Perşembe, Nisan 23, 2020

İLİŞKİLER

Bu öykünün kahramanları yirmili, otuzlu, kırklı ve ellili yaşlardaki dört insan.

Yirmili yaşlardaki, genç bir kadın. Çok güzel, çok alımlı. Entelektüel. Annesini seviyor ama ona benzer bir yaşam sürmek istemiyor. Aslında o kimseye benzer bir yaşam sürmek istemiyor. Keşfetmek en büyük hobisi. Bu çabalarıyla günün birinde kendini de keşfedeceğine inanıyor.

Annesi, ev kadını olarak yetiştirilen bir kuşakla, kızı gibi hayata daha özgür, daha bireyci bakma ayrıcalığını yaşayan kuşağın orta noktasında bir yerde büyümüş. Kızının, kafasına estiğinde bütün işlerini, sorumluluklarını bırakıp, bir haftalık, on beş günlük tatillere çıktığını; cinsel konularda erkek arkadaşlarıyla her türlü şeyi yaşadığını; politikadan nefret ettiğini ve politikacılara şarlatan gözüyle baktığını; Tanrıyla ve dinle ilgili düşüncelerinin ne dincileri ne de Tanrıtanımazları tümüyle haklı bulmadığı için askıda olduğunu -bu nedenle “Kurallarını kendim koydum...” dediği bireysel bir dine inandığını- biliyor. Onun bu davranış ve düşüncelerini, yaşamına ve düşünüş tarzına tam uymasa da, çok yanlış bulmuyor. İyi bir eğitim almış olmasının desteğiyle, kendisinin de tam inanmadığı bağlarla bağlamak, sınırlamak yerine, ona güvenmeyi ve gerisini kadere bırakmayı yeğliyor.

Bu akıllı korkak (temkinli her halde doğru kelime...) kadın, az önce sözünü ettiğimiz dört kişiden biri, öykümüzün kırklı yaşlardaki kahramanı...

Kadının kocası bir zaman önce ölmüş. Ama kızı, babasının dizlerinin üzerinde oturacak yaşı çoktan geçtiğinden, kendisi de ev kadını olarak yetişmiş bir önceki kuşaktan, hayatını ömür boyu tek bir erkek üzerine kurmayacak kadar uzak olduğundan, bu ölüm alt üst etmemiş onları. Kızı zaten modern ve olgun fikirlere sahip olarak büyüdüğünden ve felsefeye meraklı olduğundan, yaşam ve ölüm konusundaki felsefi düşüncelerine temel oluşturmakta kullanmış babasının ölümünü. Yani çok düşünmüş, az ağlamış.

Annesi ise zaten bir işi ve kocasından ayrı bir sosyal çevresi -hatta kocasının tanımadığı erkek arkadaşları- bulunduğundan, onu yaşarken ne kadar sevse de “Hayat arkadaşımı kaybettim...” türü bir duyguya kapılmamış. Çekici bir kadın olduğundan, ona her zaman ilgi gösteren hatta ara sıra espri yollu “Kocandan boşan, seni evimin kadını yapayım...” gibi laflar söyleyip onu kahkahalarla güldüren arkadaşlarıyla daha rahat ve sık beraber olmaya başlamış. Önceleri sanki kocası yaşıyormuş ve onu evde bekliyormuşçasına tümüyle arkadaşlık sınırları içerisinde sürmüş bu ilişkiler. Masum öpücükleri, saçları okşamaları ve belinden, elinden tutmaları saymıyoruz artık...

Ama sorarım size, dul bir kadın ne kadar dayanabilir yalnızlığa... Hemen her gece rüyasında, kocasının görüntüsüyle sevişip tatmin olmaya çalışır ve sert erkek göğsü yerine yastığa sarılarak uyur ya da evlilik günlerinde -onları meraklı gözlerden gizleyen çalılık arkalarında, karanlık bir yerde otomobilin içinde- yaşanılan o hoş anları hatırlayarak, evinin banyosunda, tazyikli suyun içini ısıtan sıcaklığına kendini bırakır da, nasıl yakışıklı erkek arkadaşlarının kollarına kendini gerçekten, ciddi ciddi bırakmayı düşünmez...

Hele hayatındaki erkeklerden ikisi, kocasına ayırdığı rüyalarına en az onun kadar sıklıkta girmeye başlamışsa... Tutku ve şehvet daha yoğun hissedildiği için her zaman ön plana çıkıyor ve hatta burnunu rüyalarına sokuyor. Ama geleceğe yönelik bazı düşünceler -bir aile olma düşüncesi, hayatında her zaman güvenebileceği bir erkeğin olması düşüncesi, kızına bir baba bulma düşüncesi (kızının yaşça kendinden epeyce büyük “sevgili” babaları olsa da)- geri planda zihnini meşgul etmeyi sürdürüyor. Bu nedenle bu iki erkek arasında kararsız kalıyor. Çünkü bunlardan biri içindeki tutkuyu tatmin edecek gibi gözükürken, diğeri gelecek endişelerini yok edeceğe benziyor ama tutkuyu ve güveni bir arada sunacak üçüncü bir alternatif ne yazık ki bulunmuyor. Bu iki erkek de -şimdi onların sırası geldi- öykünün biri otuzlu diğeri ellili yaşlardaki diğer kahramanları...

Ellili yaşlardaki, kendi işinin başında bir patron. Felsefesi “Yaşayan kazanır...” değil, “Kazanan yaşar...”. Bu felsefeyi çok da iyi uygulamış, iyi kazanmış... Geleceğini garanti altına almış. Ama bu çabalarıyla gençken evlendiği ve sorumsuzca terk ettiği karısının ve kadından olan oğlunun, vicdanını sızlatan çığlıklarını dindirmeyi başaramamış. Sonra öykümüzün kahramanı bu kırk yaşlarındaki kadına rastlamış. Onu zengin erkek konumuyla çabucak etkileyebilir, gelecek vaatleriyle büyüleyebilirmiş, eğer kadının beynine girip aklını çelen -hem de tam ters yönde- başka bir erkek olmasaymış.

Bu erkek de son kahramanımız, otuz yaşlarındaki delikanlı. Kadın, zengin erkekle lüks yerlerde öğle yemekleri yerken, otuzluk delikanlısıyla sabahlara kadar süren ve gecenin hakkını gerçekten veren buluşmalar yapıyor. Hafta sonunda zengin hayranının şehir dışında ve deniz kıyısındaki evine kapanıp sakin ve huzurlu birkaç gün geçirirken, önceki hafta, delikanlının motorsikleti üzerinde geçirdiği plansız programsız ve tümüyle motoru kullananın yaşam tarzının doğal sonucu olarak karşılaşılan maceraların aklına gelmesinden kendini kurtaramıyor. Yaşamının geri kalan zamanını moruklamaya yüz tutmuş centilmenin kanatları altında rahat geçirebileceğini düşünürken, tutkulu ama sadece gününü yaşayan gencin, geceleri rüyalarına girip, aklını başından almasına engel olamıyor.

On yıl öncesinde olsa, ileride geleceği için endişelenmeye bol bol zamanı olacağını düşünerek, zengin sevgilisinin kırışmaya başlamış yanağından bir makas alıp, hafta sonunu -ve tüm hafta sonlarını- motorun üzerinde geçirebilecekken ve on yıl sonrasında olsa, genç aşığın motorunun gürültüsünün kulaklarını fazlasıyla rahatsız ettiğini görerek, Limuzin’in o sessiz ve sarsıntısız arka koltuğuna gönül rahatlığıyla kurulabilecekken, geçmişi ile geleceğinin sınırında, kırk yaşlarında yaşıyor... Her insan hayatının belli bir döneminde yaş bunalımı geçirir... Kadınların farkı, bunalımın hayatlarının her dönemine yayılmasıdır.

Otuzlu yaşlardaki gencin nasıl biri olduğu konusunda kafanızda canlanan fikirlere aynen katılalım, onu fazlaca anlatmayalım. Gizemli bir kişiliği olduğundan bu tavrımız onun da hoşuna gider.

Yaşamın hep ileri doğru gittiği düşünülerek, gelecek endişesinin daha önemli olduğu söylenebilir. Ama yine yaşamın hep ileri gittiği gerçeğinden şöyle bir sonuca da varılabilir: İnsan hep geçmişe kalır. Zaten fotoğraflarını tozlardan, örümcek ağlarından temizleyip, parlatıp, baş köşemizdeki yerlerine astığımız bir geçmişimiz olmadan, geleceğimiz ne kadar parlak olabilir... Bugün geçmişe mi aittir, yoksa geleceğe mi? Yoksa otuzluk delikanlımızın felsefesi mi en doğrusu: Bugün, bugüne aittir...

