İnsanlar erkekler ve kadınlar diye değil
dâhiler ve doğallar diye ikiye ayrılır.
Erkek dâhiliğe, kadın doğallığa yatkındır.
Kötüler bunu beceremeyenlerden çıkar.
4. BÖLÜM
TANRIM BENİ BAŞTAN MURAT
Önce masumlar ve çocuklar
Gülsen’le yalnız kaldığımızda konuyu açıyor…
Okul grubunda küçük bir tartışma çıktı.
Allah Allah.
Evet, sen kızıp ayrıldıktan sonra…
Ben duygusal konulardan konuşacaktık sanıyordum.
Bu da duygusal.
Sert…
Elif senden özür diledi, herkesin önünde.
Olamaz böyle bir şey; ben cenneti özür dilenebilen bir yer olarak düşünmüştüm.
Benden sonra düşünmüşsündür, ben sana cenneti yaşattığımdan.
Ama herkes onu destekliyordu, en azından kimse karşı olmadı. Büyüklük bende kalmıştı, burnu büyüklük onda.
Ben oldum.
Niye.
Neden, olamaz mıyım?
Kimse yapmaz bunu. Hani yıllar önce tırnağımdaki kiri almıştın.
Nasıl böyle bağlantılar kuruyorsun, kir sende değildi ki onlardaydı.
İşte onlar kirdi.
Parçalayacaktın yoksa.
Dezenfekte diyelim; daha önceki o iki forumda buna yaklaşan bir şey bile olmamıştı, beni şaşırtmak kolay değildir.
Seyirci ya da forum figüranı kalmak istemedim.
Demek torpil gerekiyormuş, her zamanki gibi.
Çakalım yok ki sözüm dinlensin.
Akıllı bir kadın aslında.
Bazen aptal biriyle, bir aşağılıkla, mesela yolsuzluk yapan biriyle daha iyi anlaşabilirim gibi geliyor, adama en azından para verirsin, para nettir, titr verirsin, titr ruhtur; kullanışlı aptal diyorlar ya, vatana millete yararlı şeyler için de kullanabilirsin bunları; akıllı biriyle ise çalışamam sanki, kullanışsızdır çünkü, aklının dikine gittiğinden; ikna etmen gerekir onu aklını yanlış kullandığına, aslında aptallığına; bunu anladığında gururu da kırılacağından bana düşman olması çok olası. Aşağılık biri, akıllı ama kibirli yani tam olarak olmamış birinden nasıl daha dürüst, daha sağlam olabiliyor, inanamazsın.
Tarlabaşı
Bir kadına tecavüz olayını daha erkekliği taciz etmeden atlatamadık, yazıyorsun…
Evimde oturuyor ve bir kadına tecavüz olayında daha sinirleniyorum, sonra bir de bakıyorum suçlu benmişim… Erkek olduğum için... Potansiyel olarak tecavüzcüymüşüm. Tüm kadınlarımın sen benden daha kadınsın dediği bir erkek olsam bile bu tacize katlanmak zorundayım.
Bir kadın, sarhoş her halde yazıyor altına, Elif de sarhoşsa italik yazsın o zaman diye destekliyor... Bak Elif, diyorsun, ben bir yazarım, geldiğim belli bir noktadan bakarak bunları yazıyorum... Ben senin yazar olduğunu düşünmüyorum diyor.
Ben de senin kadın olduğunu düşünmüyorum desem hakaret oluyor… Onun namusu namus benimki tarlabaşı...
Ama kadınlık daha temel bir durum.
İşte onun kadınlığı temel bir durum değil. Kadın olduğunu düşünmesi kadınlara hakaret esas… Benim kadın tanıdığım kadar yazar tanımış mıdır hem.
