Termometres’de şuraya geldik: "Anlam, benim ne anlattığımı düşündüğümde değil, karşımdakinin ne anladığıyla sınırlıdır."
Daha “bilimsel” konuşalım: “Amerika'da 1950'lerden, Avrupa'da 1970'lerden sonra genel olarak edebiyatın, ''yol göstericilik'' gibi bir görevi olamayacağı kanısı başgösterir. Gerçeklerle uğraşmak bilimin işidir artık, edebiyat ise müzik gibi, resim gibi bir sanat dalıdır, ölçütü doğruluk değil güzelliktir. Güzel ise görecedir, yargı algılayan kişiye göre değişir.” Prof. Dr. Gürsel Aytaç
Bu anlayışın, edebiyatı -belki tam da yol göstericilik yaptığı, doğası gereği yapabileceği için- atıl bir noktaya sürüklemeyi amaçlamış olup olmadığı düşünülmeye değer; ama benim esas sorunum hayatla doğrudan ilgili şu durum:
“Yargı, algılayan kişiye göre değişir.”
Bir yazar yazdığı eserin algısını bu kadar çok okuyana nasıl bırakır!
Söylediğinin her anlama çekilmesinden kim mutlu olur!
Bu görelilik anlayışına nasıl gelindi?
Bülent Somay’ın “Bir şeyler eksik” adlı kitabına bakabiliriz:
“20 yüzyılın ortalarında hüküm süren aydınlanmacı inanç sistemleri bize nesnel olarak belirlenebilen tekil bir hakikat vazedegelmişlerdi, postmodern inanç sistemleri buna karşı çıkarak hakikati görelileştirdiler. Nesnel ve mutlak bir hakikat yerine her düşünce sisteminin, her yöntemin ve giderek her bireyin kendi başına ulaşabileceği göreli, çoğul ve sonsuz bir hakikatler dizisinden bahseder oldular. Ortak hareket biçimleri ise bu sonsuz sayıdaki hakikat arasından tartışma ya da pazarlık yoluyla varılabilecek mutabakatların bir ürünüydü. Böylece metaların, daha sonra düşünce, duygu ve inançların daha sonra da sanatın ardından en nihayet hakikat de serbest piyasa ekonomisinin bir parçası haline geldi.
Postmodernizm hakikati mutlak konumundan kurtardı kurtarmasına ama metalaştırdı, bir pazarlık ve alım satım nesnesi haline getirdi. Kapitalizm Avrupalı iken mutlak ve evrensel bir hakikate ihtiyaç duymuştu, küreselleşince çok kültürlü çok hakikatli olması gerektiğini fark etti ve postmodernizmin hakikati öznelleştirip dağıtan dinamiğini benimsedi.”
Bunları okuduğumuzda öznelliğimizin ihya edildiğini değil de birileri tarafından ihya yalanıyla kullanıldığımızı; “istediğinizi düşünebilir, istediğinizi doğru olarak savunabilirsiniz, sizin hakikatiniz hakikattir, her şey “size göre”dir” diyen birileri tarafından özgür kılındığımızı, demokratik bir toplumda yaşadığımızı, fikir özgürlüğüne falan sahip olduğumuzu değil de her kafadan bir sesin çıktığı bir karmaşalar toplumunda yaşadığımızı düşünebilmemiz gerekiyor.
Duygu, düşünce ve inançlarında özgür olmamak değil söylemeye çalıştığım. Ama duygu, düşünce ve inançlarımızı edinebileceğimiz, gözden geçirebileceğimiz hiçbir sağlam kaynak kalmadığında nasıl gerçekten güvenilir duygu, düşünce ve inançlarımız olabileceğini sormak… Olamayacağını söylemek.
(Bilmediği bir konuda ansiklopedik bilgiyi araştıranla ekşi sözlüğü araştıranların oranı nedir? Dedikoduysa çağın bilgisi, kocakarılardır en bilgelerimiz!)
Bülent Somay “Psikanaliz Adam Philips’in dediği gibi aydınlanmanın evrenselciliği ile postmodernist göreliliğin tam arasında bir yerde durur.” diyor ve bize bakabileceğimiz bir öğreti veriyor.
Ama hemen sonra da şunları diyebiliyor, ben mi yanlış anlıyorum diye birkaç kez okudum:
“O yüzden bir filmin yazarı yönetmeni tarafından nasıl anlamlandırıldığı bizim onu anlamlandırma çabamızda önemli bir yer tutmaz, bizim aradığımız şey o metnin hakikati değil kendi hakikatimiz…”
Görelilik tuzağına mı düşmüş acaba Bülent Somay?
