Perşembe, Kasım 28, 2013

Tarkovski'yi Tarkan sanmak!

Kadınlar filmlerinizde kesinlikle geleneksel bir rol oynuyorlar. Erkek dünyası egemen, daha doğrusu yalnızca erkek dünyası var. Erkeklerin bakış açısından kadın gizemli. Sevgi dolu; erkeği seviyor, bütün varoluşu erkekle olan ilşkisi etrafında dönüyor. Kadının kendine ait bir hayatı yok. Kadının kendine ait bir dünyası olduğunu inkar etmek zor olur, ama bana öyle geliyor ki bu dünya kadının ilgili olduğu erkeğin dünyasına kuvvetle bağlı. Bu bakış açısına göre, tek başına kadın anormalliktir. Peki tek başına bir adam, bu normal midir?  Tek başına olmayan bir adama göre daha normaldir. Ben kendi dünyamı korurum, o kendi dünyasını korur. Bu imkânsız. ortak hiçbir şeyiniz olmaz. İç dünyanın ortak bir dünya haline gelmesi gerekir. Bir kadının eş değiştirmesini tuhaf bulmaya meyilliyim. Mesele kaç eşi olduğu değil, ben ilkeyi düşünüyorum. Mesele şu ki, kadın bu evlilikleri bir hastalık gibi yaşar. Yani önce bir hastalığa düşer, sonra bir başka hastalığa, sonra bir başkasına, vs. Aşk öyle bütün bir duygudur ki, aldığı biçim ne olursa olsun tekrarlanamaz; bütünlüğü yüzünden tekrarlanamaz. Kadın bu duyguyu tekrarlayabilirse ona tümüyle anlamsız gelir. Bu kadın şanssız olmuş olabilir ya da kendi dünyasını korumaya çalışmış, kendi dünyasını daha önemli bulmuş, yabancı bir dünya içinde erimekten korkmuş olabilir. Bu durumda da ciddiye alınmayı bekleyemez ki. Daha önce kendine ait bir dünyası olan bir kadınla tanışmadınız mı hiç? Böyle bir kadınla ilişki kuramam ki. Doğru anladıysam eğer, siz bir kadında erimezsiniz, öyle mi? Hayır, erimem. Buna ihtiyacım yok. Ben bir erkeğim. Ama sizin içinizde eriyen bir kadına ihtiyacınız var? Doğal olarak. Kadın kendini korumaya çalışırsa, ilişki soğuk olur. Ama bu sevgi içinde siz kendinizi koruyorsunuz. Ben erkeğim. Benim farklı bir doğam var. Kadın doğasını bildiğiniz gibi bir izlenime mi sahipsiniz? Sizin gibi, benim de kadın doğası hakkında bir fikrim var. Ama ben kendimi içerden, bir kadın olarak tanıyorum, çünkü bir kadınım. İnsanlar kendilerine toz kondurmazlar… Kendi dünyasını korumak isteyen bir kadın beni şaşırtıyor. Bana öyle geliyor ki kadının anlamı, kendini feda etmektir. Kadının büyüklüğü buradadır. Böyle bir kadının önünde saygı ile eğilirim. Böyle vakalar biliyorum. Dünyada böyle vakaların kıtlığı çekilmiyor pek. Evet, büyük kadınlar. Kendi dünyasında ısrar edip de, büyüklüğünü kanıtlamış bir tek kadın bilmiyorum. Birini söyleyin. Karşınızda dilim tutuldu. Yani kadın yalnızca erkeğe duyduğu aşka var olma hakkına sahip, öyle mi?
Kadının iç dünyası tümüyle erkeğe karşı beslediği duygulara dayanır. Kadın gerçekten severse çetele tutmaz, sizin sorduğunuz gibi sorular sormaz. Sizin neden bahsettiğinizi bile anlamaz. Kadının, bütün manevi benliğini ifade edebilmesi için, içinde bulunduğumuz şu anda kendi dünyasında ısrar etmemesi gerektiğini düşünüyorum. Kadının bir kişilik olarak var olmayı bırakıp da yalnızca sizin üzerinizden yaşamasından ne bekliyorsunuz?   Onun iç dünyasını anlayabilir ve kendi dünyamı ona açabilirim. Kadın kendi dünyasında kalırsa birbirimizi hiç tanıyamayız.  Kadın, erkek üzerinden yaşamayı tercih ederse, eli boş kalma tehlikesiyle karşı karşıya. Ben de aşk içinde eriyip gitmeye zaman zaman epeyce meyilli olurum. Şükürler olsun. Bununla gurur duyun. ‘Eriyip gitmeyi’ kadından beklediğimi de düşünmeyin. Maalesef ben kendim, bu aşk duygusunu nadiren yaşıyorum. Çok nadir oluyor, olduğunda da insan, kadın ya da erkek o kişiyi kıskanabilir ancak. Tuhaf, çok tuhaf, kadınlar erkeklerle benzerlikleri üzerinden duruyor, kadın olarak emsalsizliklerini anlamıyorlar. Kadının, özel olması yüzünden erkekten bağımsız var olmayacağına inanıyorum. Erkekten bağımsız varolursa, doğal, organik değildir artık. Toplum içinde kesinlikle bir yer edinebilir; bir erkeğin işini yapabilir, ama bu onu kadın yapar mı? Hayır, asla.  Bazı kadınlar bir erkeğin işini yaparak eşit olabileceklerini düşünüyorlar. Oysa kadının erkekle aynı hakları istemeye ihtiyacı yoktur. Kadın tümüyle erkekten farklıdır. Kadının bir emsalsizliği vardır, onda önemli bir şey, erkekte olmayan temel bir şey vardır. Kadınlar eşit haklar istiyorlar. Ne demek istediklerini anlıyorum; artık kendilerini feda etmek istemiyorlar. Her zaman bastırılmış olduklarını anladılar ve eşit haklara sahip olarak kendilerini özgürleştirebileceklerine inanıyorlar. Kadın ya da erkek herkesin, doğal olarak özgür olmak isterse özgür olduğunu anlamıyorlar. İnsan temelde özgürdür. Özgür değilse, bu onun, yalnızca onun hatasıdır. Erkek egemen değerler hakim olduğu sürece, bu dünya bir kadın için zor olacak, kariyerinde erkek değerleriyle yarışmak zorunda olduğu sürece. Yanılıyorsunuz. Bence parlak kariyeri olan bir kadın kadar sevimsiz bir şey olamaz. Bir kadının bir erkeğin işini yapabileceğine hiç kuşkum yok. Bir kadının bir erkeğin işini yapabilmesi özel bir şey değil. Elbette ki yapabilir. Ama bu bir şey kanıtlamıyor.  Sizin ifadenizde beni rahatsız eden şey, kadının gerçek doğası diye bir şey varsaymanız. Kadınlar asırlardır erkek egemen bir dünyada yaşadıklarından, kadın doğasının ne olduğunun, kadınların kadın değerleriyle nasıl bir dünya yaratabileceklerini kestirmek zor. Ama hep var olmuş olan, yaratılmış olandan daha farklı bir kadın-erkek ilişkisi olamaz. Çünkü dünyamız iki cinsiyetli, ister beğenin, ister beğenmeyin. Belki başka bir gezegende tek ya da beş cinsiyetli bir dünya vardır, hayatın devamını sağlamak için bu tür bir gruplaşma gerekiyordur. Haklardan, koşullardan, bağımlılıktan bahsediyoruz. Bir kadının kadın olduğu, bir erkeğin erkek olduğu gerçeğinden hiç bahsetmiyoruz. Tek itirazınız bunu sevmediğiniz olabilir. Solaris’te aşkı resmetme biçiminiz muhteşemdi, incelikliydi. Ama aşk Hari’nin tek gücü ve aynı zamanda onun Aşil topuğu. Sadece aşkı var.  Yani, siz bir Aşil toğuğu istemiyorsunuz. İncitilmez olmak istiyorsunuz. Kadınlar erkeği hiçbir zaman erkekçe fethedemezler. Kadın bütün sevgisini ortaya koymazsa, erkek-kadın ilişkileri farklı olur.  Asırlardır başkaları için yaşamaya yönlendirilmiş, asla kendisi için yaşamamış, başkaları için her zaman kullanıldıktan sonra atılabilir bir kadın olduğunuzu düşünün bir. O yükü hissedebiliyor musunuz?  Bunun bir erkek açısından daha mı kolay olduğunu düşünüyorsunuz?  Manen ergin bir kadın, erkekle ilişkisinde köleleştirildiğini ya da aşağılandığınız hiç düşünmeyecektir. Manen ergin bir adam da bir kadından bir şey istediğini hiç düşünmeyecektir. Fakat kazanılmış ya da kazanılacak kadın hakları, kadınların kendi kendilerini onaylamalarını sağlamayacak. Tam tersine, bundan sonra aşağılanmayı hissedecek. ‘Neden’ diye soracak kendine, ‘erkekten çok farklı bir insan olarak, bir erkeğin hayatını yaşıyorum?’ Bu sorunlar maneviyattan yoksun oluşumuzun işaretleri.    Hayret verici kadınlar, manen hayret verici kadınlar tanıdım. Bu kadınlar kendilerini bu tür sorunlarla sıkmıyorlar, ama öyle bir iç zenginlik, manevi büyüklük, öyle bir moral gücü gösteriyorlar ki, erkeklerin dizlerine kapanması, bundan utanç değil, onur duyması gerekir.   Bakın, işte asıl mesele burada. İlişkilerimizi açıklamaya başladığımızda, çoktan kötü yola girmiş oluyoruz. Buna özlem duymak hoşnutsuzluğumuzun bir belirtisi, adalet arayışı değil. Hoşnutsuzluk ve adalet arayışı da iki farklı kategori, gördüğüm kadarı ile kadınlar bugün korkunç durumdalar. Gerçekten seven bir kadın böyle sorular sormaz. Bunlarla ilgilenmez.   Kadın değerlerinin güçlü bir etkisinin olduğu bir toplumda işler böyle kıyametvari bir tehdide varmayabilirdi. Bugün bir kadının Kıyamet’i bilip de, kendini bundan sorumlu ve bununla yakından ilgili hissetmeyip onun yerine kendini tam bir aşk içinde tek bir adam için, hâlâ aşkıyla sımsıcak olan bu adamın gezegeni mahvedeceği düşüncesiyle feda edebileceğini nasıl oluyor da tasavvur edebiliyorsunuz?   Ama hayretten ağzım açık kaldı, İrena, bir erkeğin aynı hislerle, aynı kaygılarla dertlenmediğini düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Bu gezegene erkeğin hükmettiğine inanıyorsanız, yanılıyorsunuz.      Bilgi açlığı insanı ele geçirdi. Kadınlar erkekler kadar bilgiye aç değildir. Şükürler olsun.    Kadınların başka tür algılara duyarlılığı olabilir.   Evet, kesinlikle. Demek bunu anlamışsınız.       Her halukarda insanın bu dünyaya manen yükselmek amacıyla geldiğini, kötülük dediğimiz şeyi yenmek, kaynağı egotizmde yatan kötülüğü yenmek için geldiğini anlaması lazım. Egotizm, insanın kendi kendisini sevmesinin, sevgi kavramına dair hatalı bir kavrayışı olmasının bir semptomudur. Her şeyin deforma olmasınn kaynağı budur. Bilimimizin budalalığı, hataları ve yıkıcı sonuçları, kadınların doğru zamanlarda iktidarı almamalarının değil, insanın manen yüksek seviyeye çıkamamış olmasının sonucudur. İnsanlık manevi değerler doğrultusunda ilerleseydi, bir enerji kaynağı değil manevi bir kaynak arayışına girseydi, o zaman bu konuştuğumuz hiçbir şey gündemimizde olmayacaktı. O zaman insan manevi bir sürecin denetiminde uyum içinde gelişecekti. Manevi sürecin entelektüel süreç gibi böyle bir tek taraflılık yaratabileceğini sanmıyorum. Maneviyat, uyum kavramını içerir zaten. Ne kadar haklı olursanız olsun, başka her şey ikincil önemdedir. Bana karşı önyargılısınız. Yo, yanılıyorsunuz, siz benim hakkımda önyargılısınız. Bence birlikte yaşadığınız erkeğe ‘neden bu kadar aptalsın?’ diye sormalısınız. Sorunun böyle sorulması gerekir.

Pazar, Ekim 13, 2013

Filozofları neden küçümsüyorum!

 
Engels insanları üçe ayırıyor:
 
E1. Elimizde kudret olmadığı sürece özgürlük isteriz.
 
E2. Fakat, elimizde kudret olunca üstünlük isteriz.
 
E3. Başarı kazanamazsak (çok acizsek), "adalet" yani eşit bir kudret isteriz…
 
 
Ben de insanları üçe ayırıyorum:
 
M1. Kulluk yapmayı öğrenmiş kişiler (Engels)
 
M2. Kulluk yapmayı öğrenmemiş kişiler (Eagles)
 
M3. Kulluk yapmamayı öğrenmiş kişiler (Angels)
 
 
Neden?
 
E1. Elimizde kudret olmadığı sürece özgürlük isteriz (M1. Kulluk yapmayı öğrenmiş kişi)
 
E2. Fakat, elimizde kudret olunca üstünlük isteriz. (M1a. Kulluk yapmayı öğrenmiş kişi; kulluk yaptırmayı öğrenmeye çalıyor.)
 
E3. Başarı kazanamazsak (çok acizsek) "adalet" yani eşit bir kudret isteriz… (M1b. Kulluk yapmayı öğrenmiş aciz kişi; hakkını savunmaya çalışıyor.)
 
M2. Kulluk yapmayı öğrenmemiş kişi, yani kudret istemeyen sadece özgürlük isteyen kişi? (Engels’de yok!)
 
M3. Kulluk yapmamayı öğrenmiş kişi… (Bu aşamayı Engels’in aklı bile almıyor: İnsanlığa engel bir Engels!)
 
 
İşte o yüzden:
 
İnsanlar üçe ayrılır:
 
1.Engels…
 
2. Eagles…
 
3. Angels
 
 

Salı, Eylül 24, 2013

Kesinlikle arkadan vuracaksın!

Dila Hanım'dan
Cahit Berkay'ın müziğiyle...

https://www.youtube.com/watch?v=cL6TKKowg38


Onu öldüreceksen, bak söylüyorum, kesinlikle arkadan vuracaksın... Hain desinler... Yılan karı desinler... Ne derlerse desinler... Yüzünü dönmesini beklemeyeceksin. Kesinlikle arkadan... Hain olmadan ona zarar veremezsin çünkü!

Ha şunu da söyleyeyim, tavsiye verir gibi konuşmama bakma, böyle bir şey yaparsan, benim için en büyük hainsin... Gözümü kırpmam...

Onun kılına dokunursan... Anladın mı!

Bu da:

http://uyurkenseyirdefteri.blogspot.com/

adresindeki
"Sen onu uyurken seyrettin mi hiç" adlı öykümden, bir dergide yayımlanmıştı.

Perşembe, Eylül 19, 2013

BARBAROS HAYRETTİN

-Merhaba oturabilir miyim?

-Tabii… Sizi nerden tanıyorum?

-Dün Barbaros bulvarında karşılaştık…

-Aaa evet…

-Bana baktığınızı fark ettim…

-Aaa evet, hatırladım…

-Memelerime baktınız ilk yüzüme değil oradan ilginizi çektim… Sonra da geçince kalçalarıma… Güzel kadınmış dediniz… Daha önce buranın insanları hep öğrenci, benim yaşımda birisi yok mu diye düşünüyordunuz ve olsun böyle genç birisiyle de birlikte olunabilir diye düşündünüz… Bunlardan biriyle… Bunu düşündüğünüz anda beni gördünüz… Çağırmışsınız gibi…

-Bu… bunları nerden biliyorsunuz?

-Buradan, Barbaros’tan… Şaka yapıyorum… Düşüncelerinizi okuyorum…

-Şaka yapmıyorsunuz! Başka bir açıklaması yok…

-İlginç olan şu ki bugüne kadar düşüncelerini okuduğum ikinci erkeksiniz…

-Kadın olarak kaç tane?

-İkinci insansınız… İlki sevgilimdi… Hayır, sadece bir tane oldu… Ama ilginç olan onun benden hoşlandığını okuyabildiğimden ondan hoşlandığımı şimdi anlıyorum… Aslında onu sevmedim hiç… Kendi düşüncelerimi okuyamamışım yani. Bunu şimdi sizden hoşlandığımı görünce anlayabiliyorum… Hoşlandığım ve benden hoşlanan kişilerin düşüncelerini okuyabileceğimi düşünmüştüm ve şimdi görüyorum ki olay başka… Ortak noktalarınız o değil çünkü… Bundan sonra da yardım eder misiniz?

-Edip etmeyeceğimi göremiyor musunuz?

-Kızmadınız, heyecanlandınız… Fiziksel beğeninizden kaynaklanan heyecan yanına başka bir heyecanı da aldı, bir gizemi ortaya çıkarma heyecanı… Artık göğüslerimi düşünmüyorsunuz… Dediğim anda kalçalarımı düşündünüz… Sanırım yakında sevgili oluruz ve görürsünüz merak etmeyin… Şimdi işimize baksak…

-Siz devam edin ben yetişmeye çalışayım…

-Hayır, onla birlikte olmadım… Neden olmadığımı hiç bilemedim ama bir şey beni itti… Ben de…

-Ne?

-Ben de sevindim… Ona aşık değildim… Ondan aslından neden hoşlanmadığımı şimdi anlıyorum; yani nedenini anlamıyorum da sizden hoşlandığımı anladığımdan…

-Sizden hoşlanan adamların okuyabiliyorsunuzdur…

-Ama benden hoşlanan bir dolu adam var…

-Çok konuşan kadınları sevmem derdim ama onların çok konuşmalarıyla bir ilgisi yokmuş beni düşüncelerimden uzaklaştırdıkları içinmiş… Sizde bir sorun yok şimdilik…

-Ha ha akılsınız…

-Akıllısınızdan daha güzel oldu…

-Düşünce okuyabilecek kadar akılsınız… Aynı fikirdeyim, bir üçüncü kişiyi bulmamız gerek, ama ondan hoşlanmayayım olur mu…

-Onu dövmek istedim, biliyorsun, ama…

-Bunu yapmayacaksınız… Evet, bana sen diyebilirsin.

-Senin gizemini keşfetmek daha önemli tabii ki. Hatta dördüncüyü…

-Belki de kimse olmaz başka…

-Bir dakika, geleceği göremiyor musun?

-A hayır, bunu hiç düşünmedim, daha doğrusu görmedim… Bu bir histi sadece ama güçlü bir his…

-Güçlü olmaktan güzeli güçlü hisleri olmaktır… Şimdi çıktı…

-Fark ettim çünkü okuyamadım… Sen bu konuda benden güçlüsün… Kimsenin düşüncelerini okumadın ama…

-Belki de güçlü hisleri olanları okuyabiliyorsundur.

-O çocuğun benim dışımda güçlü hisleri yoktu ama… Bunu sen yazdın… O çocuğu bilmiyorsun daha…

-Sen biliyor musun?

-Hatırlamıyorum, şu an o tamamen silindi… Yani hatırlıyorum ama çok çok eskilerde kalmış gibi… Bir yıl önce ayrıldık halbuki… Her şey çok canlıydı bir de senle…

-Karşılaşana kadar… Belki de her erkekte başka bir düşünce okuma yeteneği gelişiyordur… Ya da ona aşıktın aslında ama bitti ve aşkını hatırlamıyorsun…

-Hayır ona aşık değildim merak etme bunu biliyorum… Erkeklik sorgulamasından vazgeç şu an seni her şeyden çok istiyorum ve kimseye böyle hissetmedim… Kızma bana bu akşam sevişeceğiz sanırım ama şu an kafam tamamen gizemimde… Hayır adım gizem değil…

-Benimki de murat değil.

-Murat, sevgilim…




Pazar, Eylül 08, 2013

S.A.P'den

Benim insanım kendi kendine yetebilen, güçlü bir insanken, diğerlerininki kendilerini güçlü hissettiren bir insandı. Ben kendi tahtını bulmuş ya da onu yaratmış bir kraliçe ararken, insanlar hizmetkar arıyordu. Kendine güveni tam, güçlü bir hizmetkar. Ben bana ihtiyacı olmayacak birinin beni sevmesini aşk olarak tanımlıyordum, kadın ise kendisine tapacak birini, kendini el üstünde tutacak birini, zaaflarına hatta ona karşı işlediği günahlara rağmen dizinin dibinden ayrılmayacak birinin kendini sevmesini aşk olarak niteliyordu. Kadın kendi değerini görecek ama bu arada kusurlarını görmeyecek kişiyi âşık olarak tanımlar, yanılgılarına rağmen onu sevmesini isterken aşığından, ben ancak en büyük yanılgımı ortaya çıkaran kişiye âşık olabilirdim. İnsanın ilişkileri birbirini kayıran dostlar, düşmana karşı birleşen müttefikler arasında geçerken benimki düşmana âşık olmayı asla dışlamıyordu. Tolstoy’un Anna Karenina’sındaki Arkadyeviç’in “Bütün insanlar, hepimiz günahkarız, ne diye kızalım birbirimize, ne diye kavga edelim?” mantığına sahip insanların arasında ben Milan Kundera’nın Şaka’daki mantığına sahiptim: “Her biri kendi alçaklığını bir ötekinde gördüğü için, birbiriyle kardeşçe geçinen insanlar kadar beni tiksindiren hiçbir şey olamaz.”

Cuma, Ağustos 30, 2013

TANIŞMALAR, YENİDEN TANIŞMALAR

 
1.
Kırmızı koltukta oturuyorduk. TV yoktu. Müzik seti TV yerindeydi. Çalarken ona bakılırdı.
          -Ne güzel sözler di mi?
          -Benim İngilizcem pek yeterli değil.
          -Sana çevireyim.
          Böylece o güzel sözler sarkıcının bize söylediği değil, benim ona söylediğim sözler oldu.
          -Doğru çevirmedin ama güzel çevirdin.
 
2.
Olimpos. Bikinili. Eli çenesinde. Dirseği masada. Yazmamı izliyor. Sıcak. Bir an dirseği kayıyor masadan, düşe yazıyor:
-Ay noolur bunu yazmayın, valla bi daha yapmam, boşluğuma geldi…
 
4.
-Öğlen ne yiyeceksin?
-Bilmem, sen?
-Bilmem.
-Anlaştık.
 
5.
Merhaba birbirimizi tanıyormuş gibi yapalım mı, dediğinde yanıma oturmuştu bile.
 
6.
-Güzel bir bayanla tanışmak için mazeret bulma tatlısından sizde var mı?
-Maalesef. Yok.
-Boş gününüzde çıkalım var mı?
-Hayır.
-Gece?
-Üzgünüm.
-Herhalde bir sevgiliniz vardır?
-Yeni bitti.
-Peki ne kaldı?
-Sadece menüdekiler.
-Bir şarap rica edeyim o zaman, kan kırmızı!
 
7.
-Ben başka birine aşık olmuşum onun elinden tutmuşum sonra seni görüyorum yanına geliyorum aşık olduğum kişi buna izin vermiyor. Ben de ona kızıyorum o sevdiğim adamdı şu an bana ihtiyacı var yanına gidicem diyorum. Ama o kötü hissediyor, sımsıkı sarılıyorum ona gelecem korkma diyorum sonra senin yanına geliyorum. Gerçek gibiydi rüya değildi sanki.
-Sen beni aldatmış oluyor musun şimdi?
 
9.
Göz doktorunun odasından çıktı, bana bir an dikkatli dikkatli baktı, çantasına bir şeyler koyup dönüp tekrar dikkatli dikkatli baktı. Yerine oturdu. Sekretere nasıl olmuş diye sordu. Sonra kalktı sekreterin yanına gitti. Döndü yanıma geldi, bana doğru eğilerek, nasıl sizce dedi. İki ayrı renkte lens takmış, onları gösteriyor. Eğilmeyin ben kalkayım dedim. Ayakta yüzlerimiz birbirine yaklaştı. Uzunca bir süre öyle dikkatlice birbirimize baktık. Bilmem ki, dedim. Karar veremedim. Sonra bir tanesini beğenir gibi oldu. Sekreter kız sizin seçtiğiniz çok göze batacak bir renk değil, ne renk seçenler var, dedi. Ben de destekledim, evet sizinkiler göze batmıyor. Sizinkiler çok batıyor, dedi. Sonra alalacele toparlanıp çıktı.
 

Pazar, Temmuz 28, 2013

MARJİNAL

Çocuk, kişiliğinin geçmiş oyunlardan kavrayabildiği kadarını, bir zaman sonra yetişkinler dünyasında, kendisinden önce “yetişmiş” insanların oyunlarında denemeye başlar. Önce birkaç sonra birçok kez kazanır. Çocukken oynadıklarının aksine sonraki ya da başka oyunlara sıfırdan değil birikimleriyle başlar. Bu birikimler yeteneğindeki gelişme değildir sadece, geçmiş oyunlarda karşı tarafı yenmesi sonucu kazandığı para, kredi, bağlantılar, şöhret gibi şeylerdir aynı zamanda. Öyle bir yere gelir ki katıldığı oyunda artık oyuncu değildir, oyunun sahibidir. Kasadır. Oyunu kurandır, oynatandır. Kaybetmesi neredeyse olanaksızlaşırken, her elde ne kadar kazanacağını bile hesaplayabilir. Gelecekte oyunu ne yönlere doğru geliştirebileceği ve hangi başka oyunlara da el atabileceğiyle ilgili planlar yapmaya başlar. Bir süre sonra bulunduğu durumda yaptığı şey, bugünü yaşamak değil geleceği planlamaktır. Her şeyi kontrol edebilen bu kişi zaten artık oyuncu değildir ya, kaybetme riski olmadan oynanan, şimdiki anın zevkine ve heyecanına varılmadan yaşanan oyun da artık oyun olmaktan çıkar. (Onun için olduğu kadar onun yönetiminde oynayanlar için de... artık oyundan bahsedilemez bile.) Bu, olması istenen, planlanan bir durum değildir tabii ki, ama artık öyle bir bilinçsizlik durumuna gelinmiştir ki tam da bunun olması planlanır, olması planlanacak şeyin bu olduğu sanılır (oyunu yok edecek bir durumun oyuna dahil olamayacağı gerçeği yadsınır, amacın oynamak olduğu düşünülmediğinden oyunun varlığını koruyucu bir kural koymaya da baştan gerek görülmemiştir zaten). Kazanmanın daha riskli hâle gelmesi -isterik bir tutkuya dönüşmedikçe- oyunu daha heyecanlı kılar ya (gerçekten “oyun” olan bir sistemde kaybetmek bir zarar değil, kazanmak kadar doğal bir sonuçtur) oynatanın yapmaya çalıştığı ise riski azaltıp kârı sabitlemektir -ya da kâr artırma hamlelerindeki riski azaltmaktır. Başardığında, artık oyunculuktan çıkmış olan bu insan zaten belli bir yaşa gelmiştir ve ne kadar farklı oyunlar oynamış olsa da, (oyundan) tat alma duyusunu kaybettiğinden, aslında hiçbirinden çocukken aldığı zevki alamamıştır. Ama o güne kadar yaptıkları da genel, soyut anlamıyla bir oyun olduğundan, her oyunda olduğu gibi kazanç tümüyle bırakılmadıkça başa, o ilk, saf heyecana dönmek olanaksızdır.

Cumartesi, Temmuz 20, 2013

Sensin yetmez ama evet

 
 
Yılmaz ÖZDİL 20 Temmuz 2013 Cumartesi Hürriyet yazısı

“İki gün izin rica ediyorum. Velev ki Fas’a gittim... Kaçmış sayılmam yani. Salıya görüşürüz.”
 
 
İşte aşkım yazmıştım ya bir yazarı okuyabiliyorsanız o muhalif falan değildir diye, devlet yönetimine muhalefet olarak algıladılar sadece, evet ama yetmez… Ben neden devlet yönetimini eleştirmiyorum?.. Devlet yönetimi kim ben kim…
Olay halkı eleştirmektir… Sadece eski yazdıklarıma bakmam bile yeter, burada, diyelim 10 tane maddede devlet yönetiminin bu halk (ve her halk) karşısında bir melek kaldığını göstermem için…
Ha başbakana hakaretten ceza yemiş bir “kadınları en iyi anlatan” yazar… Hadi bakayım benzer cümleleri kadınları eleştirmek için kullan, gör yargılanmayı, cezayı… Başbakan halt eder halkların kadınlarının terbiyesizlikleri yanında…
Devlet baskısıymış… Pöh… Devlet şiddetiymiş, polis devletiymiş… Peh… İşkence imiş, devletin halkına uyguladığı… Sokakta işkenceyi öyle bir yedirir ki bu halk sana, devletinki masum kalır, seni kurtaracak bir başka halk da bulunmaz… Diktatörmüş, sensin diktatör… Yazılarını da yazamasın, devletin gazetesinde değil halkın gazetesinde, ister bir yüzde elli ister diğeri olsun, hiçbirinde yazdırmazlar, yaşatmazlar…
Ama işte aşkım,” muhalif” gazeteci yazarlardan biri yazmış bugün, halkı eleştirmiş, çok üstü kapalı ama olsun… Çok kişisel bir sebepten aşkım, ama olsun… Edebiyat yazarlarının bile ben okura yaranmak için yazıyorum diyebildikleri yerde -bunlar densiz densiz bir de Celine falan severler- yetmez ama evet, aşkım…

Cuma, Mayıs 24, 2013

TADIMLIK

-Kızıyor musunuz?