Birkaç yazını gönderdim, sana kadın düşmanı denmiş metinlerinden; onu kızdırdığın yeri de bir daha okusana dedim, muhtemelen okumuştu, birisinin sormasını bekliyordu. Düşüncelerine katılmıyorum ama öyle ifade etmemeliydim dedi... Tartışma kapandı; dedim ya zaten küçük bir tartışmaydı... Sanki Elif’i günah keçisi seçtiler, birçoğu, ki senden özür dilemesi gerekenler, hiçbir şey yazmadılar. Adama neler dediniz, mahallenizin filozofu sandınız demiştim, deli filozofu… Hiçbiri cevap vermedi… Öyle bitti.
Hiç yoktan iyidir; onlar beni çok da ilgilendirmiyor, ama sen… Gerçekten neden yaptın böyle bir şeyi?
Karar verdim artık Murat, pusulamı takip edeceğim. Yöne karar verdikten sonra bakıyordum.
İnşallah yakında pusula olacaksın; pusulaya bakmayacaksın pusula pusula bakacaksın… Bunu kadere inanmak gibi düşün; kadere inanan insan kadere inanmayı da kendi iradesiyle seçtiğinden aslında kadere inanmıyor, yine kendi seçimine inanıyordur, sadece farkında değildir; özgürlüğe mahkum olmak işte bu… Alil’lere anlatmaya çalıştığım buydu: Genetik mi, çevre mi; hayır sen…
Önce masumlar ve çocuklar
Ayça’yı okudum.
Ayça kim?
Kraliçenin kızı.
Ha şu Ayça. Onunla ne ilgisi var.
Bence olayın düğüm noktası o… Ben de ondan kendime geldim, bence onu yazmalısın.
Sonra da seni mi yazayım.
Bende yazacak bir şey bulama diye kendimi ıslah ediyorum.
En son amacımı biliyorsun, sadece iyiliğin olduğu bir dünya yazmak. Özür dilemeye gerek olmayan bir dünya. Neyse sen Ayça’yı anlat.
Her şeyi baştan özetleyeceğim.
(…..)
Hop hop
Sen sıkı hastaymışsın be Sohtorik. Söylemişlerdi de inanmamıştım. Kompleksinin nedenini bilenlerdenim…
Adını saklayarak yorum yapan biri bu, bunla dalga geçmen çok komik:
Seni biliyorum sen şu sevgilisini bana kaptıran çocuk değil misin… Yahu kardeşim yeter artık, sevgilin senle bir kere bile olmadan anladı ne mal olduğunu ve Allahtan ben de karşısına çıkmışım. Ve beni seçti diyeceğim ama seçti denemez bile, holivud filmlerindeki gibi jön ve gön vardır ya, gönü seçecek hali yoktur esas kızın, pek de rekabet olmaz zaten aralarında, bizim durumuz da öyleydi işte, sen bir göndün ben de sana gömd… neyse… Değişik adlarla çıkıyorsun karşıma, ama bu kadar da bilinçsizce aptalı oynanmaz ki, en hırslandığın zamanda böyle adsız mesajlar yazıyorsun. Bitti gitti, kız benle, hatta kız benim artık, kabul et de bitsin şu iş…
Hop! Şimdi ne oldu… O bana attı tuttu ben ona attım tuttu. Ben hastaymışım sebebini biliyormuş… Nerden? Ben de onun sevgilisini çaldım işte, saniyesinde, bunun da kanıtı yok, olmalı da değil. Daha ileri de gidebilirim aklıma gelen her şeyi söyleyebilirim; ama yahu bana asılma artık, sana vermeyeceğim diye yazsam, hop adamı ibne yaptım… Adı da olmadığından ibne aşağı ibne yukarı… Doğruyu da bulmuşum bu arada mesela tesadüfe bak sen: Adam benim uydurduklarımdan birine kapılıp, hop hop, giyiverirmiş kendi içi boş karakteri yerine benimkini, sonradan teşekkür ediyor bir de, sağ ol kendimi buldum diye, amme hizmeti bir yerde.
Orgazm (is a sex letter word)
Yıllar sonra birisi sana merhaba diyerek dostça yazıyor, eski defterleri karıştırdım diyor, gerginmişsin o zamanlar…
Öyle bakma olaya diyorsun, o yazdığım metinleri tatmin olarak okuyorum, keyifsizken keyfim yerine geliyor, bana yararı çok büyük, aramızdaki diktatörlere ve esas tehlike olarak gördüğüm küçük faşistlere ve yandaşlara karşı bir şey yapabilmiş olma duygusuyla mutlu oluyorum…
Hem, diyorsun, demin şöyle bir baktım da yazışmalara, sen de bana karşı hoş olmayan şeyler yazmışsın, hadi yazdın diyelim, sonra silmişsin onları siteden, neden sildin ki…
Unuttum be Murat… Eski günler… Sağlıcakla kal…
Tribünden hem dövüşü izleyip hem de bahiste haklı çıkmak yok öyle. İneceksin sahaya, kazandığını göstereceksin, yenilirsen göstereceksin. Hayır güvenmiyorsan, rakibine oyna, adam gibi dayağını ye, haklı çık git.
(......)
Kütür Kütür Kültür
(…)
Başka bir Elif bunu çok iyi örnekliyor; kitabının önsözünü okuyormuş, sen de okumalıymışsın.
Yani bunu başka bir yazara ben söylesem sağlam eleştiri olacak da…
Ama ben senin yazılarını çok seviyorum diyor bu da sonra...
İşte insan okurunu seçemiyor.
Murad... Beckett’e Arabeskett dediğin tipik bir Kafkaesk-karşıtı metnine şöyle diyor: Moruk dikkat et... Büyük laflar ediyorsun büyük lokma yutmadan!
Laf yetiştirmek laf ebeliği yapmak anlamından çıkarılsın, lafını olgunlaştırmak anlamında kullanılsın...
Niçe’den büyüğüm diyorsun.
Boğazına takılsın.
2 yaş büyüğüm diyorsun.
Yutmaya çalışsın.
O öldü bense hâlâ yaşamaya ve yazmaya devam ediyorum diyorsun.
Hazmetmeye başlasın.
Ama Niçe’nin etrafında onun dehasını anlayacak beyinler vardı diyorsun.
Midesine otursun…
Temel sorun aynı, yazdıklarımı okumamış olmayı boş ver, Beckett’i, Kafka’yı, Niçe’yi hasbel kader okuduğu için onları bilebileceğini düşünmesini de boş ver, onları eleştirecek kişinin kendi yaşıtı, kuşakdaşı olabileceğini aklı almıyor…
Think Kong
İnsanlar neden bilmedikleri konularda konuşurlar biliyor musun, o kadar çok konu ve konuşulacak şey vardır ki çünkü... Bu deli, Niçe denen, Tanrı öldü diye bir laf attı kuyuya, bunlar da peşinden atladı; tanrı öldü diye gururlanıyorlar, ama kuyuda; bu lafın Tanrıyla hiçbir ilgisi yok oysa, Niçe’yle ilgisi var; Niçe yaşamadı der Tanrı, olur biter, olmadan biter, kapanır konu. Tanrıyı öldürüp yerine insanı geçirerek bunların burnunu büyüttüğünü göremedi bu zerdali; işte şimdi buyurun bakalım: Kendinden üst hiçbir şeye inanmayan insan kürü.
Bu Elif’lerden bolca var, üçüncü bir tanesi, anlaşılmaz yazıyorsun diyor…
Anlaşılmazz, olmalı. İki z zurnanın zırt dediği yeri gösterir.
On bin kez söyledim, diyorsun, anladığınızda, tek siz anlamış gibi bilmiş bilmiş konuşuyor; anlamadığınızda da ben anlamadım demek yerine anlaşılmaz diyorsunuz. Bunun tersi olmalı oysa. Sadece siz biliyor olamazsınız ama sadece siz anlamamış olabilirsiniz.
Bunların şöyle diyebilen modelleri de var hanııım, Nilüfer marka: Çok derindi, düşündürücüydü, sürükleyiciydi, komikti, allak bullak ediciydi, ilginçti, dikkat çekiciydi ve zekiceydi…
Yanlış okuyanları bu doğru okuyanlara kırdıracaksın aslında…
Zavallı
Hava atma, dikkat çekme çabasıymış yazdıkların, statü kaygısıymış, hepimiz aynı zavallıymışız oysa.
Özürlü bir yurttaşımızın araba arkası yazısını hatırlattı bu bana: Her sağlıklı insan bir özürlü adayıdır... Yükseklik korkusu en çok intihar eğilimlilerde görülürmüş. Ukalalık uçurumuna en yakın olanlarda da alçakgönüllülük eğilimi görülüyor, tabii yapma.
Ve böyle patlıyor... Ama baktığında ne kadar kibarlar.
Baktığın içindir... Kibar ile kibir, bunlarda aynı kökten gelir, benimse ukala olmadığımı tüm dünya bilir; gururumda gördükleri ukalalık kendi kibirleri...
Bu son Elif, sana ıssız adam diyor bir yerde… Düşünsene, senin özel hayatına, cinselliğine, yatak odana girdiğinin farkında değil bu karı…
Sen karı deyince oldu bak, ben desem yasak...
Erkekse ıssız adamdır, hay Allahım ya…
Filmi anlayan da çıkmadı… Kadınlara özellikle de anne olacaklara Issız Adam'ı yüz kez seyrettirilmeli, anlamayanlara ehliyet verilmemeli; çocuk ehliyeti. Sevgililik ehliyetini ne yazık ki erkeklerden kaçak olarak alacaklardır, bu karaborsa engellenemez... Bir yandan da düşünüyorum, ıssız, aptal, zavallı falan dedikleri erkeklere aslında dua etmeleri gerektiğinin farkında değiller, başka bir ilişki şansları olamaz… Şu arıza kadın seven çocuğun adı neydi, Üsnü olsun hadi… Arabasını da arızalı mı seviyordur acaba.
Güzel nokta; arıza mı, arızalı mı dedi, hatırlıyor musun; orijinal mi olacak, yani genetiği bozuk; yoksa kötü kullanımdan dolayı arızalanmış olsa da olur mu…
Demek istiyor ki Hüsnü: Seni olduğum gibi kabul edeceğim… Binde birlik bir genetik farkla, DNA'nın teki maymun oluyor, teki insan… Bunlarla aramdaki fark da böyle muhteşem...
Kısa Çöp
Şaşırtıcı bir dünya yaratıyormuşsun Kısa Çöp’de, ama anlatıcıların bu şaşırtıcılığa kapılmıyormuş, anlatımlarında soğukkanlılık göze çarpıyormuş…
Göze çarpan soğukkanlılık… Mağarada kaybolup bunu normal karşılayan insanlar anlatmıştım, çünkü belki de oraya aittirler diye düşünmüştüm, dışarıda da farklı bir hayatları yoktu ki. Kral tacını maddi değeri ya da tarihsel önemini yadsıyarak TV’nin üstünde güzel duracağı için isteyen bir adam tasarlamıştım. Bendim. Bir ressam vardı, tanrı kendine meydan okuduğunu düşünüyordu yaptığı tabloların gerçekliğini ve güzelliği görünce; tanrının salaklığıydı tabii; çünkü sıradan biriydi ressam aslında, sıradan bir melek; kendisine daha fazlası vaat edildiğinde sadece çok sevdiği işini yapmakla yetinecek bir insan kadar sıradan...
Önyargılarından sıyrılmışsın, bildiklerini unutmuşsun.
Kendileri bilir, ben bunları hiç bildim mi ki acaba… Yapmak istediği şeyi bilen ama onu yapamayacağını anladıktan sonra başka şeylerle uğraşarak hayatını heba etmeyen adamın mutluluğunu anlatmıştım. Özel nitelikleri yoktu, kimseye bir şey göstermek zorunda kalmıyor, öyle hissetmiyordu. Alçakgönüllülük yamadılar.
