Cumartesi, Mart 19, 2016

KAHRAMAN KOMUTAN



Madalyaları tek bir üniformaya sığmadığı için üst üste iki tane giymiş, alttaki madalyaları gerektiğinde bir silahşor çabukluğuyla rakiplerinin suratlarına vurmak için üstteki üniformasının düğmelerini kuralları hiçe sayarak çıtçıtlı yaptırmış, iki üniformanın ve irili ufaklı yüzkırksekiz madalyanın da şişirmesiyle zaten iri gövdesi daha bir haşmetli görünen A Ülkesi komutanı gürler gibi konuştu:

- Bu kadar da olmaz ki, karıncalar gibi ürüyorlar. Yemeklerine şap koymalı bunların...

Karıncalara benzetilen, nüfusu büyük bir hızla artan B Ülkesi halkıydı. Coğrafi özellikleri, siyaset birimleri, bütçeleri, bilimsel araştırmaları ve birbirlerine çevrilmiş füzelerine kadar hemen hemen her konuda aynı özelliklere sahip oldukları B Ülkesi insanlarının, yeni döller üretme konusunda kendilerinden daha başarılı olduğu komutanın gözünden kaçmamıştı.

Yaver, komutanının emriyle acil hazırlatılan B ülkesi ile ilgili ayrıntılı bir nüfus araştırma raporunu yorumluyordu:

- B Ülkesi'nin askeri nüfusu gerçekten de şaşılacak kadar yüksek bir oranda artmış. Onu ikinci sırada bilim adamları izlemiş. Ülkemizde ise bu konuda başı, biliyorsunuz, filozoflar, sanatçılar ve çevreciler çekiyor. Biz askerler ise en geriden geliyoruz. Bırakın B Ülkesi’ne ve dünyaya hükmetmeyi, sınırlarımız içinden bir ayaklanma çıksa, bu kadar askerle durdurmakta zorlanırız maazallah. Son zamanlardaki gelişmelerden haberiniz var komutanım, sanatçılar ve filozoflar eskiden çiçekler ve böcekler, gözler ve kaşlar, melekler ve Tanrılarla ilgilenip bizi rahat bırakırken, artık ülke sorunlarına el atmaya başladılar. Ülkeyi romantizm, ekspresyonizm ya da sürrealizm temelleri üzerinde yükseltmeye kalkacaklar neredeyse, askerler ve silahlar yerine çiçekler, böcekler ve aşıklarla donatmak istiyorlar her yeri. Madalyalarınızın arasında bir papatya düşünebiliyor musunuz komutanım..! Çevreciler de zaten çevrede fazlaca dolaşıp nükleer silahları protesto ediyorlar. B Ülkesi bilim adamları devamlı savaş teknolojisi üretir, askeri güçleri de bu teknolojiyi cepheye taşımaya hazır bekler ve bu arada devamlı çoğalırken, önümüzdeki birkaç on yıl içinde şu an eşit dağılmış olan dünya askeri gücünü onlara kaptırmamız işten bile değil korkarım.

- Asker hiçbir şeyden korkmaz, asker..! Bir daha o kelimeyi duymayayım.

- Baş üstüne komutanım..!

- Hımm... Ama tespitlerin doğru olabilir...

- Devamlı barış görüşmeleri teklifleri getirmeleri bence boşuna değil komutanım, güçlenirken zaman kazanmaya çalışıyorlar? Bunu daha öncelerden fark etmiştim ama yeterli kanıt yoktu elimde, aslında bu sonucu bekliyordum.

- Beklersin tabii... Benim de aslan gibi iki evladım baba mesleği askerliği reddedip, “...kendi yolumuzu çizeceğiz..” diye evden ayrılsalar, ben de bu sonucu beklerim! Kim bilir başlarına neler gelir, ya çevreci olurlar ya da filozof... Karın öldü de bu günleri görmedi iyi ki. Tövbe tövbe!

- Öyle demeyin efendim, sizin tek kızınız da bir edebiyatçıya kaçmadı mı geçen gün...

- Asker..! Hazr'ol... Hizaya gel... Hizaya gel asker, yoksa getirmesini bilirim...

- Özür dilerim kom'tanım. Affımı rica ediyorum kom'tanım.

- Evet, benim kızım genç bir yazarla evlendi... Ama buna izin verirken bir amacım vardı, o da o genç adamı savaş lehinde bir propaganda için kandırmaktı. Reklamcılıktan anlıyor o genç. Ona askeri yönetimimizin çok yönlü imaj kampanyasını yaptırmayı düşünüyorum. Biliyorsun böyle propagandalara her zaman ihtiyaç olur. Böylece her şeyi göstermek istediğin gibi gösterebilirsin, örneğin askeri geriliğimizi üstünlük gibi... O amaçla yani... Bu stratejik bir evlilik.

- Çok haklısınız komutanım. Evlilik de başka nedir ki zaten, bir barış anlaşması... Peki, neden bu stratejiyi geliştirmiyor ve tüm ülkeye yaymıyoruz? Böylece diğer sanatçıları ve filozofları da askerlerin emrinde çalışıyor gösterir ve askeri nüfusumuz göreceli de olsa artırmış oluruz. Çünkü korkarım... pardon inanırım ki bu araştırmaları mutlaka B Ülkesi de yapmış ve gerçekleri görmüştür.

- Peki onları güçlü imajımızla ikna ettik diyelim. Hadi diyelim kendi halkımızı de kandırdık. Ama yine de, askeri nüfusumuzun geriliğine mutlaka bir çare bulmamız gerek. Propaganda da, reklam da sonuçta bir yere kadar...

- Bilemiyorum komutanım, doğan çocukların ileride hangi mesleği seçeceği askeri otoriteyle belirlenemiyor ne yazık ki.

- Peki B Ülkesi nasıl bu kadar asker sempatizanı yetiştirmiş? Bunun için de bir araştırma yapsak mı?

- Bunun için bir araştırma var zaten komutanım... Şey! Yani...

- Ne? Ne demek bunun için bir araştırma var? Ben neden bilmiyorum?

- Yanlış söyledim komutanım, demek istediğim o değildi. Ben şey demek istemiştim...

- Benden bir şey saklamaya çalışıyorsun sen... Hem de çok beceriksizce yapıyorsun bunu... Askeri okuldayken de hiç iyi kamuflaj yapamazdın zaten, yüzlerce metreden fark edilirdin. Askeeer... Hazr'ol... Kamuflaja son ver... Çabuk anlat bildiklerini...

- Baş üstüne kom'tanım. Emredersiniz kom'tanım. Bu bir araştırma değil aslında kom'tanım. Bir dedikodu kom'tanım.

- Askeeer... Rahat...! Rahat asker... Rahat rahat anlat asker.

- Efendim bu bizim sanatçılarımızın, fikir adamlarımızın çıkardığı bir dedikodu. Aslında önceleri önemsememiştim, sonuçta sadece bir dedikodu, ama şimdi düşününce...

- Uzatma, neymiş bu dedikodu?

- B Ülkesi'nde asker sayısının ve bilim adamlarının, keza sanatçıların ve çevrecilerin bu kadar fazla olmasının nedeni, her askerin aynı zamanda sanatçı, her bilim adamının aynı zamanda filozof olmasıymış.

- Saçmalama yaver, nasıl olur bu?

- Bu durumun gerçekleşmesini sağlayan B Ülkesi komutanıymış.

- Komutan mı? Benim gibi mi yani?

- Evet efendim, o ülkeyi kim yönetiyor sanıyordunuz...

- Tabii... birisi yönetiyordur di’mi? Aslında ben bugüne kadar karşı tarafı hep toptan bir ülke, giderek artan bir kalabalık olarak düşünmüştüm, tek bir komutan hiç aklıma gelmemişti... Bir komutan demek ha? Belki madalyaları bile vardır, ne dersin? Benden fazla mı acaba? Çıtçıtları açıp biraz kendime güvenimi kazanayım... Birkaç madalya daha icat edip, onları da toplasam mı!

- Bir de şu var ki komutanım, o komutan askerlik dışındaki alanlarda da kendini geliştirmiş. Bir yazar ve düşünürmüş aynı zamanda.

- Ne var, ben de yazarım...

- Peki yazarken aynı anda düşünebilir misiniz!?

- İkisini birarada yapamam, evet.

- Düşündüğünüzde, ne konuda düşünürsünüz efendim?

- Ne konuda olacak, savaş konusunda! Hayatımda başka bir konuda düşünmedim ki...

- Diğer komutan 2-1 önde o zaman. O, barış konusunda da düşünürmüş.

- Asker ve barış... Bu doğanın işleyişine ters...

- O doğa konusunda da düşünürmüş.

- 3-1 oldu desene...

- İnsanlığın geçmişi, bugünü ve geleceğini kavramaya yönelik felsefi konular, insanların kardeşliği, birarada yaşama gibi sosyolojik konular, dünyaya hükmetme isteğinin komplekslerle bağıntısı gibi psikolojik konular...

- Tamam tamam yeter... Farkı iyice açtı herif, bizim haberimiz yok... Peki ama bunların askerliğine ne yararı olacak... Bu işlere madalya vermezler ki.

- Bir söylentiye göre de o komutan barış yanlısıymış aslında. Askeri düşüncelerinin tümü barışı sağlayabilmek içinmiş.

- O zaman işsiz kalır yahu!

- Hayır efendim. Edebiyatla uğraşır. Düşünür ya da filozof olarak para kazanır. O ülkede epey para getiren bir işmiş bu.

- Düşünür olmak için mi savaşa son vermek istiyor?

- Düşündüğü için savaşa son vermek istiyor.

- İyi ki onun gibi düşünmüyorum...

- Ama askeri geriliğimiz konusunda düşünmek zorundayız. Yoksa yenileceğiz.

- Düğmeye ilk biz basmazsak tabii.

- Nükleer füzeyi fırlatacak düğmeye mi?

- Evet. O zaman onların askeri üstünlükleri yok olur.

- Peki neden hemen yapmıyoruz o zaman?

- Kolay bir çözüm olur bu çünkü. Hoş günümüzde, o eski zeki stratejilerle kazanılan zaferlerin olmasını beklemek hayal... Hem işsiz kalırız o zaman... Sonuçta askerlerin görevi düğmeye basılıp da bütün düzenek eksiksiz çalışıncaya kadar. Füze gidip karşı tarafı bulduktan sonra, B ülkesinde taş taş üstünde kalmayacağından, askerlerimiz orayı fethetmeye ellerini kollarını sallaya sallaya giderler, tatile gider gibi. Dönünce de sıkıntıdan patlamaya başlarız.

- Ama savaşı kazanmış oluruz. Böylece sanatla ilgilenecek vaktimiz olur, bilim adamlarımızın da felsefeyle. Müthiş kalkınırız o zaman.

- Düğmeye basarsak.

- Düğmeye basarsanız.

- Niye ben?

- Komutan sizsiniz, yetki sizde.

- Yetki bende evet, bunu gerçekten yapmalı mıyım peki?

- Bunu halkımızın iyiliği için yapıyorsunuz komutanım. Hatta B Ülkesi halkı için. Eminim bunu savaşa son vermek için yaptığınızı anlayacak ve size hak vereceklerdir.

- Ölmeden önce mi, sonra mı?

- Siz de bilirsiniz ki, biz askerler, işimiz olduğu halde O'ndan hiç bahsetmeyiz.

- Haklısın. Öldürün, demeyiz. Saldırın, deriz, hücum, deriz. Tüm ordunun görebileceği yüksek bir yere çıkar “Ateş...” diye bağırırız.

- Komutan ateş emrini verdi... Çabuk fırlatmayla ilgili işlemleri tamamlayın.

- Ne..! Ben mi ateş emrini verdim?

- Evet komutanım, dünyadaki herkesin duyabileceği, duyamayacak kadar uzaktakilerin de görebileceği kadar yüksekten, kabartma harita masanızın tepesinden verdiniz komutu. Ve inanır mısınız, masaya çıktığınızda ayaklarınızı bastığınız yer, B Ülkesi'nin, o dünyanın bizim olmayan diğer yarısını kaplayan toprakları idi. Şehirlerini ezdiniz, dağlarını dümdüz ettiniz, denizlerini, göllerini çizmelerinizin kirli tabanıyla çamura buladınız. Zaten tüm füzelerimiz üzerlerine çevrili. Bütün hazırlıklarımız da tamam. Şimdi aşağı inip şu düğmeye basın da artık şu savaşa bir son verelim.



A Ülkesi komutanı yeterli tahrik olarak gördüğü bu laflar sonucunda, fırlamaya her an hazır füzelerin düğmesine bastı. Füzeler B Ülkesi'ne doğru yola çıktığı anda, B Ülkesi erken algılama sistemleri tarafından artık her şey için çok geç de olsa algılandı. Ama B Ülkesi komutanı olayı hemen algılayamadı.

- Neden ama? Niçin? diye sordu. Tam da savaşa son verecek, silahları imha ettirecek bir barış konferansı teklifi götürmeye hazırlanıyorduk.

Yaver daha az düşünür, daha çok askerdi.

- Onlar silahları imha etmenin bir yolunu bulmuşlar komutanım. Bizim üzerimizde imha edecekler. Çabuk bizimkileri de gönderelim!

- Bütün hazırlıkları tamamlayın! dedi komutan, gayri ihtiyari bir emirle.

10 saniye sürdü tüm hazırlıklar ve düğmeye basma zamanı geldi. Komutanın eli füzeleri hareket ettirecek düğmenin üzerinde titredi birkaç saniye...

- Hadi komutanım! dedi yaveri, basın... En azından bizim füzeleri de denemiş oluruz.

- Hayır! dedi komutan. Yapamayacağım..! Ülkemin halkını kurtaramadım, bari o ülkenin halkın kurtarayım...

Yaver olaya daha sportmence bakıyordu.

- Zaten onlar önce davrandılar, kazanmak haklarıdır... Şuradan üzerimize gelen şey bir füze mi?



Böylece B Ülkesi yok oldu, tüm halkı öldü. A Ülkesi savaşı kazandı. Bir zaman geçti, savaşın yorumları yapılmaya, gerçekler görülmeye başlandı. A Ülkesi'ndeki sanatçı, düşünür ve filozof çoğunluğun elinden böyle bir konunun kurtulması olanaksızdı. Komutanlarının her şeyi barış için yaptığını açıklaması, kimseye inandırıcı gelmedi. A Ülkesi halkı, B Ülkesi komutanını, hayatlarını kurtardığından milli kahraman ilan etti ve heykelini dikmeye karar verdi.



- Bu sonuca beklemiyordum doğrusu. Halbuki biz her şeyi barış için yapmıştık, değil mi yaver?

- Başardık da komutanım. Şu anda bir barış yaşanıyor. Ama düşünmediğimiz bir şey vardı. Sivil hayatta, hem de böylesi bir barış ortamında, ölüm ve öldürmek kelimeleri askerliktekinden daha otoriter bir güçle yasaklanıyor. Bu yüzden yenilgi pahasına insan hayatını kurtardığı için, merhum B Ülkesi komutanı kahraman ilan edildi. Bugün haberini aldım, Başkent'teki meydana onun heykelini dikmişler. Heykeltıraş onun, düğmeye basmak üzereyken donmuş kalmış heykelini yapmış. Komutanın kalbinin o insan sevgisiyle dolu sıcaklığının, vücudunu taşlaştırdığı ânı anlatan çok başarılı bir çalışma olarak nitelendiriliyormuş. Komutanın yüzünü yapmamış heykeltıraş, o an suratındaki hüznü hiçbir sanatçı hayal edip de anlatamaz diyormuş. Ama herkes gerçeği biliyor: Onun yüzünü hiç görmedi ki... Hayatımızı kurtaran bu adamın yüzünü hiçbirimiz görmedik... Herhalde yüzü de vücudunun diğer parçaları gibi ülkesinin toprağına karışmıştır... Bu da çevresindeki esrarı artırıp, onu daha bir efsane haline getiriyor zaten. Size ise pek iyi gözle bakmıyorlar doğrusu. Ama birbirinize rakip olduğunuza ve o kahraman ilan edildiğine göre, varın siz tahmin edin unvanınızı.

- Ne rakibi, ben o herifi tanımam etmem.

- Zaten adama hiç fırsat tanımadığınız konuşuluyor halk arasında. Çünkü size bir barış konferansı önereceği haberi daha önceden bazı ajanlar tarafından bizim edebiyatçılara sızdırılmış.

- Başka ne diyorlarmış benim hakkımda?

- Sizin geleceğiniz konusunda bir karar vermeye çalışıyorlarmış.

- Yahu yaver, bunlar bizi asacak mı yani şimdi?

- Bizi mi?

- Bizi tabii... Beraber karar vermedik mi düğmeye basmaya... Bu, tek bir kişinin veremeyeceği kadar büyük bir karar...

- Ama düğme iki parmağın sığamayacağı kadar küçük bir düğme.

- Sen neler diyorsun..! Bak, bana gelecek herhangi bir suçlamada yanımda olmazsan, seni savaş divânına veririm.

- Bu, iki açıdan mümkün değil beyefendi. Birincisi artık savaş kalmadığından o divândakiler işsiz güçsüz rahat rahat oturuyorlar divanlarında. İkincisi de, istifa ediyorum.

- Asker istifa edemez, asker... Seni ancak ben atabilirim askerlikten.

- O zaman yabancı uyruklu bir kadınla evlenirim. Askerlik kurallarına göre bu yasak olduğundan, beni ihraç etmek zorunda kalırsınız.

- Yabancı uyruklu kadın kalmadı ki, bütün yabancı uyruk yok edildi. Yok ettim hepsini. Ben yaptım! Tek başıma!

- Bir tane var. B Ülkesi'nden barış görüşmesine hazırlık için gizlice ülkemize gelen çevreci kızlardan birinin annesi.

- Sen nereden tanıyorsun onu?

- Kızı ve oğlum birbirlerinden hoşlanıyorlar. Tam düşündüğünüz gibi, evden ayrılan oğullarımdan biri çevreci bir kıza gönül vermiş. İlk önce çok kızmıştım ama şimdi anlıyorum ki hayatımı kurtaracak bu aşk. Annesi de sempatik bir bayan, geçen gün oğlum benimle tanıştırmak için eve getirmişti. Görseniz nasıl olgun davranıyor bizlere karşı, hem de tüm ülkesini yok ettiğimiz halde... Hafta sonu kırlara gidiyoruz. Bizim kuzey illerimizde yetiştiğini duyduğu bir ağaç cinsini göreceğiz. Bizimkinden biraz daha sıcak olan iklim nedeniyle ülkesinde yetişmiyormuş, hoş artık hiç ağaç yetişmiyor ya, sayenizde..!

- Asker!!! Seni üstünle böyle konuşmaktan men ederim. Her ne kadar bu dalavereyle askerlikten ve bu katliamdan sıyrılacak olsan da, henüz askersin ve komutanının emrini son kez de olsa dinlemek zorundasın. Git kendini tutuklattır. Yoksa ben tutuklattırırım.

- Üzgünüm beyefendi, artık size beyefendi diyeceğim, ama sizin diyeceklerinizi kimsenin dinleyeceğini sanmıyorum. Yeterince insanın hayatını mahvettiniz, bence kendi canınızı kurtarmak için bir an önce buradan uzaklaşsanız iyi edersiniz.



Katil komutan, başına büyük işler açan yaverinin öğüdünü bu kez dinlemek konusunda isteksiz de olsa, bir an düşününce bunun yapabileceği en mantıklı iş olduğuna karar verdi. Ülkeden kaçması gerekli olabilirdi. Ama nereye gidebilirdi ki? Kendi ülkesi dışında gidebileceği tek yer, taş taş üstünde bırakmadığı B Ülkesi'ydi... Orada kendisine yeni bir yuva kurabilir miydi? Düşündü de korunaklı bir yer, özel bir yer olmalıydı mutlaka. Ülkenin yüzey yapısını tanımasa da bir an aklına müthiş bir yer geldi: Gönderdiği füzenin yerde açtığını düşündüğü çukur... Daha önce böyle çukurlar görmüştü. Sıcak olurdu içleri. Füze tam Başkent'in tepesine düştüğüne göre, çukurun su kaynaklarına ve yaşam için gerekli diğer şeylere çok uzak olmaması gerekti. Ne de olsa bir süre önce canlılar yaşamıştı oralarda. Evet evet, yeni bir yaşama başlamak için oradan ideal yer düşünemiyordu. Böylece yabancılık da çekmezdi, çünkü zaten hayatı boyunca şu anki gibi yerin dibine oyulmuş karargahlarda yaşamıştı... Yeni yuvasına ad bile bulmuştu: Cehennemin Dibi. Bu ad yeni ülkesinin şu anki durumunu, oraya sürgüne gitmesine neden olan yaşadıklarını ve düştüğü talihsiz durumu anlatan müthiş kara mizah yüklü ve aynı zamanda bundan sonraki yaşam felsefesini özetleyen bir ad olmuştu. Felsefi konularda doğuştan gelen bir yeteneği olabilir miydi yoksa? Bu ve benzeri konuları düşünmeye bol bol vakti olacaktı nasılsa, şimdi bir an önce yola çıksa iyi ederdi. Buradakiler kendini başka bir cehennemin dibine göndermeden önce...

Yine de bir zamanlar hükümdarı olduğu ülkeden ayrılmadan, yolu uzatmak pahasına da olsa, tanınmayacağı bir kıyafete bürünüp, Başkent'in merkezinde, bütün heybetiyle göğe doğru yükselen Kahraman Komutan heykelinin önünden geçmeyi ihmal etmedi.



“Hah..,” dedi geçerken, “...gerçekten de hiç madalyası yok muymuş, yoksa sanatçının hayal gücü mü zayıfmış...”