Çarşamba, Ocak 30, 2008

Figüran

"Doğal olun, kameraya bakmayın!"

Cumartesi, Ocak 26, 2008

1900’deki sigara sahnesi

Yaşlı yazar, ölmüş bir yazar üzerine yazdığı kitaba çalışmak üzere arkadaşlarının sakin bir yerdeki evine çekilir. Gece uyurken tıkırtılar duyar, hırsızdan şüphelenir, korkar, bir süre sonra da hırsızı odasında bulur. Yaşlı yazarın kalın camlı gözlüğünü pencereden fırlatan, suratına bir kadın çorabı geçirmiş hırsız, yazara zarar vermeyeceği, hırsızlığının kendince haklı sebepleri gibi konularda yazarla sohbet ederek evi soymaya devam eder. Gerçekten de iyi davranmaktadır, yazarın cüzdanındaki paraların birazını geri bırakır, yazarı bağladıktan sonra sabaha polisi arayacağını söyler, gözlüğünü attığı yerden bulup masaya bırakır, ısıtıcıyı açmayı sorar. Bağırsam da kimse duymaz, ağzımı bağlama diyen yazara üzgün olduğunu söyleyip yapması gerekeni yaparken burnundan nefes alıp almadığını kontrol eder…

Ona kızmakla kızmamak arasında gidip gelirken yazar, kararını vermesine neden olacak bir şey yapar hırsız: Yazarın varlığını sanki unutmuşçasına şömineyi yakar, yazarın üzerinde çalıştığı kitabın yüklüce notlarını, yazarın bazen yazmaktan daha fazla zaman aldığını söylediği araştırma notları ve kitaplarını, ne varsa, teker teker…

Onu ne olursa olsun bulmaya çalışacağına yemin eder yazar, içinden.

Öğlen gerçekten de kurtarılır. Olayı anlatır, sonra da düşünmeye başlar.

Neden?

Neden!

Neden…

Edebiyatta ucu açık metin takıntısıyla ilgili yazdıklarımın hiçbirini yazmayıp, John Fowles’un yeni çıkan Abanoz Kule adlı kitabındaki Zavallı Koko adlı bu anlatısını örnek gösterebilirdim.

Açık ucu yanlış tamamlayan örneklerin boşluğunu, ucu tamamlayıp metnin işinin bitmesi, metnin tüketilmiş sayılması çekincesinin gereksizliği, muammanın üzerinde düşünmeyi metne dahil etmenin nasıl zekice zevkli bir eser oluşturacağını, metnin anlamını ve değerini 10’a katladığını vs vs…

Duygusal insanlar genelde mantıktan, zekadan sıkılır, mantıklı-zeki kişileri küçümsemeye(!) yönelirler, Ali Nesin’in duygusal zekanın zekalarını yeterince geliştirememiş olanların uydurması olduğunu söylediğindeki gibi, zeki yazar duygusuz yazar değildir.

Ama duygulu yazar, duygulu yazardır.


NOT 1: Fowles’un harika romanı Koleksiyoncu’yla benzer konulu (o, bundan çıkmış sanırım) Zavallı Koko’dan şunu da öğreniyoruz: İlkel kabilelerle iletişim kurmak için 32 dişini göstererek yaklaşan misyoneri öldüren “vahşileri” kim suçlayabilir; dişlerini apaçık gösterip düşmanlığını ilan eden misyoner değil miydi…

NOT 2: Bu yazı 1900'deki sigara sahnesi sırasında yazılmıştır. O sahneyle ilgili diyeceğim bir şey yoktur.

Cuma, Ocak 25, 2008

Tolstoy’u karısı

“Eğer bu adam kadınları yazdığı kadar iyi tanısaydı onunla çok mutlu olurduk.” demiş Tolstoy’un karısı.

Bunun üzerine “Yazarken bildiği birçok şeyi insan yaşarken unutabiliyor.” diye bir yorum yapmış Ahmet Altan.

Tolstoy’un kadınlarla ilgili bildiği de nedir, ben size söyleyeyim.

Anna Karenina romanına bakıyoruz. Ama ne Anna’ya ne Karenina’ya. İkincil karakterler olan Levin ve Kiti’ye bakıyoruz. Çok rahatlıkla Kadın ve Erkek olarak genelleyebiliriz, başı sonu ortası kıyısı köşesi haricinde temelde aynı yaşanıyor.

Kadın Adamı haksız yere suçlar.

Adam da Kadına kızacaktır.

“Ama Kadına kızamayacağını çünkü onunla kendinin aynı kişi olduğunu anlamakta gecikmedi. O zaman, arkasından şiddetli bir darbe yiyen bir insanın öfkeyle, öcünü almak amacıyla dönüp de, kafasını kendisinin bilmeden çarptığını, kızacağı bir kimsenin bulunmadığını, acısına katlanmaktan, sızısını dindirmekten başka yapacak bir şeyi olmadığını gördüğünde hissettiği şeyi hissetti.

(…) Doğal bir duygu kendini temize çıkarmasını, Kadına haksız olduğunu göstermesini istiyordu. Oysa Kadına suçlu olduğunu göstermek, onun sinirlerini daha da bozmak, onun üzüntüsünün kaynağı olan ikiye bölünmeyi daha da güçlendirecekti...

Böylesine haksız bir suçlamanın altında kalmak acıydı, ama kendini temize çıkarıp, ona acı çektirmek daha kötüydü.”

Çok güzel düşünceler değil mi… Ama tek taraflı, ve Erkekten Kadına…

“Barıştılar. Kadın kendi suçunu anlayınca –ama bunu belli etmemişti kocasına- Erkeğe karşı daha bir sevecen davranmaya başladı...”

Ama bunu belli etmemişti kocasına.

Harika bir tespit… Erkek kadına anaç davranırken, kadın erkeğe hizmetçisiymiş gibi davranıyor!


Sonra yine benzer nedenlerden kavgalar ederler...

Kadın hep kavga çıkarır, adam hep düşünür.

“Karısına yanlış düşündüğünü kanıtlayacak değil, onu avutacak sözcükler bulmaya çalışarak konuşmaya başladı.”

Yine harika, ama yine tek taraflı…

Karısının bu kavgalara neden olan düşüncesizlikleri için Erkeği bir de şöyle yargılar Tolstoy: “Kadının kendini aynı anda hem kocasının karısı, hem evin hanımı olacağı, hem de çocuklarını karnında taşıyacağı, onları besleyeceği, yetiştireceği o sıkı devreye hazırlandığını bilmiyordu. Kiti’nin bunu içgüdüsüyle sezinlediğini, bu korkunç çalışmaya hazırlanırken, şimdi yuvasını neşe içinde örüyor, bir yandan da mutluluk dolu, kaygısız aşk dakikaları yaşıyorken buna hakkı olduğunu düşündüğünü anlayamıyordu.”

Eh, herkes ister vallahi, saçma, özensiz, sevgisiz ve insanlık dışı davranıp, ben ne “korkunç” bir çalışmaya hazırlanıyorum ve zaten bunun için doğdum diye duygu sömürüsü yapmaya bile gerek kalmadan haklı çıkmayı, çünkü zaten adam böyle düşünerek haklı bulmalı kadını! Kadından daha çok kadıncı olmak, deyimi eklensin dilimize…

Hem neden araba kullanmak için bile ehliyet varken, çocuk doğurmak için yok.

Bedeni çocuk doğurabiliyor diye çocuk doğurmaya odaklanmış kadınlara karşı, bedeni yılda 300 kadını dölleyebileceği için bunu yapmaya odaklanmış erkekler: Tencere kapak, neyin savaşını yapıyorlar ki… Alan razı, veren Rıza.

Erkeğin, bu kadın anlayışsızlığına katlanmadaki kendi salaklığının intikamını kadından alması başka bir yazının konusu; aldatarak (ne demekse aldatmak), terk ederek (Tolstoy da karısını terk etmiştir “sonunda”), kadınları ikinci sınıf yaratık olarak görmeye kendilerini zorlayarak…


Bir de gerçekten kadının ne olduğunu bilen erkekler var. Saçmalamaları dahil, muayyen günlerini tüm aya yayma ve bundan ceza indirimi alma düşünceleri dahil, ne korkunç şeyler yaşadıklarını, birinci sınıf yaratıklar oldukları halde erkeklerin onlara değil onların kendilerine nasıl ikinci sınıf yaratıklar gibi davrandıklarını gerçekten bilen, bu nedenle de böyle kadın tavlayıcı ne yazan ne de davranan, kadını ne melek ne de şeytan gibi davranan.

Ama kadınlar kendilerine düşkün-aslında düşmüş- oldukları sürece o erkekleri asla tanıyamayacaklar –doğuracakları çocuklara düşkün olacaklar ki bu da kendine düşkün olmak demektir, ve ailenin, yeni neslin düşmüş olması sonucunu doğurur.


Erkek taraf adam olmaya çalışırken, kadın taraf da ana değil anaç olmaya çalışsa…

Ben iyi insan olmak istemiyorum ben çocuk doğurmak istiyorum, diye bağıran bir kadın hatırlıyorum…

Perşembe, Ocak 24, 2008

Tutunamayanlara tutunamayanlara

İlk 100 sayfa vasattı.
Sonraki 50 sayfa ilginç bir şiir(imsi)den oluşuyordu.
İlk 100’ün sıkıcılığına tepkiyle okusam da fena değildi, ironi-kara mizah dedikleri şeyi burada yapıyordu işte.
Ama ilk 100 sayfada basit espriler!
Hani “ooo biz onları üniversitede yaptık bitirdik” dediğimiz türden, Amerikan esprisi dediklerimizden, bir edebiyat eserine yakışmıyordu. (Belki o kadar basit-vasat yaparak, bu vasatlığı yeriyordu da ben anlamadım!)

Sonraki 100 sayfa şiirimsinin apayrantılı bir açıklamasıydı, tek başına bölük pörçük konulu metinler ilginç olabilse de bütün içindeki yeri neydi?

Bıraktım, bağışlanacak kitaplar bölümüne.

250 sayfadan sonrasına birkaç gün sonra bir daha döndüm ve bitireyim yahu şunu dedim, çünkü John Fowles bu yazıyı yazmaya beni zorlayacaktı görünen o ki. ‘Büyücü’nün son sözü hayatımda okuduğum en gerekli son sözlerden biriydi. Fowles burada kitabını gereksiz ayrıntılarla fazlaca yorduğu, konuyu fazlaca dağıttığı vs gibi eleştirilere katıldığını söyleyerek özeleştiri yapıyordu, ki on yıldan fazla bir zaman sonra gözden geçirdiği basımının çevirisiydi okuduğum.

Tutunamayanlara da böyle bir son söz eklenemez miydi, ben bilemezdim, çünkü 250’den sonra kitaba devam etme çabam yine işe yaramamıştı. (İlk seferi de seneler önceydi. 10 senede bir deniyorum demek ki ben.)

Kısa Çöp’teki parantez içleri için konudan fazla koparıyor diyenlere ama ben öyle istiyorum demiş, sonradan pişman olurusun diye ekleyenlere de, ben bu konuda da başka yazarlara benzemem, zamanla görürsünüz, demiştim… Anlamamışlardır. Olsun, bir yazar kayda geçsin diye konuşur.

Daha sonraları yazdığım romanımı yazmaya oturmak için Celine okurdum, geveze-dedikoducu bir adamın bu harika zırvalamaları, konudan konuya atlamaları arayıp da bulduğum şeydi romanımın dilinde, parantez içleri yaramış, yarasın.

Yazdıklarımdan şüpheye düştüğümde başka bir yazarı açar okurum ve endişelenecek hiçbir şey olmadığını anlarım, demiş Bukovs2…

Yeni başladığım romandaki bir bölüme böylece şunlardan birini koyacağım ad diye:
“Tutunamayanlara tutunamayan”
“Tutunamayanlara tutunamayan beyan”
“Tutunabilen”

“Tutunulamayan” da olabilir.

Topik


Topik adlı meze geliyor masaya, hemen bitiyor, ütopik oluyor.

-Neden yazıyorsun.
-Zekiyim… Dünya aptal…
-Saçma.
-Evet, öyle gözükür.

Salı, Ocak 22, 2008

Yazıt kutuplar

“Sevgilimin favori ülkesi İspanya, benimki İtalya.” (Bir İngiliz, aslında iki)

“Eşim Küba gibi bir yerde yaşamak istiyor, ben Fransa’da.” (İspanyolun çifti)

“Fransız edebiyatını, müziğini ve Paris’i çok seviyorum.” (Nereli? Daha doğrusu nereli değil?)

“Belçika’da kime sorduysam Brel’den hazzetmediğini söyledi.” (Yukarıdaki Amerikalı)



“Eğer şu yeryüzünde rahat ediyorsam bunun nedeni yalnızca var olmak yoluyla burada bulunmaya alışmamdır. Oysa ben başka bir yere ait olduğumu sanıyorum. Nereye olduğunu bilsem her şey düzelecekti ama bu soru nasıl cevaplandırılabilir göremiyorum. İnsanın anlaşılmaz bir özlemle dolu olması olgusu bir “başka-yer”in varlığına işaret sanki.”

Yukarıdaki vasat zihin örneklerine entelektüel bir katkıdan daha ileri gitmeyebilecekken Eugene Ionesco, Yalnız Adam adlı romanının kahramanına şunları da söyleterek kurtulur:

“Bu ‘başka-yer’ benim bulmayı beceremediğim bir ‘burası’ olabilir.”

Bu cümleyle bir anda umutsuzluktan özeleştiriye sapar, tek taraflılıktan kurtulur, olasılık denen o üst yaratımla taçlandırır mantığını. Hala mutsuz olabilir, ama buradan sonrası bizi ilgilendirmez, buradan öncesi hem ilgilendirir hem bilgilendirirken…

“Olabilir…” Robert Musil’in benzer adlı eserindeki olasılık durumuna girmeyeceğim, şöyle devam eder Ionesco:

“Daha şimdiden bir çelişmeye düştüğümüz sezmiş olmalısınız. Bu acaba bu çelişmeye mi yoksa genellikle bütün çelişmelere bir düzen getiremediğimden mi böyle oluyor? Birbiriyle çelişen birçok bilinç düzeylerinde birden yaşamamızdan mı ileri geliyor? Gene iki olabilirliğin de doğruluğuna inanıyorum.”

Olabilirlik…

Bundan sonrasını Nasrettin Hoca’ya soracağım huzurlarınızda, bakalım sonrasında kim bulabilecek…

Yani huzur…

Cumartesi, Ocak 19, 2008

Babil (Karışıklık)

"Orwell kitapları yasaklayacak olanlardan korkuyordu. Huxley’in korkusu ise kitapları yasaklamaya gerek duyulmayacağı, çünkü artık kitap okumak isteyecek kimse kalmayacağı şeklindeydi. Orwell bizi enformasyonsuz bırakacak olanlardan, Huxley pasifliğe ve egoizme sürükleyecek kadar enformasyon yağmuruna tutacak olanlardan korkuyordu. Orwell hakikatin bizden gizlenmesinden, Huxley hakikatin umursamazlık denizinde boğulmasından korkuyordu. Orwell tutsak bir kültür haline gelmemizden, Huxley (anlamsız M.S.) şeylerle ömür tüketen önemsiz bir kültüre dönüşmemizden korkuyordu.

… 1984’te insanlar acı çekerek denetlenirken, Cesur Yeni Dünya’da insanlar hazza boğularak denetlenmektedirler. Kısacası Orwell bizi nefret ettiğimiz şeylerin mahvetmesinden korkarken, Huxley bizi sevdiğimiz şeylerin mahvetmesinden korkuyordu."

(Televizyon: Öldüren eğlence / Neil Postman)

Cuma, Ocak 18, 2008

Takiye

“Dahinin zamanın yüz yıl ilerisinde olduğu söylenmemeliydi. Bu insanları dahiden uzaklaştırdı. Üstelik bu söz kısmen yanlış: İnsanların ortalamasının zamanın yüz yıl gerisinde olduğunu söylemek herhalde daha doğru ve eğitici.” B.B.

Laptoplu Mağara Adamları

Termometres’de şuraya geldik: "Anlam, benim ne anlattığımı düşündüğümde değil, karşımdakinin ne anladığıyla sınırlıdır."

Daha “bilimsel” konuşalım: “Amerika'da 1950'lerden, Avrupa'da 1970'lerden sonra genel olarak edebiyatın, ''yol göstericilik'' gibi bir görevi olamayacağı kanısı başgösterir. Gerçeklerle uğraşmak bilimin işidir artık, edebiyat ise müzik gibi, resim gibi bir sanat dalıdır, ölçütü doğruluk değil güzelliktir. Güzel ise görecedir, yargı algılayan kişiye göre değişir.” Prof. Dr. Gürsel Aytaç

Bu anlayışın, edebiyatı -belki tam da yol göstericilik yaptığı, doğası gereği yapabileceği için- atıl bir noktaya sürüklemeyi amaçlamış olup olmadığı düşünülmeye değer; ama benim esas sorunum hayatla doğrudan ilgili şu durum:

“Yargı, algılayan kişiye göre değişir.”

Bir yazar yazdığı eserin algısını bu kadar çok okuyana nasıl bırakır!

Söylediğinin her anlama çekilmesinden kim mutlu olur!


Bu görelilik anlayışına nasıl gelindi?

Bülent Somay’ın “Bir şeyler eksik” adlı kitabına bakabiliriz:

“20 yüzyılın ortalarında hüküm süren aydınlanmacı inanç sistemleri bize nesnel olarak belirlenebilen tekil bir hakikat vazedegelmişlerdi, postmodern inanç sistemleri buna karşı çıkarak hakikati görelileştirdiler. Nesnel ve mutlak bir hakikat yerine her düşünce sisteminin, her yöntemin ve giderek her bireyin kendi başına ulaşabileceği göreli, çoğul ve sonsuz bir hakikatler dizisinden bahseder oldular. Ortak hareket biçimleri ise bu sonsuz sayıdaki hakikat arasından tartışma ya da pazarlık yoluyla varılabilecek mutabakatların bir ürünüydü. Böylece metaların, daha sonra düşünce, duygu ve inançların daha sonra da sanatın ardından en nihayet hakikat de serbest piyasa ekonomisinin bir parçası haline geldi.

Postmodernizm hakikati mutlak konumundan kurtardı kurtarmasına ama metalaştırdı, bir pazarlık ve alım satım nesnesi haline getirdi. Kapitalizm Avrupalı iken mutlak ve evrensel bir hakikate ihtiyaç duymuştu, küreselleşince çok kültürlü çok hakikatli olması gerektiğini fark etti ve postmodernizmin hakikati öznelleştirip dağıtan dinamiğini benimsedi.”

Bunları okuduğumuzda öznelliğimizin ihya edildiğini değil de birileri tarafından ihya yalanıyla kullanıldığımızı; “istediğinizi düşünebilir, istediğinizi doğru olarak savunabilirsiniz, sizin hakikatiniz hakikattir, her şey “size göre”dir” diyen birileri tarafından özgür kılındığımızı, demokratik bir toplumda yaşadığımızı, fikir özgürlüğüne falan sahip olduğumuzu değil de her kafadan bir sesin çıktığı bir karmaşalar toplumunda yaşadığımızı düşünebilmemiz gerekiyor.

Duygu, düşünce ve inançlarında özgür olmamak değil söylemeye çalıştığım. Ama duygu, düşünce ve inançlarımızı edinebileceğimiz, gözden geçirebileceğimiz hiçbir sağlam kaynak kalmadığında nasıl gerçekten güvenilir duygu, düşünce ve inançlarımız olabileceğini sormak… Olamayacağını söylemek.

(Bilmediği bir konuda ansiklopedik bilgiyi araştıranla ekşi sözlüğü araştıranların oranı nedir? Dedikoduysa çağın bilgisi, kocakarılardır en bilgelerimiz!)

Bülent Somay “Psikanaliz Adam Philips’in dediği gibi aydınlanmanın evrenselciliği ile postmodernist göreliliğin tam arasında bir yerde durur.” diyor ve bize bakabileceğimiz bir öğreti veriyor.

Ama hemen sonra da şunları diyebiliyor, ben mi yanlış anlıyorum diye birkaç kez okudum:

“O yüzden bir filmin yazarı yönetmeni tarafından nasıl anlamlandırıldığı bizim onu anlamlandırma çabamızda önemli bir yer tutmaz, bizim aradığımız şey o metnin hakikati değil kendi hakikatimiz…”

Görelilik tuzağına mı düşmüş acaba Bülent Somay?

“Pratikte bir anlamı olan hakikatler, vahiyler ve tebliğler ya da üstün yetenekli dahi ermiş bireylerin zihinlerinde değil bireyler arasındaki etkileşim alanından doğar ve anlaşılır.”

Size bir soru: Tek bir jüri tarafından yargılanacaksınız, jürinizi sözgelimi Çetin Altan’ın oluşturmasını mı yoksa halktan seçilmiş birinin oluşturmasını mı tercih edersiniz?

Çetin Altan’ı seçse de onun kararına itiraz edecek ve gücünü de “yaşadığımız çağın anlayışı”ndan alacak; insanlığın sorunlarının Socrates devrinde cevaplanmış olduğunu söyleyen, “ben Türkiye’den bahsetmem” diyen ve kıstası Kosmos olan bir üstada bile “neye göre, kime göre” diye ciddi ciddi soracak insanlar giderek çoğalıyor.

“Özneler öncesinde ve onlar olmasa da var olacak bir hakikat tabii ki vardır ama bu, insanların dil olarak, dil yoluyla kurdukları düzenin terimleriyle algılanabilir anlaşılabilir değildir.” dedikten sonra şöyle bitiriyor metnini Bülent Somay:

“Hakikate ulaşabilirsiniz ama onu kimseye anlatamazsınız…”

İşte bu da, hakikatin göreli olduğunu değil, onu anlatacak dili, iletişimi geliştiremediğimizi gösterir. Hakikate laf etmemek gerek, her zaman olduğu gibi insanlığımıza laf etmeli, onunla uğraşmalıyız… Ki, bir dil geliştirememe nedenimiz, herkesin kendi ayrı dilini, hakikatini dayatmaya çalışması, çünkü hakikat görelidir mantığının olumlanması değil midir…

Onca yıllık tarihimiz var, edebiyatta söylenmemiş söz kalmadığı düşüncesi var, tarihin sonuna geldiğimiz bile söyleniyor... Artık bir insanlık anayasası hazırlanması beklenir değil mi! Hayır! “Hakikat görelidir” gibi ilkel bir mantıktan söz ediyoruz hala…

Kutsal kitaplar var, edebiyatta “kutsal kitaplar” var, ama hala deneme yanılma yöntemiyle öğreniyoruz! Yazarların, filozofların kendisi “felsefe yapmaktan”, “edebiyat yapmaktan” fazlasını beceremiyor… Örneğin, yaşam anlamsızdır, diyen biri filozoftan sayılabiliyor. En önemli yazarlarımızdan biri, kendini böceğe dönüştürmeyi hayal eden biri.

İnsan ırkının zaafları, hala bir hakmış, doğallıkmış gibi görülebiliyor; orta yaşa geldiğinde olgunlaşmış olmak, yaşlandığında bilgeleşmiş olmak kıstas değil artık.


Ali Nesin şöyle diyor:
“Gelişmiş ülkelerde insanlar aptallıklarını gösterme özgürlüğüne sahip değil. Oturmuş bir sistem var buna izin vermiyor. Oysa Türkiye’de trafiği tıkayabiliyorsun, birisini ezip gidebiliyorsun. Bir yaptırım olmadığı için de bunları yapmaya devam edebiliyorsun.”

Dünya, gelişmemiş bir ülke gibi. Tüm dünya, bir üçüncü dünya ülkesi…

İnsanın olabildiği de, laptoplu bir mağara adamına denk düşüyor…


“Evlenmeden önce insanın yakın tarihini öğrenin.” diyor Ünsal Oskay.

Ama aileden sorunlu devlet bakanımız Hülya Avşar’dan öğrenmeyi tercih ediyor herkes.

Peki ne yapacak, Anna Karenina’yı mı okusun!

Pek tavsiye etmem, Anna Karenina’nın “esas” hikayesini bir kenara bırakırsak, Tolstoy’un romanında ikincil kahramanlardan Levin ve Kiti’nin hikayesinden evlilikte kadın egemenliği metni çıkar sadece, görebilene; gerçek mutlu ilişki ipuçları çıkmaz, yazarı mutluluğa inanmadığı için.

Edebiyatın (felsefenin) mutluluk diye bir şeye inanmaması, acıdan beslenmesi, tarihin bir yerlerinde acıdan beslenmeye başlaması ve böylece devam etmesinden midir… Hazdan da beslenerek başlasaydı sanıyorum bugünkü estetik açıdan etkileyici denebilecek ama felsefi açıdan hatalı, olumsuz ve umutsuz eserler bu kadar verilemez, edebiyat artık neredeyse tümüyle bunlara dayanmazdı.

Bir deli bir taş atmış bin akıllı çıkaramamış, mantığıyla mı ilerliyor edebiyat. Yanlış yol mu gösteriyor…

“Böylece bendeki duyarlı adam yavaş yavaş silinerek, yerini güzel konuşmasını bilen adama bıraktı.” der Oyunculuk Üzerine Aykırı Düşüncelerde, Diderot.

Edebiyat bazen bana sadece güzel konuşan birinin konuşmaları gibi geliyor. Hayran oluyor ama peşinden gitmiyorsunuz, yani ben gitmiyorum… Güzel ama aptal bir kadının peşinden gitmediğim gibi…

Acıya duyarlılık, hakiki duyarlılık olarak alınıyor, ama tek yöne duyarlı olmak, yarı yarıya duyarsız olmak demektir.

Hasan Ali Toptaş’ın kitabından çıktı tüm bu metinler, en iyi örneklerden birini de yine o kitabında veriyor:

“Cioran okumak her daim iyidir çünkü insana kendini kötü hissettirir.”

Günümüzde biraz edebiyattan anlayan hiç kimse Toptaş’a sormaz, neden kötü hissetmeye bu kadar düşkünsünüz diye, kimse bunu açıklamasını beklemez, doğal hal budur, onlara göre…

Bunun nedeni, küçük yaşlardan okumaya başlamak olabilir mi…

Böyle doğmuş olmayabilir her yazar, ama çoğu erken yaşlardan beri okumaya başladıklarından böyle olmuş olabilirler…

Mutluluk bir hal, bir durum değil bir karakterdir demişti, sanırım Ahmet İnam. Edebiyatın karakteri mutsuzluk mu, yoksa çevrenin kötü etkisinden söz edilebilir mi, okuduklarının kötü etkisinden…

Böylece “hayatı karşılayan eser” “insanın ve yaşamın gerçekliğine yönelik eser”
takıntısını da açık edebilirim burada. Nedense sadece bunalımlı, karamsar eserler bu kategoriye sokulur, ama dediğim gibi bu bir kategoridir, felsefi anlamda hayatın sadece bir yönünü karşılıyordur bu eser… Ben, örneğin, hayatımı karşılayan bir eser bulamadığımdan oturdum kendi hayatımı yazdım, yazıyorum. Neden mi? Çünkü mutluyum! Kendimle özdeşleşebileceğim o kadar az yazar var ki!

Sorunlara karşın mükemmel bir basitlikteki güce inanıyorum: Nefes almaya… Bu basit gücün bugüne kadar gelmiş geçmiş düşünürlerin en az yarısını üfürecek bir güç olduğuna inanıyorum.

Ölüme karşı doğuma inanıyorum. (Ölüme karşı yaşama inanmak, diye bir söyleyişimiz var, ama ölüm yaşamın karşıtı olduğundan değil bu. Ölüm doğumun karşıtıdır çünkü. Socrates bile düşmüştür bu yanılgıya.)

Planlayarak doğduğumuza inanıyorum...

Kafka’ya ise inanmıyorum…

Onu diğer yarım olarak görüyorum, ama çürük yarım, işte bu da, diyorum, benim mutsuzluğum!

Yüzücü olmak isteyen, ona da gerek yok, ilk kulaçlarını atmasını yeni öğrenen bir çocuk şu metnini kazayla okusa ne hisseder bir düşünün:

“Ben de başkaları gibi yüzebiliyorum, yalnız benim, başkalarınkinden daha iyi bir hafızam var. Eskiden yüzmeyi beceremediğimi unutmuş değilim. Ama işte bunu unutmadığım için de, yüzme becerim hiçbir işe yaramıyor ve sonuçta yüzemiyorum.”

Algının yaşamı karartması…

Böylece “20’li Yaşlarına Gelmeden Çocuğumu Asla Sokmayacağım Pasajlar” adlı seri yazılara başlamış oluyorum. Hadi hayırlı tıraşlar…

“Bu sabah banyodayken, radyodan bir gökbilimcinin yüz milyonlarca güneşten söz ettiğini duydum. Tıraş olmayı hemen kestim: Artık tıraş olmak neye yarardı.” (Cioran)

Çarşamba, Ocak 16, 2008

Temel


“Güzelliğin temeli orantı ya da simetri
zarafetin temeli ise adalettir.”
Johann Heinrich Fussli

Cuma, Ocak 11, 2008

Ağız payı

-Neden kadın hakları için yeterince mücadele etmiyorsunuz?

-Ben bir anneyim. Bir oğlum ve bir kızım var. Hangisi için mücadele etmemi isterdiniz. Ben ikisi için de mücadele ediyorum. (Patti Smith)

Cumartesi, Ocak 05, 2008

Termometres

-Bazen cidden beni sevdiğini düşünüyorum.
-Ben giderek severim, zamanla ya da uzaklaşarak…



-Ne güzel bir yazı yukarıdaki, ama soruyu soranın kafasını daha da karıştırır. Evet veya hayır diye sade bir cevap verseymiş ya.
Evet, cidden seviyorum, hayır, yanlış anlamışsın, gibi ama o zaman böyle esrarlı bir cevap olmazmış tabi.
Neyse, görünce yazıyı güzel buldum, söyleyeyim dedim.

-Sağ ol.
Güzel buldum ama olmamış diyene de ilk defa rastladım:)

-Yani demeye çalışmıştım ki, cevabı veren öyle bir şey söylemiş ki zamanla seni daha çok seveceğim mi demek istiyor, zamanla senden uzaklaşsam da sevmeye devam edeceğim mi demek istiyor, anlamaya olanak yok.
İlk yorumu yapan, bekleyip görecek.

-Cevap veren biri yok orada... Bir de böyle bak bakalım.

-Halbuki yalın bir cevap verseydi de, içi rahatlasaydı ne güzel olurdu.

-Güzel olmazdı öyle... Çünkü hiç olmazdı. Var olmazdı.

-Şöyle düşündüm, ben birine "beni cidden sevdiğini düşünüyorum" deseydim ve diğer cümleyi cevap olarak alsaydım, ben artarak severim mi demek istedi, ben gitsem de severim mi demek istedi, ikisini de mi demek istedi, mahvolurdum.

-“Bazen” i atlamasak aslında.
Sonra da:
Artarak severim diye bir anlam yok ama orada.
Gitsem de severim diye bir anlam da ancak belki var...

-Var: Yağmur giderek çoğalacak cümlesi gibi, ben giderek severim, sevgim birden büyümez, giderek büyür.

-Giderek büyür, giderek çoğalacak ve giderek severim’deki giderekler ilk ikisinde aynı sadece.

-Ben öyle de anlamışım en azından, biz öğrencilerle çalışırken veya velilerle, şöyle bakarız "anlam, benim ne anlattığımı düşündüğümde değil, karşımdakinin ne anladığıyla sınırlıdır"

-Yanlış anlamışsın ama öyle bir anlam yok ki.

-Neyse, ben kendimce farklı anlamışım demek ki.

-Giderek severim ile giderek daha fazla severim aynı şey değil.

-Severim fiil, büyür fiil, severim yerine büyürü koy. Sel giderek büyür. Ben bu cümle gibi anlamıştım.
Demek ki anlamamışım veya farklı anlamışım.

-Büyür fiili olmadan sevmek nasıl büyüyor. “Giderek” tek başına büyüme anlamını verir mi…

-Neyse, bu konu GİDEREK çığırından çıkıyor.

-Yani henüz çıkmadı.

-Ben bu durumu msn'den GİDEREK çözeyim bari.

-Bence blogumda yayınlanacak kadar güzel bir tartışma oldu
İzin verir misin.

-2’de toplantım vardı geç bile kaldım, bye.
Olur.

-Şu çığırından giderek çıkan, ve giderek daha fazla çıkan "anlam, benim ne anlattığımı düşündüğümde değil, karşımdakinin ne anladığıyla sınırlıdır" anlayışının da iyi bir eleştirisi olacak.


Bu konuşma buraya kadar.

Şimdi:

“-Giderek büyür, giderek çoğalacak ve giderek severim’deki giderekler ilk ikisinde aynı sadece.”

Yanlış bir cümle bu benimki, tabii ki. Tam anlatamamışım orada.
Neyse…

Yazıştığım arkadaşın kötü bir niyeti yok tabii, onun sadece acelesi var. Ben de peşini bırakmadığım için biraz hararetleniyor, belki sinirleniyor, bir ölçüde savunmaya geçiyor, ama savunma bile doğru cümlelerle olmalı.

“Ben öyle de anlamışım en azından.” diyor.
“Yanlış anlamışsın ama öyle bir anlam yok ki.” Dememe, yanlışa dikkat çekmeme rağmen
“Neyse, ben kendimce farklı anlamışım demek ki.” diyor.

Ancak sonra “Demek ki anlamamışım veya farklı anlamışım.” diyor.

Yani anlamamış olduğunu ilk defa aklına getiriyor ama aslında hala farklı anladığını düşünüyor.

Ben de böyle durumlarda ısrar etmekten geri durmuyorum asla.

Yazdığınız bir metnin farklı anlamlara çekilmesi hatta sizin bile düşünmediğiniz anlamlara götürülmesi hoş bir şeydir; ama yanlış anlamlara çekilmesi değil.

Tabii, benim metnimin anlamıyla da değil derdim, konuşmanın anlamıyla, konuşmada yakaladığım anlamla derdim.

Buradaki ısrarımın nedeni belli, ama altını çizmek istiyorum:
“Yanlış” ve “farklı”, farklı sözcükler.
“Yanlış anlamışım” yerine “farklı anlamışım” dediğinizde, farklı olmuyor sadece, yanlış oluyor.

Farklı anlayış ve yanlış anlayış arasındaki sınır kalkmamalı, bu ikisi aynı yerde yaşamamalı…

"Anlam, benim ne anlattığımı düşündüğümde değil, karşımdakinin ne anladığıyla sınırlıdır." cümlesiyle arkası desteklenen bir anlayış, belki iletişimdeki belli durumlarda işe yarayabilir ama abartılıp tüm hayata yayıldığında altını kazmaya kadar gidiyor “anlam” denen şeyin.

Böylece “anlam” söylenenden çıkıyor ve -ne derler- topluma mal oluyor!

Mal cidden, tüketilecek bir ürün!

Reklamı yapılabilir ve giderek değerinden kat kat daha değerliymiş gibi gösterilebilir, giderek değerliymiş gibi gösterilir.

Artık anlatılmak isteneni, onu anlama konumunda olan insan, alıyor ve giderek “senin verdiğin anlam değil benim anladığım anlam daha doğrudur” noktasına taşıyor. Anlaması beklenen, mesajın gönderildiği kişi, anlamı sahipleniyor, üstelik yanlış sahiplenmiş olamayacağı konusunda sizinle, mesajın sahibiyle tartışmaya giriyor, aynen yukarıda olduğu gibi. Ve tırnak içindeki cümleyi de koz olarak kullanıyor.

Bu inanç, çağımızın en büyük özelliği (sorunu):
Her şey, ama her şey görecelidir!
O da öyle düşünüyordur!

Hava ona göre soğuksa soğuktur, değilse değildir, termometre de nedir!

Edebiyatın termometresi olmaz, ama olmaz olur mu…


Ucu açık metinler eleştirim, edebiyatın bu konuda her hangi bir koruyuculuk yapmadığı, göreceliliğin, herkesin kendi doğrusu vardır saçma fikrinin, saçmanın, safsatanın yayılmasına engel oluşturmadığı, tam tersi sadece ucu açık metinler edebiyattır, anlam edebiyat için önemli değildir, yazı bir anlam değil tını işidir, ve benzeri takıntılarla kendi içinde bile bu tehlikeyi göremediği üzerinedir…

Edebiyata Tüneyen Haydut adlı dizi metinlerimin (TV dizisi değil), sonucunda varmak istediğim eleştiri, budur.

Böylece belli kalıp cümleleri kullanarak, en iyi niyetle onlara sığınarak, en kötü niyetle de demagoji yaparak ya da safsata salatası ile kafa karıştırarak, düşünmeden konuşuyor, konuşurken düşünüyoruz; yazmak daha kontrollü bir süreç olmasına rağmen düşünmeden konuşma hastalığı ona da bulaşıyor ve artık düşünmeden yazıyor, yazarken düşünüyoruz…


Güzel bir safsata örneği daha var:

İki kardeş annelerinden konuşuyorlar. Anneleri oruçlu, hasta, ayakta durmaması lazım. Onu korumak için, ev yiyecekle dolu olduğundan küçük kardeş “Tatlı yapmasına gerek yok annemin.”diyor.
Abla şöyle yanıtlıyor onu:
-Olunca yiyorsun ama!

“Olunca yiyorsun ama!”

İlk başta ya da kendi başına haklı gibi gözüken bir laf değil mi?

Küçük kardeş, olunca yemese, tatlıyı sevmese, annesini düşündüğünü kesinleyemeyiz, ama tam da olunca yediği, sevdiği için bu durumda annesini düşündüğü kesin. Yani “olunca yiyorsun ama” lafı bir safsata.

Böylece blogumda bir halk hizmeti daha gerçekleştirebilir ve böyle safsataları zaman zaman yazma işine girebilirim.



Tam bu aşamada başka birisi bana yazdı ve…

…..
-Sevdiği zaman giden bir grup vardır bazen yanlıştır sevmek onu o zaman giderler değil mi.
Sevdiği zaman tam olarak ben gitmeyip kalanlardanım modası geçmiş olsa da sen neden gidiyorsun peki sevdiğin zaman?

-Sevdiğim zaman gitmiyorum, sevebilmek için gidiyorum.

-"Ben giderek severim" diyorsun ya ondan öyle düşündüm.

-Evet “giderek severim” diyorum, “severek giderim” demiyorum ki…

-Tamam şimdi daha anlaşılır oldu.

-Ama zaten öyleydi.

-Tamam belki de öyleydi, ben farklı algıladım

-Birisi daha, farklı algıladığını söyledi. Ama farklı değil de yanlış algıladığını zor anlatabildim ona... Tabii şikayetçi değilim, böylece güzel bir farklılık-yanlışlık farkı metni çıktı ortaya.

-Benle uğraşman gerekmedi.


Her uğraştığıma alışsalar.

Çarşamba, Ocak 02, 2008

Giderek

-Bazen cidden beni sevdiğini düşünüyorum.
-Ben giderek severim, zamanla ya da uzaklaşarak…