SÖZÜM MECLİSTEN İÇERİ
1.
Ölümün yakınımızda olduğunu ciddi ciddi
ilk kez Körfez Savaşı’nda düşündüm. Bu konuda bir şeyler yazmam gerektiğini
düşünmem ise İzmit depreminden sonraydı. Ama depremle ya da depremden ölmekle
ilgili olmayacaktı yazım, ölümün kendisiyle ilgili olacaktı. İnanırım ki
insanın başkalarının ölümüne üzülmesi, kendi ölümünden korkmasındandır. Bir
yakınımız öldüğünde üzülmemiz, en temelde ölümün bize yakınlaşmış olmasından
kaynaklanır. İnsanın yakınlarının ölmesine üzülmesi ama uzaklardaki ölümleri
görmezden gelmesindeki doğal bencillik başka türlü açıklanabilir mi?
Sonra A.B.D’deki ikiz kulelere
gerçekleştirilen terör eylemi geldi (Güney’de tatilde, haberi bana veren yaşlı
kadın şöyle demişti: “Bir an İstanbul’da oldu sandım, çok korktum.”) ve daha
sonra da Afganistan’ın A.B.D. tarafından bombalanması. Benim düşünce evrenimde
ölüm, Körfez Savaşı ve İzmit Depremi’yle bana “yakınlaşmıştı” ama Afganistan
savaşı konu uzaklaştırma gibi bir şeydi. Sanki herkes depremden ölebileceğini
unutmak, ölümü uzaklaştırmak için ‘oradaki’ ölümlere üzülmek istiyordu. Depremi
değil ölümü yazmakta haklıydım. Ölümü yazmaktaki en iyi yol da ölümün
insanlarını yazmaktı. İnsanların ölümü değil, bu o kadar da önemli bir şey
değildir, ölümün insanları ise yaşamımızdır... O koca yaşamın içindeki küçüklü
büyüklü ama mutlaka ölümlü yaşamlarımız...
Hayatım boyunca şu başıma hep geldi:
Bulunduğum çoğu mekanda tek bir kişinin üzerine çullanmış birkaç kişiyle
karşılaştım. Laflarıyla çullanmışlardı, konuşmasına izin vermiyorlardı.
Çullanılan kişi güçsüzse bastırıyorlardı onu ve kaçırtıyorlardı, bunu
başaramazlarsa olay ciddi bir savaşa dönüşüyordu. Ben ne yaptım böyle
durumlarda? Bir çizgi roman kahramanı ne yaparsa onu! Ne olursa olsun hep tek
ve güçsüz kalanın tarafını tuttum. Çok suçlandım bunun için; en çok da tarafını
tuttuğum kişi düşüncelerine benim de karşı olduğum biri olduğunda... İnsan
hoşlanmadığı, düşüncelerine katılmadığı birinin tarafını niye tutsun ki! Hem de
dostlarını karşısına alarak! Dostlarımın bana güvenleri sarsıldı! Bazen tek
kalan, üzerine çullanılan ben oluyordum. Böyle durumlarda ‘terör’ estirdiğim
oldu. Sesimi yükselttim, söz kestim. Dört bir yandan saldırıya uğrarken,
bırakın düşüncelerimi doğru, dengeli ifade edebilmek için sakin sakin konuşmayı,
nefes alacak, tükürüğümü yutacak fırsat bile verilmemişken, söz kesmeden nasıl
söz alabileceğim düşünülmeden söz kesmekle suçlandım! Gerçekten zor durumda
kaldığımda hakaret de ettim. Bazen ikiz kulelere saldırı gibi hiçbir şekilde
haklı çıkamayacağım ‘eylemler’ gerçekleştirdim. Ama çoğu kez ihtiyaçtan doğan
‘terörümün’ farkındaydım. Ne yazık ki karşı taraftakiler baskıcı tutumlarını
görmezden geldi. Çevremdekiler güçlünün güçsüzü susturma çabalarına, ‘savaşa’
düşüncede karşıydılar ama pratikte bunun tersi tavır alabiliyorlardı. Tanınmış
bir yazarımız, “Yöneten konumunda olduğumda hükmetme eğilimim olduğunu fark
ettim!” gibi saygıdeğer bir itirafta bulunmuştu. Ben ise garsonlara bile
emreden insanlara tuhaf bakardım.
Ölümün insanlarına “kötülük” açısından yaklaşacaktım.
Ama bir katilin, bir faşistin ya da kötülük yaptığı açıkça görülenlerin
kötülüğünden değil günlük hayatta birbirimize uyguladığımız kötülükler
açısından. “Faşizm iki insan arasında başlar.” lafından hareket edecektim.
Birçok savaşın nedeni olan kin ve kıskançlığa, çıkar kavgalarına “hayır”
demenin, “savaşa hayır” demekten daha temel, daha doğru bir söylem olduğunu
anlatmaya çalışacaktım.
Hesse’den yardım alacaktım: “(…)
bizimkisine benzer bir inancın sahibi tutarlı bir kişi için yaşamın değerinin
benimsenmeyişi, her türlü sertlik ve hoyratlık, her türlü umursamazlık, her
türlü aşağılama öldürme cürümüyle birdir.”
“Yeryüzündeki haksızlık ve kötülüğün
ortadan kaldırılabileceğine inanmıyorum. Değiştirebileceğimiz ve değiştirmemiz
gereken şey bizleriz, biz kendimiziz, bizim sabırsızlığımız, manevi alandaki
bencilliğimiz, incinip kırılmalarımız, sevgi ve hoşgörü noksanlığımızdır.”
Bu nedenle devletler ya da uygarlıklar
savaşından çok kişisel kin ve nefretlerimizle her gün işte, evde, yolda,
meyhanede çıkarttığımız savaşlar ilgimi çekiyor. “Yakınlarımızın” kafalarına
atmaya çalıştığımız bombalar daha çok ilgilendiriyor. Üzerine çullandığımız bir
insanın çaresizlikten uyguladığı terördeki kendi parmak izlerimizi silmeye
çalışmamız ilgilendiriyor. İçimizdeki küçük
faşistlere kılıflar bulmamızı unutup devletlerin faşizmine bulduğu
kılıfları konu etmemizdeki ikiyüzlülük ilgilendiriyor.
“Kötü”yle ve “iyi”yle uğraşmış insan.
“Kötünün iyisi”yle de. Ben daha çok “iyinin kötüsü”yle ilgileniyorum... İyi
olabilecekken olmamış, giderek olma yetisini de kaybetmiş, umursamazlığından
kaybetmiş, güncel çıkarlarına uymadığı için kaybetmekte sakınca görmemiş, bunu
kaybetme olarak bile görmemiş, hatta doğrusunun iyi olmamak-kötü kalmak
olduğunu giderek daha fazla bir güçle ve arkasına aldığı diğer kötülerin
varlığıyla, kötü varlıkların gücüyle savunmaya başlamış insanlar
ilgilendiriyor. “İyinin kötüsü”nü, “kötü”den bile daha tehlikeli buluyorum,
çünkü “kötü”nün kötülüğünden daha zor anlaşılıyor onun kötülüğü, “iyinin kötüsü”
çoğunlukla iyi sanılıyor: İnsan maskeli şeytan.
Suçunu ben söylediğimde anlamayan
biriyle film seyrediyorduk. Filmde tam da onun yaşam suçunu karakter özelliği
haline getirmiş biri vardı, kötü adam. Filmle birlikte o kişinin filme
tepkisini de izlemeye çalışıyordum, anlayacak mı acaba, diye... Film bittikten
sonra şöyle dedi: “Böyle insanlar da yaşıyor di mi...”
“Yaşamaz olsun!” desem... İtiraz ederdi:
“Ama onların da yaşamaya hakkı var.” O zaman anlardık, aslında anlamış
olduğunu, aldırmadığını ya da çaktırmadığını. En azından ileride öyle bir hata
yaparsa, muaf tutulma hakkı istediğini...
2.
“Expecting
the world to treat you fairly, because you are a good person is a little like
expecting the bull not to attack you, because you are a vegetarian...”
İyi
bir insan olduğunuz için dünyanın size adil davranmasını beklemek,
etyemez olduğunuz için boğanın size saldırmamasını beklemeye benzer.
etyemez olduğunuz için boğanın size saldırmamasını beklemeye benzer.
Güzel
örneklendirilmiş tehlikeli bir düşünce…
Bu
düşünceyle hareket ediyorsanız “İyi bir insan olduğunuzda bile hayat size kötü
davranabilir” düşüncesinden geçerek hayatın adil olmadığı sonucuna çıkabilir ve
“Hayat adil değilse ben de adil olmak zorunda değilim” düşüncesine
varabilirsiniz.
“İyilik
yaptım da ne buldum” diye tekrarlaya tekrarlaya ve hayatın da acımasız olduğuna
kendinizi ikna edip, acımasız olmakta bir sakınca görmeyebilirsiniz. “Tanrı
yoksa her şeye izin vardır.” düşüncesine, ya da tam olarak “Adalet yoksa, her
şeye izin vardır.” düşüncesine varabilirsiniz…
Oysa
hayat adaletsiz ya da acımasız değildir. Siz adil olmadığımızda, hayatı da
kendinize uydurarak adaletsiz diye suçlarsınız; günlük hayatta bir suçunuzu
başkasının üzerine atma alışkanlığınız bile masum kalır burada: Hayata
atarsınız suçu! Adil değildir, isteğiniz dışında hayata geliyorsunuzdur ve kaderinizi
kendiniz belirleyemiyorsunuzdur, kötülük kol geziyordur ve sanki siz evinizde
uslu uslu oturuyorsunuzdur, ve saire.
Nasıl
bir boğa size saldırırken, sizin önemsediğiniz o olumlu ama onun için gereksiz
özelliklerinize bakmıyorsa, yaşam da bakmaz; etyemez olup olmamanız nasıl
boğayı ilgilendirmiyorsa, hayır kurumuna bağış yapmanız, savaşa hayır imzası
vermeniz, haksızlığa uğrayan birine arka çıkmanız, ya da herhangi bir nedenden
iyi biri olduğunuzu düşünmeniz ve benzeri mazeretler de yaşamı ilgilendirmez...
Yani
bakmak lazımdır; bu boğa, bu doğa, size neden saldırıyor…
Oysa kendinizi suçlamaya değil de suçu
hayata atmaya yöneldiğinizde, büyük başarı vaat eder sonuç; tek tek değil tüm
hatalarınızın üzerini örtmüş olursunuz böylece. Ve çok daha tehlikelisini de
yaparsınız: Hatta yapma hakkı kazandığınızı düşünürsünüz.
3.
Böylece gelelim, “Sözüm meclisten
içeri”ye...
Böyle insanlar yaşıyorlar ve onlar
sizsiniz. Siz o sözü kesilen, hakaret edilen, üzerine çullanılan, siz o
aşağılanan, yurdundan kovulan, cinsiyet ayrımcılığına maruz kalan, siz o faşizm
kurbanı, siz o haince öldürülen değilsiniz. Siz insanın sözünü kesen, hakaret
eden, üzerine çullanansınız, insanı aşağılayan, yurdundan edensiniz, faşist
olan, ırkçı olan, hain olan sizsiniz…
Siz savaşa karşı olan değilsiniz; aynı
savaşları kendi çapınızda çıkaran, çapınız büyüdükçe daha geniş çaplarda
çıkaracak olansınız…
Çizgi roman kahramanlarıyla, esas
adamla-kadınla özdeşleştirmeyin kendinizi, siz kötü adamsınız, kötü
kadınlarsınız, en iyi ihtimalle ikiyüzlü ve kaypak figüransınız…
Siz o kitaplarda anlatılan değilsiniz;
siz, o, kendine karşı binlerce yıldır kitap yazılansınız…
Okuduğunuz kitaplarda kendinizi bulmaya
meraklıysanız, bu kitapta gerçek kendinizi bulacaksınız…
Çünkü: Edebiyat terapi olabilir ama
Felsefe tokat olmalı.
Kadın, çocuk, yaşlı, anne-baba, patron,
başkan, büyük yazar falan dinlemeden…
Yan masada oturan yaşlı adam:
-Şu müziği biraz kıssana, dedi garsona.
-Efendim, en kısığı bu, deyince garson,
-O zaman bir süre kapat çok bağırıyor, dedi.
Buraya kadar yaşından dolayı doğal bir
rahatsızlık ifadesi olarak algılanacak isteğin haklılığı, adamın şu cümlesiyle
son buldu:
-Bunu dinleyen kimse var mı, yok…
4.
Ve burada, kendimi de nereye koyduğumu
söyleyeyim...
Cem Akaş’ın Susan Sontag’ı koyduğu yere
koyuyorum: “Zor bir insandı. Bu kısmen, çok ciddi, çok ahlaklı olmasından
kaynaklanıyordu; kısmen de sizin de en az onun kadar ahlaklı olmanızı
beklemesinden. Ahlaken haklı olan ve bunu bilen bir insanın karşısında, hadi
ahlaksız demeyelim ama, günlük yaşamın ister istemez getirdiği bir ‘kıvraklık’ı
olan, her zaman ilkeleri doğrultusunda hareket edemeyen ve bunu bilen,
sıkıştığında işi dalgaya vurup sıyrılmaya çalışan bir insanın kendini suçlu
hissetmemesi imkansız. Canımı sıktığı için severdim Susan’ı.”
Umarım canınızı yeterince sıkabilirim…