“Pratikte bir anlamı olan hakikatler, vahiyler ve tebliğler ya da üstün yetenekli dahi ermiş bireylerin zihinlerinde değil bireyler arasındaki etkileşim alanından doğar ve anlaşılır.”
Size bir soru: Tek bir jüri tarafından yargılanacaksınız, jürinizi sözgelimi Çetin Altan’ın oluşturmasını mı yoksa halktan seçilmiş birinin oluşturmasını mı tercih edersiniz?
Çetin Altan’ı seçse de onun kararına itiraz edecek ve gücünü de “yaşadığımız çağın anlayışı”ndan alacak; insanlığın sorunlarının Socrates devrinde cevaplanmış olduğunu söyleyen, “ben Türkiye’den bahsetmem” diyen ve kıstası Kosmos olan bir üstada bile “neye göre, kime göre” diye ciddi ciddi soracak insanlar giderek çoğalıyor.
“Özneler öncesinde ve onlar olmasa da var olacak bir hakikat tabii ki vardır ama bu, insanların dil olarak, dil yoluyla kurdukları düzenin terimleriyle algılanabilir anlaşılabilir değildir.” dedikten sonra şöyle bitiriyor metnini Bülent Somay:
“Hakikate ulaşabilirsiniz ama onu kimseye anlatamazsınız…”
İşte bu da, hakikatin göreli olduğunu değil, onu anlatacak dili, iletişimi geliştiremediğimizi gösterir. Hakikate laf etmemek gerek, her zaman olduğu gibi insanlığımıza laf etmeli, onunla uğraşmalıyız… Ki, bir dil geliştirememe nedenimiz, herkesin kendi ayrı dilini, hakikatini dayatmaya çalışması, çünkü hakikat görelidir mantığının olumlanması değil midir…
Onca yıllık tarihimiz var, edebiyatta söylenmemiş söz kalmadığı düşüncesi var, tarihin sonuna geldiğimiz bile söyleniyor... Artık bir insanlık anayasası hazırlanması beklenir değil mi! Hayır! “Hakikat görelidir” gibi ilkel bir mantıktan söz ediyoruz hala…
Kutsal kitaplar var, edebiyatta “kutsal kitaplar” var, ama hala deneme yanılma yöntemiyle öğreniyoruz! Yazarların, filozofların kendisi “felsefe yapmaktan”, “edebiyat yapmaktan” fazlasını beceremiyor… Örneğin, yaşam anlamsızdır, diyen biri filozoftan sayılabiliyor. En önemli yazarlarımızdan biri, kendini böceğe dönüştürmeyi hayal eden biri.
İnsan ırkının zaafları, hala bir hakmış, doğallıkmış gibi görülebiliyor; orta yaşa geldiğinde olgunlaşmış olmak, yaşlandığında bilgeleşmiş olmak kıstas değil artık.
Ali Nesin şöyle diyor:
“Gelişmiş ülkelerde insanlar aptallıklarını gösterme özgürlüğüne sahip değil. Oturmuş bir sistem var buna izin vermiyor. Oysa Türkiye’de trafiği tıkayabiliyorsun, birisini ezip gidebiliyorsun. Bir yaptırım olmadığı için de bunları yapmaya devam edebiliyorsun.”
Dünya, gelişmemiş bir ülke gibi. Tüm dünya, bir üçüncü dünya ülkesi…
İnsanın olabildiği de, laptoplu bir mağara adamına denk düşüyor…
“Evlenmeden önce insanın yakın tarihini öğrenin.” diyor Ünsal Oskay.
Ama aileden sorunlu devlet bakanımız Hülya Avşar’dan öğrenmeyi tercih ediyor herkes.
Peki ne yapacak, Anna Karenina’yı mı okusun!
Pek tavsiye etmem, Anna Karenina’nın “esas” hikayesini bir kenara bırakırsak, Tolstoy’un romanında ikincil kahramanlardan Levin ve Kiti’nin hikayesinden evlilikte kadın egemenliği metni çıkar sadece, görebilene; gerçek mutlu ilişki ipuçları çıkmaz, yazarı mutluluğa inanmadığı için.
Edebiyatın (felsefenin) mutluluk diye bir şeye inanmaması, acıdan beslenmesi, tarihin bir yerlerinde acıdan beslenmeye başlaması ve böylece devam etmesinden midir… Hazdan da beslenerek başlasaydı sanıyorum bugünkü estetik açıdan etkileyici denebilecek ama felsefi açıdan hatalı, olumsuz ve umutsuz eserler bu kadar verilemez, edebiyat artık neredeyse tümüyle bunlara dayanmazdı.
Bir deli bir taş atmış bin akıllı çıkaramamış, mantığıyla mı ilerliyor edebiyat. Yanlış yol mu gösteriyor…
“Böylece bendeki duyarlı adam yavaş yavaş silinerek, yerini güzel konuşmasını bilen adama bıraktı.” der Oyunculuk Üzerine Aykırı Düşüncelerde, Diderot.
Edebiyat bazen bana sadece güzel konuşan birinin konuşmaları gibi geliyor. Hayran oluyor ama peşinden gitmiyorsunuz, yani ben gitmiyorum… Güzel ama aptal bir kadının peşinden gitmediğim gibi…
Acıya duyarlılık, hakiki duyarlılık olarak alınıyor, ama tek yöne duyarlı olmak, yarı yarıya duyarsız olmak demektir.
Hasan Ali Toptaş’ın kitabından çıktı tüm bu metinler, en iyi örneklerden birini de yine o kitabında veriyor:
“Cioran okumak her daim iyidir çünkü insana kendini kötü hissettirir.”
Günümüzde biraz edebiyattan anlayan hiç kimse Toptaş’a sormaz, neden kötü hissetmeye bu kadar düşkünsünüz diye, kimse bunu açıklamasını beklemez, doğal hal budur, onlara göre…
Bunun nedeni, küçük yaşlardan okumaya başlamak olabilir mi…
Böyle doğmuş olmayabilir her yazar, ama çoğu erken yaşlardan beri okumaya başladıklarından böyle olmuş olabilirler…
Mutluluk bir hal, bir durum değil bir karakterdir demişti, sanırım Ahmet İnam. Edebiyatın karakteri mutsuzluk mu, yoksa çevrenin kötü etkisinden söz edilebilir mi, okuduklarının kötü etkisinden…
Böylece “hayatı karşılayan eser” “insanın ve yaşamın gerçekliğine yönelik eser”
takıntısını da açık edebilirim burada. Nedense sadece bunalımlı, karamsar eserler bu kategoriye sokulur, ama dediğim gibi bu bir kategoridir, felsefi anlamda hayatın sadece bir yönünü karşılıyordur bu eser… Ben, örneğin, hayatımı karşılayan bir eser bulamadığımdan oturdum kendi hayatımı yazdım, yazıyorum. Neden mi? Çünkü mutluyum! Kendimle özdeşleşebileceğim o kadar az yazar var ki!
Sorunlara karşın mükemmel bir basitlikteki güce inanıyorum: Nefes almaya… Bu basit gücün bugüne kadar gelmiş geçmiş düşünürlerin en az yarısını üfürecek bir güç olduğuna inanıyorum.
Ölüme karşı doğuma inanıyorum. (Ölüme karşı yaşama inanmak, diye bir söyleyişimiz var, ama ölüm yaşamın karşıtı olduğundan değil bu. Ölüm doğumun karşıtıdır çünkü. Socrates bile düşmüştür bu yanılgıya.)
Planlayarak doğduğumuza inanıyorum...
Kafka’ya ise inanmıyorum…
Onu diğer yarım olarak görüyorum, ama çürük yarım, işte bu da, diyorum, benim mutsuzluğum!
Yüzücü olmak isteyen, ona da gerek yok, ilk kulaçlarını atmasını yeni öğrenen bir çocuk şu metnini kazayla okusa ne hisseder bir düşünün:
“Ben de başkaları gibi yüzebiliyorum, yalnız benim, başkalarınkinden daha iyi bir hafızam var. Eskiden yüzmeyi beceremediğimi unutmuş değilim. Ama işte bunu unutmadığım için de, yüzme becerim hiçbir işe yaramıyor ve sonuçta yüzemiyorum.”
Algının yaşamı karartması…
Böylece “20’li Yaşlarına Gelmeden Çocuğumu Asla Sokmayacağım Pasajlar” adlı seri yazılara başlamış oluyorum. Hadi hayırlı tıraşlar…
“Bu sabah banyodayken, radyodan bir gökbilimcinin yüz milyonlarca güneşten söz ettiğini duydum. Tıraş olmayı hemen kestim: Artık tıraş olmak neye yarardı.” (Cioran)
Cuma, Ocak 18, 2008
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder