Çarşamba, Aralık 02, 2009

Sizin ile

Ne olmak isterdiniz
Başka bir yaşamda ise
Evet
Pornocu
Nasıl!
Hani devamlı sevişenler var ya işleri bu olanlar
Evet ama neden
E güzel. Hayattaki en güzel şey
Ama sizden
Bunu beklemezdiniz…
Evet size uymuyor
Bana uyan şeyi bu dünyada olurum.
Evet, de…
Kestirmeciyim bazen, evet.
Fazla dobra
Geri iade gibi oldu bu. Tam tersi, gibi ya da.


Çok sevişmedim ben
Nasıl
Yani yoğun bir seks hayatım yoktu. Geç başladım erken bitirdim.
Bitirdiniz mi.
Yani yok. Bitti gibi bişi..
Ama olur.
Olmasa da olur…
Gay misiniz
Aseksüel deseniz.
Aseksuel değilsiniz.
Bir erkekle sevişmemi bile isterdiniz.
Yani.
Açıklayacak mısınız
Yok, yani, sanki, evet… Yok tabi istemezdin. Sevişmenizi isterdim.
Sevişirim.
Kimle.
Onla
O kim.
Bilsem
Bilsem!
Haha gözünü oyarım gibi baktınız.
Hoş bir adamsınız
Size göre değil
Neden
Yani, sizle beraber olacak gibi değil
Neden
Yani siz başka yerlerdesiniz
Yer mi
Yer mi? hahaha tabi ki bu espriyi yapacak biri değilim hop yazar, lütfen!!!
Yer mi
Yani birbirimize uzağız
Ama günlerdir haftalardır burada oturup konuşuyoruz
Bu değil
Ne
Günlerdir haftalardır buraya benle konuşmaya geliyorsunuz
Evet tamam. Ben de bunu diyorum. Ama hoşlanma olarak almayın.
Almadım. Ama cümle bu.
Tamam cümle bu.
Hoşlanma olarak almadım.
Neden ama. Evet soru da bu.
Gerekmez ki.
Ne
Hoşlanma olması
Aseksğelsiniz… söyleyemedim
Belki de
Değilsiniz
Ama demin
Aseksuel olamazsınız
Neden
Olmamalısınız
Sevişmek isterdim
İster miydiniz
Yani yine isterim ama
Ne geçti
Geçti mi
Ne bitti
Bitmedi mastürbasyon yapıyorum
…..
….
Yapmayın
Ne yapalım
Ne yapalım mı
Yani… lafın gelişi.
Hakimiyetinizi kaybediyorsunuz
Aklınızdan geçenlere tepkim bu
çok zekisiniz
asla
kesinlikle
gerek yok
gerek yok ama üylesiniz
üyle?
Öylesiniz
Ha yanlışyazdınız
Yanlış konuştum
Yazılıyor bu, okuyanlar da var
Evet ama bozmayalım
Tamam
Aklımdan geçenler ne
Siz söylemedikçe
Çok etkileyici bir adamasınız
Söylememiş kadar oldunuz
Tamam… organınızı merak ettim…
Utandınız
Utandım
Herkesin yaptığı bişiden dolayı neden
Herkes organınızı mı merak eder
Herkes utanır, ama herkes de düşünür, organımla ilgisi yok
Var
Evet var ama demek istediğim
Ne demek istediğinizi biliyorum
Fazla başka yazar cümlesi oldu sen bunları demezsin
Ben mi
hayır yazar
Tamam
Sizinle ilgileniyorum…

Pazartesi, Kasım 30, 2009

27 Haziran 99

Kaş'ta buluşsak keşke
sonra cenazeme bile gidebiliriz
gözünü sevdiğiminin kaşı
benmerkezüssüm benim
mavi'ye gitsem kendime dönsem
bir de uyurken görebilsem kendimi

yazacaklarım gözlerimden okunmaz mı?

Çarşamba, Ekim 21, 2009

İki kelimeyi biraraya getiremeyen kadın

(…)KADIN: Yakışıklı mısınız yoksa ben mi zevksizim demekle sizi yakışıklı bulduğumu, yanılıp yanılmadığımı size sormuştum.

ERKEK: Yanlış ifade etmişsiniz bu böyle ifade edilmez. Tam tersi bir anlam çıkar.

KADIN: Tahmin edebiliyorum, o kadar kelimelerle oynamayı becerebilseydim oğlumun babasını kendimden yaşlı ve çirkin bir bayana kaptırmazdım.

ERKEK:Kelimelerle oynamakla ilgisi yok. En azından liseye kadar okumadınız mı... Sizden yaşlı ve çirkin kadının fotosunu da görmek istedim. Erkek de öyle düşünüyor mu acaba? Yoksa zevksiz mi?

KADIN: Çok mu yakışıklısınız yoksa ben mi zevksizimin anlamını ise on kişiye sorsam verecekleri yanıtın sizi yakışıklı bulduğumu ama size de bunu sorduğum anlamını çıkaracaklarına eminim. Bence kafanız yoğun ve gereksiz alınganlık yaptınız. Erkeğin öyle düşünmesine gelince tüm akrabaları şok yaşadı çünkü ben Amerika’da da ticaret yapıp başarılı olmuş bir insanım o insan ise iki kelimeyi bir araya getiremeyen fakat erkeklerin nelerden hoşlandığını anlayabilen bir bayan ben ise o konuda dümdüz giden yalan söyleyemeyen kızdığında vs vs

Pazar, Ekim 04, 2009

Bütün erkekler sapık mı?

http://www.medyatava.com/haber.asp?id=57999

Neden kadının yaptığı bir şey hep kadının dışındaki bir etkenden, hep kadına yapılanlardan kaynaklanıyor da, erkeğin yaptığı hep erkeğin içinden, doğasından, türünün özelliğinden geliyor!!!

Kadınlar hep toplumsal sorunlardan muzdarip, erkekse hep kendinden, kendi kişiselliğinden!


Hayır böyle olmasa, erkeğe yapılanların sorumluğu için de dışarıda birileri aranacak; ve bu sorumlular diğer erkekler kadar kadınlardan da çıkacak…

Ama bir kadın nasıl suçlanabilir!!!!

Siz hayatınızda annelik durumunu-kurumunu suçlayan bir kadın gördünüz mü…

Erkeklere verip veriştiren, “erkek milleti işte” diyen bir kadının neden babası o erkek milletinden değildir…

Söyleyeyim: Sapıklıktan: Ensest…

Tüm suçlular erkektir; babaları hariç…



Tecavüz eden ve çocukları iğfal eden bir erkeği iğrenç buluyorum; tecavüz fantezisi olan bir kadını ise çok seksi…

Cinselliğini sağlıklı yaşayan kadınların tecavüz fantezisi yoktur, diyebiliyor musunuz…

Bunları da araştırmak gerekmiyor mu…

“Acıt canımı” diyen her kadın illa geçmişindeki bir acıtılmışlığın etkisiyle mi böyle davranıyordur…

Öyleyse, erkekler hiç mi acıtılmıyor…

“Engellenen cinsellik” demiyor aslında yazarımız farkındaysanız, “engellenen kadın cinselliği” diyor…

Erkekler ama çok özgür, kendilerini müthiş gerçekleştirebiliyorlar: Tecavüz eden 3. dünya ülkesi ameleleri, ya da genç kız iğfal etmeye giden gelişmiş ülke sapıkları olarak ikiye ayrılıyorlar: Irkları böyle!

“Hırt tipi aile yapısı”nın sorumlusu oluyorlar böylece, erkekler!

“Cinsellik ise ayıp bir şey... Hal böyle olunca, kadınlar sevişmek istemekten, bir şeyleri arzu etmekten, bunları dile getirmekten utanır hale geliyorlar. Hatta içlerinde var olan bu “dürtü” yüzünden suçluluk hissedip kendilerini cezalandırmak istiyorlar. Tecavüzü arzulamanın, fantezilerde fahişeleşmenin açıklaması ancak bu olabilir.”

Ancak bu olamaz; bunu söyleyebilmek için daha fazla kadın tanımış olmak gerekir, ama sokakta değil yatakta…

Bu suçluluk duygusu da acaba erkeklerden (yine dışarıdan) gelmiyor olabilir mi; acaba kadınlar erkekleri bu devamlı suçlama alışkanlıkları nedeniyle suçluluk duygusuyla büyüyor olamazlar mı; kendilerini güçsüz ve korunmaya muhtaç hissetmekten haz almak da bir yandan, işte tam kafa karışıklığı; muayyen günlere gerek yok…

Bir kadın yatakta, Dostoyevski, Kafka ya da bir Cioran’ın yazarken olduğundan daha acısever olabilir…

Diğer 3 sapığı boş verin, ben o kadını alayım…

Perşembe, Ekim 01, 2009

GÜVEN

sert oldugunuzu düsündüm hep gereginden cok ilk baslarda okurken yazilarinizi,sonra bunun kesinlikle gerekli oldugunu gördüm 2 nedenden:1-bu tavir sizi her densiz ve kendini bilmezin yaklasmasindan koruyordu,2-bu yapida olmayan ve size ictenlikle yaklasabilenlerin ise saygi ve dikkatlerini unutmamalarina yariyordu sonra asil sunu anladim:bu tavir dogruyu, ve hayatin asil anlamini, ögretmek korumak adina gerekliydi,korkuyordum ve hala korkuyorum sertliginizden, korkuyordum cünkü beni kirarsiniz yanlis yaparsam idi kaygim,bunu astim simdi korkuyorum cünkü:sizi kirarim yanlis yaparsam oldu kaygim, yani iyi ve adile yanlis yaparim olur bunun manasi.simdi hala sert yazilariniz bence ama öyle hosuma gidiyorki okurken anlatamam, cünkü cok saglam bir durus var bunun ardinda ve inanilmaz güven veriyor bu,icimden birazda bu yüzden aman diyorum böyle kalsin bu hali cook güven veriyor evet..nesli

Çarşamba, Eylül 30, 2009

RETORİK

(ROMANDAN)


Russel Crowe, bir röportajda, bir sinema yazarına şunları söylemiş: “Ben sizin kahrolası film yıldızlarınızdan biri olmak istemiyorum. Ben sadece bir oyuncuyum. Tüm yaptığım, gerçekliği ve derinliği olan bir pozisyonda bir hikaye anlatmak. Son derece basit bir iş. Geri kalan tüm o fasa fisoları bana yutturmazsınız. Ve onları yutmadığım için de benden nefret edemezsiniz. Sırtımı sıvazladığınız için çok teşekkür ederim. Benden bir iş yapmamı isterseniz, vaktinde işe gelirim ve yapabileceğimin en iyisini yaparım. Size borçlu olduğum budur. Size iyi davranış borçlu değilim. Size günümün bütün anlarını borçlu değilim. Umarım bunları manyakça bir buhran olarak yazmasınız. Anlıyorsunuz değil mi, sesimin tonu, özel bir konuyu belirttiğim için böyle. Saldırgan olduğum için değil. Bu da bazen yanlış anlaşılıyor. Ben size şimdi meşru bir cevap veriyorum ama sanki şikayet ediyormuşum gibi duruyor. Etmiyorum. Mükemmel bir hayatım var. İstediğim şeylerin peşinden gidiyorum, kendime ait bir ailem olacak. Burada çok rahatım her ne kadar devamlı fotoğrafımız çekiliyor olsa da.”

Siz burada saldırgan bir insan görüyor olabilirsiniz ama ben özgür bir insan görüyorum, özgür bir ruh.

Crowe kaba değildir. O sadece kibar değildir. Kendisinin de söylediği gibi, kibar olmak zorunda değildir. Bu onu kaba yapmaz. Bir ara aşama var, kibarlıkla kabalık arasında, birçok şeyde olduğu gibi.

Evet “kahrolası” demese daha iyiydi Crowe; ama temel olarak ifade ettiği “bana sahip olamazsınız” haklı düşüncesi karşı tarafın zoruna gidiyor ve bir anda zor bir insan oluyorsunuz; çok iyi biliyorum.

Bizim gibi insanlarda retorik denen şey eksik. Doğru olduğuna inanmadığımız şeyi güzel ifadelerle süsleyip söylemeyi sevmiyoruz. Böyle güzel yalanlar söyleyebilmek için kendi içinden uzaklaşıp patolojik bir bölünme yaşayan birinin, rol yaptığı halde karşıdakine kendini sevdirmesi türü bir başarı(!) sergileyemiyoruz. Kendi içimizle uyumumuzu böyle koruyor; bu uyumun sağladığı iç gücümüze rağmen dış dünyayla uyum sağlamakta geri kaldığımız için kendi içimize çekiliyor, güçlü müyüz güçsüz müyüz bilemiyoruz…

Perşembe, Eylül 17, 2009

Without you we're nothing


ARİSTOS ya da iyi yazar ile doğru yazar arasındaki fark

“Mutlu aileler birbirlerine benzer. Mutsuzlarınsa her birinin kendine özel bir yaşamı vardır.” (Tolstoy ; Anna Karenina)

Uyanık olanlar (her bir Aristos) ortaklaşa bir dünyaya sahiptirler; uyuyanlar (çoğunluk) her biri özel bir dünyada yaşarlar. (John Fowles; Aristos)

(Aristos: Yunanca; en yüksek derecede iyi; türünün en mükemmeli olan bir insan ya da nesne)

Çarşamba, Eylül 16, 2009

Salı, Eylül 08, 2009

Yerçekimi diye bişi var

Ferit Edgü:

Sözcükleri yalan yanlış kullanan, cümle bozukluklarını üslup diye savunan yazarlar için:
"Sözcükler herkesin malıdır, ama cümle, yalnızca yazarın." (Barthes)


Burada her zaman bir çekincem oldu; Ferit Edgü ile Barthes acaba anlaşamamışlar mı diye...

Cümle yalnızca yazarındır, demesi Barthes'ın, cümle bozukluklarını üslup diye savunan yazarları eleştirmek için kullanılamaz diye düşündüm hep; tam tersi üslup oluşturan yazarlar için söylemiş olamaz mı bunu Barthes; bilmiyorum...

Örnekse Sait Faik'ten, Sinağrit Baba'dan; üslup mu, siz düşünün:
"Sonra hesapta bir gün pis bir Vatos'un, bir sırtı renksiz, yapışkan ve parazitli bir canavarın, dişine bir tarafını kaptırmak var."

BİR koydum ben bu alıntının adını...

Ki, şöyle de devam eder cümle:
"İyisi mi, muhteşem bir sofraya kurulmalı, bir zaferle dolu ömrün sonunu beyaz şarapla, suların üstündeki başka dünyada yaşayan bir akıllı mahluka kendini teslim etmeli."

Bu cümleler sıkı bir hoca-eleştirmen tarafından rahatlıkla sınıfta bırakılırdı...

Nobelli yazarımızın romanının (romanın adını vermiyorum çünkü umurumda bile değil adı) daha ikinci cümlesindeki hatayı gösterdiğim iki arkadaşım, bizi çok da rahatsız etmedi demişlerdi... Ondan sonra yazmıştım şunu; işe yaradı, yaradılar:

-Yerçekimi diye bişi var.
-Biz hissetmiyoruz!

Çekim herkesin malıdır, ama Yerçekimi, sadece Yer'in...

KISIR

“Ben buradayım sevgili okuyucum. Sen nerdesin acaba.” Oğuz Atay

Acaba Oğuz Atay, okuyucusunu aramıyor mu… Okuyucusunun varlığını değil de yerini aramıyor mu… Sen neredesin derken ortada değilsin demiyor belki de; ortadasın ama nerdesin, yerin neresi; benim yerim burası seninki neresi, demiyor mu…

Sevgili okuyucum demesinden, aslında olmayan bir okuyucuya değil, belli bir okura seslendiği düşünülemez mi…

Okuyucusuna varlığının kanıtını değil karakterini, duruşunu, yerini soruyor olamaz mı…

Pazar, Eylül 06, 2009

ZAFİYET KURAMI ya da bu soba bana niye kızgın?

Emre Kongar kendisiyle yapılan bir söyleşide Einstein'ın İzafiyet Teorisini açıklıyor: "İki tren, biri duruyor, biri gidiyor. Siz gidene baktığınız zaman, durduğunuz halde kendinizi gidiyor gibi görüyorsunuz. Yani hareket başka bir harekete göre değerlendirilir. Zaman da izafidir, kızgın bir sobanın yanında oturduğunuzda bir saniye size bir asır gibi gelebilir. Sevgilinizle geçirdiğiniz bütün bir gün size bir saniye gibi gelir."

Sonra da zamanı izafiyetten, insanı da zafiyetten kurtarıyor, kendince, ve farkında olmadan: "Ben onun için bütün mutlu anlarımda mutlaka saate bakarım. Çünkü zamanın sonsuz ve değişmezlik içindeki izafiliği, değeri, sizin ona verdiğiniz önemdedir. Sizin ona verdiğiniz önem ise anımsamak ya da anımsamamaktadır. (…) Ben bunun tersini uyguluyorum; yani bir şey beklerken zamana dikkat etmiyorum. Güzel bir şeyi yaşarken zamana çok dikkat ediyorum."

Daha sonra da esas saptamasını yapıyor, tokat gibi bir örnekle: "Bugün hala postmodernizme çok olumsuz bakmamın nedeni odur. Bence dışımızdaki gerçeklik en önemli belirleyicidir. Biz onu nasıl algılarsak algılayalım. Tabii kendi algılarımızı asla reddetmiyorum. Tam tersine idealist felsefe materyalist felsefe tartışmaları yapılırken ben hep ağabeyimin ölümünü derslerde bile örnek olarak kullanırım. Biz, ağabeyimin öldüğünü, o öldükten yaklaşık 5-10 gün sonra öğrendik. Trajik bir biçimde bir başsağlığı telgrafından öğrenmiştik ve bizim için ağabeyim 5-10 gün daha fazla yaşadı. Evet uzaktaydı, evet seyahatteydi. Daha yaşıyordu bizde. Ama acı ve nesnel gerçek değişmedi, o, 5-10 gün evvel ölmüştü."

Sobanın kızgın olmasından yıla çıkarak, zamanın “ona göre” geçmek bilmediğini, dışarıda herkes paltoyla dolaşırken havanın sıcak olduğunu düşünen biri, “bu soba bana kızgın yahu” diye de düşünebilir; bu ne yazık ki patolojik bir durum olmaktan çıkıp çağımızın “normal” “doğal” özelliği olmuştur. (Diyecektir ki “Neye göre anormal, kime göre patolojik!”)

Rahipler ve günahkarlar

Teklif

The Proposal


Yıllar önce seyretmiştim, notlarımda buldum…

Nick Cave’in aynı adlı yeni tarihli filmiyle karıştırılmasın.


*
Üniversiteden yeni mezun genç Roger, Arthur Berrat adlı zengin, tanınmış, otoriter, soğuk-hüzünlü bakışlı adamın (William Hurt) malikanesine iş görüşmesine çağrılır.

Bay Berrat’ın uşağı-yardımcısı işi kibarca açıklar: Bayan Berat döllenecek ve kısır Bay Berrat için bir varis dünyaya getirilmesine yardımcı olunacaktır.

Harvard mezunu Roger’ın şaşkınlığını ve kızgınlığını gidermeye çalışır uşak: “Bir açıdan bakınca Arthur Berrat’ın idolüsünüz. Sizi varisinin babası olarak seçti. Zekanızı, görünüşünüzü varisi için seçti…”

...

Uşak: “Hem bir kadınla birlikte olmak için para teklif edilseydi ben düşünür müydüm bilemiyorum…”

Roger: “Para mı? Bu fikrimi değiştirmez ama tam olarak ne kadardan söz ediyoruz?”

(Kulağına rakam söylenen Roger’ın gözleri açılır.)

Uşak: “Peki ne kadar güzel olduğundan söz etmiş miydim?”



Kadını Madeleine Stowe oynuyor. Ve kesinlikle kamera karşısında fotolarından iki kat daha güzel ve anlamlı bakıyor.


*
Roger hala şaşkın, düşüneceğini söyler…

Uşak onu kapıya doğru geçirirken, bir genç adam girer içeri.

Roger: “George sen burada ne arıyorsun?”

George: “Sanırım aynı işe başvuruyoruz… Yoksa pozisyon doldu mu?”

Roger: (Birkaç saniyelik bir tereddütten sonra) “Evet…” (Uşağa döner) “Eee… kabul etmeye karar verdim!”

Uşak: “Peki Bay George, sizi arayacağız, eğer Bay Roger’ın performansını yeterli görmezsek.”


*
Bay Berrat: (Roger’ı bahçede uşakla el sıkışırken pencereden izler.) “Sence daha önce yapmış mıdır?”

Bayan Berrat: “Bilemiyorum, özgeçmişini ben okumadım!”


*
Roger ve Bayan Berrat’ın tanışmaları:

Roger: “Hizmetinizdeyim… Aaa, şey… Onu kastetmedim…”

Bayan Berrat: "Neyi kastettiğini biliyorum…”


*
Roger ve Bayan Berrat yatak odasındalar. Soyunuyorlar.

Roger ereksiyon olmasından dolayı rahatsız hisseder…

Bayan Berrat: “Bizim istediğimiz de tam olarak bu; şimdi lütfen devamını getirelim.”


*
Orta yaşlı, yakışıklı, anlamlı bakışlı ve tabii ki hüzünlü rahip (Kenneth Branagh) bölgeye yeni atanmıştır…

Berratlarla tanıştırılır, nedense çok sevilir, Bay Berrat, rahibi 2 gün sonra eve çaya davet eder.

Yeni rahip: “Kilisemizin yoğun bir programı var, gelebileceğime emin değilim.”

Berratlar selam verip gittikten sonra, yaşlı rahip, yeni rahibe: “Kilisemizin programında Berratlardan aldığınız bu davetten daha önemli bir program olamaz.”


*
Döllemenin başarı garantisi amacıyla seanslar sürmektedir.

Roger’ın çekingenliğinden eser kalmamıştır, aşırı mutludur, egosu tavan yapmıştır, tuhaf davranmaktadır.

Yatak odasında:
Bayan Berrat: “Sana ne yaptık böyle Roger.”

Roger: “Kocan zengin yaptı, sen de mutlu yaptın.”


*
Bir sevişme sonrası, Roger: “Beni sevmeni beklemiyorum…”

Ama kendisi kadına aşık olmuştur.

İçmekte, sarhoş olmakta ve barlarda ağzından bazı şeyler kaçırmaktadır…


*
Bu sorun genç adamın kulağının çekilmesiyle halledilir ama Bayan Berrat’ın doğumundan bir süre sonra adam tekrar ortaya çıkarak aileyi tehdit etmeye başlar.


*
Yoksul ve kimsesizler mezarlığına kimliği belli olmayan bir ölü gömülür… Yeni rahip gömütün başındadır. Yaşlı rahip tarafından görevlendirildiği açıktır. Bay Berrat’ın kiliseye bağışlarının varlığı açık miktarı gizlidir.


*
Bay Berrat, durumu öğrenen Bayan Berrat’a: “Ne yaptıysam senin için yaptım…”


*
Anlatıcı (yeni rahip olduğu anlaşılır): “Sadece erkeğin yöntemlerini kabul etmekle kalmadı, onunla suç ortağı olmayı da kabul etti…

Gözlerini kapadı ve dişi tanrısına elveda dedi…”

(Bayan Berrat feminist bir yazardır.)


*
Eskinin yeni Rahibi, çocuğunu büyüten, kocasından soğumuş, içini dökecek ve günah çıkaracak tek kişi olarak kendisini gören ve boşanmak isteyen Bayan Berrata: “Dünyada Arthur Berrat’ın korkacak kadar saygı duyduğu, öldürecek kadar sevdiği tek kişi sensin…”


*
İkisi arasındaki giderek gelişen arkadaşlık Bay Berrat’ın gözünden kaçmaz.


*
Sonunu hatırlamıyorum ama Rahip-Anlatıcı’nın şu cümlelerinde bir çıkarım yapılabilir: “Rahiplerin tanrıyı arayan, günahkarların ise onu tanıyan kişiler olduğu söylenmişti… Elenor Berrat sayesinde ben tanrıyı tanıdım…


*
Son cümle: Rahip-Anlatıcı: “Yine bir kadının hikayesi erkekler tarafından anlatıldı ve sonu acıklı oldu.”

Salı, Ağustos 11, 2009

Korsan Yazar

Elif Şafak’ın Aşk adlı romanının korsanını hediye eden arkadaşıma kızamadım romanı bir çırpıda bitirdikten sonra: Roman, roman gibi değil bir romanın roman boyutunda önsözü gibiydi.

Salı, Ağustos 04, 2009

Okuyorum meydan; okuyorum!



https://www.blogger.com/comment.g?blogID=6366153404503306744&postID=8083004379662819057

Tartışma yukardaki gibidir...

Onu okumasanız da bu metinden keyif (ve ders) alabilirsiniz...

Şu aşağıdaki, tartışmaya eklenen son yorumdur, bana aittir:

Geç fark ettim, güzel bir tartışmaymış, netteki bir tartışma ne kadar güzel olabilirse; insanlar arasındaki tartışma ne kadar güzel olabilirse...

bir arkadaş şöyle yazmış:
“Hakan bey, herkesin size doğrudan veya dolaylı söylemek istediği şey aslında gayet basit: dedikleriniz doğru, ortada pis şeyler dönüyor, zaten hemen herkes biliyor bunları, ama yanlış adam üzerinden siz bunu göstermeye çalışıyorsunuz. S. Gümüş entelektüel namusuyla kendisini kanıtlamış biri...”

E siz doğru adam üzerinden gösterin!

Yanlış adama yönlendirilmiş olmasını geçseydiniz de, pis şeylerle ilgili biraz daha konuşsaydınız olmaz mıydı!!

Okuyorum, meydan okuyorum kampanyasını yapanların hocaları, benim de 15 sene önceki reklam yazarlığı hocalarımdır.

R vitamini reklam ajansına gitmeyi aksattığımdan olmadı; rastlasaydım hep beraber tartışırdık; çok isterdim; size de fikir aşamasında söylerdim, belki kızardınız bana, belki ustalarım tam da bunun için severlerdi; bunun için yetiştirdiler çünkü beni… :

1. oradaki havaya kalkmış eller, meydan okuyan değil teslim olmuş eller gibi görünüyor... Boğulmak üzere olanların elleri gibi bile gözükebilir. Meydan okuyan eller öyle kalkmaz...

2. Bu da kampanyanın tabiatına uyuyor sanki; bence edebiyat dünyası, okurlar, yazarlar; okuyarak ya da ne yapıyorlarsa asla meydan okumuyorlar; en az son 10 yılda belki de 20, meydan okuyanlar başkaları; edebiyat diye bişi kalmaması için uğraşanlar, arkadaşımızın dediği pis işlerle uğraşanlar; meydan okuması gerekenler ise onlara karşı 10larca yıldır susmuş ve pısmış durumdalar (bence Türkiye son 10-20 yılda meydan okuyabilecek tek yazar- ve eleştirmen- yetiştirmedi; ya da onları görmezden geldi; iyi yazar ve eleştirmen yetiştirmedi demiyorum; ama meydan okumak başka bir şeydir! Kafka, mesela, iyi bir yazardır; ama hiçbir şeye meydan okuyamaz!); ama tabi reklam kampanyası da budur: Yaparsın, sonra ürün senin yaptığın yere yükselir-gelir...

Henüz iyi olmasa da, iyi olabilecek bir ürünse... (Ürün derken Notos’u asla kastetmiyorum; okuyorum, meydan okuyorum diyen kişileri yetiştirecek sistemden bahsediyorum.)