Her şeye yeniden başlayabiliriz diyormuşsun, yeni bir dünya tasarlayabiliriz, fantastik gereçlere de gerek yok, elimizdekilerle yapabiliriz…
Dostoyevski idamdan bağışlandığı için içi minnetle doluyor, benim Kısa Çöp’teki mahkum kahramanım yargıca son arzusunu soruyor; biri böceğin altına yatıyor, diğeri Sokrates’i aşıyor… Saramago’nun İsa’sı da birini ölümden geri getirir, diriltir; diğeri der ki: Onu ikinci kez ölüme mahkum ettin… İdam edilecek adamın yargıca son arzusunu sorması şaşırtıcı değil o yüzden, çünkü yargıcın ipleri de asılacak adamın elinde, idam kararından emin değil yargıç…
Yazının başlığı da şuydu: Belki de daha ateşi bulmadık!
Buldular da yanlış kullandılar... Düşün, çatal bıçak bile yanlış kullanılır… Bıçak sağ elde, tamam da bizon mu kesiyorsun; o yüzden daha çok kullandığın çatal sol elde, ama solak değilsin; bıçaktan yararlısı kaşık, o nerde… Kaşık sağ elde, bıçağın yerinde olmalı.
Anti kahraman icat ettiler
çünkü kahramanın ne hissettiğini anlatamıyorlar.
Kahraman ne hissettiğini anlatabiliyor mu?
Kahraman ne hissettiğini anlayabiliyor mu... İçinde olduğun bir şeyi anlatamazsın, sanılanın aksine. Neymiş, ben bir başkasıymış, bir ben varmış bende, benden içeri; işte anlatamayacağını söylüyor, bunun zor olduğunu.
Başkasına bakarak kendini açıklarsın ya...
Yoo... Yine başkası açıklıyorsun.
Bunlar kendilerini açıklayabilirler ama, çünkü zaten kendileri değiller.
Başkasının da sınırlarını açıklıyorsun, sadece sınırlar.
Benzerlik anlatıyorsun o zaman sadece, değdiğin yerleri.
Ve binde birlik bir yerden değiyorsa diğerlerine, nasıl anlatılacak… Anlatmam anlamsız, anlatmam anlatmaksız... Hem daha önce anlatıldı mı acaba; kentaki’yi anlatıyorsun ama daha amerika keşfedilmemiş… Peygamberim diyorsun, daha allahı görmemiş… Şeytan diyordu ya cehennemde, burası bile böyleyse, ne güzeldir cennet… Ya da Süpermen’i düşün, gizlenmek için kimliğini gizlediğini sanırdık, halbuki kendini tanımak içindi belki, kendine dışarıdan bakabilmek için; uçtuğunu anlamasınlar diye değil, uçtuğunu anlayabilmek için… Hadi çakıştığını düşün, kendinle beninin, esas şimdi düşün, nasıl anlatacaksın. Yorum yok, yorum olamaz. Lafın tamamı aptala söylenirmiş, ama başkasına ne kadar iyi söylersen söyle kendini koyuyorsun yine aptal yerine. Kendini bil imiş, evet, kendini bil ve felsefe yapma… İnsanı anlatarak kendimden uzaklaştığımı fark ediyorum giderek. Yazarlığımı yanlış zemine oturtmuş olabilirim.
Üçgen Üstü Az Piramit
Bir üçgen çizdim elimi kaldırmadan: Sol kenar, alt kenar ve sağ kenar. Sağ kenarın sol kenarla kesiştiği köşede üçgen tamamlanıyordu, ama ben durmadım, devam ettim yoluma dosdoğru. Birçoğu üçgeni bir daha çizdiler.
Geldiğim noktadan üçgenin sol köşesine dik bir çizgi daha çektim ama yine durmadım köşede. Belirlediğim bir noktaya doğru, dosdoğru devam ettim yoluma. Birçoğu yeni oluşturdukları üçgeni bir daha çizdiler.
Bir dik çizgi daha çizdim sağ köşeye doğru ve yine durmadım köşede. Birçoğu yeni oluşturdukları üçgeni bir daha çizdiler. Köşelerden geçtim hiç durmadan ve son çizdiğim üçgenden fazla uzaklaşmadan. Böylece iç içe geçmiş, köşelerde her zaman kesişen ve yavaş yavaş genişleyen üçgenler çiziyordum.
Şu üç şeydi dikkat ettiğim: Uyumluluk. Ve. Yaratıcılık…
Bazıları aynı üçgeni çizmekten bıktılar ama çizdiklerinin üzerinden geçe geçe o kadar oymuşlardı ki zemini, kalemlerini farklı bir tarzda oynatamadılar özgürce. Mezarlarını kazmış gibi oldular yaşarken.
Bazılarıysa köşeden geçtikten sonra o kadar uzaklaştı ki, birleşecekleri başka bir köşe göremedi. Ve böyle uzayıp gittiler bir daha hiç üçgen yapamadan. Merkezimiz aynıydı hepimizin ama bazıları yakınlıklarını aynen korurken merkeze, bazıları da çok uzaklaşıp kayboldu sonsuzlukta. Bazılarıysa çizmekten bunalıp kalemini kaldırdı, indirdi.
Üçgen çizmek piramit yapmaya zemin hazırlamak içindi… Belli bir olgunluğa eriştikten, üçgen çizme tarzımızı belirledikten sonra, en beğendiğimiz üçgenimizin, üçgenlerimizin, üçgen tarımızın üzerinden, devam etmek…
Einstein demiş, dehanın sınırları vardır, aptallığın yoktur diye; dehanın merkezi vardır demeliydi oysa, aptallığın yoktur.
Böylece sonuçta, piramidim ve etrafında pirimatlar; bu piramit de nerden geldi diyen… Uzaydan gelmiş olmalı, hatta çok mantıklı, uzaydan geldiğine göre uzaylılar yapmış olmalı…
Yeteneklerini iyiye kullanmıyorsan, iyice kullanmıyorsun demektir.
İlkokulda yanında oturan kız kopya çekelim dediğinde, sıfır alacaksam hakkımla almayı tercih ederim diyorsun.
Yanlış demişim. Ama mantığı doğru.
Ortaokul sosyal bilgiler hocanız mezuniyetinize bir hafta kala sınıfın en çalışkan 3 öğrencisine isterseniz artık sosyal bilgiler kitabını getirmeyebileceğinizi söylüyor. Normal zamanda kitabı getirmemiş olmak ceza ya da düşük not demek. Getiriyorsun kitabını, çünkü bu ayrıcalığı tuhaf buluyorsun...
Ya da kimse getirmesin.
İlk işinde kimseye zam yapmazken patron, seni sevdiğinden sana yapıyor… Sevme nedeni ne… Şu tarz hareketlerin: Biraz ötende müşterilerin yaptığı gizli bir konuşmayı dinmediğin, gizli olduğu için kulak bile kesilmediğini söylüyorsun, şaşırıyor, gizli bazı bilgileri alamamış olsa da hareketini dürüstçe buluyor.
Seçilmiş: Köle
Sonra düşündüm ama o zam durumunu; zammımı iş arkadaşlarımdan saklıyorum, yalan söylemek, oynamak durumunda kalıyorum.
Başka bir iş yerinde, ödüllük işin fikrinin senin olduğunu saklıyorsun.
Saklamak değil söyleyemedim. Bu iş güzel olmuş, kimin fikri diye sordu patron. Sessizlik oldu, Allahtan biri Murat’ın fikri dedi.
Niye söyleyemiyorsun?
Onu da ben mi söyleyeceğim…
İş ödül kazanıyor, az kalsın başkasının adıyla… Başka bir işte iki grup haline çalışıyorsunuz ve çıkan iki işten sizin yapmadığınız diğerine oy veriyorsun, müşteriye o sunulsun diye, çünkü o daha yaratıcı.
Böylece çıtamız, kabız müşterinin çıtası yükselir ve daha yaratıcı işler yapma olanağımız artar diye… Burada çok daha derin bir statü kaygısı olabilir mi acaba? Belki ben de gösterişli saklanıyorumdur… Şu da var mesela… Depremde 30 bin insan öldü, İnsanlık ölmedi, diye bir başlık buluyorum. Yabancı ülkelere, depremden sonraki yardımlarından dolayı teşekkür ilanı. Yaratıcı yönetmenimiz, bu kadar insanın öldüğünü söylüyorsunuz, olmaz diyor. Her zamanki, üzerine düşünmeden hemen eleyen insanlara karşı ketum tavrımdan savunmuyorum fikrimi… Depremde insanlar öldü, insanlık ölmedi diye bir başlıkla katılan başka bir ajans ödülü alıyor… Genç yazar arkadaşım hışımla yaratıcı yönetmenimizin odasına giriyor; benim yine, olur böyle şeyler tavrımdan sonra, benden iş çıkmayacağını görerek… Allahtan yerinde yok yaratıcı yönetmen… Sonra düşünüyorum, o kadar insan ölmüş ve biz bir ilan yapıp reklamımızı yapmaya, ödül almaya çalışmıyor muyuz ve bir de ben yıllar sonra şimdi, burada, statü kaygım olmadığının kanıtını vermeye çalışmıyor muyum bu örnekle?
Vicdanını bu kadar yormamalısın, hem karakter kaygısı olmadığına emin olmak lazım… Ya da şöyle bir statü kaygısı güzel değil mi: İlk kitabın için çıktığın radyo programını banttan dinledikten sonra heyecanla nasıl bulduğunu soruyor sevgilin; hatalarını söylüyorsun, şurada çok iyi ifade edememişim, şurada soruyu anlamamışım; ne dese beğenirsin: Ne kadar ukalasın. Daha dünkü boksun…
Sevgilimin statü kaygısını demiyorsun di mi, kendi radyoya çıkmış gibi sevinmiş, ben de o sevinci bozmuş oluyorum…
Halbuki seni dünden tanıyor olması gerekirdi; kitapçıya girmiştiniz, o dergilere bakarken arkasında yaklaşıp sarılıyorsun, şu dergiyi alsana, bakalım kimler varmış bu sayıda, oku bana. Okuyor teker teker, bir yerde duruyor, geri dönüyor, yaa niye söylemedin diyor. İlk yayınlanan metnin.
Dergide yazısı çıkınca sanki tüm dergi sadece kendisi için çıkıyormuş gibi davranan yazarlar vardı çevremde; kitapçıda kitabını diğer bir yazarın önüne çıkaranlar.
Seninkine de aynını yapmaya kalktığından alıp geri koyuyorsun.
Yanımda mıydın…
Yapmışsındır…
Biri diyor ki: İyisi kötüsü tartışılır, ama yakın zamanda popüler edebiyatçılar gemisinde güvertede keyifle oturacaksın, bunu çok iyi biliyorum...
Senin yerinde olsam şu şu ve şu hataları yapardım diyor gibiler…
Diyorsun ki: Gemiyi kaçırmak istemem, çünkü binip de gemiyi kaçırmak istiyorum…
Piliç
Fıkra vardı ya, piliç niçin yolda karşıdan karşıya geçer sorusunu tarihten herkes kendi felsefesiyle cevaplıyordu.
Hatırlatsana.
Seçtiklerim şunlar, sevdiklerim değil: Karşıdan karşıya geçmek pilicin doğasıdır, Aristoteles. Tarihsel olarak kaçınılmazdı, Marx. Bu soruyu sormak, sizin kendi piliç doğanızı inkâr etmektir, Buda. Pilicin yolun karşısına geçmesi ya da yolun pilicin ayakları altında yer değiştirmesi, tümüyle sizin gösterdiğiniz referansa bağlıdır, Einstein… Ve tabii Galile, sevdiğim: Oysa piliç karşıdan karşıya geçiyor.
Oysa piliç karşıdan karşıya geçiyor, süpermen uçuyor, yıllar yılları kovalıyor, herkes kendi ben’ini kovalıyor. Onu da felsefe diye ortaya atıyor. Ya da edebiyat kılıfına saklıyor... Dünyanın bütün felsefeleri birleşin; yoksa yolun karşısına geçtiniz sanırken tam, tavuk gibi…