Perşembe, Ekim 25, 2007

“Ben Türkiye’nin Yalancısıyım!”

Kadında güzellik önemlidir. Çok. O kadar çok ki, mesela 1 yıllık güzel sevgilimin gerçekten güzel olup olmadığını hala düşünebilirim. Her kadının bazı bakımsız halleri, zamanları olur, o güzel kadın nasıl da çirkin gözükür bir gün, çok kötü giyinir mesela bir gece, ya da, mesela ara sıra kadınsı da gözükmezse o çocuksu görüntüsünün bir çekiciliği kalmaz bazı çocuksu kadınların, (bir sevgilim, ona kadınsı olmamasıyla ilgili “güzel bir ders” verdikten kısa bir süre sonra göz göre göre kadınsılaşmış, yok şu daha doğru, içindeki kadını ortaya çıkartmıştı, “ben yaptım seni” derdim ona hep, ben yaptım seni, kaç erkek bu kadar “sahip” olmuştur bir kadına), kadınsı olanlar da abartır bazen, fazla makyaj, gereksiz erotizm ile, yatakta uyurken melek gibi gözükebilir bazıları, uyanınca geçebilir. Manken olacak tipteki kadınlar hiç ilgimi çekmez, sıskacık bacakları benimkinden güzel değildir, gay modacıların erkeklere kazığı diye düşünürüm bu kadınları, çoğu erkek bilmez zaten ne tür kadından hoşlandığını, başkasının da hoşlandığı kadınlardan hoşlanır erkek, işte gay modacıların aslında hoşlanmadıkları kadınlardan, bu zevk değil, kişisel değil çünkü, dolgun kadınlardan hoşlanan bir tarihimiz, ırkımız olduğunu unuturlar, ama içgüdüleri hatırlatır, yoklarlarsa… Tarihle, içgüdülerle ilgilenen varsa, kadın dediğin… sıska olmaz, en azından… Şu podyumdaki sıska ve yamuk bacaklarıyla sakatmış gibi yürüyen kadınlar mı kadın...

Asla tek tip kadını çekici bulmam, her tipin güzeli bulunur… Moda da inanılmazdır zaten, yıllardır söylerim, mesela, eteğin altına çizme giyme modası, modası geçmeyecek kadınlar gibi geçmeyecek bir tarzdır, arada giyilmelidir, her sene giyilmelidir, artık kadının tarzı olmalıdır, ama işte bu sene moda olmuş her halde ki herkes giyiyor görüyorum, e özelliği kalmadı, ama bende sağlam bir moda danışmanı olabilirmişim hissi, yok duygusu, yok düşüncesi uyandırdı... Bir de kocaman güneş gözlükleri moda şimdi, her kadın birbirine benziyor, yüzü kapatıyor çünkü, saçma, bu mu güzellik!!! Vs vs…

Yani yıllar sürebilir, aylar sürebilir bir güzelliği kesinlemem, “her halinle her şeyinle güzelsin” değil, gerçekten güzel olmalı, öyle aşık adamlık yoktur bende, aşkın mantığı dışlaması da felsefe efsanesidir, kadınları çözememiş böylece bağlayamamış yazar felsefesi, kadınlar karşısındaki aptallıklarını, adamların kendince açıklaması… Bense, son kararı çok sonra veririm, evet sen güzelsin diyebilirim mesela yüz güzeli seçilmiş bir kadına aylar sonra (ikinci kez aşık etmek, budur…) Aynen çıkma teklifini de bir yıl sonra yapabileceğim gibi, sevgiliyken bir yıl boyunca…

Bu kadar güzellikten fiziksellikten söz ettik, zekaya geçmek için… Güzelliklerini düşünmem kadınların, 1 dakikalıktır, zaten düşünmüş olduğum için 1 dakikalıktır, bir anlıktır, hemen bakalım da geçelim diye zekaya… Zekalarına karar vermem için de 1 dakika yetebilir…En güzelinin bile zekasına, hatta özellikle en güzellerinin… Ve ondan sonra güzelliklerine kimse ikna edemez beni, ilgi alanımdan çıkmışlardır artık…

Hülya Avşar’ın da güzelliği ilgi alanımdan çıkmış olmalı, zekasına çok önceden karar verdiğimden…

10 yıldır da düşünme yeteneğini geliştirememiş olduğu anlaşılıyor, fazla haklı bulunmaktan muhtemelen…

Derler ya,
bana bu konuyu aktaranların yalancısıyım,
şu haberin şu spikerin yalancısıyım,
Ahmet anlattı, ben onun yalancısıyım…

Biraz daha geniş bir anlam düzleminde Hülya Avşar da şöyle diyebilir, demelidir:
“Ben Türkiye’nin yalancısıyım…”

Onu inceleyerek Türkiye’yi görmüş gibi oluyorum… Hülya Avşar’la hayali bir Aziz Nesin diyaloğu… Harika olabilirdi…

….
Geçen akşam TV’deler… Hülya Avşar’ın konuğu Oray Eğin. Program yapıyormuş Avşar: Ciddi bir ortam yaratmaya çalışılmış, Avşar da ciddi polis sorgulayıcısı gibi bir tavır takınmış, iyi polis kötü polis tiplemelerinden esinlenerek farklı bir tarz geliştirmiş, istemeden, planlamadan… Anlamaz gözüküp bu görüntüsüyle karşıdakinin tepesini attırmazsa konuşturan polis tipi! Tabii rol yapmıyor Avşar, anlamaz gözükmüyor. O, neyse o!

TV’ye aptal kutusu denmesini,
insanı aptallaştırır anlamında alırdım bugüne kadar,
sanırım herkes gibi,
daha iyisini yeni okudum:
TV insanı aptallaştırmaz, aptallığını ortaya çıkartır…


İşte “Ben Türkiye’nin yalancısıyım!” diyebilecek kadından inciler…

Oray Eğin: Amerika’da bir komedyen şöyle bir espri yapıyor. “Ben küçükken aletlerin içinde küçük Japonlar olduğunu düşünürdüm…” Beraber seyrettiğim insanlar Türk olmasına rağmen ama Amerika’da yaşayan Türkler olduklarından bunu kötü bir espri olarak algıladılar… Irkçı bir espriydi onlar için…
AVŞAR: Neden olduğunu anlayamadım…

Oray Eğin: (Türbanla ilgili bir soru üzerine) Özgürlüğün sınırı yoktur
AVŞAR: Doğru

AVŞAR: Ben sinemacıyım diyorum…
Oray Eğin: En iyi yaptığınız iş o.

Esas şu:
AVŞAR: Devlet sanatçısı olmanın kıstası şudur: Devlete ne kadar vergi verdiğin.

Egoizm ve faşizm arasında ince bir sınır vardır, işte…

Vasat zekalılar için ürettiği işlerden kazandığı milyarlardan devletin aldığı verginin karşılığını devletten bekliyor: Devlet sanatçılığı!!!

….
Dün yazmış Hakkı Devrim:
Fahir Atakoğlu’na şunları sormuş Avşar:
-Mozart dinleyen çocuk matematiğe yatkın olurmuş, doğru mu?
-Sizce, Türk müziği diye bir şey var mı? Yani yok mu diyorsunuz? Fahir olsam ben bir Türk gamı çıkarırdım ortaya.
-Hangi enstrümanları kullanınca Türk müziği olur?
-Dünyanın, şöyle tüylerinizi ürperten müziği hangisidir? Benim için Godfather'dır mesela...
-Piyano çalan çocuğun, oradan darbukaya geçmesi bir ruh hastalığına işaret değildir, değil mi?

“Zavallı Fahir. Çok yorulmuş olmalı, ama hiç renk vermedi.” diye bitiriyor yazısını Hakkı Devrim.

….
Bugün yine rastladım: Armağan Çağlayan’a soruyor Hülya Avşar.

AVŞAR: İhtiyaçtan mı yoksa medeniyetten mi psikanaliste gittin?

A. Çağlayan: Yeni kuşağa göre ben demode olabilirim.
AVŞAR: O zaman hiçbir modacının kıyafetini giymemeliyiz. Bakarsan, hep eski modacıların kıyafetlerini giyiyoruz.

A. Çağlayan: (Popüler kültürle ilgili bir okulda ders vermesi üzerine) Öğrencilere popüler kültürü sevdirmeye çalışıyorum. Hülya Avşar ismiyle barışmalarını söylüyorum.
AVŞAR: Komplekslerini yenmelerini yani.

Evet, bende kesinlikle bir Hülya Avşar kompleksi var, Hakkı Devrim’de de olduğu görülüyor…

Sizde yok mu?


Son laf: “Sonra bendeki o duyarlı adam git gide kaybolarak yerini güzel konuşmasını bilen adama bıraktı…” (Diderot: Oyunculuk üzerine aykırı düşünceler)

Perşembe, Ekim 18, 2007

Bunlar martı

- Martılara bak. Çerçevesiz camekanın üzerinde sanki havadaymış gibi duruyorlar, uçmadan.
- Evet çok güzel.
- Hangisi erkek acaba?
- Ne fark eder ki?
- Ne mi fark eder? Bir hikayeleri olması gerek.
- Bunlar martı!
- Olsun... Duvara tünemiş iki liseli aşık gibiler bence.
- .....
- Hangisi erkek...
- Ne bileyim canım. Nasıl bilebiliriz ki...
- Sağ taraftaki, dengede duramayan. Habire ileri geri sallanan.
- Neden?
- Rüzgara, bacaklarına dikkat etmiyor. Dikkati başka yerde.
- Nerede peki?
- Dişisinin bacaklarında...

Profesyonel

sayın abilerim ablalarım... kocam sizlere ömür... ben kanser hastasıyım çalışamıyorum... çocuklarımı parasızlıktan okutamıyorum... yardımlarınıza ihtiyacım var... allah kimseye göstermesin... gönlünüzden ne koparsa... allah ne muradınız varsa versin...

sayınabilerimmmablalarımmmkocamsizlerrreömür...benkansehastasıyımmmçalışamıyooom... çocuklarımıparasızlıktaaanokutamıyorum... yardımlarınızaihtiyacımvar... allahhhhkimseyegöstermesininin... gönlünüzdennekopeyrrsa... allahhhhnemuradınızvarsa...

-Senden naber kız?

sayı-nabileri-mablalarım... şşşuelimde görmü-şolduğunuz asrımızın buluşu bir meyve - soyma - makinesidir.

- Çok mu abartılı oldu...
- Ben bile inanmadım...
- Ne gülüyorsun, yavaş yavaş öğrencez... Hem sen kendine bak ukela...

sayın abilerim ablalarım... sayın abilerim... ablalarım...

- Baştaki s’yi biraz uzat... Şşt dermiş gibi... Dikkat çekici olur... Herkesi susturur...

Sssayın abilerim... ablalarım...

- Böyle mi?
- Piyanist şantör gibi oldun...
- Daha iyi değil mi, bunlar sever piyanist şantörleri...
- Ama sen bir vapur satıcısısın, piyanist şantör görmedin ömründe... Bir lokma ekmek bulamadan geçirdiğin geceler oldu... Piyanist şantör olsan vapurlarda para dilenir miydin?

ssssayınabileriii mablalarım...

-Şart mı laan, sayın abilerim ablalarım?
-Herkes böyle başlıyor!
-Biz başlamayalım... Farklı gözüksün... Dikkat çeksin..
-O kadar da farklı gözükmemek lazım... Yabancı kalırsın sonra... Dolu tip var böyle bir girişe alışmış olan, dışına çıkarsak rahatsız olurlar... Kurgu gibi gelir kız... Şüphelenirler...
-Peki neden doğrudan söylemiyoruz... Neyse anlatalım... olsun bitsin... Biz bunları gerçekten yaşadık...
-Herkes böyle yapıyor demedim mi... Süslemen lazım ki gerçek gibi gelsin...

sayın abilerim ablarım... ablarım... çok pis ablarım... sayın abileyim abla-la-yım... yım yım yım

Cuma, Ekim 05, 2007

Ya da ve ama ile ise

YA DA VE AMA

Sevgi uğraşılarak kazanılan bir şey olabilir,
aşk piyango biletidir.

Ya da

Sevgiyle köşe başında çarpışmazsınız,
aşk düşmekte olan saksıdır.

Ama

Sevgi ağaçsa,
aşk sonbahar yaprağıdır.


93) (19




İSE


Her eser bir ağaçsa
her sanatsız bir çorak demek…
Bir de otlar var!

Her aşk bir sarhoşsa
her boş kalp bir ayık demek…
Bir de garsonlar var!

Her yaşam bir güneşse
her ölüm bir sönüş demek…
Bir de yıldızlar var!


93) (19

Çarşamba, Ekim 03, 2007

Hesse’s Dengeler



Geçen gün bir arkadaşıma
10 yıl sonra kitap okumayacağım bir hayata hazırlanıyorum,
kendimi hazırlamak değil ama, planlı değil,
ama işte “hazırlanıyorum”
dediğimde…
İnsan kitap okumadan nasıl durur yahu dedi…

İnsan kitap okumadan nasıl… durur…
E işte durur… Yanıt burada…

Başlar ve bitirir, sonra da durur, yeri geldiğinde… Yoksa tüm kitaplar okunup bittiğinde değil… Kitap okumaya, okumaya, gerek duymayacağın bir aşamaya gelmek mümkün değil mi… Sadece, her gün gazeteleri takip etmek yerine, haftada bir okumanın da sizi güncelden asla koparmayacağı gerçeğinin kitap okumaya uyarlanmasının çok doğru olacağı fikrinden de değil… Bir kitap yazdığınızda, bin kitap okumuş gibi olma hissinden, esas… İşte, bu ikincisinden.

Çetin Altan, dedim o arkadaşıma,
tanıyorum, dedi.
Yok, onu demiyorum, dedim.
Çetin Altan şunu diyor, gençten birinin hayatla ilgili soruları karşısında:
“Yani konuşalım ama, senin bu sordukların Sokrates devrinde falan (falan benim) cevaplanmış, çözülmüş…”

Genlerle, sadece bilgi aktarabiliyoruz.
Bilinç aktaramıyoruz.
Her doğan sıfırdan başlıyor, içi dolu bir 0 ama. (Bunu fark etmiyoruz ve kendimizce yönlendirmeye çalışıyoruz onu, o içi dolu 0’ı.)
İçi dolmadan bir 0, 1 olamaz… 2 olmaya yakın bir 1, artık 1’e benzemez…
Diye gider.
Doğru yönlendirilmediğinde,
sıfır olarak bitiriyor hayatını, insan.
İçi boş…
Doğduğundan da geriye düşmüş…
Hayat kırıklığından sonra hayat var mı…

Yaşama Düşkünler Evi, koymuştum bir kitabımın adını, (b)asılmamış.

Neyse konuya döneyim, sizin için konuya gelelim…

Çok okuyan bir insan, hatta yazıyorsa bir de.
Okuduklarını nasıl olur da bitiremez…
Okuyacaklarını…
Bitirmez derken azaltmaz demek istiyorum…

(Ara not: Secret okumayın, ben okumadan biliyorum ki, Tanrı ile Sohbet adlı kitaptan daha iyi değil, olamaz. Tanrı ile Sohbet’i okuduysanız, iyi okuduysanız, bir daha ömür boyu bu tür kitap okumayabilirsiniz.)

Yeni gelişmeleri takip etmek gerekir, denir, mesleğinin gerisinde kalmamak gerekir, denir, yazarlık için de geçerli mi, o kadar da…

Çetin Altan o kadar da geçerli değil diyor…
Çözüldü diyor, fi tarihinde, fi benim…

Yani iyi bir okurun giderek yazarın arkasındaki kütüphane nasıl gereksizleşmez zamanla…

Bir yerden bir yaştan sonra fotoğrafının fonundaki kütüphane manzarası yazarın ne anlama gelir.

Haha aklıma geldi diye sadece, görsel benzerlik diye sadece, bakın biz burada bulunduk diye poz veren turist gibi mi yazar… Bakın, ben bunları okudum…

Tüm yazarlar, ve yazdıkları, kendilerinden önceki yazarların oluşturdukları o gövdeye eklemlenir, diye bir düşünce var…

Romantik bir düşünce faşist de olabilir mi… Eklemlenmenin şart kılınması anlamında faşistçe, eklemlenilen gövde açısından da şöyle: Az ekledik uz ekledik ekleye ekleye bir arpa boyu yol gitmişiz, 50 cl arjantin. Zaman gibi, bu da döngüsel mi.

Hadi diyelim eklemlenir, ama bilgiye bilgi eklemlenmesi yerine bilince bilinç eklemlense, şu anda uzaya çıkmış olmaz mıydık, demeyeceğim, yaşamın dibine varmış olmaz mıydık…

Yok, varmadık, varamadık…

Buna itirazım…

Arkasında geyik, aslan, kaplan, ayı, kafaları “olduğu halde” poz veren bir avcı mı yazar…


Ben foto biriktiririm, kendimin, sevgililerimin, arkadaşlarımın fotoları. Tekrar tekrar bakarım onlara… Aynada suratıma hiç bakmam, gazete okumak gibi gelir… Bu gün nasılım! (İnsanlara bir gazete ya da dergi verseniz, hemen tarihine bakar, o günün, o haftanın ya da o ayın değilse okumaz… eskimiş bu!)

Bir daha asla yakalanamayacak bir anı fotolamak… (Ebelemek.)

CD’lerimi de atamıyorum… Tekrar tekrar dinlememek mümkün değil, Stone Roses, Kula Shaker… Hakan Kurşun.

Günlüklerimi de atamam. Değer kazandıklarını gördüm çünkü…

Ama kitaplar.
Neden onları bazen.
Onların bazılarını.
Ki bunların arasında en büyüklerin yazdıkları da var.
Gereksiz olarak niteliyorum…

Gereksiz kitap…
Okuyanlarına yetersiz faydası, dahası, yazanlarına yetersiz faydası, üzerine yazacağım metin duruyor hala… (Haalaa)

Deprem Duası adlı metnime kardeş bir metin olacak bu, soranlar için yazıyorum…

Artık diyeceğim: artık kitap okuyamıyorum.
Hiç değil elbet, eskisi kadar…
Belki eskiden de okuyamıyorumdur zaten, belki iyi bir okur değilim… Olmadım da, olmadım ya da olamadım…
Ama durumumu, bir bilincin başka bir bilince inme zorluğu, yok böyle olunca herkesi kapsadı, sıkı bir bilincin, diğer sıkı bir bilince bilincinde yer açma zorluğu ve hatta görece gereksizliği olarak açıklamak eğilimindeyim… (Kibar)

Kundera’nın diğer kitaplarını bağışladım da, Şaka’sını tutağım her halde, Tournier’in Çalı Horozu’nun ilk öyküsü -bitirdi beni derler ya- başlattı, yeni bir yazıya, adem ve havvayla ilgili, çıkar yakında… Onu tutacağım…

Kundera iyi örnek: İki tane deneme kitabını (Roman Sanatı ve, hımm Saptırılmış Vasiyetler sanırım) bayıla bayıla okuduktan bir-iki yıl sonra neresine bayılmışım bunların diye okudum. Tam o sırada bir deneme kitabı daha çıktı. Tahmin edeceğiniz gibi o da bir şey vermedi. İki mükemmel çocuğunuz var diyelim, ve üçüncüyü istiyorsunuz böylece, o da aynı mükemmellikte çıkıyor; yani sıkıcı... Ahmet Altan’ı aşmayı anlardım, ama Kundera’yı...

Duras’ın Yazmak’ını da bağışlarken vazgeçtim, fazla kişisel, ama dursun. Yazmak kişiseldir mi! Herkes aşağı yukarı aynı nedenle yazsa da mı…

Yani BAP’ın sonlarında vardı… Beyaz Atlı Prens adlı romanımın. BAP diyorum çünkü kutsal kitap da (hangisi) baplardan oluşur ya ve o da benim için bir çeşit kutsal kitaptır. Henüz sadece benim kutsal kitabım…

BAP’ın sonlarında vardı.
Her şeyi yaşamış, her şeyi okumuş gibi gelmek durumu… Hesse ile birlikte yazmıştık… Hesse’s dengeler, haha güzel… Başlık parasız.

Bilemiyorum kendimi atar mıyım bir yerlerden ama kitaplarımı atıyorum…
Kitaplarımı bağışlıyorum diyecektim ama bu fiil kitaplar için doğru olsa da, ben bağışlanacak bir şeyler yapmadım… (Akşamdan kalma ya da uykusuz olduğumda, şimdiki gibi, saçmaladığım, aklımın çalışmadığı olur, işte derim, çoğu insanın sık sık düştüğü durum. Akşamdan kalma olmadan. )

Bakalım…

Yani yeni odamdaki kitaplar da yavaş yavaş azalacak… sıfıra iner mi bilmiyorum… İçi dolu bir sıfır…

Portnoy’un feryadı. Philip Roth
Erkekliğin hikayesini anlatmış. Yazılmamış hikayesi…
Onu bulacağım.
Hesse’nin Kaplıcada Bir Konuk’unu da…
Hemen her Hesse’yi okudum ve bir yerden sonra biraz sıktığını söyleyebilirim…
Konuları hala (haalaa) aklımda olduğu için bir yakınlık hissetsem de, bu yüzden onları değerli bulma eğiliminde olsam da…
Daha güzel olsa idiler keşke… deme eğilimindeyim… (Kibar)
Dönem için güzel ve o yüzden abartılmış denilebilir belki…

Kaplıcada Bir Konuk’ta, rahatsız-sorunlu-gürültücü bir komşusunu anlamayla ilgili bir metin yazmış, Hesse.
Uyabilir…

Ama bu ikisini de örneğin Robinson kitapevinin üst katında uzunca bir karıştırdıktan sonra almalıyım, bana karşı suçları olmayan kitapları bağışlamamak için artık…

Robinson dedim de, Tournier’in bir de Robinson ve Cuma hikayesi var güzel…
2. hikaye, kitaptaki…
Ona bir yıldız atmışım yıllar önce, ama ilki olan Adem-Havva hikayesi daha çok ilgimi çekti şimdi.

Diğer kitaplarda da böyle olabilir, şu bağışladıklarımda da, diye düşünülebilir, okuyamadıklarımdaki anlamı sonradan bulabilirim, falan diye, düşünülebilir, tabii ki. Ben düşünmüyorum…

Sanmıyorum…

Artık okumadıklarımı okumaya yönelirim en fazla: Proust mesela…

(Celine. Gecenin Sonuna Yolculuk. Baştan bir yirmi sayfa okuyun, olayı anlayın, pek birolay da yok ya, sonra, her gün mesela, açın ve ortadan her hangi bir yerden çalakalem, çalagöz, gezdirin, tadını alırsınız, dedikoducu bir adamın gevelemeleri, çok güzel, ben hala okuyorumara ara, BAP’ı yazarken her sabah onu okuyarak başlardım işe. Olumlu örnekler yok değil canım, ama az.)

Tournier’in Robinson’u adasından kurtulduktan yıllar sonra, ki genç bir kadınla evlenmiştir, adasının hatırası haricinde mutludur, yerini haritada işaretlettiği adasına (asasına) özlem duyduğunu genç karısı fark eder, kabul etmez Robinson, “karısı onunla ilgili fedakarlıkları hep yapmıştır. Ölür.” gibi kısa iki cümleyle durumu anlatır Tournier, karısının kendi kendine ölümünden sonra döner Robi adasına ama bulamaz onu…

Bilge bir denizci der: Sen adanı gördün de tanımadın, e o da senin gibi yaşlandı, düşünmedin mi bunu, yaşlandığını…

Sonra da ekler: Bak şu aynaya bir… Önünden geçerken adan seni tanımış mıdır ki bir de.

Belki de ben, o kütüphanelerdeki kitapların arasında “benimki bu” diyebileceğim kitabı tanıyamıyorum… Ama bunun korkusuyla bir kütüphane biriktirmek anlamlı mı… Şöyle sormalıydım belki… Anlamlı ama yararlı mı…

Bana yararsız geliyor…

Karakterdeki elenmesi gereken fazlalıklar gibi…

Tek bir karakterle kalmak değil tabii, tek bir kitapla, o zaman kutsal kitap olmalı, ya da sizin bir kutsal kitabınız olmalı… Ama şudur şudur diyeceğiniz kendi karakter özellikleriniz gibi, şu şu diyeceğiniz küçük bir kitaplığınız olabilir…

Çok karakterli olmak iyi değil… Çok kitaplı olmak neden iyi olsun…

Hoş, şizofreni (çift kişilikli olmak olarak alınmış) zekadır, diyormuş Orhan Pamuk…

BAP’tan: Sanatçılık; zaafları sanata dönüştürme zanaatı…


Tam bitirirken şunla karşılaştım, tekrar:
“Hiçbir zaman sanata razı değilim, onun daha ötesinde bir şey istiyorum. Giderek daha az yazmak istiyorum. Hayatın kendisi bana daha çekici geliyor. Bodrum’da yaşayınca “yazmaya ne gerek var” duygusuna kapılıyor insan. Denize girmek, dağlarda gezmek, bitkilerle uğraşmak giderek daha anlamlı geliyor.” (Latife Tekin)

Sonra da ama: “Topluma ayak uydurmadığın, dünyevi olmadığın için, çoğunlukla derin bir yalnızlık duyarak, bir yenilmişlik noktasından başlayarak sanatçı oluyorsun. Bunun nesiyle övüneceksin? Aslolan hayata kapılarak, büyülenerek yaşamaktır. Eşekler ya da kuşlar gibi. Ben öyle yaşayabilenlere hep gıptayla baktım.”

Esas gıptayla bakılması gereken, hem hayattan büyülenenler, hem de bununla güzel bir şekilde övünebilenler (ironi). Onlar önce adam ama sonra belki sanatçı da olabiliyor (ikincil). Böylece topluma ayak uydurmadığını değil onların sana ayak uydurmadığını düşünüyorsun, çünkü dünyevi olmayanın sen değil onlar olduğunu biliyorsun, çoğunlukla derin bir yalnızlık duyarak hareket etmenin o kadar da kötü bir şey olmadığını anlıyorsun (kitaplar da arkadaş oluyor işte, başkası yoksa). Bir yenilmişlik noktasından başlayarak sanatçı olmak diye bir şeyin olmadığını, ya da olsa da güzel olmadığını, böyle yapanların büyük sanatçı ve güdük insan olarak kaldıklarını görüyorsun...

Vesaire vesaire vesaire… Kral ve Ben’de bardı bu di mi… Hadi tekrar gidelim o bara… Bodrum’da olmasa da olur…

Şöyle bitirebiliriz yine Latife Tekin’den: “Orhan Pamuk’u soylu ve sıkıcı, Ahmet Altan’ı ise çok enerjik ama bayağı bulmakla birlikte, (bundan sonrası benim ilgi alanıma girmiyor) ikisinin de çok değerli yazarlar olduğunu düşünüyorum.”

Bence değerli ama yararsızlar. Altın gibi. Altın bunları kütüphanemden…