Umarım meydan okursunuz cidden, gerçekten...

Çok geç olmadan…

Yürekten yanınızdayım…

Bu kadar...


Aşağıdaki yazı da

Notos dergisinin 17. sayısında "sevdiğim" bir yazı

Konu: Edebiyatımızın önünü açacak yollar.

Yazarı: Özcan doğan:

"Geleceğin yazarı yalan söylemekten, çarpıtmaktan, hile yapmaktan çekinmelidir. Zira sahtelikler, kandırmacalar ve çarpıtmalar bizlere gerçek diye sunuluyorsa, sanat açıkça doğruyu söylemelidir. Sanatın yalanı, gerçek hayatta bize söylenen yalanların panzehiri olacaktır. Edebiyat ise en büyük doğruların en etkili biçimde söylenebileceği yegane sanat alanıdır. O halde, geleceğin yazarı geleceğin okuruna bu yolla gerçeği anlatmalıdır."

Cuma, Temmuz 24, 2009

MAD MAX

Max Frisch

Günlükler

Büyük Anket

(Parantez içleri benim.)


*Birine karşı onun haberi olmadığı halde haksızlık yaptınız mı; bu yüzden kendinizden mi yoksa ondan mı nefret ediyorsunuz?


*Ölmüş olan kimi yeniden görmek istersiniz?

(Öldükten sonra hepsini.)


*Giderek akıllandığınıza ne zaman inanmaktan vazgeçtiniz, yoksa hala buna inanıyor musunuz? Lütfen yaş belirtin.


*Doğmamış olduğunuz aklınıza öylesine geldiğinde: Bu düşünce sizi huzursuz ediyor mu?

(Doğmamış olsaydım da aynı adam olurdum…)

(“Yine” kelimesini ekleyeyim mi diye sorarken kendime; “da” yı çıkarmaya karar verdim…)


*Ölmüş biri aklınıza geldiğinde: Onun sizinle konuşmasını mı yeğlersiniz, müteveffaya son bir şey söylemeyi mi?

(Ayvalıkta olduğumu öğrenen bir arkadaşım, neler yaptığımı falan öğrenmeye yanaşmadı bile; şuraya git, şurdan gel, şuradan şunu iç, şurada tost ye, selam söyle falan dedi…)


*Hangi sorunlar iyi bir evlilikle çözülür?


*Kadınlara acıyor musunuz?


*Ona dokunduğunuz için bir kadının ellerinde, gözlerinde, dudaklarında heyecan, arzu vs belirtileri gördüğünüzde bunu kişisel olarak mı alırsınız?


*Karınızın yerinde olmak ister miydiniz?


*İki cins arasında cinsel ilişkiler hakkında hangi kaynaktan daha çok bilgi edindiniz? Erkekler ya da kadınlarla yaptığınız konuşmalardan mı? Yoksa kadınların tepkilerini kestirerek mi?


*Biyolojiye inanır mısınız, yani günümüzde kadın ile erkek arasındaki ilişki biçiminin değiştirilemez olduğuna mı inanıyorsunuz, yoksa kadınların kendi düşünce biçimlerini yansıtan kendilerine özgü bir gramere sahip olmayıp erkek egemen dil düzenlemelerine tabi olmalarından dolayı edilgen kalmalarını binlerce yıllık bir tarihsel sürecin sonu olarak mı görüyorsunuz?


*Neden kadınları anlamıyor olmamız gerekir?

(Milan Kundera : Ayrılık Valsi)



*Bir daha umut etmemeniz için herhangi bir umudun kaç kez gerçekleşmemesi gerekir; söz konusu umudu beslememeyi yeni bir umuda kapılmadan başarabilir misiniz?


*Bir kadınla dostluk hangi durumda mümkündür?
-Cinsel ilişki öncesi mi?
-Cinsel ilişki sırası mı?
-Cinsel ilişki sonrası mı?


*Neye karşı sigortalı değilsiniz?


*Eğer ölüler diyarına (Hades) inanıyorsanız: Ebediyete dek herkesle görüşebilme düşüncesi sizi sakinleştirir mi, yoksa ölümden tam da bu nedenle mi korkarsınız?


*Neden ölenler asla ağlamaz?

Pazar, Temmuz 12, 2009

AZİZİM ya da Milan Kundera ­VS İhsan Oktay Anar (Hakem: Kafka)

-Milliyetçi misiniz Bay Kundera?
-Hayır romancıyım.
-Komünist misiniz Bay Kundera?
-Hayır romancıyım.
-Sağcı mısınız, solcu mu?
-İkisi de değil ben romancıyım.

Gerçek bir konuşma yukarıdaki; aşağıdaki de benim kurgum, ve daha gerçek:

-Romancı mısınız Bay Kundera?
-Hayır ormancıyım. Hem ormanı hem de ağaçları tek tek görebilen bir ormancı.
-Blair Witch Cadısı’nı gördünüz mü?
-!!!
-Şöyle bir cümle vardır: “Neden devamlı kamerayla çekim yapıyorsun sonunda anladım; kameranın arkası daha az gerçek değil mi…”

İhsan Oktay Anar çok “açık” açıklıyor bunu, az sayıdaki söyleşilerinden birinde:
-Asıl kimliğim yazarlık değil, demişsiniz bunu biraz açar mısınız?
-Bir insanın asıl kimliği insanlıktır.

Anar 1 Kundera 0

Ama sonra:
-Sizin için kadınsız romancı ifadesi kullanıldı. Gerçekten de Anar’ın romanlarında başlı başına ‘hikayesi olan’ kadınlara rastlamayız. Beş romanda da tekrarlanan bu durumun bir nedeni var mı?
-Pek çok romanda pek çok şey yoktur. Romanlarımda kadın yok. Ama ‘zebra’da, ‘bengal kaplanı’ da, ‘guguklu saat’ de yok.

Anar 1 Kundera 2 (Bazı goller 2 gol sayılmalı)

-Sizin için yapılan “Felsefeciliği edebiyatçılığı kadar iyi değil,” yorumlarına ne diyorsunuz?
(Cevap çok sıradan; almıyorum.)

Anar 1 Kundera 2.5

İçinde Kafka olmadan bir Murat Sohtorik metni olur mu; şöyle demişler, Kafka için: “Kafka bir aziz değildir, bir azizin daha da ötesinde, bir büyük yazardır…”

Kafka buna katılır mıydı acaba?

-Aziz misiniz, büyük yazar mısınız Bay Kafka?
-İkisi de değilim, ben yazarım.

ZÜL RENGİ

Elif Şafağın aşk adlı kitabını pempe kapağıyla ortalıkta okuyamıyorlar diye rahatsız olan erkeklerden dolayı zül rengi kapakla yayınlamasına tepki göstermiş ama yazmamıştım...


Elif şafağın bir yazısı çıktı gazetede... 12 Temmuz 2009 Haber Türk

Bunlar başka insan olmuşlar artık...

Diyor: "Demek ki sadece pembe değil aşk da kadınlara atfediliyor. Aşk ki kainatın özü yaratılışımızın gayesi... Aşk ki o imiş her ne varsa alemde..."


E o zaman neden değiştiriyorsun kapağını aşk adlı kitabının pembe!!!

Bu cümleleri kurmakla mı yazar olunuyor!!!!

"İlk başlarda çok üzerinde durmadık bu meselenin. Ama sonra baktık ki durum ciddi. Sosyolojik bir hadise var ortada."

Ne sosyolojisi!!!!

Ortada bir "marketing" hadisesi var; sosyolojik hadise olsa, kitabın kapağı değişmez; sıkı bir eleştiri gelir okura; okumayın kardeşim denir; sizi sosyolojik hadise olarak görüyorum denir; ve bu yazısında Elif Şafağın kendisinin de yazdığı bazı şeylerle eleştiri getirilir...


Hem eleştiri getiriyor; ama değiştirmiş de kapağı!!!!!!

Sanırım eleştiri değil zaten o; daha doğrusu eleştiri getirenle kapağı değiştiren aynı o değil!!!

"Sonunda yayınevimle bir toplantı yapıp pembe kapaktan rahatsız olanlar için...."

Mal mı bu ya; kamuoyu araştırması yapın o zaman kitap çıkmadan; bu yazımı bu konuyu bu kapağı nasıl buldunuz!!!!

"Bunu edebiyat okurunu önemsediğimiz, bir seçenek sunmak istediğimiz ve en önemlisi okur ile kitap arasındaki ilişkiyi donmuş bir kalıp olarak değil....."

Bunlar bir edebiyatçı-yazar cümleleri değil bir PRcı cümleleri...

"Değişmeyen tek şey içeriği..."

Bunu açıklamak nasıl bir… şeydir…

3-5 yıl veriyorum; onu da yazarız burada; hoş, tarihte örnekleri var; sonu değiştirilmiş kitaplar!!!! ama ben ileri kafalı olduğumdan algılayamıyorum!!!
(Tam ters örnekler de olduğundan tabii; kitabında neyi anlattığını sorana küfreden yazarlar; sağ olsunlar.)


Sonra da Elif Şafak aslında pembenin tarihte kadın rengi olmadığını söylüyor, tarihi örnekleriyle, tam tersi erkek rengi imiş, kadın rengi de mavi imiş, sonra feministler falan sahiplenmişler falan filan da ne gerek var, sonuç ortada!!


Ajansta yaptığımız reklam ilanı giderdi reklam verene onaya.

Gelirdi..

Çok sevdiler diye anlatmaya başlarlardı çalışmayı yapmış biz yaratıcı gruba müşteri temsilcileri-direktörleri...

Çok sevdiler, ama başlığın ve görselin değişmesini istiyorlar!!!!

ElifŞafak gibiler sanırım neyi teslim ettiklerinin farkında değiller...

Okuyucu reklam veren değildir; okuyucu sizin yazdıklarınızın da kitabınızın da kapağınızın da sahibi değildir...


Para verip alsa da sahibi değildir…

Okuyucunun sizi sahiplenmesini yanlış anlıyorsunuz.

Lütfen sadece sevgilinizle sevişiniz...

Perşembe, Haziran 25, 2009

KİTAP GİBİ ADAM

(...)
ADAM: Egoist kadının çocuk doğurmasına karşıyım, benden çocuk doğurmasına tamamen karşıyım.

KADIN: Ben de düşüncesiz erkeğin baba olmasına. Biliyorum ki beni nasıl düşünmüyorsa ilerde çocuğunu da düşünmeyecek. Böyle bir erkek tohumlarını asla içime bırakamayacak.

ADAM: Karnında çocuk varken ya da daha sonrasında seni aldatana kadar çoğu erkek senin için kendi hislerini yok sayabilir. Kendine güvenen ve çocuğuna da bu güveni verecek bir erkek istiyorsan, o erkek sana kendi duygularından söz edecektir. İleride çocuğunun babası olacak kişinin duygularından.

Perşembe, Haziran 18, 2009

Kristal Alma

2. kitabımın kitap kapağımı yapan, güvendiğim, bu yüzden, 3.ve 4. kitabımın kitap kapağını yapması için aylar önceden konuştuğumuz (fikri her şeyi söylemiştim, basit, ama yaratıcı, kaliteli bir iş olabilirdi) arkadaşım aylardır hiç haber vermediği halde nasılsın dedi, msn den. İdare ediyorum, şu sorunlarım var, diye 2 kısa cümle kurduğum halde, hiç ilgilenmeyip hayatımda ilk olan bir şey yaşadım, dedi, Kristal Elma aldım…

BRAVOOOOOOOOOOOOOOOOOOOOOOOOO

Zaten sen bu dünyaya Kristal Elma almak için geldin……………….

Durdum ve kutladım. Sadece kutladım…
Yıllar önce, yeni ayrıldığım ajanstan bir arkadaş bende davetiye var gelebilirsin Kristal Elma törene demişti, benim de bir işim yarışacaktı…
Sonra aramadı, ödül gecesi, evde tv seyrederken, yanındaki bir arkadaş aradı ve senin işin Elma aldı dedi sevinçle, kutlarım.

Allahım nasıl güzelllllll insanlar eğleniyorlar orada

DadA
DAD

AD
A
D
A
D
A
A


Yine yıllar önce, sabah yatakta çıplak yatarken işe gideceği için kalkıp giyinip beni öpen, beni hatırla diye espri yapmama seni hatırlayacağım diyen, beni biraz önce günlüğümü okuduğundan terk ettiğini sonradan öğrendiğim sevgilim, bir kristal elma töreninde, yüzlerce kişilik gösteri salonunda numaralı koltuklarda tam önümde oturuyordu…

Tüm gece orada önümde hiç konuşmadan muhtemelen rahatsız oturdu, muhtemelen diken üzerinde; aylar önce, siken üzende (Çok kadınsıdır edebiyatımız, benim bildiğim: Sik kelimesi geçmeyen bir edebiyat olur mu yahu!!!)

Bu sene 2009 Kristal Elma alanlarını toplu halde gördüm gazetede en önde ortada duruyordu...


Yıllar önce yurt dışına büyük bir reklam ödül almaya giden bir arkadaşıma tek tavsiyede bulunmuştum; uyuşturucuya bulaşma…

Yüzlerce ödül aldı; ama ilk ödülün aldıktan sonra döndüğündeki söyledikleri hep aklımda; kumsalda sanırım tüm kadınların kucağına atlayacağını düşünmüş: “Bişi de değişmedi pek abi ya…”

Türkiye’nin en iyi reklamcılarından biri şu anda…

İlk ödülümü aldığımda, ki sadece 2 senelik falan reklam yazarıydım ve reklam yazarıyım demezdim; telefonla arayıp yine haber vermişti ajans patronumuz, ben evdeydim; fazla bütçesi olmadığından küçük ajansımızı, davetiye satın alınamamış diye düşünmüştüm (davetiye niye satın alınır ki!) ama başka bir ders vermeye çalışıyorlardı belki de; değilse de ben o gün almıştım…

Alacak olan alır sadece; diğerleriyle ne kadar uğraşsanız beyhude…

Bir Kristal Elma daha iyisiyle kötüsüyle böyle geçti benim için… Bu kadar kaliteli, gerçekten yazartıcı işlerin yarıştığı ödüllerde, işler hariç bazı insanları düşününce… Erovizyon geldi nedense aklıma…

Dostlar bile oy vermiyorsa…

Salı, Haziran 16, 2009

Şeytan iyiliğinizi versin!

Tanrı, meleklere Adem'in önünde diz çökmelerini emrettiğinde Şeytan şöyle demiş: "Önünde diz çökülecek tek şey Tanrı'dır. Eğer biz bir varlığın önünde diz çökersek Tanrı'yı küçültmüş oluruz."

Bence nereye gitmek istediği çok açık; ama şöyle yorumlayan birini okudum: “Şeytan Tanrı'nın kudretini, Tanrı'ya rağmen savunuyor…”

Ve: “Halbuki Tanrı kudretini verdiği emirlere uyulmasında görüyordu."

Sonra da “Şeytan’ın vicdanındaki iyiliğe” kadar gidebileceğini ima ediyor konunun.

21. yüzyılda sanki Tanrı, Adem, Melek, Şeytan, İnsan kavramlarını doğru algıladık da, Şeytan acaba o kadar da Şeytani değil mi gibi sorular sormaya başladık!

Bence Şeytan’ın diz çökme “felsefesi”; ince ama hince bir zekayla Tanrı'yı kendi silahıyla vurmaya kalkışmaktır…

Tanrı’nın silahı Tanrı’ya karşı işler mi ki…

Ve “Tanrı’nın kudreti verdiği emirlere uyulması.” ise Tanrı’nın silahı da, otoritesi! Tanrı’nın silahı, zorbalığı!

İşte tipik Şeytan... Siz “kötücül insan” da diyebilirsiniz...

Tabii, ancak, kanarsanız…

Ancak kanarsanız Şeytan’ın silahlarını Şeytan’a karşı değil de Tanrı’ya karşı kullanmış olursunuz…

Ve Şeytan’ın istediği olur.

Oysa Şeytan’ın "Tanrı haricinde kimsenin önünde diz çökülmesin" derken demek istediği, "Tanrı haricinde ve Şeytan dışında kimsenin önünde diz çökülmesin"dir.

Kendine rakip istememektedir Şeytan…

Kimdir Şeytan’ın rakipleri; Şeytan’a külahını ters giydirenler; şu an bahsettiğimiz durumda, tersine çevirdiği mantığı, doğrultanlar.

İşte bunu yapan kişiler de Tanrı’nın silahları-değil-ilahlarıdır; onların önünde saygıyla eğilmek, ne bizi ne Tanrıyı küçültür.

Dehaya gösterilen saygı, dehadandır…

(Baltalı İlah gibi algılayalım ilahları, Kızılderili dilinde, Za-gor-te-nay; batıl inançlarına çalışıp, soluk benizli olduğu halde Kızılderililere lafını dinletebilen, bunu onları soluk benizli “kardeşlerinin” zulmünden korumak için yapan, Kızılderili haklarının koruyucu ilahı, çizgi roman kahramanı Zagor; Kızılderililer önünde eğildiklerinde onları yerden kaldıran, saygıları kabul ettikten sonra kendine saygı duyanları onurlandıran, onlarla bağdaş kurup tütün tüttüren...)*

Bu ilahları-Şeytan’ın rakiplerini bulma-tanıma konusunda bugüne kadar çok yetersiz kalmış insanoğlu.

Şeytan iyiliğini vermiş!

İşte neymiş: Şeytan Tanrı'nın kudretini, Tanrı'ya rağmen savunuyormuş!

Halbuki Tanrı kudretini verdiği emirlere uyulmasında görürmüş!

Postmodern denen çağımızda, sıkı postmantık örnekleri; bildiğimiz kafa karışıklığı…


Kimle arkadaşlık edeceğimize dikkat etmeliyiz;
kimin hangi söylediğini baz alacağımıza da;
(diğerleri asittir):

1. Mevlana: “Yüz binlerce halkta, yüz binlerce ileri gelenlerde bulunan gönül değildir. Gönül, bir tek kişide olur. O tek kişi hangisidir, hangisi?

Sen, o kırık dökük, parça buçuk gönül kırpıntılarını bırak, asıl gönlü ara da o kırık dökük gönül de onun sayesinde dağ kesilsin.”

2. Charles Manson: “Bana tepeden bakarsanız, bir aptal görürsünüz. Bana aşağıdan bakarsanız, tanrınızı görürsünüz. Bana tam karşımdan bakarsanız, kendinizi görürsünüz”


*Çocukluğumda ve gençliğimde Dostoyevski okuyacağıma Zagor okuduğum için milyon mutluyum. Bu konu, ayrı bir metindir.

Cumartesi, Haziran 13, 2009

“Boydanboya yatan bir hata” Oruç Aruoba Murat Sohtorik

1.


İPUCU


Henüz orta yaşa dayadığı merdiveni çıkıyordu. Kimilerinin asansörle çıktığı için “Hayatının Baharı” olarak adlandırdığı bir mevsimi yaşıyor; ama çocukluğundan ve gençliğinden, hayatının resmini bir sonbahar tablosuna çevirecek kara bulutlar yollanıyordu hep.

İpin ucunu kaçırmaktan korkuyordu. Çok geç olmadan bir şey olmalıydı, bir şey... O şey, neyse, onu bulma umuduyla yaşıyordu.

Bir gün hayallerini kurduğu o şey gerçekleşti: İpucunu buldu...

İpucu, bir ipin ucuydu. Hayatın karmaşık anlamını çözmesini sağlayacak bu ipucu, acılarından tek kurtuluştu ona göre. İpucu, hayatının bundan sonraki yönünü belirleyecekti. O nereye götürürse oraya gidecekti artık. Yaşadığı sonbahar tablosunun karamsarlığını gölgede bırakacak parlak bir çerçeve bulma umudu sardı içini. Belki “Hayatın Baharı”nı artık o da keşfedecekti.

Elinde ipin ucu, ayakta öylece duruyordu. Öncelikle bu mutlu anın tadını çıkarmak istiyordu. Hayallerine ulaştığını düşünüyordu artık. İpin yalnızca ucunu tutuyor olması; hayallerine ipucunu ancak sonuna kadar izlediğinde tam olarak ulaşacak olması, onu fazla düşündürmüyordu açıkçası. Nasılsa bir şekilde yolunu bulurdu. İpucunu bulmuştu ya...

İpi izleyerek yürümeye başladı. Uzun bir yolculuk olacağının henüz farkında değildi...

Önce öylesine yürüdü. Adımlarını büyük bir güvenle atıyordu. Tuhaf bir insanüstülük hissediyordu. Hani birisi size hazırlanmak için çok çaba harcamış olduğunuz önemli bir yarışmayı kazandığınızı çıtlatır. Bunun gizli bilgi olduğunu söyler, henüz kamuoyuna açıklanmamıştır. Bunu ondan duyduğunuzu kimseye söylememenizi ister. Siz artık onu duymuyorsunuzdur zaten. Etrafınızdaki hiç kimseyi görmüyor, hatta yaşamdaki hiçbir varlığı önemsemiyorsunuzdur. Dünya artık sizin etrafınızda dönüyordur. Hatta ve hatta dünya siz olmasanız dönmeyecek gibidir. Ama siz bu sorumluluğunuzun bilincinde var olmuşsunuzdur... Var olmuş ve bir şeyler yapmışsınızdır. Önemli bir şeyler hem de... Vasat insanların beceremeyeceği şeyler.

Kaç insan hayatın anlamını keşfedeceği ipucunu bulmuştur... Kaçı hayatın anlamına erişmeyi başarabilmiştir...

Artık daha dik yürüyordu. Ve tabii daha dikkatliydi. Hayatın anlamı bir anda karşısına çıkabilirdi. Temkinsiz yakalanmamalı, o anda bedenen ve ruhen tam anlamıyla hazır olmalıydı. Sürprizlere karşı da gözünü açmalıydı. Ne de olsa hayattı bu... Karşına ne çıkacağı bilinmezdi. Bütün hamlelerini önceden bilen bir oyuncuyla satranç oynamak gibi bir şeydi yaşamak. Baştan haksızlıktı yani... Ama o emindi; her defasında doğru hamleyi yapıyordu: ipin yolunda, onun doğrultusunda, bir adım... sonra bir adım daha... bir daha... bir daha... Ve böyle sürüp gitti yıllar boyu... Hep umutluydu...

Hayatının kışında, 85 yaşında, hâlâ ipi izleyerek yürüyordu. O kadar yıl, ipin yolunda, aradığı şeyi bulamadan yürümekten, sadece elleri değil, kalbi de çatlaklarla doluydu. Kalbinin tam olarak kırılması için bir şey daha olması gerekti: Vücudunu yıllarca, umutla peşinden sürüklediği ip birdenbire bitti. Yıllar önce bir ucundan yola çıktığı ipin öbür ucu, şu an ellerindeydi.

Hesaplarına göre hayatın anlamını bulmuş olması gerekiyordu. Sanki ağır bir yükü kaldırırken kopmuş gibi gözüken ipin ucuna baktı: Hiçbir şey yoktu... Hayatın anlamı yok muydu..? Hayatın anlamı “hiçbir şey” miydi..? İkisi de aynı şey demekse, hayatını bir hiç için mi harcamıştı...

Bir an kafasını toplamaya çalıştı. Göreceği, anlayacağı, çözeceği bir şeyler varsa, şimdi yapmalıydı bunu, tam şu anda... Tüm yaşamı boyunca bunu bir olasılık olarak düşünmüştü zaten: Hayatın anlamı ona uzun bir süre içerisinde parça parça da görünebilirdi, bir anda da karşısına çıkabilirdi. 85 yıl sonunda -giderek daha az zamanının kaldığını düşünerek yaşarken- artık hayatın anlamının bir anda karşısına çıkacağına daha çok inanmaya başlamıştı. 85 yıl boyunca o bir anı beklemişti. 85 yıl ve bir an... Koca bir 85 yıl ve küçücük bir bir an...

Ya da küçücük bir 85 yıl ve kocaman bir bir an... Ama ne kadar kocaman olursa olsun, onu hâlâ göremiyordu...

Belki de çile çeken Hint Fakirleri gibi çilesini, ipi yaşamı boyunca izleyerek doldurmuştu... Belki ipucu sadece bir kelime oyunuydu... Belki de ipin elindeki bu diğer ucunda başka bir ipucu saklıydı... Evet evet öyle olmalıydı. Başka bir ipucuydu bu ipin ucu...

Bu doğru olsa da, artık yaşlı vücudu, ne yeni bir ipucu bulacak, ne de onun peşinden gidecek durumda değildi. İpucu elinde, yere çöktü. Bütün hayatını yolunda harcadığı ipe baktı.

Yıllar sonra ilk kez bu kadar dikkatle bakıyordu ipe. Ve yıllar sonra ilk kez ipin üzerindeki yazıyı fark etti. Yazının, ipe boylu boyunca yazılmış ve ipin elindeki ucunda bitmiş olduğunu anladı. Son kelimeleri başa doğru okuyarak, yıllar boyunca geldiği yönün tersinde gitmeye başladı bir süre. Arasıra durup okuduklarını kavramaya çalışıyor ama başaramıyordu bunu. Yine de deli gibi takip etti ipi. Bu yeni ipucunu değerlendirmeli, onun yolunda gitmeliydi.

Sonra durdu. Mantıklı düşünmeye çalıştı. İpin üzerine yazılan metin -hayatın anlamının yazılı olduğu metin- baştan okumadıkça, hiçbir şey ifade etmeyecekti. Genç değildi, gençliğine dönemezdi, metni baştan okuyamazdı. Ama yaşının verdiği olgunlukla, gençliğinin aksine, bu defaki ipucunu daha mantıklı değerlendirebilirdi...

Artık hayatın bir anlamı olduğuna inanmıyordu...




2.


"kişinin yaşamının anlamı”ndan


59.
Kişinin yaşamının anlamı, çok önceleri olmuş, oluşmuştur zaten- yaşamının en başında: pek de anlayamadan, kavrayamadan duymuştur kişi onu- ama, neyi bulduğunu bilmeden; yani aslında bulamadan…

Neyi bulamamış olduğunu en sonunda bulduğunu bulur, anlamını, yaşamının, kişi-


72.
Kişi yaşamının anlamını aramağa çıkar; ama belki de o, hemen yanıbaşındadır, kişiyle birlikte yürüyordur -- kişi dağlara tepelere tırmanır, denize güneşe bakar, arar yaşamının anlamını -- oysa kafasını bir çevirebilse, görecektir ki, hemen oradadır o : kendine kendi gölgesi kadar yakın; ama onun kadar da uzaktır, anlamı, yaşamının, kişinin.


118.
Kişi, yaşamının anlamının hiçbir gözdengeçirilmesiyle yetinmemelidir : yaşamının anlamı, hep yeniden, hep yeniden ve yeniden, hep en baştan ve yeniden, ve yeniden, gözdengeçirilmesi gereken bir şeydir –- hiç yetinmeden –
-- savsaklanmağa – gözardı edilmeğe – gelmeyecek bir şeydir, anlamı, yaşamının, kişinin...


120.
Kişinin yaşamının anlamı –en azından görünümü—çok küçük şeylere bağlı olarak değişir : öyle ki, yıllar boyu yavaş yavaş sürüp gelmiş bir değişimi, o yıllar boyu hiç anlayamadan; ya da, hep yanlış anlayarak, yaşar kişi de –
--sonra, tek bir günde, farkediverir nasıl değiştiğini, yaşamının anlamının…
Yavaş yavaş –-yıllar boyu--, ve, birdenbire –tek bir günde--, değişir, anlamı, yaşamının, kişinin...


123.
Kişinin yaşamının anlamı, işte, temel bir yanılgı olarak gösterebilir kendini : kişinin bütün yaşamında boydanboya yatan bir hata olarak.
(…)



144.
Kişinin yaşamının anlamı, tam doluluğunu bulduğunda, garip bir ikilik gösterir : hem, öteden beri, en başından, hiç değişmeden, hep aynı yoğunluğuyla varmış, oradaymış gibi olur; hem de, daha şimdi ortaya çıkmış, henüz yepyeni, oluşması da artık boyuna sürüp gidecekmiş gibi olur –
-- başı ve sonu olmayan bir bütündür, anlamı, yaşamının, kişinin...


145.
Kişinin yaşamının anlamı hep tamdır –
-- ama, hep, sanki, gıdım gıdım, yavaş yavaş oluşur, anlamı, yaşamının, kişinin...



3.

“İpucu”nu 1992-1998 arası bir tarihte yazmış olmalıyım… “Kısa Çöp” adlı kitabımda, 2001’de yayımlandı.

“kişinin yaşamının anlamı” 1994-98 arası yazılmış; 2003’de yayımlanan “Olmayalı” adlı kitabında bulunuyor Oruç Aruoba’nın.

2009’da, sanırım 10 ya da 11 Haziran tarihinde okudum. Sabah 5.55, nasıl derler, sularındaydı.

Aynı zamanlarda yazmış olabileceğimizi düşünmek-görmek hoşuma gitti.

(Benimkinde şu anda yapmadığım yazım hataları bulunuyor; Gençlik Kitapevi Öykü Ödülü’nde 97’de mansiyon almış.)

Perşembe, Mayıs 14, 2009

Ağzını öptüğümünün

Nuray Mert:

"Son olarak, kadın yazarlardan gelecek tepkileri düşünerek çekinerek de olsa, söylemek zorundayım.

Bence, artık, birçok durumda söz konusu olan, kadın yazarların tüm erkeklerin içlerinde gizli bir ‘maço’ olduğunu düşünüp, bunu ifşa ettikleri anı yakalama gayreti.

‘Entelektüel ama maço’, ‘solcu geçiniyor ama maço’, ‘liberal ama maço’ ve nihayet ‘işte yakaladık!’ tavrı, bana ikna edici gelmiyor.

Maşizme, cinsiyetçiliğe karşı kadınların en yakın müttefiki olacak vasıfta adamları bu kadar kolay harcama hevesini hiçbir şekilde anlamıyorum.

Sanki, artık amaç, maço bir dil veya tutumla mücadele değil, bu tavra en uzak olabilecek olanları enseleyerek bu mücadelede güya çıtayı yükseltmek.

Sonuçta tam tersi oluyor, adamlar, fıkra bile anlatamaz hale geliyor."

Cuma, Mayıs 08, 2009

SAMAN

SAP kod adıyla tanımladığım Siyah Atlı Prens adlı sonunda yayımlanacak kitabımdan ayrılanlar…

Siyah Atlı Prensin kılıçtan geçirdikleri…

Siyah zemin üzerine S şeklinde bir kılıç yırtığı düşünün… Kapak fikri belli, ama bu da dursun.


*
“Yanlış bir hayat doğru yaşanmaz.” demiş biri.
Peki doğru bir hayat, nasıl doğru yaşanır (ve anlatılır), herkes yanlış yaşıyorken…


*
Kramazof: “Özgür düşünceliliğinden gelen alaycılığı bir öfkeye dönüşmek üzereydi...”


*
Tanrıyı kırabilir misiniz? Hayır… Peki kızdırabilir misiniz? Kesinlikle…


*
-Koçların en rahatsız olduğu şey başkalarını rahatsız etmektir bunun için kendi istediği şeyleri bile ifade etmeyebilirler
-Atıyorsun...
-Hayır ciddiyim
-E iktidara böyle sahip olunmaz ki...
-Gerektiğinde dediğim dediktir canım
-Gerektiğinde dediği herkesin dediktir)))
-J


*

Sadece bir uzaylı olsa sorun yok.
Dünyada doğmuş ve eğitimini uzayda yapmış biri...
Urfa’da yaşadığı halde Oxford eğitimi almış biri.
İnsanların, yanında İT gibi kaldıkları biri.


*
Dünyanın en orijinal adlı müzik grubu:
THE THE
The Lonely planet:
If you can't change the world change yourself.
If you can't change the world change yourself.
If you can't change the world change yourself.
If you can't change the world change yourself.
But if you can't change yourself, then change the world

“Herkesin, ben de, ben de diye atlamaması gereken laflar serisi” diye bir seri yapılabilir bu ve benzerlerinden.


*
A. Gide: Günlükler
“Şair olabilmek için insanın kendi dehasına inanması, sanatçı olabilmesi için de dehadan şüphe etmesi gerekir. Gerçekten kudretli adam birinin öbürünü arttırdığı insandır.”

MS: Demek ben yaşamda şair ve işimde sanatçıyım...
(İkinci cümleyi anlayamadım! Daha da harika bir şey söylemiş gibi. Ya da çeviri hatası)


*
“Şair filozoflarmış! Bu, tıpkı, deniz resimleri çiziyor diye ressamı gemi kaptanıyla karıştırmaya benzer.” Paul Valery


*
“Sanatçı sanatına karşı sorumludur sadece. Felsefeci ise dünyaya, insana karşı sorumludur. Nietzche ile Wagner arasındaki kavga da bu yüzden çıkmıştır.”


*
Kierkegaard: “Filozofların gerçeklik hakkında söyledikleri çoğunlukla bir eski eşya satıcısının dükkanında görülen “Burada ütü yapılır” yazısı kadar aldatıcıdır. Çamaşırlarınızı alıp ütülemeye götürdüğünüzde aldatılmış olursunuz; zira tabela satılıktır.”


*
Baudlaire’de hayal gücü hemen hemen hiç yoktur, diyor biri.
Oscar Wilde da şöyle diyor: “Hayal gücü taklit eder, yaratan eleştirici kafadır.”


*
“Sohbet bilgiyi artırır, dahilerin okulu ise yalnızlıktır.”


*
Desteklenmek bazılarının yaratmaları için gereken yalnızlık ruhunu bozar.


*
"Eliade ve Cioran... Biri öğrencilerin ortaya çıkmasını seviyor, öteki erişilmez kalıyordu."


*
Kara izahçı:
Felsefede öznellik aynen şöyle aşağılanabilir: Edebiyat yapma!


*
Bir dolu gereksiz şeyle uğraşmış insanoğlu. Yanlış yönlere sapmış. Kavramlara boğulmuş. En usta filozoflar için bile geçerli bu. Artık söylenecek yeni bir şeyin kalmadığına inanılan günümüzde yeni birşeyler söylenebileceğine inanıyorum. Bir ana felsefe... Değilini de içinde taşıyan bir fikir, kendi antitezini içinde taşıyan bir tez, doğuştan sentez!


*
Yazara 3 şekilde bakılabilir: Öykücü, öğretmen, büyücü. (Nobakov)
Yazara 3 şekilde bakılabilir: Öykücü, öğretmen, öcü. (MS)

Büyücü olmanın yazarın en önemli ve karakteristik özelliği olduğunu da söylüyor Nobakov.


*
Edebiyat, söylemeden söyleme sanatı.

Buradan hareketle...

Resim, göstermeden (gözüne sokmadan) gösterme sanatı.
Müzik, bağırmadan dinletme sanatı.

Sanat, anlatmadan anlatma edebiyatı!

Resimde ve müzikte tamam da edebiyatta bir sorun buluyorum ben.

Değiştirelim o zaman: Edebiyat, anlatmadan anlatma edebiyatı!

Amaç söyleneni gizlemek midir?
Söylenenin ötesine geçmek midir yoksa?

“Biraz çaba göstersin, zorlansın okuyan”!!!

Benim bildiğim ama ona vermediğim anlama ermek için mi zorlansın yoksa yoksa yoksa benim ona verdiğim anlamın onu götüreceği yerler konusunda mı zorlansın...

Yoksa benim bile bilmediğim bir anlam konusunda mı zorlansın…

Edebiyat, anlatmadan anlatma edebiyatı,
değil o zaman,
anlamadan anlatma edebiyatı.
Aptal sarışın edebiyatı.
Kaltak edebiyatı.

Bilmek için anlatmak...
Bu ilk aşama.
Bildiğini anlatmak... kendini göstermek...
Bundan sonra başlıyor demek edebiyat...
Ve
Bildiğini anlatmamak... Yemeği yedirmemek kokusunu koklatmak... Acıktırmak... Gösterip vermemek... Kaltak edebiyatı...

Benim bildiğim ama ona vermediğim anlama ermek için mi zorlansın yoksa benim ona verdiğim anlamın onu götüreceği yerler konusunda mı zorlansın...

Hatta oraya gitmekte de zorlanmasın ama orada çıkmakta zorlansın.


*
Hamurabi ya da MS 2008
………..
James Wright: “Yalnızca dille fiyaka yapmaktansa insanca önemli bir şey söylemek isterim.”

Güzel.

Güzel, çünkü genelde zekasıyla fiyaka yapmak eleştirilir…

Ali Nesin’in bir “fiyakası” geldi aklıma: “EQ (Duygusal Zeka), IQ’ları eksik olanlar tarafından uyduruldu, hiç değilse EQ’muz yüksek diyebilsinler diye. Ama aklın yolu birdir…”

Bence de, ikisi bir fidanın güller açan dalıdır.

Zaten şöyle bitiriyor denemesini Adam Philips: “Psikanaliz tasarısı bu ayrım hakkında, böyle bir ayrım olup olmadığı hakkında düşünmek olmalıdır.”

E düşünsene be Adam…

Tüm kitapta bu konuda düşünüleduracağını, pek bir sonuca varılmadan düşünülüp durulacağını tahmin ediyorum, yüzde yetmişi bittiğinden, şimdiden. (Ama orası “ceza” sahası, girmeyelim, diyen bir futbolcu geldi aklıma.) olmayacak duaya amin demek...

Böylece “edebiyat sorular sorar, cevaplar vermez” takıntısının, psikanalistlere de bulaşmış olduğunu düşündürüyor Adam Philips…

Düşünmek, bunlar için, sadece sorular sormak demek.


Kitap sıktı. Hava kapalı ama çok güzeldi.

Nasıl olur!

Edebiyatta, bunalımlı havayı tasvir ettiğinizde karakterinizin sıkıntılı ruh durumunu tasvir etmiş olursunuz!

İşte bir edebiyat takıntısı daha…

Böylece, hava kapalı ama çok güzeldi, deyişimi de kanıt yaparsak, ben asla bu edebiyatçılarla aynı hamurdan yapılmamış oluyorum.

En önemlisi de, şu “acı” konusunda asla anlaşamıyor olmamız.

“Acıdan geçmemiş insanlar biraz eksiktir” mi diyordu Sezen Aksu, şarkısında…

Ama “Deneyim didaktik-öğretici değildir” yazıyor Adam Philips, kitabında. (Acıdan geçenler daha çok eksik çıkıyor.)

Deneyim öğretmez.

Edebiyat öğretmez.

Felsefe sonradan yalanlanmayacak, yanlışı ortaya çıkarılmayacak hiçbir şey öğretmez.

İnsan (insana) öğretmez.

Hoş geldin M.S. 2008!

Edebiyat, kendisini sevdiğim halde eleştirmekten başka çare bırakmayan bir sevgili gibi…

Edebiyat buysa çünkü (tümü değil, biliyorum), insanları eleştirmenin bir anlamı yok: Hepsi haklı çünkü, tüm insanlar. Ben sizin edebiyatınızdan bir şey anlamıyorum, derken bir yerde ne kadar haklılar…

“Edebiyat yapma!” derken ne kadar haklılar? (Soru cümlesi!)


“Kimse, bir duygunun kendine özgü tadını, tam niteliğini –o duygunun titreşimlerini, gelgitini, en kısa anını-; bir bakışın, bir düşüncenin, duygusal bir sızının, özel bir durumunkinden, tüm bir döneminkinden, bireylerin hayatlarınınkinden, ailelerinkinden, cemaatlerinkinden, bütün bütün uluslarınkinden hiç de aşağı olmayan iç ve dış dokusunu anlatmakta Tolstoy kadar mükemmelleşememiştir.” (Isiah Berlin)

Anna Karenina’yı ilk okuduğumda
Uzun zamandır bozuştuğumuzdan konuşmadığım birini anladığımı düşündüm
Ama sonra dışarı çıkıp
Zaman geçip bakınca
Gerçeğe döndüm…

Edebiyat bizi böyle kandırıyor olabilir mi.

Yani sizi rehabilite ediyor, ama size hatalı davranan insanı rehabilite etmiyor.



*
Neden yazıyorsunuz?

Ionesco: Bunu beni okuduğunuza göre siz bilmelisiniz? Neden okuyorsunuz?

Manganelli: Yapmamak için yazıyorum.

Barthes: Cinsellikle alakalı bir gereksinim olduğu için...

MS: Neden okuyorsunuz…


*
“Gerçek bir yazar öğrendiği bir dilde değil çocukluğundan beri bildiği dilde yazar...”


*
Bukowski: Yazdıklarımı değerli değil de gerekli şeylermiş gibi yazdım. Yazma yeteneğimden kuşku duyduğumda bir başka yazarı okur ve endişe etmek için hiçbir neden olmadığına emin olurum.


*
-Sizi etkileyen müzisyenler hangisi?
-O evreyi geride bıraktığımı düşünüyorum. Kişiliğimin oluştuğu yıllardaki gibi bir etkilenme söz konusu değil. Fikirlerim kendi kendine doğuyor şimdi. Daha önce yaptığım şeylerden ilham alıyorum. (Nick Cave)


*
“Genç şairler mükemmeliyeti ararken kişiliklerini yitiriyorlar.” (Turgut Uyar)


*
“Bunların hiçbiri yazar olmaya yetmez. Çiçek de botanik bilmez ama ne güzel açar.
Başka yazarların hayatını incelemiş adamdan çıkar yazar.” (Çetin Altan)


*
Calvino’nun o güzelim Görünmez Kentler’i kesinlikle anlatılamaz, Buzatti’nin Tatar Çölü anlatılır, ama sonunda herkes kendi tatar çölünü aramaya gider, Suç ve Ceza’yı anlatırsınız ama okumadan olmaz, kimse bana onu neden bu kadar sevdiğini bugüne kadar anlatamamıştır, ben de Kundera’nın Ayrılık Valsi’ni Suç ve Ceza’dan daha çok sevilesi olduğunu bilmem kime anlatabilirim, ki içinde Raskalnikof da anılarak, ondan daha ilginç bir katil bulunur, Anna Karenina’yı da anlatacağım başka bir yazımda, sanırım kimsenin anlatmadığı gibi, bu size belki de Anna Karenina’yı başka türlü okutacak, ve belki birisi filmini başka türlü çekecek. (Oooo uçtum.)

*
Güven Turan: “Kimi yeniyetme yazarlar, okurlarsa etki altında kalıp kendi ürünlerini veremeyecekleri yanlış kanısına kapılsalar da okumak hem kimin neyi çözmüş olduğunu gösterir hem de yazara herkesin yerini yurdunu belirledikten sonra kendi yerini belirleme olanağı verir.”

“Genç herkesi öyle kolay kolay usta kabul etmez nedense...”

“Asıl cefalı olan ustalıktır.” (MS: Niye her şeye kendi tarafından bakıyor bu adam.)


“Bilgili” bir kalemin hatası işte: Edebiyat kişisel olabilir ama felsefe asla, diyorum ve şunu kanıt gösteriyorum: Witgenstein Kierkegard’ı fazla okuyamamış “bir başkasının düşüncelerini sonuna kadar yutmak istememiş. Bir iki sözcük yeterli oluyormuş bazen.”

W’nin istemediği K’yı fazla okumak mı yoksa kendi düşünceleri üzerine fazla K yutmak mı?

Başkasını fazla okumak, insanın kendi düşünceleri üzerine düşünmesini olumsuz etkiler.


*
İlhan Berk: Yaşam, ölümündür.
MS: Ölüm, yaşamındır.

İB: Yüzümü yıkıyorum. Öyleyse kimse öldüğümü söyleyemez…

Çok güzel ama çok güçsüz… Edebi anlamda güçlü, ama çok güçsüz…


*
Danaidler.
Syshipos’a rakip:
Yine mitolojiden.
Kuyudan su çekmekle cezalandırılmışlardır Danaidler.
Su çektikleri kova deliktir. Çektiklerinde kova boşalmış oluyordur her seferinde.
Kova giderek boşalıyordur, evet, ama bu, giderek hafiflemesi de demektir bir yandan.
Bu da, bence, Danaidlerin olayının yaşamı daha iyi açıklamasıdır; Syshipos’un yukarıya ittiği kayanın giderek ağırlaşması ve hep geri kayması durumundan.
Hayatın saçmalığı varsa, illa olacaksa; bunun güzelliğini bulmuştur Danaidler.

Kayadan daha ağır gelirdi bu, Syshipos’a.


*
Pavese:
Bir insana yapılacak en büyük kötülük onun acı çektiğine inanmamaktır...

Ya da:
“Pavese şöyle yakınır: Bir insanı küçük düşürmenin en korkunç yolu onun acı çektiğine inanmamaktır.”

MS:
Peki ya acı çektiğine başkalarını inandırmaya çalışan insan kendini küçük düşürmüş olmuyor mu?

Ya da:
Ben de şöyle yakınırım: “Bir insanı küçük düşürmenin en korkunç yolu onun acı karşısında güçlü olabileceğine inanmamaktır.”


*
Cioran “Aşağılanmış bir hayvan, bir alt hayvan düşünmek olanaksız.”

Aynı şekilde, bir üst hayvan düşünmek olanaklı mıdır.


*
“Genet, onu aşağılayanların ve dışlayanların karşısına aşağılanma ve dışlanma nedenlerinin tümünü benimseyerek ve bunları gururunun öznesi yaparak dikilir.”


*
Çetin Altan: “Büyükler küçüklere saygı göstermeli mi?”
Karşıdaki: “Tabii ki!”
Çetin Altan: “Hayır. Büyükler küçüklere ancak kibarlık edebilirler. Zaten büyükler kibarlık ederek de küçüklerle kendilerini eşdeğer gördüklerini belirtmiş olurlar.”


*
"Bu dersi Goethe'den aldım. İnsan sabah saat beşte kalkıp yedi-sekize kadar çalışmalı, yani günün kaymağını yemeli, ondan sonra Weimer'ın sarayına gidebilir, politikayla uğraşabilir, hizmetçi kızlarla cilveleşebilir ya da isterse mineroloji kitapları okuyabilir."


*
John Fowles: Büyücü: (İlk düşündüğü ad: Godgame)
-Eğer planlarınızı bozduysak gerçekten üzgünüm.
-Planlarım her ne oluyorsa odur.


*
M. Sadık Aslankara:
“Babamın ve amcamın, dövüşür gibi tartışıp sonra da karşılıksız bir bağlanmayla, gönüldenlikle birbirine sarılışları hiç mi hiç gitmiyor gözümün önünden... Tanrım, kimsecikleri görmüyorum bugün böyle, oysa yaşadı bu insanlar, biliyorum...”

*
Bertrand Russell:
“Bizler çok zekiyiz, belki de fazla zeki; fakat etik açıdan baktığımızda yeterince iyi değiliz. Bizlerin şansızlığı, zekamızın etik bilincimizden daha hızlı gelişmesidir.”



*
Evlat Edinmek İstediğim Kitaplar:
İsa’ya göre İncil.
Saramago

İsa’nın karşısına bir bulutun arkasından gelen ses şeklinde tanrı çıkar çölde.
Konuştuktan sonra:
-Huzurundan nasıl ayrılacağım.
-Fark etmez, benim için ön arka yoktur o yüzden kimse bana sırtını dönemez…
-Peki sürüyü güden çoban, melek mi şeytan mı…
-Sana dedim benim için ön arka yoktur.

Sonra çoban şeytan, İsa’ya:
-Koyun nerede. (Koyunu bulmaya gitmişti çöle İsa)
-Tanrıyla karşılaştım.
-Sana Tanrı ile karşılaşıp karşılaşmadığını sormadım, koyun nerede diye sordum.

*
Ernesto Sabato: Tünel: “Benim resimlerime gülen o iğrenç yaratıkla o resimleri yapmama ilham veren o narin varlığın yaşamlarının belli bir anında yüzlerindeki ifadenin aynı olması! Allahım insan doğasında Brahms’ın soneleriyle bir lağım arasında gizli ve kasvetli geçitler olması ne kadar üzücü!”


*
Ya da Ruhani yaratıkların her şeyi bildikleri halde bedensel hazları tadamadıkları, insanın Tanrının bedeni arzulamış ve böylece ölümlülüğü kabul etmiş hali olduğu mantıklı gelmiştir bir zaman ona, ama acıyla karşılaştığı ilk anda caymıştır bu düşünceden.


*
"Babamı severim beni dövmez"(!)


*
Pınar Kür:
Kardeşimle bana sorarlardı “hanginiz daha güzelsiniz” diye, ben hemen “ben” derim, o, “pınay daha güzeeel” deyince “ah canım, sen ne şekersin, pınay daha güzel diyor” diye onu severlerdi.


*
Yani aşk mesela, mutluluk mesela bir sihir midir? Bu kadar insan mutsuzken belki de öyledir. Barış sihir midir? Savaş çıkacağı için şimdi sihirdir, daha önce sorsanız değildi! Hayatın içindeki bir şey sihir midir, hayat sihir olarak algılanmazken? Ya da hayatı sihir olarak algılıyorsanız içindeki hangi şey sihir değildir? O yüzden Uğurlu 13’ün sihirle ilgisi, hayatın gündelik sihirlerinden haberiniz varsa yok, yoksa var.


Bana sorarsanız onlara önce siz takılmadığınız sürece hiçbir takıntınız olamaz. Başlatmadığınız hiçbir şey başınıza gelmez. Ya da başlamasında katkınız olmuştur.


Gelecek görülebilir mi? Babam benim el falıma baktı ve 85 yaşıma kadar yaşayacağımı söyledi. (Hayat çizgim gerçekten uzundur.) Ben buna inandım, ama inanmak istediğim için. Bu, içimde güçlü bir hisse dönüşürse benim 85 yaşına kadar yaşamamı kimsenin engelleyebileceğini sanmıyorum, ne bir depremin, ne bir başka insanın, ne de Tanrının. Tabii hayata zıt bir şey yapmayacaksam. Tabii buna inanmamak için de nedenlerim var, çünkü babama da bir falcı 85 yaşına kadar yaşayacaksın demiş, bilirsiniz babalar kendilerini oğullarında görmek isterler, yani babam muhtemelen kafadan attı. (Ya Hayat çizgim?) Ben zaten babamın bana böyle bir kehanette bulunmasından sıyrılıp kendi kehanetimi kendim için söylemeyi tercih ederdim, zaten böyle yaptım, ben inanıyorum artık, 85 yaşına kadar yaşayacağım. Ha, hayat çizgin uzun diyeceksiniz, baban da 85’ine girmek üzere bugünlerde, sizin ailede var diyeceksiniz, ben de olsam ben de inanırım, içimde böyle bir inanç oluştururum diyeceksiniz. Ama beni ikna edemeyeceksiniz. (Babam kötümserdir, ben iflah olmaz bir iyimserim.) Çünkü ben uğuru yok ettim hayatımdan demek ki uğursuzluk beni etkilemez. Zaten kahinler sizi söyledikleri şeyin gerçekliğine inandırabilirlerse söyledikleri şey gerçekleşir, siz gider ve yaparsınız söylediğini. Bu anlamda en iyisi kendi kendinin kahini olmak.
(Son not: babam 92 yaşında, 93 de diyebiliriz, halaL)


Size son keşfettiğim bir şeyi açıklayayım: Bir radyo programında Nursel Duruel benim öykülerimin temel yaklaşımlarını oluşturduğunu düşündüğü üç öykümden söz etti, şans eseri bunlar kitabın en başında, en sonunda ve tam ortasındaydı. (Sonundaki Uğurlu 13) Tam ortasında diyorum, 27 öykülük bir kitabın tam ortasındaki öykü kaçıncı öyküdür? 14’üncü. Baştan ve sondan 14’üncü hem de. (Öykülerin sayısı ve sıralaması birkaç kez değişmişti.) Yani o öykü, 13’lerin uğursuzluğunu aşamayan, 14’e geçemeyen ve böylece yaşamına devam edemeyen Uğurlu 13 öyküsündeki kahramanımın tersine, bunu başarmıştı. Ve o 14’üncü öykünün adı da Kısa Çöp’tü, kitaba sonradan koyulan ve kitabın adı olmasının daha doğru olduğuna, hem de önceki ad Uğurlu 13’ü eleyerek (13’ü bir kez de burada geçerek) karar verilen Kısa Çöp öyküsü. Buyrun bakalım. Bunu öykü yazmalarıma devam edeceğim konusunda bana verilmiş bir işaret olarak yorumlayabilir miyim? Peki ya tersi, olumsuz, uğursuz bir işaret olsaydı ne olacaktı.


*
Penaltıyı atacak oyuncunun hangi köşeye atacağını boşuna anlamaya çalışma. İstatistikçilerin tavsiyelerine uyup rastgele bir köşeye de atlama. Gözlerinin içine bak rakibinin ve telepatik mesajını ilet ona, şöyle de: “Benim atlayacağım köşeye atacaksın...”


*
-Ben hiçbir konuda sizinki kadar kesin cümleler kurmamaktan yanayım.
-Bu kesin bir cümle oldu ama…


*
Freud: “Mazoşist herkesten daha uysal, kibar ve yardımsever bir kişidir...”

Çarşamba, Nisan 29, 2009

UĞURLU 13

Önce dolma kalemle bile hatasız yazardım, çünkü ilk katı kurşun kalemle atmama izin verilirdi. O zamanlar kusurlar hoş karşılanabilirdi. Sonraları seçmek zorunda bırakıldım; kurşun kalemle yanlışsız ama etkisiz yazacaktım ya da dolma kalemle etkili ama hatalı (sayfayı tahriş etmeden lekeleri çıkaramıyordu mürekkep silgileri). Yanılgılardan uzak ve etkileyici bir yaşamın peşinde, kurşun kalemler ve dolma kalemler arasında, unuttuğum bir şey vardı; tükenmez kalem..! Yaşamımın yanılgısı, onun hiç tükenmeyeceğini sanmamdı.

Tükenmez kalemin mürekkebi zamanla silikleşecek izlerini bırakıp tükeninceye kadar bitirebilirsem, yaşamımın bir muhasebesini yapayım istedim. Finansal muhasebe epey bilgili olduğum bir daldır, sonradan elimin tersiyle bir kenara itsem de, gençliğimin büyük bir bölümünü onu öğrenmeye harcadım. O zamanlar “finansal” olanın, “yaşamsal” olanın üzerini yaldızlı kağıdıyla ne kadar kaplamaya çalışırsa çalışsın, bir etiket olmaktan öteye geçemeyeceğini bilmezdim. Yaşamın çoğu kez bizim kontrolümüzün dışında gelir-giderlerle dolu olduğundan, asla hesaplarıyla oynamanıza izin vermediğinden, zaten onu benzersiz kılanın da bu olduğundan habersizdim. Yaşamı yönlendireceği ya da uçuruma süreceği gerçek bir ipucu yakalayabilenler hariç diğerlerinin, Yaşam Limited Şirketi'nin sıradan muhasebecisi olarak, günahlarıyla sevaplarını denkleştirmeye ve yıl sonunda hesabı tutturmuş olmanın rahatlığına, biraz da kâr elde etme zevkini eklemeye çalıştıklarını görmezden gelirdim... Çünkü benim de yaşamım, ipuçlarını değerlendirmeye başladığım zamana kadar, tüm diğer insanlar gibi geçiyordu.

