Çarşamba, Mayıs 27, 2015


 

SÖZÜM MECLİSTEN İÇERİ

 

 

 

1.

Ölümün yakınımızda olduğunu ciddi ciddi ilk kez Körfez Savaşı’nda düşündüm. Bu konuda bir şeyler yazmam gerektiğini düşünmem ise İzmit depreminden sonraydı. Ama depremle ya da depremden ölmekle ilgili olmayacaktı yazım, ölümün kendisiyle ilgili olacaktı. İnanırım ki insanın başkalarının ölümüne üzülmesi, kendi ölümünden korkmasındandır. Bir yakınımız öldüğünde üzülmemiz, en temelde ölümün bize yakınlaşmış olmasından kaynaklanır. İnsanın yakınlarının ölmesine üzülmesi ama uzaklardaki ölümleri görmezden gelmesindeki doğal bencillik başka türlü açıklanabilir mi?

Sonra A.B.D’deki ikiz kulelere gerçekleştirilen terör eylemi geldi (Güney’de tatilde, haberi bana veren yaşlı kadın şöyle demişti: “Bir an İstanbul’da oldu sandım, çok korktum.”) ve daha sonra da Afganistan’ın A.B.D. tarafından bombalanması. Benim düşünce evrenimde ölüm, Körfez Savaşı ve İzmit Depremi’yle bana “yakınlaşmıştı” ama Afganistan savaşı konu uzaklaştırma gibi bir şeydi. Sanki herkes depremden ölebileceğini unutmak, ölümü uzaklaştırmak için ‘oradaki’ ölümlere üzülmek istiyordu. Depremi değil ölümü yazmakta haklıydım. Ölümü yazmaktaki en iyi yol da ölümün insanlarını yazmaktı. İnsanların ölümü değil, bu o kadar da önemli bir şey değildir, ölümün insanları ise yaşamımızdır... O koca yaşamın içindeki küçüklü büyüklü ama mutlaka ölümlü yaşamlarımız...

Hayatım boyunca şu başıma hep geldi: Bulunduğum çoğu mekanda tek bir kişinin üzerine çullanmış birkaç kişiyle karşılaştım. Laflarıyla çullanmışlardı, konuşmasına izin vermiyorlardı. Çullanılan kişi güçsüzse bastırıyorlardı onu ve kaçırtıyorlardı, bunu başaramazlarsa olay ciddi bir savaşa dönüşüyordu. Ben ne yaptım böyle durumlarda? Bir çizgi roman kahramanı ne yaparsa onu! Ne olursa olsun hep tek ve güçsüz kalanın tarafını tuttum. Çok suçlandım bunun için; en çok da tarafını tuttuğum kişi düşüncelerine benim de karşı olduğum biri olduğunda... İnsan hoşlanmadığı, düşüncelerine katılmadığı birinin tarafını niye tutsun ki! Hem de dostlarını karşısına alarak! Dostlarımın bana güvenleri sarsıldı! Bazen tek kalan, üzerine çullanılan ben oluyordum. Böyle durumlarda ‘terör’ estirdiğim oldu. Sesimi yükselttim, söz kestim. Dört bir yandan saldırıya uğrarken, bırakın düşüncelerimi doğru, dengeli ifade edebilmek için sakin sakin konuşmayı, nefes alacak, tükürüğümü yutacak fırsat bile verilmemişken, söz kesmeden nasıl söz alabileceğim düşünülmeden söz kesmekle suçlandım! Gerçekten zor durumda kaldığımda hakaret de ettim. Bazen ikiz kulelere saldırı gibi hiçbir şekilde haklı çıkamayacağım ‘eylemler’ gerçekleştirdim. Ama çoğu kez ihtiyaçtan doğan ‘terörümün’ farkındaydım. Ne yazık ki karşı taraftakiler baskıcı tutumlarını görmezden geldi. Çevremdekiler güçlünün güçsüzü susturma çabalarına, ‘savaşa’ düşüncede karşıydılar ama pratikte bunun tersi tavır alabiliyorlardı. Tanınmış bir yazarımız, “Yöneten konumunda olduğumda hükmetme eğilimim olduğunu fark ettim!” gibi saygıdeğer bir itirafta bulunmuştu. Ben ise garsonlara bile emreden insanlara tuhaf bakardım.

Ölümün insanlarına “kötülük” açısından yaklaşacaktım. Ama bir katilin, bir faşistin ya da kötülük yaptığı açıkça görülenlerin kötülüğünden değil günlük hayatta birbirimize uyguladığımız kötülükler açısından. “Faşizm iki insan arasında başlar.” lafından hareket edecektim. Birçok savaşın nedeni olan kin ve kıskançlığa, çıkar kavgalarına “hayır” demenin, “savaşa hayır” demekten daha temel, daha doğru bir söylem olduğunu anlatmaya çalışacaktım.

Hesse’den yardım alacaktım: “(…) bizimkisine benzer bir inancın sahibi tutarlı bir kişi için yaşamın değerinin benimsenmeyişi, her türlü sertlik ve hoyratlık, her türlü umursamazlık, her türlü aşağılama öldürme cürümüyle birdir.”

“Yeryüzündeki haksızlık ve kötülüğün ortadan kaldırılabileceğine inanmıyorum. Değiştirebileceğimiz ve değiştirmemiz gereken şey bizleriz, biz kendimiziz, bizim sabırsızlığımız, manevi alandaki bencilliğimiz, incinip kırılmalarımız, sevgi ve hoşgörü noksanlığımızdır.”

Bu nedenle devletler ya da uygarlıklar savaşından çok kişisel kin ve nefretlerimizle her gün işte, evde, yolda, meyhanede çıkarttığımız savaşlar ilgimi çekiyor. “Yakınlarımızın” kafalarına atmaya çalıştığımız bombalar daha çok ilgilendiriyor. Üzerine çullandığımız bir insanın çaresizlikten uyguladığı terördeki kendi parmak izlerimizi silmeye çalışmamız ilgilendiriyor. İçimizdeki küçük faşistlere kılıflar bulmamızı unutup devletlerin faşizmine bulduğu kılıfları konu etmemizdeki ikiyüzlülük ilgilendiriyor.

 

“Kötü”yle ve “iyi”yle uğraşmış insan. “Kötünün iyisi”yle de. Ben daha çok “iyinin kötüsü”yle ilgileniyorum... İyi olabilecekken olmamış, giderek olma yetisini de kaybetmiş, umursamazlığından kaybetmiş, güncel çıkarlarına uymadığı için kaybetmekte sakınca görmemiş, bunu kaybetme olarak bile görmemiş, hatta doğrusunun iyi olmamak-kötü kalmak olduğunu giderek daha fazla bir güçle ve arkasına aldığı diğer kötülerin varlığıyla, kötü varlıkların gücüyle savunmaya başlamış insanlar ilgilendiriyor. “İyinin kötüsü”nü, “kötü”den bile daha tehlikeli buluyorum, çünkü “kötü”nün kötülüğünden daha zor anlaşılıyor onun kötülüğü, “iyinin kötüsü” çoğunlukla iyi sanılıyor: İnsan maskeli şeytan.

 

Suçunu ben söylediğimde anlamayan biriyle film seyrediyorduk. Filmde tam da onun yaşam suçunu karakter özelliği haline getirmiş biri vardı, kötü adam. Filmle birlikte o kişinin filme tepkisini de izlemeye çalışıyordum, anlayacak mı acaba, diye... Film bittikten sonra şöyle dedi: “Böyle insanlar da yaşıyor di mi...”

“Yaşamaz olsun!” desem... İtiraz ederdi: “Ama onların da yaşamaya hakkı var.” O zaman anlardık, aslında anlamış olduğunu, aldırmadığını ya da çaktırmadığını. En azından ileride öyle bir hata yaparsa, muaf tutulma hakkı istediğini...

 

2.

“Expecting the world to treat you fairly, because you are a good person is a little like expecting the bull not to attack you, because you are a vegetarian...”

İyi bir insan olduğunuz için dünyanın size adil davranmasını beklemek,
etyemez olduğunuz için boğanın size saldırmamasını beklemeye benzer.

Güzel örneklendirilmiş tehlikeli bir düşünce…

Bu düşünceyle hareket ediyorsanız “İyi bir insan olduğunuzda bile hayat size kötü davranabilir” düşüncesinden geçerek hayatın adil olmadığı sonucuna çıkabilir ve “Hayat adil değilse ben de adil olmak zorunda değilim” düşüncesine varabilirsiniz.

“İyilik yaptım da ne buldum” diye tekrarlaya tekrarlaya ve hayatın da acımasız olduğuna kendinizi ikna edip, acımasız olmakta bir sakınca görmeyebilirsiniz. “Tanrı yoksa her şeye izin vardır.” düşüncesine, ya da tam olarak “Adalet yoksa, her şeye izin vardır.” düşüncesine varabilirsiniz…

Oysa hayat adaletsiz ya da acımasız değildir. Siz adil olmadığımızda, hayatı da kendinize uydurarak adaletsiz diye suçlarsınız; günlük hayatta bir suçunuzu başkasının üzerine atma alışkanlığınız bile masum kalır burada: Hayata atarsınız suçu! Adil değildir, isteğiniz dışında hayata geliyorsunuzdur ve kaderinizi kendiniz belirleyemiyorsunuzdur, kötülük kol geziyordur ve sanki siz evinizde uslu uslu oturuyorsunuzdur, ve saire.

Nasıl bir boğa size saldırırken, sizin önemsediğiniz o olumlu ama onun için gereksiz özelliklerinize bakmıyorsa, yaşam da bakmaz; etyemez olup olmamanız nasıl boğayı ilgilendirmiyorsa, hayır kurumuna bağış yapmanız, savaşa hayır imzası vermeniz, haksızlığa uğrayan birine arka çıkmanız, ya da herhangi bir nedenden iyi biri olduğunuzu düşünmeniz ve benzeri mazeretler de yaşamı ilgilendirmez...

Yani bakmak lazımdır; bu boğa, bu doğa, size neden saldırıyor…

Oysa kendinizi suçlamaya değil de suçu hayata atmaya yöneldiğinizde, büyük başarı vaat eder sonuç; tek tek değil tüm hatalarınızın üzerini örtmüş olursunuz böylece. Ve çok daha tehlikelisini de yaparsınız: Hatta yapma hakkı kazandığınızı düşünürsünüz.

 

3.

Böylece gelelim, “Sözüm meclisten içeri”ye...

 

Böyle insanlar yaşıyorlar ve onlar sizsiniz. Siz o sözü kesilen, hakaret edilen, üzerine çullanılan, siz o aşağılanan, yurdundan kovulan, cinsiyet ayrımcılığına maruz kalan, siz o faşizm kurbanı, siz o haince öldürülen değilsiniz. Siz insanın sözünü kesen, hakaret eden, üzerine çullanansınız, insanı aşağılayan, yurdundan edensiniz, faşist olan, ırkçı olan, hain olan sizsiniz…

Siz savaşa karşı olan değilsiniz; aynı savaşları kendi çapınızda çıkaran, çapınız büyüdükçe daha geniş çaplarda çıkaracak olansınız…

Çizgi roman kahramanlarıyla, esas adamla-kadınla özdeşleştirmeyin kendinizi, siz kötü adamsınız, kötü kadınlarsınız, en iyi ihtimalle ikiyüzlü ve kaypak figüransınız…

Siz o kitaplarda anlatılan değilsiniz; siz, o, kendine karşı binlerce yıldır kitap yazılansınız…

Okuduğunuz kitaplarda kendinizi bulmaya meraklıysanız, bu kitapta gerçek kendinizi bulacaksınız…

 

Çünkü: Edebiyat terapi olabilir ama Felsefe tokat olmalı.

Kadın, çocuk, yaşlı, anne-baba, patron, başkan, büyük yazar falan dinlemeden…

 

Yan masada oturan yaşlı adam:

-Şu müziği biraz kıssana, dedi garsona.

-Efendim, en kısığı bu, deyince garson,

-O zaman bir süre kapat çok bağırıyor, dedi.

Buraya kadar yaşından dolayı doğal bir rahatsızlık ifadesi olarak algılanacak isteğin haklılığı, adamın şu cümlesiyle son buldu:

-Bunu dinleyen kimse var mı, yok…

 

 

4.

Ve burada, kendimi de nereye koyduğumu söyleyeyim...

Cem Akaş’ın Susan Sontag’ı koyduğu yere koyuyorum: “Zor bir insandı. Bu kısmen, çok ciddi, çok ahlaklı olmasından kaynaklanıyordu; kısmen de sizin de en az onun kadar ahlaklı olmanızı beklemesinden. Ahlaken haklı olan ve bunu bilen bir insanın karşısında, hadi ahlaksız demeyelim ama, günlük yaşamın ister istemez getirdiği bir ‘kıvraklık’ı olan, her zaman ilkeleri doğrultusunda hareket edemeyen ve bunu bilen, sıkıştığında işi dalgaya vurup sıyrılmaya çalışan bir insanın kendini suçlu hissetmemesi imkansız. Canımı sıktığı için severdim Susan’ı.”

 

Umarım canınızı yeterince sıkabilirim…