-Böyle yaşandıysa…

-Böyle yaşanmış olmayabilir.

-Böyle yazıldıysa…

-Siz Sharlock Holmes’daki Watson'sınız: Sıradan biri olarak o, Holmes’un dehasını ateşler, bir çeşit ilham kaynağıdır; bunu da yanlış ve eksik yorumlarıyla yapar. Watson olmak sizi kırmayacaktır… Aynı zamanda sizi Alain Robbe-Grillet türü bir insan olarak da yazıyorum: Sözümün kesilmesine bayılırım ben, özellikle de ne anlattığımın pek fakında olmadığım zamanlarda, diyen biri...

Pazar, Nisan 28, 2013

KAHİN



Bana bunu nasıl yapar diye sinirlendim ve telefonumdan numaranı sildim. Onunla da yetinmedim arama kaydından da sildim. Aramak istesem de arayamayayım diye. Ve, bütün gece aramak istedim ve arayamadım... Pişman oldum. Belki de buna ihtiyacım vardı. Sonra oturdum kahini okudum. Bir kez daha pişman oldum. Sana yalan söylemeyeceğim. Ve senin ne yaptığını söylemeyeceğim, sen biliyorsun zaten. Birbirimizi tanımadığımız için bu saçmalığı bir kez olsun unutalım. Ben seni özledim özlüyorum, aklımda kaldın, senden öğreneceğim çok şey var, esirgeme. Sussan da orda olduğunu bilmek istiyorum çok güzeldi. Ekle beni hadi bir kez daha aynı haltı yemeyeceğim.

Pazar, Mart 17, 2013

ÇAPKINLIĞIN DAYANILMAZ AĞIRLIĞI

 
Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği’nde iki tür çapkından söz edildiğini söyler Milan Kundera: “Lirik çapkınlar (her kadında kendi ideallerini ararlar) ve epik çapkınlar (kadınlarda kadın dünyasının sonsuz çeşitliliğini ararlar.)”
Epik çapkının tek bir kadına yönelmiş halini düşünelim... Kadın dünyasının sonsuz çeşitliliğini tek bir kadında arıyordur bu adam. Montaigne’in “Bir insanda insanlığın tüm halleri mevcuttur” lafından hareketle böyle yapıyordur herhalde ve doğru yerde, insan ırkının ruh çeşitliliği konusundaki en verimli örneğinde dolaşıyordur. Seçtiği kadının o balta girmemiş (ya da girmiş) ruhunda bir gezgin, bir kaşif gibi ilerliyor, farklı (t)avlama yöntemleri geliştirerek kendi avcı ruhunu da tatmin ediyordur… Bu tarz bir çapkınlık kadınlar için tapılası bir şeydir herhalde. “Kadınlığımın en gizemli taraflarını ortaya çıkartıyor…”
Ama olmayabilir de… Kadının değişik ruh durumlarının ortaya çıkarılması ve farklı hayat olasılıklarının keşfedilmesi, bir hazinenin gün ışığına kavuşturulması olarak önce çekici gelecektir, evet; ama kadının bir zamandır, belki bir hayattır kafasında oluşturduğu belli bir kadın tipi vardır, ya da adamın ortaya çıkarttıklarından birine daha fazla yakınlık hissetmiştir… İdeal bir kadınlık durumu olmayabilir bu, ama kadının “ben buyum” dediği bir durumdur. Seçimidir kadının. Seçen cins olduğundan, seçimlerinde daha inatçıdır kadın; değişmez, değiştirilemez, değiştirilmesi teklif bile edilemezdir seçimleri, anayasadır… Bundan uzaklaşılmasını, farklı olasılıkların araştırılmasını hakaret kabul edecektir…
Başka birine kur yapılmasına nasıl çapkınlık diyorsa, seçtiği ruh halinden başka bir haline kur yapılmasına da çapkınlık diyecektir kadın.
Şeytani şımarık…
Yani bu derinlemesine çapkın, ruh gezgini, karakter kaşifi… de mutlu etmeyecektir kadını.
 
Şu metin şimdi buraya uyar:
Her seferinde yeniden kur yapıp
her seferinde yeniden tavladığım
her seferinde farklı taktikler uyguladığım halde
hep aynı şekilde teslim oluyordu.
 

Salı, Ocak 22, 2013

İLGİNÇ BAĞLANTILAR

Haydar Ergülen’den öğlen okudum, okuyucu eleştirisi konusundaki kıskandırıcı soruyu sormuş, benim defalarca yazılarımda anlatmayı bence başarılı cümlelerle becerdiğim konuyu gayet basit bir şekilde vermiş: Hani okuduğunuz yazarla tanışırsınız da, bazen, bu muymuş yahu dersiniz ya, e yazar da sizle tanışınca, bu muymuş benim okurum, ben bunun için mi yazıyorum, demiş olamaz mı?

Ordan aklıma Robinson geldi… Michel Tournier’den okumuştum sanırım, benzer bir şey: Robinson kurtarıldıktan yılla sonra adasına geri döner, tanıyamaz adasını… Kim soruyordu, yazar mı, kim olabilir? Sorar ki: Yahu Robinson, acaba adan seni tanıyabilmiş midir?

Sonra eve geldim önümde 2 Tournier, 1 Salinger… Sonra Oruç Aruoba geldi aklıma… 4 kitabı önümdeydi. Korkarak okudum yıllar sonra, ya beğenmezsem artık diye. İlkinde… Beğenmedim… Korkum arttı… İkincisini de beğenmedim… Eyvah dedim; seviyorum Aruobayı, haklı da olabilirim, sevmekte ve yanılmakta, Aruoba’yı haklı olarak seviyorsam ve hala seviyorsam, bugüne kadar sevmeyip de yetersiz bulup da artık aşmışım deyip de, zaten bundan iyilerini yazdım deyip de bağışladığım, her iki anlamda da, kitaplarıma acaba haksızlık etmiş olamaz mıyım? (Neden kitap bağışlıyorsun diyebilirsiniz, arkanda birikse ya kütüphanende, ben de hanende melek… Japon ya da Çin çay evini anlatan bir kitap okumuştum. Çay evinden tekrar olmaz diyordu. Batıda, masasının arkasındaki koltuğuna kurulmuş bir adam ve arkasındaki duvarda da aynı pozdaki resmini görürsünüz, hangisinin sahte olduğunu düşünürsünüz diye de bağlıyordu. Siz de bağlayın artık…)

Üçüncü Aruoba beni kurtardı (ad vermiyorum özellikle, herkesin beğenileri ve aşkınlık seviyesi farklı, haha) çünkü onu beğendim. Ve Allah sizi inandırsın (ben beceremez miyim?) dördüncüyü de hala beğeniyorum, hatta başköşem… Demek ilk ikisinde kendi değerlerimce haklıyım onları gönül rahatlığıyla bağışladım… Yazarların bazı eski kitaplarını beğenmemelerinin de sık rastlanan bir durum olduğunu hatırlayarak…

Hatırladığım buydu ama yaşadığım benzeri, sadece yazarlar değişik, işte demin dediğim Salinger… Saygım sonsuz ama yok, bana göre değil artık, tarzım başka, öyle yazmadım ve yazmayacağım… Nasıl mı anladım, sağlaması Tournier’lerle. Veda Yemeği ve Çalı Horozu, öbürlerine neden ulaşmamışım, ilk fırsat bu fırsat…

Sanki böyle bitmemeliydi, bir şey vardı sanki daha… Aman, koy bloguna rahvan gitsin…

DEDİYDİ DERSİNİZ

DAHA NE
Çok kötü bir olay olacak çabuk gel dediydi, aceleyle çıkıp gittiğimden otomobilimle kaza yaptım, bir ay sonra komadan uyandığımda aklıma geliverdi de sordum, sahi senin bahsedeceğin kötü olay da neydi… Daha ne dediydi…



Buradaki daha ne dediydi lafını, daha ne bunca başına gelenden sonra, iyice bir iyileş de sonra konuşuruz, olarak yorumlayan okur, eh fena değil, ya da e ne var ki bundan diyen okur, lardan bazıları, biraz daha zihinlerini yorup, ya da bana sorup cevabını, soruş tarzlarına göre, kulaklarına ya da suratlarına aldıktan sonra yazara biraz daha güvenmeye başlarlar… Bu yolda devam ederlerse, bunu ben anlamamış olmalıyım’a varırlar (benim de hata yaptığım bazı yerlerde hatta). Bunu ben anlamamış olmalıyım’ı, doğru yazara karşı düşünüyorsanız siz, özellikle iyi demiyorum, ahlaklı bir okur olacaksınız demektir. Yani kendinizi aptal yerine koyduğunuzda… Niçe nasıl tanrıya tapılan dönemler sonunda tanrıyı öldürerek intikamını aldıysa, ben de okuyucuya tapılan şu dönemde okuyucuya aptallığını kanıtlayarak alıyorum öcünü… Edebiyatın; yazarlardan, onu bu hale getiren…

(Ha bir de, kendi yazdığı üzerine sözü alan yazarları eleştirenlerden, yazardan çıktıktan sonra o okurundur diyenlerden de…)