İnancın, bilgiye gitme yolunda sadece bir aşama olduğunu anlayan az bulunur insanlardansanız bile, yaşam gerçekliğini göremediğiniz, hissettiğiniz ama kanıtlayamadığınız şeyleri bilemeyeceğinizi anlar, ama onlara inanmamazlık da etmezsiniz. Bilirsiniz ki, Tanrıyla ilgili bilebileceğiniz tek şey ona inandığınızdır. Birisine âşık olursunuz, ama kalbinizin köpeğin tekinin sizi kovaladığındakinden farklı çarptığını ne ona ne de başkasına anlatamazsınız. Yarattıklarınızı insanlara beğendirirsiniz ama eserinizdeki anlamı gözlerinde boşuna arar, gözlerindeki anlamı da eserinizde bulamazsınız. (Bu yüzden eserlerinize ad verirsiniz. Ve bu yüzden mutluluğu resmetmek istemezsiniz.) Ve ben birazdan anlatacaklarımı kelimelere dökebilirim ama onlara mantıklı bir anlam yüklemenizi bekleyemem... Bekleyebileceğim tek şey bana inanmanız. (Bunu da olanaklı görmediğim için gereksiz bir çabaya girmeyeceğim.)

Bir oyundan bahsedeceğim size, Uğurlu 13. Onun bir çocuk oyunu olduğunu düşünmeniz işime gelir; böylece onun gerçek yüzünü bir maske, giysisini de çılgın bir balo kıyafeti sanırsınız; doğru oynanmadığında sonucun bir kabusa dönüşeceğini size itiraf etmediğim sürece oyunun zevkine beraberce varabiliriz. Oyun 13'lerle yaşanıyor; ya da şu size daha açıklayıcı gelirse, yaşam, 13'lerle oynayarak sürdürülüyor. Aslında herhangi bir sayıdır 13, bilirsiniz, matematikte ara sıra rastlarsınız ona. Bazen yanıt şıklarından biri olur, bazen de problemin kendisi. Takvimde her ayın bir 13'ü bulunur; doğum, ölüm ve evlilik yıldönümleri, bayram ya da anma günleri olarak kendini belli etmese fark etmezsiniz bile. 13, işinizle ilgili önemli bir şifre olabilir, bilgisayarınızın, para kasanızın ya da değerli evrakları taşıdığınız çantanızın; ya da bir askeri paroladır, dostu ve düşmanı ayırmanızı sağlar. Periyodik olarak ya da çözülebileceğinden işkillendiğiniz an değiştirebilirsiniz. Oysa benim için, onu her defasında tekrar tekrar bulmadan sürdüremeyeceğim ve canım istediğinde değiştiremeyeceğim yaşamımın şifresiydi 13...


Uğurlu 13 (İlk paragraflar) Kısa Çöp (Gendaş Yayınları 2001)

Cumartesi, Nisan 25, 2009

SAHİ


Hayatı yoğun yaşamayı seviyordu, benle yaşamak da buna sahil.

Cuma, Nisan 24, 2009

TEK DOSTUM KEDİM


“Peki...” dedim barın köşesinde birasını yudumlayan takım elbiseli adama, “...hayatın anlamsızlığını anlamak da bir anlam değil mi?”

“What? Sorry! I can't speak Turkish...”

Yüzümü ekşiterek yanından uzaklaştım. Barın öbür tarafındaki yerime geçtim tekrar. Biramdan bir yudum aldım.
-Anlamsızlık bir anlam olmamalı.
-Neden?
-Çünkü bir anlam insanı başka bir anlama götürendir. Anlamsızlık ise insanı sadece deliliğe götürür.
-Deliliğin de bir anlamı var.
-Deli olmayan için geçerli değil ama o anlam.

Böyle güzel bir konuşma geçebileceğini düşündüm aramızda. Oysa şimdi o, barmaid’e asılıyordu kibar bir Türkçe ile; ben ise başkasını arıyordum konuşabileceğim. Biramı bitirdiğimi uzun barın öbür tarafında olduğu halde fark eden barmen, yanıma geldi, bir tane daha isteyip istemediğimi sordu. Biramı doldurmaya istekliydi ama bakalım sohbete istekli miydi?

“Sadece aşk, karın doyurmaz diyen insanlara inanma. Aşkın ne olduğunu bilen, işine de aşık olur, insanlara da, yaşama da... Para da kazanır, hayatı da, mutluluğu da...”
“Bu kaçıncı biranız?”
“Neden sordun?”
“Hep böyle misinizdir, yoksa içkinin etkisi mi, merak ettim de...” dedi yavşak yavşak sırıtıp, espri yaptığını sanarak. Bozmam kaçınılmazdı.

“Merak etme, ancak dördüncüden sonra kavga çıkartırım. Senin getireceğin daha üçüncü.”

Espri yaptığımı sanarak ve gülerek uzaklaştı. Dördüncü biradan sonra görürdü gününü. Bu barda dolu adam vardı ama adam gibi sohbet edebileceğim bir adam yoktu. Ben de kadınlarda şansımı deneyeyim dedim.

“Bazı kadınlar bu bara, güzel göğüslerini sergilemek için gelir; bazıları da beyinlerindeki güzellikleri sergileyebilecek güzel insanlar bulmak için. Hangi kadının bu ikinci kategoriye girdiğini anlamak neden kolay değil?” dedim en az kavun kadar iri göğüslerini bara yaslamış, çevreyi sıkıntılı sıkıntılı seyreden esmer bayana.

“Aslında çok kolay” dedi. “Görseniz hemen tanırsınız. Genelde onlar, kafalarına sutyenlerini geçirip dolaşırlar, sadece sutyenin içindekini çekici bulan erkekleri de tavlamak için. “

“Bu hesaba göre siz onlardan biri değilsiniz.” deyip uzaklaşıverdim yanından. Belliydi ki birazdan bel-altı espriler yapacaktı.

Dördüncü biramı bitirinceye kadar kimseyle konuşmaya çalışmadım. Boş bardağı bara koydum ve gülümsedim. Sonra da katılarak gülmeye başladım. Sohbetsizlikten kurumuş boğazımı birayla ıslatmaya alıştığımda genelde böyle olurum. Herkes bana baktı, ben ise barmen’e bakıyordum. “Benimle sohbet etmezsin ha, ben şimdi gösteririm sana.” diye ayağa kalktım. Hatta havalandım ve uçmaya başladım. İki yanımda iki iri adam, bacaklarımı kullanmama fırsat vermeden, çıkışa doğru bana uçma öğretiyorlardı.

Kapıya bıraktıklarında taksi çağırmalarını rica ettim. Takside giderken, şoförün suratına baktım. Bende sohbet edilebilecek birisinden çok, evim yerine Belgrat Ormanı'na götürüp, paramı çalıp, boğazımı kesecek birisi imajı yarattı. O yüzden yol boyunca, nasıl uzundu boyu, sessiz kaldım. Eve sağ salim geldim. Telesekreterimi açıp, dinledim. Konuşmaktan vazgeçtim, bari birisi konuşsun, ben dinleyeyim. Hiç mesaj yoktu. Radyolar gece yarılarından sonra da süren telefonla sohbet programları yapmıyorlardı henüz. “Ben...” dedim “Ben yalnız bir insanım. Tek dostum kendim.” Sonra Allahtan fark ettim de, “n” yi kaldırdım. “Tek dostum kedim” dedim kendi kendime. Kedimle konuşmaya başladım.

Pazartesi, Nisan 20, 2009

Zavallıkız

"Biraz ukala, eh bir hayli de cahil...

Ama yürekli.

Başbakan Tansu Çiller'i çok ama çok seviyor...

Bir kredi işi filan mi var dersiniz?

Yok...

O henüz lise son sınıf öğrencisi...

Musa Ağacık soruyor:

"Hangi olaylar seni ilgilendiriyor?

"Yanıt:

"İç olaylar..."

İç olayların hangisinin ilgilendirdiği konusunda fazla açıklama yapmıyor.

Acaba demokratikleşme mi? Yaşar Kemal'in DGM'de yargılanması mı? Aziz Nesin'inKonya'da kalacak otel bulamaması mı? Gözaltinda kaybolan gençler mi? Yargısız infazlar, işkenceler mi? Doğu Perinçek'in, Oral Çalışlar'ın düşünce suçundan yargılanmaları mı? Haluk Gerger ve Fikret Başkaya'nın demir parmaklıklar arkasında olmaları mı? Kürt sorunu mu? Yoksa TSK'nın Başbakan Çiller'in Amerika gezisi öncesi Kuzey Irak'tan çekilmesi mi? %150'yi aşan enflasyon mu, Gaziosmanpasa ve Ümraniye'de vurulan gençler mi? Tarkan'ın milyarlık vergi ödeyeceği mi , yoksa 'Vah Canım Ahmet'in 2. kaseti mi ? Sinan Çetin ve Bedri Baykam'ın 'BAY E' için yaptıklari kapışma mı ?

İki elini kalçasına koyarak fotoğrafçılara poz veren küçük hanım, sadece ve sadece "iç olaylar" deyip , kesip atıyor.

Musa Ağacık soruyor : "Başbakanı nasıl buluyorsunuz ?"

Yanıt : "Çok seviyorum..."

"Neden?"

"Bir kadın olarak çok güzel şeyler başarıyor.."

Soru: "Örnek verebilir misiniz?"

Yanıt : "Veremem ..."

Güzel!

İşte Kuzey Irak'tan TSK çekiliyor... Hani en az 6 ay kalacaktık Kuzey Irak'ta? Acaba bu konuda neler düşünüyor küçük hanım?

Musa Ağacık soruyor: "Plevne denince ne anlıyorsun?"

Yanıt: "Hiçbir sey..."

Soru: "Kitap okuyor musunuz?"

Yanıt: "Hiç sevmem..."

Soru: "Türkiye'yi nasıl temsil edeceksin?"

Yanıt: "Kendi kültürümle, örf ve adetlerimle..."

Soru: "Nasıl kültürlü olacaksın?"

Yanıt: "Roman okunarak mi kültürlü olunuyor?"

Soru: "Ya nasıl olunuyor?"

Yanıt: "İçten gelen bilgilerimle tanıtabilirim. Kitap okuyarak Türkiye'yi tanıyamam..."

"Okuyarak tanıtılmaz mı?"

Yanıt: "Hayır , aşk romanı okuyorsam nasıl Türkiye'yi tanıtacağım?"

"Nasil tanıtacaksın?"

"Tarihini kültürünü anlatacağım."

"Okumadan bunu yapmak mümkün mü?"

"Bana göre kitap okumak, kültürlü olmanın temel taşı değildir..."

Soru: "Sence nedir?"

Yanıt: "Benim boş olduğumu mu kanıtlamaya çalışıyorsun ?"

Bu güzel ve küçük hanım kim biliyor musunuz ?

Türkiye güzeli DEMET ŞENER"

Cumhuriyet Gazetesi, Hikmet Çetinkaya, 9 Nisan 1995




Bu zavallıkızı sık sık bebekte görüyorum, yanında kocası ve uzun boylu adamlar, çocuğu, o kadar çekiciler ki, yani benim hiç ilgim olmaz ama farkındayım ( geçenlerde bir ünlü bana bakıyordu yürüken, allah allah ben ona bakmalıyım o neden bana bakıyor diye rahatsız oldum, muhtemelen ona bakmayan tek adam olduğumdan bakıyordu bana) ve o kadar modern bir aile ki, bana bişi sorsalar ya da konuşmaya başlasak çekinirim, yanlış yapmaktan!!!! YAnlış bir şey söylemekten: Benim eşomfanımın dizleri sarkmış olabilir, tişötrüm lekelidir belki, ya da sakallarımı kesmeyi aklıma geştrmemişimdir, telefonum olabilecek en uzuc telefondur...

Onlara zavallısınız diye baktığım için bana bakıyor da olabilirler...

Ama esas zavallı bizleriz...

Zavallıyız...

Pazar, Nisan 19, 2009

Dünyanın tüm patronları, birleşin!

İş yerine tam gün, tam hafta kapatılsın 21. yy insanı: Tatil denilen yetersiz olduğundan saçma uygulamadan da vazgeçilsin.

Böylece gerçekten özgür insanın hayatına tecavüz etmeleri engellensin: Ben çok sıkılıyorum çoğu zaman; hafta sonlarıma, çalışan insanın beceriksiz tatil anlayışıyla tecavüz etmesinden!

Yarı kölelik diye bişi olmaz, yarı özgürlük diye bir şeyin de olamayacağı gibi; yarı din, yarı demokrasi, yarı kadın-erkek olmayacağı gibi: Kölelikse -ki kölelik- tam olsun...

Patronlardan hizmet bekliyorum. Dünyanın tüm patronları, birleşin! Yöneticimiz uyuyor muuuu…

Pazartesi, Nisan 13, 2009

Cunda Yazmaları


Evet, adam kafe sahibi olsun…

Kitabın bilge tipi, yazardan da bilge, psikolog ya da başka bir yazar olabilirdi, ama öyle bir bilgelik değil daha sakin bir bilgelik… Ayvalık’ta bir kafede gelen fikir, iyi; kafe sahibi bir bilge.

Gelenlerle sadece bir selamlaşacak, gelenler can atacak, o değil, ha tabii erkek, hiçbir şey okuyup yazmayacak, neredeyse, sadece bakacak, görmeden bazen, yazarın, benim olmak istediğim kişi.

-Pardon saatlerdir sizi izliyorum, böyle denize bakarak ne yapıyorsunuz.
-Dalgaları sayıyorum.
-Dalgaları mı!! Kaç oldu peki?
-Gelen geçti şu gelen bir.