Bugün, bugüne aittir... Yarını düşünmeye gerek yok. Peki ya iki saat sonrasını, bir saat sonrasını... Bir an sonrasını düşünmeden yaşayan bir beyin var olabilir mi acaba? Bugün bugüne aittir felsefesi bir kandırmaca mı yoksa?

Nitekim bu felsefenin öykümüzdeki temsilcisi otuzluk delikanlı da geleceği düşünüyor. Planlar yapıyor. Aynen sizin ve benim gibi. Onun da hayatta yapmayı istediği, arzuladığı şeyler var. Örneğin o, kırklık sevgilisinin kızını arzuluyor... Ve onu elde ediyor. Hem anne hem kızla beraber oluyor. Ve ne anne ne kız bunu biliyor.

Delikanlının da bilmediği şeyler var. Kızıyla ilişkiye girmekten çekinmediği kırk yaşındaki sevgilisinin, ona ara sıra bahsettiği ve yaşam tarzının bir gereği olarak olgunlukla karşıladığı -ya da öyle gözüktüğü- elli yaşlarındaki zengin centilmen, yıllar önce, daha o kundakta bir bebekken annesini terk eden adam, yani babası.

Babasının bu sorumsuz davranışına rağmen annesi, ondan hep iyi söz etmiş olduğundan ve onun bir gün geri döneceği umudunu çocuğa içten içe yansıttığından, ergenlik çağlarının sonuna kadar saf ve inatçı bir umutla onu beklemiş genç adam. Artık geleceğine inanmadığı gün, geleceğe de inanmamaya başlamış.

Babası ise -bu gerçeğe henüz kendinizi alıştıramamış olabilirsiniz, bir önceki paragrafı bir daha okuyunuz- terk etmenin dayanılmaz acılarını her zaman içinde taşıyarak ve geri dönmenin göze alınamaz ağırlığına katlanamayacağını düşünerek, vicdanını başka bir yerde rahatlatma yolunu seçiyor. Kırk yaşlarındaki kadının ve onun yirmili yaşlardaki kızının karşısına, onlara güvenli bir gelecek garantileyen zengin ve dul bir koca ve sempatik bir baba olarak çıkıyor. Aslında karısı olmasını istediği, sizin bu öykü bahanesiyle tanıştığınız kadını, o çok öncelerden, daha dul kalmadan tanıyormuş. Hatta o sıralar henüz karısını ve oğlunu kendi başlarına bırakıp gittiği kafasına dank etmemiş ve vicdanının sesini duymaya başlamamışken, onunla kısa süreli bir ilişki de yaşamış. Karşı tarafın beraberliklerine engel yanı -kadının kocası, evin gerçek babası- ortadan kalktığında, yas döneminin hemen ardından, vicdanının artık duymaya başladığı sesinden kendini kurtaracak evlenme teklifini yapıyor.

Gençliğinde yaptığı hata, onun yalnızca geleceğe bakmasını ve yalnızca gelecek için çalışmasını ve bu sayede zengin olmasını sağlamış. Ama ikinci plana iterek, anımsadıklarını bastırarak kurtulmaya çalıştığı geçmişi onu, elli yaşının bir dönemecinde bekliyor. Artık giderek kısalan gelecek, geçmiş kadar önemli değildir. Kısa kibrit çöpünü kim çekmek ister...

Ve elli küsur yaşlarındaki bu adam, kadınla hayatını tekrar birleştirerek, daha önceki ilişkilerinden olduğunu bilmediği kendi öz kızının üvey babası olmaya doğru ilerliyor. Bu durumu kız da bilmiyor, sadece kızın annesi biliyor.

Hayat öyle kurnazdır ki size uzattığı kibritlerin içinde, birden fazla kısa kibrit olup olmadığına dikkat etmelisiniz...

Ellili yaşlardaki beyimizin, yaşının verdiği olgunlukla bu öğüdümüzü dinlediği pek söylenemez; o yaşlarda insanlar öğüt dinlemezler. O zaman, kim otuzlu yaşlardaki delikanlı ile yirmili yaşlardaki genç kadını suçlayabilir; o yaşlarda da insanlar öğüt dinlemezler. Bu iki genç, kardeş olduklarını bilmeden, birbirleriyle sıra dışı bir ilişkiye girmişlerse, hayat tarzlarının sıra dışı olması içlerini rahatlatır mı? Yarını da dünü de düşünmeye gerek duymayan bir adam, geçmiş hatalarının geleceğini etkilemesine izin verir mi? “Ensest ilişkiyi hangi din, hangi Tanrı yasaklamış, benim dinimde bal gibi de yeri var...” deyip, bireysel dinine yeni ahlak kuralları ekleyebilir mi genç kadın?

Sanırım ekleyemez. Çünkü eğer ekleyebilseydi, bir tane de kendi babasına ilgi duyan bir kadının, onunla beraberliğini haklı kılacak bir kural eklerdi. Halbuki o, öz babası olduğunu bilmeden annesinin bu elli küsur yaşındaki sevgilisine ilgi duyuyor. Ölen (üvey) babasının eksikliğini hissetmediğini söylese de, hayatındaki erkeklerin babası yaştakilerinin azımsanamayacak sayıda olması, onu haksız çıkarıyor. Annesinin ilişkisine bu nedenle karşı çıkıyor. Annesi ilgi duyduğu erkekle evlenirse, üvey babası olacak bu adamla beraber olamaz. Ama bu evlilik gerçekleşmezse, ilişkilerini annesinden gizlediği ve annesinin sırrını da öğrenmediği sürece, gönül rahatlığıyla, öz babası olduğundan habersiz bu adamla ilişkiye girebilir...

Ama eğer annesinin sırrını öğrenirse, yaşadığı olaylar üzerine kurduğu felsefi görüşlerinin, yaşam, ölüm ve aşk konulu olanlarında, temelden bazı değişiklikler yapması gerektiğini düşünecektir. Bu açıdan görüşlerini “O kadar yıl dizinin dibinden ayrılmadığım, babam olduğuna inandığım kişi aslında babam değilmiş, demek ki insan babasına bile güvenmemeli...” ya da “Bir kızın babasına duyduğu sevgi, belki de şu anda âşık olduğum insana duyduğum sevgiden farklı değildir, o zaman bir kızın babasına (ya da bir oğlan çocuğunun annesine) âşık olduğunu düşünmemesinin tek nedeni, onun babası (ya da annesi) olduğunu bilmesidir...” şeklinde değişikliğe ve yeniliğe uğratacak ve gönül verdiği felsefenin, hiçbir şeyden emin olmamak anlamına geldiği bir kez daha kanıtlandığı için mutluluk duyduğunu söyleyecek ama bundan da çok fazla emin gözükemeyecektir. Burada, genç kızın kafasının iyice karışması ve felsefe yapmayı bırakıp ağlaması büyük olasılıktır.

Şu ana kadar kaçırdığınız bir şeyler oldu mu? Sanırım ben bir şeyi kaçırdım... Kırk yaşındaki kadın kahramanımın felsefesine yer vermedim (halbuki tüm bu ilişkilerin merkezinde o var). Gururuna yediremediği ve ailesini dağıtmak istemediğinden, kızının gerçek babasının elli yaşındaki eski dostu olduğunu kimseye söylememiş. Şu anda da söylemeye niyetli değil. Ama aynı zamanda otuzluk delikanlıyı -şehveti- terk ederek, kız ile babayı yıllar sonra -onlar bundan habersiz de olsa- bir araya getirmeyi düşünmüyor da değil. Tabii kızının öz babasından hoşlandığını ve onunla evliliğine bu nedenle karşı olduğunu da anlamış değil. Bir de şu var ki, kızının öz babasının başka bir kadından olma oğlunun, şu anda kendine şehveti yaşatan delikanlı olduğunun da hiç farkında değil.

Sanırım şimdi oldu, size her şeyi düzenli bir şekilde toparlayıp, hiçbir şeyi atlamadan aktarabildim. Öykü yazarken en çok dikkat ettiğim nokta budur: Hiçbir şey karmaşık kalmamalıdır.


(Gençlik Kitabevi Öykü Ödülü ‘97 Mansiyon)

Hiç yorum yok: