Çarşamba, Kasım 28, 2007

Utanç

Elias Canetti yazıyor.
Konu: Robert Musil.

“Musil, parayı düşünmeyi reddederdi, para düşüncesi canını sıkar ve rahatsız ederdi… Karısının parayı sinek kovar gibi onun çevresinden kovması, Musil’e tümüyle uygun düşen bir tutumdu. Enflasyon nedeniyle her şeyini yitirmişti ve çok zor bir durumdaydı. Giriştiği işin (Niteliksiz Adam’ın) uzunluğu ile bunun için gerekli parasal olanaklar arasında çarpıcı bir karşıtlık vardı.

Viyana’ya geri döndüğünde, dostları bir Musil derneği kurdular; dernek üyeleri Musil’in Niteliksiz Adam’a ilişkin çalışmalarını sürdürmesini güvence altına alabilmek için her ay belli bir katkı payı ödeme yükümlülüğünün altına girmişlerdi. Musil bu kişilerin listesini biliyordu ve katkılarını düzenli ödeyip ödemedikleri konusunda da rapor alıyordu.”

Sonra da beni düşündürmeden önce güldüren şu cümleyi kuruyor Canetti:

“Bu derneğin varlığı nedeniyle utanmış olabileceğini sanmıyorum.”

Hayatımın her halde son on beş yılında, yani 20’li yaşlarımın başlarından beri, yetiştiriliş tarzımla tamamen tezat bir düşüncedeydim:
Bana yapmak istediklerim için para mı vermek istiyorsunuz…
Size teşekkür etmem…
Sizi takdir ederim…

Musil’e yapılana “katkı” diyor Canetti. Bana yapılan iki katkıyı hatırlıyorum, her halde biraz daha düşünsem en fazla 3’e çıkar bu katkılar:
1. Çok yıllar önce: Sen hiç çalışma kartında düşünür yazsın, diyen bir uzak sevgili. Daha yeni işe başladığımız, yeni yeni kartvizitlerimiz olduğu bir yaşta.
2. Uzun bir aradan sonra işe başlayacağım sırada: Şimdi sen de mi çalışacaksın, herkes gibi sabahları işe gideceksin, ne güzeldin halbuki böyle ya, diyen bir yakın sevgili, kendisi de çalışmamayı amaçlıyordu ve benim çalışmamamı, her ne kadar sevgilisi olarak kendi kişisel çıkarları için hiç uygun olmasa da, ideal olarak çok beğeniyordu.


Cannetti’den devam edelim.
“Bu derneğin varlığı nedeniyle utanmış olabileceğini sanmıyorum.”

Canetti mantık düzlemine oturtmaya çalışıyor:
“Çünkü bu adamların neyin söz konusu olduğunu bildikleri gibi doğru bir düşünceye sahipti. Bir esere katkıda bulunmalarına izin verilmesi, onlar için bir ayrıcalıktı.”

Sponsor kelimesi henüz yoktu tedavülde o zaman, ama başkaları vardı. Hamiler mesela. Musil derneği de bunun güzel bir örneği. Ama sponsorların adının, evet belli bir reklam kaygısıyla da ama aslında bir çeşit gururla söylendiği günümüz magazinel işleriyle karşılaştırıldığında, benim teşekkür etmemem, takdir etmem, sağlam bir felsefedir.
Zaten siz de fark ettiniz, Musil’e yapılan “katkı” konusunda utanan Musil değil Canetti’dir.

Canetti devam ediyor: “Her zaman Musil’in bu Musil derneğine bir tür tarikat olarak baktığından kuşkulanmışımdır. Derneğe alınmak büyük bir onurdu ve ben hep acaba Musil değersiz kişileri derneğin dışında bırakır mıydı diye düşünmüşümdür.”

Bu günümüzdeki sponsor mantığını iyi açıklıyor. Eskiden parasız ama değerli insanların değeri bilinirdi, çünkü para sizin değerli olmanızı doğal olarak getiren bir şey değildi. Günümüzde sponsor olmak için paralı olmak yeterlidir. Hatta böylece değerinizi de artırmış olursunuz…

İşte Hülya Avşar belirliyor: Ona göre devlet sanatçılığının kıstası: Devlete ne kadar vergi verdiğin.

Canetti: “Böyle koşullarda Niteliksiz Adam üzerinde çalışmayı sürdürebilmek parayı soylu bir biçimde küçümsemeyi koşut kılıyordu…”

Günümüzde soyluluk diye bir şey kalmadığından, parayı soylu bir biçimde küçümseyemezsiniz, bunun için önce zengin olmanız gerekir…

“Yaşamının İsviçre’de bütünüyle parasız geçirdiği son yıllarında Musil, paraya değer vermemiş olmasının bedelini çok acı ödedi.”

İnsanlığın dramının ekmek parasını kazanmak dramına indirgenmesi, edebiyatın ve felsefenin bile buna alet olması, sonra da edebiyattan felsefeden anlamayan bir halktan şikayet etmek… İşte üst düzeyin üst düzeyi bir insanlık dramı… Aslında tek dram budur belki de…

Tam kabus

Dün akşam bir arkadaşımda kaldım, şirketinden bir cep telefonu vermişler benimkinin eşi.
Salonda sızarken en son hatırladığım ikiz telefonlarımızın yan yana duruşuydu. Sabaha karıştırırmışız telefonları diye düşündüğümü de hatırlıyorum.
Sabah o iş giderken, benim telefondan arıyorlar onu, abi nerdesin, arjantin bardağını soğutuyorum, hadi gel diye çağırıyorlar, sık gittiğim bir Beyoğlu kafesine.
Beni de onun telefonundan arıyorlar ve toplantıya geç kaldığımı, herkesin beni beklediğini bildiriyorlar.
Tam kabus...

Pazartesi, Kasım 26, 2007

Bıçaksırtı

"Kendimi sana emanet edebileceğimi biliyorum.
Aşk bu."

Otosiklet

Biraz önce bir kadın şoför gördüm,
arabasında yalnız,
sağ şeride geçmek için yoğun trafikte
sağ kolunu dimdik uzattı sağına doğru.
Yol alamayınca da kornaya asıldı...

1 11 21 1211 111221 312211 13112221 1113213211

Siz yukarıdaki dizinin, nasıl devam edeceğini düşünedurun (Tv dizisi olmasa da) ben size matematikle olan ilgimi anlatayım...

Lisedeki hocamı severdim, o da beni. İyi de eğitmişti, ya da bende vardı yetenek bilmiyorum.
Murat, derdi gülerek, cevap vermeden önce soruyu bitirmemi bekle...
Herkes kağıt üzerinde yazarak çözmeye çalışırken ben aklımdan çözerdim.
Tahtaya kalkıp cevabı yazmıyorsam, hoca cevabı yazarken tamamlardım defterimde...

(Sonra, bir öğrencinin babasından onu sınıf geçirmek için para aldığı söylendi hocamın.)

Neyse, bende vardı herhalde yetenek, çünkü üniversite hazırlık sınıfındaki hocam, tam bir dahi kılığındaydı, ama o da, dur yahu, soruyu bitirmemi bekle der gibi bakardı memnun...
Bazı arkadaşlarım da o kadar heyecanlanıp, ve yavaş yavaş olayı kavrayıp, öğrenmiş olurdu da çözmeyi, ben arada hızlı çözmekten yanlış yapınca, kendileri doğru cevabı söylediği halde, ama Murat başka söyledi diye, kendilerininkinin doğru olmayabileceğini söylerlerdi…
Kurstaki hocam, farklı renkli tebeşirlerle yazardı soruları cevapları tahtaya. Tuhaf hareketler yapardı anlatırken konuyu, benim şu an, yazarken evde yaptığım gibi hareketler, deli denir ya görülse sokaktan, sinek filmindeki sinek olan adama benzerdi, o zaman seyretmemiştim daha...

O para almamıştı eminim kimseden, belki özel dershanede çalıştığından, ailelerimizden aldığından...


Ali Nesin'in Matematik ve Korku kitabından yukarıdaki soru.

Okunmalı bu kitap.

Çocuğumuza okutmalıyız, hem de okuldan önce okutmalıyız...

Giriş bölümündeki, Aziz Nesin-Ali Nesin yazışmaları da okunmalı, bana sonra yazışmalarının 4 kitabını da aldırdı, bir baba oğlun, bir baba-oğlun ve bir babaoğlun… Anlaşıldı mı…
Hepsini tam olarak hala okuyamadım, ama Özdemir Asaf'lar ve Montaigne gibi mesela, asla atılmayacaklar arasında yer verdim...

Ali Nesin, Türk tavla şampiyonunun “bizde her gün kavede tavla oynanır” diye güvenle Avrupa’ya gidip “ecnebilere” yenilmesini ve sonra da “adam bir zar atıyor 15 dakika düşünüyor kardeşim” diye yakınarak anlatmasını anlatıyor, tavlada olasılıkların önemine değiniyor.
Ama sadece değiyor.
“Baba yapma beni tavlada kimse yenemez” diyen bu sıkı matematikçinin, babası Aziz Nesin’e, onun Türk aklıyla nasıl yenilişini de anlatıyor.
Ve Aziz Nesin, sadece bazı yazarlarda olan bir ruhla şöyle diyor oğluna onu 5-0 yendikten sonra:
“Tavla ile ilgili yazın eksik olmuş. Bu oyunumuzla ilgili durumu da eklemezsen, karşı yazı yazarım, rezil olursun…”

Allah herkese bu tarz sert babalar nasip etsin…


Şununla bitireyim: Ali Nesin: "İnsan önce 2'yi sonra 1'i bulmuş olmalı. 2 bulunmamışsa 1'in gerekliliği kavranamaz. En azından bana öyle geliyor."

Bana da öyle geliyor. 2. Dünya Savaşı olmasaydı, birincisine 1. Dünya Savaşı der miydik…

Cumartesi, Kasım 24, 2007

Evlat edinmek istediğim kitaplar

Örnek Suçlar / Max Aub / Mitos Yayınları

*
Excelsior gazetesini istedim, Popular'ı getirdi. Delicado marka sigara ısmarladım. Bir paket Chesterfield getirdi. Bir şişe bira istedim, bir şişe siyah bira getirdi.Kan ile bira, beraber yerde güzel bir görünüm değil.

*
Konuştu ha konuştu ve konuştu ve konuştu babam bre konuştu ha konuştu. Ve konuştu!

Ben evimin kadınıyım ama bu şişman hizmetçi ha babam konuşmak ve konuşmak dışında bir şey yapmıyordu. Neredeysem oraya gelip konuşuyordu. Kapıdan girer girmez başlıyordu konuşmaya. Her şey hakkında ve her şey üstüne konuşuyordu. Hiçbir şeye torpil geçmeden. Neden mi kovmadım onu? Üç aylığını ödemek zorunda kalacaktım o zaman. Ayrıca kemgöze inanırım ben. Bana nazarı değebilirdi. Banyoda bile ondan, bundan, şundan konuşmayı sürdürdü. Susturmak için havluyu ağzına tıktım. Hayır, bundan ötürü ölmedi, konuşamadığı için öldü: Sözcükler içinde infilak etti.

*
O gol kaçmazdı! İmkanı yok yahu! Topa şöyle bir dokunacaktı, kale bomboştu. Topu üstten avuta attı. Gol girseydi maçı kazanacaktık. Çok önemliydi bu kaçan gol. Kazanacağımız maçı bu kancık çingenelere kaptırıvermiştik! Eğer ona attığım tekmeyle öbür dünyayı boyladıysa, Tanrının izniyle orada topa nasıl vurulacağını öğrenir artık.

*
Ayağım kaydı, düştüm. Bir portakal kabuğunun yüzünden. İnsanlar vardı etrafta. Herkes güldü. En çok da tezgahtar kız güldü. O hoşuma giden taze. Attığım taş, tam iki kaşının ortasında patladı. Oldum bittim iyi nişancıyımdır. Düştüğünde bacakları havaya dikildi, orkidesi ortaya çıktı.

*
Aptal olduğu için öldürdüm onu, kötü niyetli, cahil, salak olduğu için, kalınkafalı olduğu için, hıyarağası olduğu için, andavallı, ikiyüzlü, hırtın teki olduğu için, yalancı, kalpazan hıyarın biri olduğu için, cizvit olduğu için, siz seçin nedenini. Ama şunu unutmayın: Herhangi bir neden yeterli. İki tane gerekmez.

*
Top benimdi, yalnızca benim! Ustura benim değildi. Ama söz konusu olan toptu.

*
Canını sıkmamak için öldürdüm onu.

*
Mayısta yayınlayabileceğini söylemişti, sonra haziran dedi, sonra ekim. Kış geçti, ilkbahar geldi, kanım kaynadı. İkinci kitabımdı en önemlisi. Bu gerçeğin o genç yayıncı için önemli olup olmadığı beni ilgilendirmez, özür dilerim. Birçok insan bana teşekkür edecektir, biliyorum. Ayrıca elbet dikkati çekecek ve iyi reklam olacak.

*
Yahu aptalın tekiydi diyorum anlayın işte! Neymiş yeryüzünde değeri? Parası. Yalnızca parası! İşte para... orada duruyor. Ne olmuş yani…

*
Dördüncü cildi ödünç aldığını inkar ediyordu. Oysa kitaplığımın rafında dördüncü cildin yeri, boş bir mezar gibiydi.

*
Nefesi kokuyordu. Çare bulamadığını o bile kabullenmişti.

*
Bir oğlan istiyordum efendim. Dördüncü kızdan sonra ışını bitirdim.

*
Düşünüyorum öyleyse varım demiş o ünlü kişi. Bahçemdeki ağaçlar varlar, ama düşündüklerim sanmıyorum. (Ayrıca durum gösteriyor ki Bay Renato'nun aklı başında değildi ve bu herkesin başına gelebilirdi). Örneğin benim kayınpeder: Var ama düşünmüyor, ya da benim yayıncım... düşünüyor... ama yok. Tam tersi de doğru bunun. Düşündüğüm için var olmuyorum ya da var olduğum için düşünmüyorum. Aslolan düşüncedir. Varoluşsal bir masal, bir söylencedir. Var olmuyorum, paçamı kurtarıyorum.

Yaşamak (hayat dediğimiz şey) düşünmeyenler içindir yalnızca. Onlar, düşünceye dalanlar, yaşamıyorlar. Adaletsizlik bu, gün gibi ortada. Düşünmek, intihar için yeterlidir. Hayır Sayın Descartes: Yaşıyorum, demek ki düşünmüyorum, düşünürsem yaşayamam (var olamam). Bakın bundan güzel bir şarkı bile çıkar:
Düşünüyorum demek ki yaşamıyorum
Yaşasaydım düşünmezdim efendim
Vesaire vesaire...

Yaşamak için düşünmek gerekseydi, o zaman akıllı olurduk. Ama... sonunda siz inanıyorsanız bu işin böyle olduğuna... ben suçsuzum demektir. Tamamen suçsuz. Tümüyle masum! Çünkü ben ne düşünüyorum ne de düşünmek istiyorum. Düşünmüyorsam yokum demektir... yoksam... bu cinayetten nasıl sorumlu olabilirim?

Çarşamba, Kasım 21, 2007

"Nefret kutsaldır."

ı
would
not
piss
on
you
if
you
were
on
fire

Clash, bunu İngiltere Kraliçesi için yazmış, söylemiş.

Türkçe'de bir karşılığı varmış,
söyledi biri
ben ilk defa duyuyordum
ama şu anda hatırlamıyorum.

Şuna benzer:
Sidiğimin
tek
damlasını
bile
harcamam
sana
ateşler
içinde
yansan
da

Kimbilir kimi düşünerek
"Nefret Kutsaldır"
diyen Zola ile
aynı şeyleri hissetmiş Clash.

Aynı şeyleri hissediyorum.

Perşembe, Kasım 15, 2007

“Ama onlar Rum, Murat!”


“Kömür madenlerinde çalışan işçiler çalışmaları bittikten sonra yıkanıp temizlenirler ve zenci olmadıklarını görerek mutlu olurlar. Zenciler sabah uyanınca kömür madeni işçisi olmadıklarını anlayarak mutlu olurlar.” (Cavanna. Karşı Ansiklopedi)

Irkçılığın harika bir aşağılanması.

……..
Tanışıp konuştuğumuzda, Sohtorik soyadımın “saftirik ya da saftorik”ten geldiğini düşünenler çoğunlukta olur. Ama eminim, “saftirik” ya da “saf” sözcükleri 80 sene önce, şu günkü gibi “neredeyse aptal” anlamında kullanılmıyordu, “katışıksız, ari” anlamında kullanılıyordu.

Dedem, zamanında herkesin çok rağbet ettiği tarikatlara girmediği için “tarikatlardan ayrı” anlamında “saf tarik” demişler ona. Tarik ya da tarikat, yol demek. Saf tarik, saf yol anlamına da geliyor. (Dedemin huyu bana geçmiş, ben de bir yere ait olmayı sevemedim gittim.) Sohtorik, “saftarik”ten gelmeymiş.

Ama konumuz esas şu; gayrimüslim olduğumuzu düşünürler hep. Başlarda çok sorun etmezdim, Müslümanlıkla, dinle bir ilgim olmadığına göre, gayrisi olmakla da bir ilgim olamazdı. Ama insanlar böyle şeylere çok önem veriyorlardı. İlk, lisede, ne hocam olduğunu şimdi hatırlayamadığım hoş bir bayan “Ben seni Ermeni sanmıştım” demişti.

-Ben seni Ermeni sanmıştım.
-Eeeeee…

-Ben seni Kova sanmıştım.
-Eeeee… (Sensin kova!)

Farkı yok bence…

İnsanların burçlara önem verişinden farklı değil benim için birinin hangi coğrafyadan geldiğine önem vermek. Soy denen bir şey var ama bu dünyada. Şuralılar buralılar var.

-Siz nerelisiniz?
-Galatasaraylıyım, oldu mu…

Bir insan, Galatasaraylı ya da Fenerli olmasıyla nasıl açıklanamazsa, kimse de doğduğu ya da ailesinin doğduğu ya da ailesinin ailesinin doğduğu yerle açıklanamaz…

Bir insana nasıl seviştiğini sormanın tuhaf karşılanması gibi tuhaf karşılansa keşke bir insana nerelisin, nerdensin demek…

Irkçılığa darbe vurulmuş olurdu…


Toplumlarda ırkçılar, düşündüğümüzden de çok, az olduğunu düşünmemizin nedeni, az düşünmemiz…

"Ailem Karadenizli" dediğimde (ben İstanbulluyum), “Ama onlar Rum, Murat!” demişti biri.

Ama!

Geçen aylarda bir taksi şoförü de şöyle dedi: “Hrant Dink bile Orhan Pamuk’tan daha iyi…”

Bile!

Bu ikincisi en azından taksi şoförü lafıydı, yok, taksi şoförleri alınacak, her ne kadar hayatımda adam gibi konuşulacak en fazla 2 tane taksi şoförü görsem de, genelleme yapmayalım, şöyle diyelim, bu en azından cahil birinin lafıydı, ama “Karadenizliler Rum, Murat!” diyen… bir yazardı… Sıkı bir yazar oldu…

Bir taksici Nobelli bir yazarla ilgili konuşuyorsa… Böyle konuşabiliyorsa… Buna ifade özgürlüğü, demokrasi falan denmez, densizlik denir… Denmeli.

Ama esas: Bir yazar, bir taksiciyle aynı ırkçı bilince sahip olabiliyorsa…

O zaman o taksici ve o yazar…

Ne derler, aynı kefeye…

Durun, Bukovski’nin bir cümlesini hatırladım, o buraya gider. Bekleyin, bulayım… Değecek…

İnanmıyorum ya, ilk açtığım Bukovski dosyasının ilk satırında duruyordu, beni bekliyordu sanki…

KAPTAN YEMEĞE ÇIKTI VE TAYFALAR GEMİYİ ELE GEÇİRDİ’den:

“Değiş tokuş yapmalarında yarar olabilir. Beş saat boyu daktilo tuşlayan sabaha kadar düzüşsün, sabaha kadar düzüşen beş saat boyunca daktilo tuşlasın. Ya da başka biri daktilo tuşlarken birbirlerini düzsünler. Daktilo tuşlayan ben olmayayım ama lütfen. Kadına yaptırın. Varsa.”

Seviyorum bu adamı…

Seviyorum şu adımı…

Pazartesi, Kasım 12, 2007

2 reklam birden!

1.
Filmin yapımıyla ilgili dolu ayrıntı verilmiş de bir gazetede, ben de şu “küçük” ayrıntıya dikkat çekmek istedim.
“Ne eline batan diken, ne de söylenenler umurunda olmayacak.” diyor Atatürk (Haluk Bilginer) Türkiye gül Bankası reklamında.
Hatayı anlamak için cümleyi şöyle kuralım:
“Ne eline batan diken umurunda olmayacak, ne de söylenenler.”
Ama Türkçe’de ona öyle demezler, şöyle derler:
“Ne eline batan diken umurunda olacak, ne de söylenenler.”
Yani Atatürk’e Türkçe’yi yanlış kullandırmazlar ve şöyle dedirtirler:
“Ne eline batan diken, ne de söylenenler umurunda olacak.”
Türkçe’nin kolay gözüken zorluklarından biri,
yanılmak çok kolay, yanılanları anlıyorum, her zaman uyarmıyorum.
Ama bu kez Atatürk söz konusuydu… bana battı biraz…
(Neden gül bahçesi? Bana uzak geldi. Ama tabii, bu tartışılır. Sana Gül Bahçesi Vaat Etmedim adlı kitap geliyor aklıma!)


2.
Şu daha az tartışılır, hoş yapan yapmış, eminim eleştirilerden de geçmiştir. (Çok da emin değilim, ben mi daha fazla dikkat etmeye başladım da hatalar buluyorum, yoksa Türkiye gençlerinin-insanlarının -tabii ki çağa uygun olarak- mantıksızlaşması ve bunu kabul de etmeyip ukalalaşması türü bir saçmalık mı söz konusu, yine. Yine.)

T-box (yeni) mağazalar açmış. Onu anlatıyor. Çılgın(ımsı) bir ilan, metinler, ilgimi çekmez de bakıp geçerdim, ama bir de başlık:
"İçimize girmeyen kalmayacak!”
Çığır açmış sanılmış da yayınlanmış her halde, ama aslında çığırından çıkmış.
Bir erkek mi yazmış bıyık altından gülerek, ama onaylayanların arasında hiç mi bir kadın yokmuş…
“Orospu” başlıklı bir metin yazıyorum, günümüz kadınını anlatan... Ama onu ben yazıyorum. Bir yazar olarak. Bu reklam başlığını kim yazmış…
Türkiye reklamları bence reklamcılar tarafından değil sosyologlar ve psikologlar… hatta tarihçiler, yazarlar tarafından da incelenmeli. Ne hâle geldiğimizi görmek için… Hayır, bir reklamı eleştirirken benim hâlâ bir ürüne, hizmete ya da markaya falan gönderme yaptığımı sanan bazı reklamcılar var da…

Perşembe, Kasım 08, 2007

LITTLE big


Büyük yazar
büyük müzisyen
büyük ressam
büyük vs vs vs
var da neden
büyük karikatürist yok!
Borisiav Stankovic...

Perşembe, Kasım 01, 2007

Aşkyapıtım

1.
Bir şeyin karşıtını dile getiren adam sadece bir şeyin karşıtı dile getiriyordur daha fazlasını değil.
Yani yazı tarafını dile getiren adama karşı, tura tarafını dile getiren adam... Ama paradan hangisi söz ediyor?
Socrates bile düşmüştür bu yanılgıya: Ölümün karşıtının yaşam olduğunu kanıtlamış-gözükür. Bugüne kadar da gelmiş bu yanlış görüş. Ölüm tura tarafıdır, yaşam ise paradır oysa. Yazı tarafı nerde?
Yazı tarafı, doğumdur. (Edebiyatçılar şöyle der: Doğum tarafı, yazıdır.)
Doğumdan bahsettiğinizde, ki, sadece “doğum” deseniz bile yeterlidir… Çöker insanlığın bugüne kadar ulaşan (bulaşan) bir dolu felsefesi...


2.
Belki de erkek kendi doğurganlığını kendi yarattığı-kendini doğurduğu için daha doğurgan.


3.
Mutluluğundan mutlu olan adamın hikayesi: Başyapıtım…

Kafkagiller şöyle diyecektir bu yapıta: Mutluluğundan mutsuz olmayan adamın hikayesi…
Mutsuzluğundan mutsuz olanlar böyle diyecektir.