Gelen geçti şu gelen bir diyen Bezgin Bekir gibi biri, ama bu bezgin değil; Bezmemiş Bekir. Bezmemeye çalışan diyelim; zaten hikayelerden biri bu.

Şişman olabilir, en azından göbekli; hoş bir adam ama sanki bedeninde bir kusur olmalı, kimsenin umursamayacağı.

Kadınla orada tanışacaklardır, kafeye geldiğinde kadın. Ve ne tam arkadaş ne tam kafe sahibi-müşteri ilişkisi içerisinde, ne tam dost ne yabancı, ne tam yüzeysel ne tam ayrıntılı, konuşurlar…

Hayatına giren bu yeni biri sayesinde kadın, gözlerini geçmişe diker:

-Ona çok benziyorsunuz…
-Neyimle?
-Neyinizle! Şeyinizle… Hiçbir şeyinizle…

“Roman yazmak geceleyin araba kullanmak gibidir, sadece farlarınızın aydınlattığı kadar görebilirsiniz, ama bütün yolculuk da o yolda geçecektir.” E. L. Doktorov

Bu metinler roman yazma düşüncesinin yazmaları da olabilir ve romandan vazgeçilebilir…

Bu mu roman olur…

Aforizmalar yazmayı özledim, ne kolaydı…

Hayatı bütüncül kavrama çabası ama roman; aforizmalarım ne kadar kavranabildi.

Yiğit Özgür’den harika bir karikatür; işe başvuran kadına sorar adam:
-Risk alır mısınız?
-Zahmet olmazsa…

Ama bir hata yapmış Yiğit Özgür, çizimde; ki sanılır ki nereye gittiğini anlamamış buluşunun.

Kadın tombul bir ev kadını havasında çünkü!

Böylece “Kahve alır mısınız?” türü bir soruya cevap vermişliğiyle, ikinci ve bence daha harika anlam yok oluyor; kadının normal bir işkadını olması gerekirdi; böylece hem ilk anlam korunuyor hala, yani iş kadınının ev hali, hem de “risk alırım, hem de iyi alırım, zahmet olmadan, şirkete de zahmet vermeden, tehlikeli risklere girmem” gibi sıkı bir cevap vermiş oluyor, iş kadını olarak…

Absürtük Metinler’i de çok anlamayan olduğunu tahmin ediyorum böyle…

Satürn’e Haksızlık adlı “zor” bir metnimi blogdan ya da siteden okuyan bir okurum, zor girildiğini ama anlaşılır olduğunu yazdı. Tam kelimeleri hatırlamıyorum; ama demek istediğim şu: Metnin zor olmaması dikkat ettiğim bir şey değil, bazen bu o kadar da mümkün değil, “basit yaşayacaksın” der şair, saatin sadece saati gösterecek der, ki burada haklıdır, ama her insan basit yaşayamaz; Bezgin ve benim Bezmemiş Bekirim öyle tiplerdir, ama ben öyle değilim; bir metin de öyle olmayabilir anlattığı şeylerden dolayı; anlaşılır olması yeterlidir; anlaşılırdır içine girmekte zorlansanız da başta…

Girmenizin zor olması değil anlamanızın zor olmaması gerekir.

Mesela tam tersi bir durumda; bir Absürtük Metinler “eleştirisi”, aforizma oldu:
-Çok basit şeyler ama bunlar Murat!
-E tabi, her okuyan kendinden bişiler bulacaktır…

Tabi bunlar mazeret de olabilir… Benim mazeretim…

Robert Musil için, tek bir hikayede aklındaki her şeyi anlatmak istiyordu, diyor biri, Musil’in kendisi de bir defada birçok şey istiyorum diyormuş, aslında ne istediğini bildiği ender görülüyordu diye eleştiriliyor…

Ben de böyle olabilirim (Niteliksiz Adam gibi bir şey çıkacaksa!) ama romanım Romanım Hayat tam da böyle bir roman değil midir, yazarın kafası karışıktır (zekadan), ve bunu anlatmaktadır metin…

Çok da karışık değildir…

Yazarın kafası “çok”tur.

Kağıtlara yazma isteğiyle doluyum, bilgisayar istemiyorum şu sıralarda; ama kağıtlara nasıl yazılır; kağıtlara sadece kısa metinler, aforizmalara fikirler yazılır; toplanamaz ki onlar bilgisayarsız… Belki de şu an bir planlama aşamasıdır sadece…

Kötücüllük şöyle bir şey mi…

Sözümü yerine getiremedim diyor, ama üzüntünden çok mutlulukla söylüyor bunu; çünkü konu burada kapandı; ama sözünü yerine getirse, hem bunun için uğraşacak hem de bir dahaki sözünü vermesi ve onu da yerine getirmesi gerekecek; halbuki söz verdiğini yapmayınca ne mutlu; yapmamaktan…

Cunda’da bir mutsuz. Neden?

Mutsuzluğumdan mutsuzum…

Eskiden mutluluğumdan bile mutlu olurdum…

2010 size de uzay çağı için iyi bir tarih gibi gelmiyor mu…

2009 değil mesela öyle…

Ohh bu yıl yan gelip yatalım, sözümüzü yerine getirmeyelim…

İnsan hayata atıldığını düşündüğünde, bunu anladığında cennete atıldığını fark ediyor; bense 30 yaşımdan sonra cennetten atıldığımdan, tam cehennem; bir cennetim vardı çünkü bir zamanlar, içim; insanın içinde yok cennet; ruhunda belki; iç, ruhtan daha gerçek…

Konuşma kendini ifade etme biçimiydi; artık kendini ikna etme biçimi olmuş…
Eskiden yazdığım: Düşünerek konuşmuyorlar; konuşarak düşünüyorlar…

İçinizde bulunduğunuz ruh durumunu tarif edin diyen bir arkadaşa: “Tarif etmek, tahrif etmektir.”

İlhan Berk için: Sıkıntı duymaya açıktır. Sıkıldığında zamanın yavaşladığını hissettiğinden… Hep sıkılmak ister ki zaman kaçıp gitmesin…

Benim tam tersim…
Hiç sıkılmamalıyım ben. Aynen bir çocuk gibi…

Üniformasının içinde titriyordu Ferdinand: Celine

Bana içinde rahat rahat titreyebileceğim bir üniforma ver komutan.

Bana içinde rahat rahat titreyebileceğim bir zırh yap komutan.

Yap aşkım…

Ol aşkım…

Oğuz Atay’ın Tutunamayanlarına sanırım Vüsat O Bener demiş. Vahşi bir tarla gibi… Sonra gözen geçirilmiş bir bölüm çıkarılmış.

Bu halinin en doğrusu olduğunu nerden biliyoruz…

Eh işte sonradan ekliyorum bunu: Türk edebiyatına çağdaş bir roman kazandırmış ama kendi yapıtına da kaldırmayacağı kadar yük yüklemiştir.

Berna Moran söylüyor bunu…

Tabii adamı yaptığının karşılığını bulamadığını düşünüp acılara gark edip öldürüp başyapıtını vermesini engelleyip sonra da… buna devam etmek tüm çağların özelliği…

Çarmıha gerilmeyi kabullenecek kadar sıkılıyorum bazen.

Yıllar önce bir filme gitmiştim. Adam uyuşturucu kaçakçılarını yakalamak için ortamlara giriyor bu arada kullanıyor da uyuşturucu. Ve müptela oluyor…

Bir mesaj geldi, okumadan sildim…

Şimdi merak ediyorum acaba kendini nasıl savunuyordu, ne yalanlar söylüyordu…

Ama okusam sinirleneceğim, hoşlanacağım sinirleneceğim… Bir insan yönünü daha öğreneceğim, bir insan yalanı daha; farklı olmayacak belki diğerlerinden ama birkaç kıvrımı farklı olacak… Birkaç fark keşfedilebilecek, ve eklenecek sayfalar dolusu örneğe. Ama işte müptelası olacağım.

Uçuruma fazla bakarsan uçurum da sana bakmaya başlar…

Ya da canavarla uğraşanın canavarlaşmayacağının garantisi olmaz…

Seyredilmeyi seviyorum küçük yerleri bu yüzden.

Yerleri, yerine, kasabaları…

Güzelliği yüzünden eğitimi olmayan: Alberto Morovia

Gerçek sanatçılar neden hiçbir şeyi küçümsemezler? Çünkü onları
yargılamaktan çok anlamakla görevlidirler. Camus. Nobeli alırken.

Anlamsızlığı savunanlar için:
O zaman şu an kalkıp her istediğini yapacaksın…bu güzel gelecek sana.
Ama bu, şu da demek:
Her
biri de kalkıp sana her istemediğini (de) yapacak… (yapabilir.)

Papalina değil palavra
Hamsi bu ya

Perşembe pazarını evde yokuz zannedip kapıya da kurmuşlar, ben bi çıktım, çocuk şaşırdı özür diledi. Eğilip geçmeye çalışırken yüzüm sutyenlere değdi; annesiyle iç çamaşırı satıyormuş.

Ben ölüyor muyum acaba?

Çok uzakta denizin üzerinde beyaz küçük bir şey gözüküyor…
Ama ardından hareket eden bir gölge, bir fluluk bir…
Hani ateşin hemen üzerine baktığınızda bir dalgalanan hava gibi bir şey görürsünüz öyle, çünkü fonda yeşillikler ağaçlar aynen gözüküyor, şeffaf bişi, bir hayalet mi takip ediyor.
Halbuki bir martılar kovalıyormuş tekneyi.

Bir martılar kovalıyor tekneyi.

Graham Green’in Loser Takes All’unu Kaybeden Kazanıyor diye çevirmişler…
Ben Kaybeden Hepsini Alır diye çevirirdim, böylece nedenini de açıklıyor olurdu hepsini almasının; e çünkü kaybetti. Kaybetmenin bedelini tazmin…

-E ben yendim neden onu alkışlıyorsunuz.
-Burada önemli olan cesarettir..

Hayat her şeye rağman güzeldir…

Bu şu demek:

Hayat eşittir her şey artı güzellik.

Bu da her şey eşit değildir güzellik anlamına çıkar.

Buradan iyi edebiyatçı çıkar da hayata çıkmaz.


Toyata reklamı bilerek mi bilmem ilginç bir şey anlatıyor…
Diyelim kabilenin Zenga diye bir tanrısı var birçok işle birlikte bu tanrı şimşek tanrısı.
Bu kabile elektrikle karşılaştığında onu şeytan işi olarak görmeye kalkışmıyor; bizim bu olaya benzer bir tanrımız var mıydı diye soruyor, evet Zenga… Onun için ampulün adı Zenga… Zenginleşiyor böylece… “Modern” dinler gibi gerici değiller…

“Bana gelince, sizlerin ancak yarı yarıya yürütmek yürekliliğini gösterdiğiniz şeyleri ben sonuna kadar götürmekten başka bir şey yapmadım yaşamımda. Şu halde ben sizden daha canlıyım belki de.” diye yazan Dostoyevski için, “ Aşırı duyguların adamıdır. Olağanüstüde rahat eder. Fırtına da soluk alır.” diyor Henri Troyat…

Da, sadece acı tarafına götürmekle, sadece intihardan kurtulmuş birisi kadar canlı olunuyor…

Çok ihtiyaç var Murat Sohtorik yazılarına bu insanlığın, çoook…

Tabi bunları yazınca yine acı metinleri oluyor, o başka…

Dostoyevski’nin karısının günlüklerini okuyup orada yazarın yazmakta olduğu romanla (Budala) ilgili en ufak bir not bulamayınca da; ki temize çekmektedir karısı romanı, şunları yazar Troyat: “Romana dair tek bir not yok. Karısı sanatçıyı anlamadan erkeği sevdi, bir bakkalla evlenmiş olsaydı, daha farklı bir şey yazmayacaktı!”

Bir bakkalla büyük yazarın aynı zaafları olduğunu gördüğümden, sanatçıya saygı duymaya ve anlamaya çalışırken, erkeği sevemiyorum ben de…

Ama şu, işte benim tüm sertliğimin nedenidir; aynını Hitlere Çekmek adlı metnimde yazmıştım: “Kötülük merdiveni herkes için birdir” diyor Alyoşa Dimitri’ye. “Ben birinci basamaktayım sen en yükseğinde, diyelim on üçüncü basamakta. Kesinlikle söyleyebilirim ki, bu aynı şeydir…”

Bunları çok takmamak lazım, mı, yoksa okuyucu artık bu kadar mı:
Ortaya Mesajım:
“Bir sırrın nasıl saklandığı açıklanarak sır saklanabilir mi.”
-ifşa etmiş olur...
-Nasıl "sakladığını" açıklıyor ama...
-sır sırdır,yöntemi olmaz,2 kişinin bildiği sır değildir .
-E böyle klişelerle düşünen bir kafa benim metinlerimi anlamaz zaten...


Belki de bir yerde olmak
o yeri sonradan hatırlamaktır.

29 mart seçimlerinden sonra bir yaşıma daha girdim…
(Doğum günüm 30 mart)

Bir çapkınla benim aramdaki tek fark benim çapkın olmamam.

Lacan
Zor okunan, güç anlaşılır.
Ben
Zor okunan, kolay anlaşılır.

Edebiyatçılar
Kolay okunan, anlaşılmayan.

“Kolay okunan, ağır hikayeler”


İnsanlar senin hiçbir şey olduğunu fark etmesinler diye devamlı konuşmak, hareketler etmek, hiperaktivite… Zizek için

Bir erkek ve bir yazar olarak en sevdiğim tek şey sokmak: yazar olarak gözerine sokuyorum…

Gizlerine sokmak

Kötü baba soyadı: Başoğlu
İyi baba soyadı: Başoğul

Adımlarına dikkat et, yoksa adamlarıma dikkat edersin

Yerimde sayamıyorum.

Ayvalık:Cundalık

Gül pansiyon satılık