Perşembe, Aralık 27, 2007

Hamurabi

Kitap almamaya, sadece yemin etmemiştim.

Adam Philips’in son kitabını heyecanla aldım, birkaç kitabını sevmiştim…

“Vaat hep vaat”

Hem kitabın adı, hem de benim kitapla ilgili duygularımın!

Yazarın suçu yok tabi, o, bana bir vaatte bulunmamış...

Ama yine aynı duygu: Ben buradayım sevgili yazarım, sen neredesin…


Giderek, atlaya atlaya okumaya başladım.

“Edebiyat ve psikanaliz üzerine denemeler” alt başlığı çok şey vaat ediyordu halbuki bana.

Tam şu sıralarda yazdığım Edebiyata Tüneyen Haydut metinlerimi (Hz Muammametin ve Hz Asi, şimdi Hamurabi, yakında Kastettin Hoca) birisiyle konuşmuş olurum diyordum.

Hem de bir yazarla değil bir psikanalistle.


İlk deneme: Şiir ve psikanaliz.

Tam istediğim şeyi soruyor: “Sözcüklerle ilgilenip anlamla ilgilenmemek nasıl bir şeydir?”

Ama bu soru cümlesi upuzun metnin sonunda yer alıyor!

“Sözcükleri bilgiden çok musiki gibi düşünmek nasıl bir şeydir?”

Daha ne isterim, tam da edebiyat takıntılarının bu tarzıyla ilgili düşünüyorum bugünlerde…

Ama yine metnin sonunda ve bir soru cümlesi!

Sonra da “Büyük Amerikan şairi James Wright” dediği birinden bir alıntı yapıp, tüm metinden bana elle tutulur gelen tek fikri veriyor: “Yalnızca dille fiyaka yapmaktansa insanca önemli bir şey söylemek isterim.”

Güzel.

Güzel, çünkü genelde zekasıyla fiyaka yapmak eleştirilir…

Ali Nesin’in bir “fiyakası” geldi aklıma:
“EQ (Duygusal Zeka), IQ’ları eksik olanlar tarafından uyduruldu, hiç değilse EQ’muz yüksek diyebilsinler diye. Ama aklın yolu birdir…”

Bence de, ikisi bir fidanın güller açan dalıdır.

Zaten şöyle bitiriyor denemesini Adam Philips: “Psikanaliz tasarısı bu ayrım hakkında, böyle bir ayrım olup olmadığı hakkında düşünmek olmalıdır.”

E düşünsene be Adam…

Tüm kitapta bu konuda düşünüleduracağını, pek bir sonuca varılmadan düşünülüp durulacağını tahmin ediyorum, yüzde yetmişi bittiğinden, şimdiden. (Ama orası “ceza” sahası, girmeyelim, diyen bir futbolcu geldi aklıma.)

Böylece “edebiyat sorular sorar, cevaplar vermez” takıntısının, psikanalistlere de bulaşmış olduğunu düşündürüyor Adam Philips…

Düşünmek, bunlar için, sadece sorular sormak demek.


Kitap sıktı.

Hava kapalı ama çok güzeldi.

Nasıl olur! Edebiyatta, bunalımlı havayı tasvir ettiğinizde karakterinizin sıkıntılı ruh durumunu tasvir etmiş olursunuz!

İşte bir edebiyat takıntısı daha…

Böylece, hava kapalı ama çok güzeldi, deyişimi de kanıt yaparsak, ben asla bu edebiyatçılarla aynı hamurdan yapılmamış oluyorum.


En önemlisi de, şu “acı” konusunda asla anlaşamıyor olmamız.

“Acıdan geçmemiş insanlar biraz eksiktir” mi diyordu Sezen Aksu, şarkısında…

Ama “Deneyim didaktik değildir” yazıyor Adam Philips, kitabında.

Deneyim öğretmez.

Edebiyat öğretmez.

İnsan (insana) öğretmez.

Hoş geldin M.S. 2008!

Edebiyat, kendisini sevdiğim halde eleştirmekten başka çare bırakmayan bir sevgili gibi… Edebiyat buysa çünkü (tümü değil, biliyorum), insanları eleştirmenin bir anlamı yok: Hepsi haklı çünkü, tüm insanlar. Ben sizin edebiyatınızdan bir şey anlamıyorum, derken bir yerde ne kadar haklılar…

“Edebiyat yapma!” derken ne kadar haklılar? (Soru cümlesi!)


Aynı hamurdan yaratılmama durumuna bir örnek daha vereyim: Hasan Ali Toptaş’ın bu bağlamdaki önceki yazılarımda değindiğim, bu konularda yazmama vesile olan kitabını da bir eleştirmenimiz şiirsel dili mi, üslup özelliklerinin güzelliği mi, diye birkaç açıdan övmüştü… Allah Allah demiştim! Herkesin yazabileceği bir üslupta yazılmış Hasan Ali Toptaş deneyimleriydi çünkü kitap. Toptaş’ın bazılarını okuduğum romanlarıyla da bence üslup açısından bir alaka kurulamayacak metinlerdi…

İşte, orada duruyor kitap, ne var ki…

Diyorum, hep diyorum, herhalde ben anlamıyorum, ben edebiyattan falan anlamıyorum…


Neyse eve geldim. İnternet bağlantısını beceremiyorum. 2 gündür geceli gündüzlü uğraşıyorum, küçük bir şeyi kaçırıyorum, olmuyor, keçileri kaçırıyorum…

Havadandır!!!!

Ya da burcuma baksaydım keşke sabahtan, söylüyordur olacağı!

Bu günnnn insanlarla iletişimdeeeee ve kendinizi ifade etmekteeee sorunlarlarlar yaşayacaksınızzzz.

İnternetten mi diyorsun abla…


5 6 kitap alıp yatağıma uzanıyorum. Hepsi daha önceden okuduğum, baktığım, şimdi hangilerini bağışlamayacağıma bakacağım…

John Lukacs / Yirminci Yüzyılın ve Modern Çağın Sonu
Woody Allen / Espri Kitabı (Arasında Muzır Etkilerden bir bölümün fotokopisi, Atatürk Kütüphanesi günlerinden kalma)
Bertolt Brecht / Me-ti’nin Özdeyişler Kitabı
Borges / Borges ve Ben
Kadri Öztopçu / Yanlış Hikayeler

Bir hikaye arıyorum, seçiyorum, doğru çıkıyor:
“Bırakılmış Eylül.”

Öykü yazmaya özendirdi beni.

Bitimine bir not yazdım, ama sır, kendimle aramda, Kadri Beye bile söylemeyeceğim, kendisi Reklam Yazarlığından ustam olur…

Başka bir öyküye geçmek istemiyorum. Öyküyü düşünüyorum…

Öyküyü düşünmüyorum…

Öykü kitaplarının içindeki öykülerin bir bütünlük oluşturması takıntısı geliyor aklıma, onu düşünüyorum.

Sanki öyle olmayınca, kitap, kitap olmuyormuş, bir eksikliği oluyormuş…

Roman değil ki ama bu…

İlk kitabımdaki öyküleri iki yazar olan editörlerimle sıraladığımız günü hatırlıyorum… Biri, şu ve sonra şu, arkasından da şu gelsin, diyor diğeri onaylıyor ya da itiraz edip başka bir tane öneriyor, önce şu, sonra şu, arkasından da senin dediğin gelsin…

Ben hepsini onaylıyorum…

Binbir şekilde dizilebilirdi bence, neden öyle değil de böyle ya da şöyle dizildiğini anlamıyor, içten içe gülüyorum -Ali Nesin’e sorulabilir, permütasyon muydu, kombinasyon muydu, kombinezon da olabilir.

Yanlış Hikayeler’deki öyküyü de sayfaları çevirip, başlık ve ilk paragraf denetiminden sonra bulmam ve sonra onun bana verdiği hoş duygudan uzaklaştırmasın diye başka bir öykü okumamam gibi… Budur bir öykü kitabının sevdiğim özelliği…


Borges ve Ben’e geçtim. 98 de okumuşum… 1900…

Bana bu metni yazdıran da biraz o oldu. Çevirmen Celal Üster’in giriş yazısında Borges’in de katılıp katılmadığı tam anlaşılmayan bir mantık:

“Kendi istemi dışında geldiği ve kendi istemi dışında çekip gideceği bir dünyada……”

İşte onulmaz acı…

Hiçbir yere konulmaz…

“Dünya” sözcüğünü çıkarsak, “Kendi istemi dışında geldiği ve kendi istemi dışında çekip gideceği…” desek ne düşünürsünüz…

Tatil…

İş yeri…

Başka bir şehir…

Dünya…

Başka bir dünya…

Hahaha

Her halde, ölüm hariç, ben bu dünyadan başka bir dünyaya gitmek istemezdim, aynen bu kentten başka bir kente de gitmek istemediğim gibi…


Metnin şu aşağıdaki son bölümünü önce yazmıştım, buraya bağladım. Şiirsel olmadı belki! Üsluptan da emin değilim! Ama derdini anlatıyor…

“Bu dünyaya kendi isteğimiz dışında geldik.”

Diyen kişi gerçekten de dünyaya isteği dışında gelmiş olmalı.

Çünkü Tanrı ile Sohbet adlı o harika kitabın birincisinde şöyle der:
“Ruh, büyük politik ve ekonomik zorluklar altında yaşayan bastırılmış bir toplumda, yapmaya ihtiyaç duyduğu şeyleri başarabilmek için özürlü bir bedende yaşamayı seçebilir.”

Çoğu düşünürün, başından aşağı kaynar sular dökülmüş gibi hissedeceği bir laf. (Amma saçmaladım, onlar her şeyde böyle hissederler, onlar için yeni bir şey değil…)

Ama bu kaynar su da onları uyandırmaz, hayattaki esas “acı”yı fark edemezler: Tanrıyla Sohbet’teki bu laftan sonra, artık kimse sorumluluktan kaçamaz…

İntihar etmiyorsa…

Bir de, tabii, hayata kendi isteği dışında gelmeyi planlayabiliyorsa…

Hiç yorum yok: