarlamıştır, ama bu azar, tam tersi bir etkiyle, doğmuş olmayabileceğini düşündürttüğünden, bir çeşit arınma gibi gelmiştir ona, rahatlatmıştır, sanki aslında doğmamış gibi… Doğmuş Olmanın Sakıncası Üzerine kitaplar yazmış olsa da, konuşmalarından anlarız ki, aslında abartıyordur.

Keyifli bir adam bile olabilir, Cioran.

Ama tabii buradaki konum, sohbeti “yönlendiren” gazetecinin tutumu!

(Bir arkadaşım, en sıkı okurlarımdan biri, “sanki kafanda söylemek istediğin çok şey var da hepsi karışıyor gibi, ya da oturmamış gibi, daldan dala akıyormuşsun gibi. Tam tarif edemiyorum. Her cümle başlı başına bir konu gibi. Çok yoğun yani.” yazdı geçen gün.

Tamamen haklıydı, bunu ona söyledim, ama şimdi başka bir şey daha söyleyeceğim:

-Demiştim ya kimseye yazmıyorum diye, ama inanmamıştın, işte.

)


“Birisinin haddini aştığına hükmetmektir haddini aşmak!”

Peki buna cevap verilemez mi?

-Burada artık haddinizi aşıyorsunuz.
-Birisinin haddini aştığına hükmetmektir haddini aşmak!
-Sizin şu anda yaptığınız gibi…

İşte, bu yüzden, “doğru adam” tanımı önemli. Başkası yapsa yanlış olacak şeyi yaptığında yanlış olmayan adamdır doğru adam.

Çetin Altan geldi gene aklıma, şu adamı gün aşırı konuştursalar, yazıları değil sadece, konuşmaları, saçmalamaları hatta, hakaretleri bile: Şuna benzer bir şey demişti: “Bir şeyi yapmanın doğru zamanı yapmayı istediğin andır, sonradan zamanıydı ya da değildi derler.”

Pazartesi, Mart 03, 2008

Ay hâli

Emlakçıya veriyoruz evi.
Evde çalıştığım için emlakçının getirdiklerini ben karşılayacağım.
Önceki mırın kırınlarıma sonra şaşırıyorum, evin hemen kiralanmasına üzülüyorum, sadece iki örnek kalıyor bana.

İlk gelen kadın, kapıdan girdiği anda:
-Ay halı hiç sevmem ben, parke severim.

İkinci gelen kız, annesiyle:
-Zevkliymişsiniz.
Baştan aşağı süzüyor, evi değil.
Kırıtarak dolaşıyor.
Arka odalara bakmaya gidiyorlar, yatak odasında bir sutyen duruyor.
Annesi birkaç soru daha soracakken kesiyor, apar topar çıkıp gidiyorlar.

Peygamber

Şirkette çok da iyi müzik çalmayan bir arkadaşa benim çaldıklarımdan hoşlanan, “Murat çalsın ya” diye onu engellemeye çalışan bir başka arkadaş bir gün şaşırarak soruyor:

“Bu çaldığın kimin?”

Grubu soruyor belki, ama diğeri şöyle cevaplıyor:

"Murat’ın, onunki bazı Cd’leri çalmıyormuş da."


Böylece o kötü çalan arkadaş kötü çaldığında onunkiymiş, iyi çaldığında hep benimkiymiş sanılıyor. Yüzyıllar boyu.

Alın

“Alıntılıyorum öyleyse düşünemiyorum” sloganlı bir internet sitesi var yanılmıyorsam.

Ben alıntılıyorum, çünkü onlar daha ünlü.

John Fowles / Büyücü

1
-Öyle bir adam ki sizden on frank ödünç alıp evine gidiyor ve bir gün on milyon frank edecek resimler çiziyordu.
-Zavallı adamcağız.
-O da aynısını bizim için düşünürdü. Daha haklı nedenlerle hem de.

2
“Eğer benimki gibi birçok değerli tablonuz varsa bir karar verirsiniz. Onlara ya oldukları gibi –boyanmış tuval kareleri olarak- ya da altın külçeleri gibi muamele edersiniz. Yani pencerelerinize demir taktırır, geceleri endişeden uyuyamazsınız. İşte.” Bronz heykelleri işaret etti. “İstiyorsan çal. Polise haber veririm, diğer yandan kaçmayı başarabilirsin de. Ama yapamayacağın bir şey varsa o da beni endişelendirmektir."

Cumartesi, Mart 01, 2008

Hayatla beni



(20’li Yaşlarına Gelmeden Çocuğumu Asla Sokmayacağım Pasajlar 2)



“Dışarıya baktığımda daha baştan her yanda tartışma, çelişki, öfke, iftira, ve kötüleme görürüm. Gözümü içeri çevirdiğimde, kuşku ve bilgisizlikten başka birşey bulamam. Tüm dünya bana karşı çıkmak ve beni çürütmek için elbirliği yapar; ama öyle zayıfım ki, tüm görüşlerimin başkalaırnın onaylarıyla desteklenmedikleri zaman gevşeyip kendiliklerinden düştüklerini duyarım. Her adımı duraksayarak atarım, ve her yeni düşünce beni uslamlamamda bir yanılgı ve saçmalık korkusuna düşürür.” (David Hume)

İnsanın bu kadar yanlış yaşayıp tarihe geçmesi...
Önemli bir filozof olması.

Önemli bir filozof sayılması, diyelim.
Tüm güçsüzlükleri dengeleyen bir güç!
Başarı olarak bile nitelenebilir.
Onun başarısı mı peki, felsefeci adamın yani?

Peki.

Her yerde hayatın mükemmelliğini görüyorum ben, ne çare!
Bunu unuttuğumda yapıyorum hataları!


“Hüznümüzünüz” geçiyormuş bir şiirinde Hilmi Yavuz’un…

“Birbirimiziniz” koymuştum
bir öykümün adını.

Bir kadını anlatır, kadınla beni.

Ama aslında, hayatla beni.

Hayatla beni.