Çarşamba, Ekim 03, 2007
Hesse’s Dengeler
Geçen gün bir arkadaşıma
10 yıl sonra kitap okumayacağım bir hayata hazırlanıyorum,
kendimi hazırlamak değil ama, planlı değil,
ama işte “hazırlanıyorum”
dediğimde…
İnsan kitap okumadan nasıl durur yahu dedi…
İnsan kitap okumadan nasıl… durur…
E işte durur… Yanıt burada…
Başlar ve bitirir, sonra da durur, yeri geldiğinde… Yoksa tüm kitaplar okunup bittiğinde değil… Kitap okumaya, okumaya, gerek duymayacağın bir aşamaya gelmek mümkün değil mi… Sadece, her gün gazeteleri takip etmek yerine, haftada bir okumanın da sizi güncelden asla koparmayacağı gerçeğinin kitap okumaya uyarlanmasının çok doğru olacağı fikrinden de değil… Bir kitap yazdığınızda, bin kitap okumuş gibi olma hissinden, esas… İşte, bu ikincisinden.
Çetin Altan, dedim o arkadaşıma,
tanıyorum, dedi.
Yok, onu demiyorum, dedim.
Çetin Altan şunu diyor, gençten birinin hayatla ilgili soruları karşısında:
“Yani konuşalım ama, senin bu sordukların Sokrates devrinde falan (falan benim) cevaplanmış, çözülmüş…”
Genlerle, sadece bilgi aktarabiliyoruz.
Bilinç aktaramıyoruz.
Her doğan sıfırdan başlıyor, içi dolu bir 0 ama. (Bunu fark etmiyoruz ve kendimizce yönlendirmeye çalışıyoruz onu, o içi dolu 0’ı.)
İçi dolmadan bir 0, 1 olamaz… 2 olmaya yakın bir 1, artık 1’e benzemez…
Diye gider.
Doğru yönlendirilmediğinde,
sıfır olarak bitiriyor hayatını, insan.
İçi boş…
Doğduğundan da geriye düşmüş…
Hayat kırıklığından sonra hayat var mı…
Yaşama Düşkünler Evi, koymuştum bir kitabımın adını, (b)asılmamış.
Neyse konuya döneyim, sizin için konuya gelelim…
Çok okuyan bir insan, hatta yazıyorsa bir de.
Okuduklarını nasıl olur da bitiremez…
Okuyacaklarını…
Bitirmez derken azaltmaz demek istiyorum…
(Ara not: Secret okumayın, ben okumadan biliyorum ki, Tanrı ile Sohbet adlı kitaptan daha iyi değil, olamaz. Tanrı ile Sohbet’i okuduysanız, iyi okuduysanız, bir daha ömür boyu bu tür kitap okumayabilirsiniz.)
Yeni gelişmeleri takip etmek gerekir, denir, mesleğinin gerisinde kalmamak gerekir, denir, yazarlık için de geçerli mi, o kadar da…
Çetin Altan o kadar da geçerli değil diyor…
Çözüldü diyor, fi tarihinde, fi benim…
Yani iyi bir okurun giderek yazarın arkasındaki kütüphane nasıl gereksizleşmez zamanla…
Bir yerden bir yaştan sonra fotoğrafının fonundaki kütüphane manzarası yazarın ne anlama gelir.
Haha aklıma geldi diye sadece, görsel benzerlik diye sadece, bakın biz burada bulunduk diye poz veren turist gibi mi yazar… Bakın, ben bunları okudum…
Tüm yazarlar, ve yazdıkları, kendilerinden önceki yazarların oluşturdukları o gövdeye eklemlenir, diye bir düşünce var…
Romantik bir düşünce faşist de olabilir mi… Eklemlenmenin şart kılınması anlamında faşistçe, eklemlenilen gövde açısından da şöyle: Az ekledik uz ekledik ekleye ekleye bir arpa boyu yol gitmişiz, 50 cl arjantin. Zaman gibi, bu da döngüsel mi.
Hadi diyelim eklemlenir, ama bilgiye bilgi eklemlenmesi yerine bilince bilinç eklemlense, şu anda uzaya çıkmış olmaz mıydık, demeyeceğim, yaşamın dibine varmış olmaz mıydık…
Yok, varmadık, varamadık…
Buna itirazım…
Arkasında geyik, aslan, kaplan, ayı, kafaları “olduğu halde” poz veren bir avcı mı yazar…
Ben foto biriktiririm, kendimin, sevgililerimin, arkadaşlarımın fotoları. Tekrar tekrar bakarım onlara… Aynada suratıma hiç bakmam, gazete okumak gibi gelir… Bu gün nasılım! (İnsanlara bir gazete ya da dergi verseniz, hemen tarihine bakar, o günün, o haftanın ya da o ayın değilse okumaz… eskimiş bu!)
Bir daha asla yakalanamayacak bir anı fotolamak… (Ebelemek.)
CD’lerimi de atamıyorum… Tekrar tekrar dinlememek mümkün değil, Stone Roses, Kula Shaker… Hakan Kurşun.
Günlüklerimi de atamam. Değer kazandıklarını gördüm çünkü…
Ama kitaplar.
Neden onları bazen.
Onların bazılarını.
Ki bunların arasında en büyüklerin yazdıkları da var.
Gereksiz olarak niteliyorum…
Gereksiz kitap…
Okuyanlarına yetersiz faydası, dahası, yazanlarına yetersiz faydası, üzerine yazacağım metin duruyor hala… (Haalaa)
Deprem Duası adlı metnime kardeş bir metin olacak bu, soranlar için yazıyorum…
Artık diyeceğim: artık kitap okuyamıyorum.
Hiç değil elbet, eskisi kadar…
Belki eskiden de okuyamıyorumdur zaten, belki iyi bir okur değilim… Olmadım da, olmadım ya da olamadım…
Ama durumumu, bir bilincin başka bir bilince inme zorluğu, yok böyle olunca herkesi kapsadı, sıkı bir bilincin, diğer sıkı bir bilince bilincinde yer açma zorluğu ve hatta görece gereksizliği olarak açıklamak eğilimindeyim… (Kibar)
Kundera’nın diğer kitaplarını bağışladım da, Şaka’sını tutağım her halde, Tournier’in Çalı Horozu’nun ilk öyküsü -bitirdi beni derler ya- başlattı, yeni bir yazıya, adem ve havvayla ilgili, çıkar yakında… Onu tutacağım…
Kundera iyi örnek: İki tane deneme kitabını (Roman Sanatı ve, hımm Saptırılmış Vasiyetler sanırım) bayıla bayıla okuduktan bir-iki yıl sonra neresine bayılmışım bunların diye okudum. Tam o sırada bir deneme kitabı daha çıktı. Tahmin edeceğiniz gibi o da bir şey vermedi. İki mükemmel çocuğunuz var diyelim, ve üçüncüyü istiyorsunuz böylece, o da aynı mükemmellikte çıkıyor; yani sıkıcı... Ahmet Altan’ı aşmayı anlardım, ama Kundera’yı...
Duras’ın Yazmak’ını da bağışlarken vazgeçtim, fazla kişisel, ama dursun. Yazmak kişiseldir mi! Herkes aşağı yukarı aynı nedenle yazsa da mı…
Yani BAP’ın sonlarında vardı… Beyaz Atlı Prens adlı romanımın. BAP diyorum çünkü kutsal kitap da (hangisi) baplardan oluşur ya ve o da benim için bir çeşit kutsal kitaptır. Henüz sadece benim kutsal kitabım…
BAP’ın sonlarında vardı.
Her şeyi yaşamış, her şeyi okumuş gibi gelmek durumu… Hesse ile birlikte yazmıştık… Hesse’s dengeler, haha güzel… Başlık parasız.
Bilemiyorum kendimi atar mıyım bir yerlerden ama kitaplarımı atıyorum…
Kitaplarımı bağışlıyorum diyecektim ama bu fiil kitaplar için doğru olsa da, ben bağışlanacak bir şeyler yapmadım… (Akşamdan kalma ya da uykusuz olduğumda, şimdiki gibi, saçmaladığım, aklımın çalışmadığı olur, işte derim, çoğu insanın sık sık düştüğü durum. Akşamdan kalma olmadan. )
Bakalım…
Yani yeni odamdaki kitaplar da yavaş yavaş azalacak… sıfıra iner mi bilmiyorum… İçi dolu bir sıfır…
Portnoy’un feryadı. Philip Roth
Erkekliğin hikayesini anlatmış. Yazılmamış hikayesi…
Onu bulacağım.
Hesse’nin Kaplıcada Bir Konuk’unu da…
Hemen her Hesse’yi okudum ve bir yerden sonra biraz sıktığını söyleyebilirim…
Konuları hala (haalaa) aklımda olduğu için bir yakınlık hissetsem de, bu yüzden onları değerli bulma eğiliminde olsam da…
Daha güzel olsa idiler keşke… deme eğilimindeyim… (Kibar)
Dönem için güzel ve o yüzden abartılmış denilebilir belki…
Kaplıcada Bir Konuk’ta, rahatsız-sorunlu-gürültücü bir komşusunu anlamayla ilgili bir metin yazmış, Hesse.
Uyabilir…
Ama bu ikisini de örneğin Robinson kitapevinin üst katında uzunca bir karıştırdıktan sonra almalıyım, bana karşı suçları olmayan kitapları bağışlamamak için artık…
Robinson dedim de, Tournier’in bir de Robinson ve Cuma hikayesi var güzel…
2. hikaye, kitaptaki…
Ona bir yıldız atmışım yıllar önce, ama ilki olan Adem-Havva hikayesi daha çok ilgimi çekti şimdi.
Diğer kitaplarda da böyle olabilir, şu bağışladıklarımda da, diye düşünülebilir, okuyamadıklarımdaki anlamı sonradan bulabilirim, falan diye, düşünülebilir, tabii ki. Ben düşünmüyorum…
Sanmıyorum…
Artık okumadıklarımı okumaya yönelirim en fazla: Proust mesela…
(Celine. Gecenin Sonuna Yolculuk. Baştan bir yirmi sayfa okuyun, olayı anlayın, pek birolay da yok ya, sonra, her gün mesela, açın ve ortadan her hangi bir yerden çalakalem, çalagöz, gezdirin, tadını alırsınız, dedikoducu bir adamın gevelemeleri, çok güzel, ben hala okuyorumara ara, BAP’ı yazarken her sabah onu okuyarak başlardım işe. Olumlu örnekler yok değil canım, ama az.)
Tournier’in Robinson’u adasından kurtulduktan yıllar sonra, ki genç bir kadınla evlenmiştir, adasının hatırası haricinde mutludur, yerini haritada işaretlettiği adasına (asasına) özlem duyduğunu genç karısı fark eder, kabul etmez Robinson, “karısı onunla ilgili fedakarlıkları hep yapmıştır. Ölür.” gibi kısa iki cümleyle durumu anlatır Tournier, karısının kendi kendine ölümünden sonra döner Robi adasına ama bulamaz onu…
Bilge bir denizci der: Sen adanı gördün de tanımadın, e o da senin gibi yaşlandı, düşünmedin mi bunu, yaşlandığını…
Sonra da ekler: Bak şu aynaya bir… Önünden geçerken adan seni tanımış mıdır ki bir de.
Belki de ben, o kütüphanelerdeki kitapların arasında “benimki bu” diyebileceğim kitabı tanıyamıyorum… Ama bunun korkusuyla bir kütüphane biriktirmek anlamlı mı… Şöyle sormalıydım belki… Anlamlı ama yararlı mı…
Bana yararsız geliyor…
Karakterdeki elenmesi gereken fazlalıklar gibi…
Tek bir karakterle kalmak değil tabii, tek bir kitapla, o zaman kutsal kitap olmalı, ya da sizin bir kutsal kitabınız olmalı… Ama şudur şudur diyeceğiniz kendi karakter özellikleriniz gibi, şu şu diyeceğiniz küçük bir kitaplığınız olabilir…
Çok karakterli olmak iyi değil… Çok kitaplı olmak neden iyi olsun…
Hoş, şizofreni (çift kişilikli olmak olarak alınmış) zekadır, diyormuş Orhan Pamuk…
BAP’tan: Sanatçılık; zaafları sanata dönüştürme zanaatı…
Tam bitirirken şunla karşılaştım, tekrar:
“Hiçbir zaman sanata razı değilim, onun daha ötesinde bir şey istiyorum. Giderek daha az yazmak istiyorum. Hayatın kendisi bana daha çekici geliyor. Bodrum’da yaşayınca “yazmaya ne gerek var” duygusuna kapılıyor insan. Denize girmek, dağlarda gezmek, bitkilerle uğraşmak giderek daha anlamlı geliyor.” (Latife Tekin)
Sonra da ama: “Topluma ayak uydurmadığın, dünyevi olmadığın için, çoğunlukla derin bir yalnızlık duyarak, bir yenilmişlik noktasından başlayarak sanatçı oluyorsun. Bunun nesiyle övüneceksin? Aslolan hayata kapılarak, büyülenerek yaşamaktır. Eşekler ya da kuşlar gibi. Ben öyle yaşayabilenlere hep gıptayla baktım.”
Esas gıptayla bakılması gereken, hem hayattan büyülenenler, hem de bununla güzel bir şekilde övünebilenler (ironi). Onlar önce adam ama sonra belki sanatçı da olabiliyor (ikincil). Böylece topluma ayak uydurmadığını değil onların sana ayak uydurmadığını düşünüyorsun, çünkü dünyevi olmayanın sen değil onlar olduğunu biliyorsun, çoğunlukla derin bir yalnızlık duyarak hareket etmenin o kadar da kötü bir şey olmadığını anlıyorsun (kitaplar da arkadaş oluyor işte, başkası yoksa). Bir yenilmişlik noktasından başlayarak sanatçı olmak diye bir şeyin olmadığını, ya da olsa da güzel olmadığını, böyle yapanların büyük sanatçı ve güdük insan olarak kaldıklarını görüyorsun...
Vesaire vesaire vesaire… Kral ve Ben’de bardı bu di mi… Hadi tekrar gidelim o bara… Bodrum’da olmasa da olur…
Şöyle bitirebiliriz yine Latife Tekin’den: “Orhan Pamuk’u soylu ve sıkıcı, Ahmet Altan’ı ise çok enerjik ama bayağı bulmakla birlikte, (bundan sonrası benim ilgi alanıma girmiyor) ikisinin de çok değerli yazarlar olduğunu düşünüyorum.”
Bence değerli ama yararsızlar. Altın gibi. Altın bunları kütüphanemden…
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
4 yorum:
"Genlerle sadece bilgi aktarabiliyoruz.. Bilinç aktaramıyoruz."
Evet çok doğru bir tespit..Kodlanmaya ( bilgi aktarımına ) genlerden getirdiklerimizle başlıyoruz.. Ve tabii sonra nefes almaya başladığımız ilk andan itibaren kodlanma devam ediyor.. ( doğru yada yanlış ) Bedeniniz siz bilmesenizde tüm bu kodlamaları kaydediyor ( aynı hard disk gibi) Biliçlenmeye başladığınız zaman bedeninizin tepkilerinin farkına varmaya da başlarsınız.. Ama eğer beden ayrı bilinç ayrı hareket ediyorsa siz zaten yoksunuz demektir.. Birde olayın muhteşem tarafı var ki beden ve bilinç bir bütün olarak hareket ediyorsa ... Evet kutlarım var olmaya başladınız demektir. bilinciniz bedeninizdeki en derin bilgileri gün ışığına çıkarabilmeli ki "0" olarak göç gitmeyiniz..
Yaratıcılık herkesede var olmayan bir durum bunu biliyourz.. Ve biliyoruz ki her eli kalem tutan , her kütüphaneler dolusu kitap okumuş olan , her iyi gözlemleyen duygularını ve tepkilerini yazma cesareti gösteren YAZAR kabul edilmez..
Artık günümüzdeki popüler yazma furyası, mantar gibi her önüne gelenin kitap çıkarmaya başladığı bu korkunç kirlilikte ( Fatih Altaylı nın karısı bile yazdı valla ) birilerine çok yazık oluyor..
Deminde dedim.. "yaratıcılık "herkese mahsus değildir.. Olanlar ayrıcalıklıdır.. kabul edin kardeşim ayrıcalıklıdırlar.. İşte tam bu noktada birilerine çok yazık oluyor.. hem okuyan hem gerçek yazana...
Okuyucu olarak gazetelerin haftasonu eklerinde deklere ettikleri gibi "bu hafta bunu okuyun " denilen bir ülkede okumaktan yorulursunuz.. bir süre sonra tiksinirsiniz.. Bazen evinizdeki kitapları komple yok edivermek geçer içinizden.. ( bizde de oluyor bunlar.)tertemiz bomboş rafların özlemini duyarsınız..(bilinciniz dürtüyor sizi)
Bazen okumaya başladığınız bir yazar(!) ikinci kitabında tıkanır.. üçte hiç yoktur.. eğer şanslıysa dördüncüyüde bastırmışsa ilk baskısını bile tüketemez.. okurları onu terk etmiştir.. O aslında varolmamıştır ki.. ( geldik mi yaratıcılığa )
Artık yazarların ( yada kendilerini öyle sanan bir grup insanların ) yeni taktiği arkalarına gizlice siyasi bir desteği almak.. Ve işleri artık daha ticari.. daha siyasi .. eee okurunda ağzına bal çalalım tarzına dönüşmekte..
Yeter artık.. Bu kirlenmeye dur diyemeyecek miyiz?
Ne dersiniz sayın Sohtorik, içi boşaltılmış bu insanların arasından sizin gibi içi dolular ne zaman yerlerinden kalkıp meydan okuyacaklar???
Meydan okuma konusu değil konu. Arkanızdan gelenlerin olup olmayacağı konusu. Olmaz. Arkanızdan kimse gelmez.
Zaman haricinde.
Ben de sadece zamana güveniyorum artık.
Türkiye'yi Malezya'ya benzetmeye çalışıp boş gündemler yaratma çabaları arasında bir yazarın sağlamlığıyla sıkılığıyla kimse ilgilenmez. Diğer içi boş olmayan yazarlar, eleştirmenler, iyi okuyucular bile ilgilenmez...
Sizi tanımaları gerekir, tanışmış olmanız anlamında; komik...
Bir yazar neden sosyal olmak zorunda olsun!
Örneğin haberiniz var mı bilmiyorum ama Gazeteport diye bir site bir yazar yarışması açıyor, güzel şartlar koyuyor başta,sonra şartları yazarlar aleyhine ve kendi lehine değiştirmesini bir dansöze taş çıkartacak kıvırtmalarla açıklıyor.
Bu siteye karşı ne yapılabilir?
Hiçbir şey.
Ben gülme ve geçme yöntemini, eskiden büyük bir başarıyla uyguladığım gibi uygulamaya dönüyorum.
Hangi yazarımızdandı, şöyle diyor: "Bir yeraltı nehri gibi yaşayacaksın, gün gelip yüzeye çıkma umudunu asla yitirmeden."
Kim bilir, benim de bunu öğrenmem gerekiyordur belki.
Sosyal olmayı öğreneceğime...
İlginize teşekkür etmeden de durmayayım tabii, en azından açıklama fırsatı verdiniz, teşekkürler...
Bu arada, Portnoy'u Feryadı, sayfa 100'den yani yarısından sonra bağışlandı... Erkekliğin hikayesi imiş. Pöh... Üslup açısından da, Celine'den sonra yetersiz... Benim BAP "bile" daha iyi... Ama tabii 100 yılın en iyi kitabı falan seçilmiş. Yapacak bir şey yok. "Değerli" ama gereksiz demem tam yerinde.
Philip Roth nobel adayı imiş... Olabilir tabii.
Aldatma'yı bağışlayamamıştım.
Olabilir.
Yorum Gönder