Perşembe, Ekim 17, 2024

CÜCELER DEĞİL CÜMLELER

İnsan soyunun gururunu kıran cüceler değil, cümleler.

İKTİDARI ÖVEN GALİP / Süha Oğuzertem DEFTER / Kasım 1990

(...)

Yazar kendisine modernistlerden öğrendiği bir Sanat/Hayat ikilemi yaratmış, yapıtlarını, bu kavgada Sanat'ı galip getirmeye adamış. Cevdet Bey'de başlayan bu program, Kara Kitap'ın "'hayat' denen o iğrenç kargaşanın çamuru" (s. 167), ya da "bu rezil dünyamızın yavan ve sıradan anlarından birinde" (s. 357) gibi parlak yan cümlelerinde devam ediyor. Kara Kitap'ın "mükemmel"liği ise, önceki romanlarda duyulan dış seslerin, temel bakış açısına aykırı düşen ve potansiyel olarak "yıkıcı" perspektiflerin bu romanda dikkatle ayıklanmış olmasından geliyor.

Örneğin Cevdet Bey'de okura temel perspektifi sağlayan Ahmet'in yüksek sa­nat ideali diğer bir karakter tarafından eleştiriliyordu. Aynı şekilde, Beyaz Kale'deki Evliya (Çelebi) karakterinin sunduğu perspektif, anlatıcı-başkişinin yapmak istedikleri ile temelden çelişiyordu. Her iki romanda da bu aykırı sesler her nasılsa yapıta girmişti ve buralarda, asgari düzeyde de olsa, yazarın dış kuvvetlerle hesaplaşmalarına tanık oluyorduk. Yazarın yapıtına dahil ettiği bu aykırı perspektifler, iyi değerlendirilirse, kendisinin temel perspektifini sorgulamamızı sağlayıcı bir etki yapabilirdi. Mükemmel bir monolog olan Kara Kitap'ta ise aykırı sesler dikkatle ayıklanmış.

(...)

Kara Kitap'ta kadın yok. Sadece adı var. (Beyaz Kale de aynı.) Kadının yerini metafizik anlamla yüklü bir "kadınlık ilkesi " almış. Zaten kadının olmadığı yerde romansın oluşu edebiyat tarihinde neredeyse bir zorunluluk yasası gibi işler. Saflığın elde edilmesi için kadınlık ilkesinden kurtulmak gerektiği, romansa ait bir sabit.

(...)

Yalnız Beyaz Kale'nin talihsiz bir pasajına dikkat çekmekle yetineceğim. Bu romanda Hoca ile anlatıcı-başkişinin bulunduğu bir sahnede aşağıdaki konuşma ve düşüncelere tanık oluyoruz:

"Beraber onları düşünelim, tek başıma ilerleyemiyorum." Bir an, bunun kadınlarla ilgili bir şey olduğunu düşünerek sustum. Boş boş baktığımı görünce, "aptallar üzerine düşünüyorum," dedi ciddiyetle. "Niye o kadar aptallar?"

Bu sahnede "aptallar" ile "kadınlar" arasında kurulan eşitlik, edebiyat tarihi­mize bir talihsizlik abidesi olarak geçecek.

Kadınlan zihin ve ruh­tan arındırma, onları eşya ve mankene dönüştürme çabası, Galip'in "eşyalardan ve kadınlardan" (s. 389) kurtulmak isteyişinde tekrar kendini gösteriyor.

(...)

Kahramanımız Nişantaşı'nda oturmalı, varlıklı, kültürlü, erkek olmalı, tarihi (kültürü) olmayan Anadolu yakasında, sefil Sinan Paşa mahallesinde dolaşmamalı, lakerda, tarama ve muz yemeli. Ya fatih, galip, şeyh ve şehzade olmalı, ya da kral, padişah, ünlü, yıldız ve zengin (s. 360).

(...)

Merkez, iktidar ve Bir Tek olmak isteyen kahramanımız ise, "aptallar" gibi budala, gereksiz, sıradan, acıklı, sefil, pis, zavallı, bayat, basmakalıp, bayağı, özelliksiz, yerli, taklit, umutsuz, şaşkın ve talihsiz olmayı hak etmez (bunlar yazarın kullandığı sıfatlar). Kahramanımızın uyguladığı ideolojik şiddetten, şehirli olmayan, okumuş olmayan, Nişantaşı'nda oturmayan, sünni olmayan, bedeni kusursuz olmayan, varlıklı, kültürlü ve erkek olmayan herkes nasibini alıyor.

(...)

Henüz kimliksiz ve İktidar'a aday olan kahramanımız, İktidar'dan yoksun olan "aptallar"ı anlattıkça kendini İktidar'a kabul ettirebilmekte, "onlardan" ne kadar farklı olduğunu kanıtlamakta. Kahramanın yücelmesi, ayrıcalık ve üstünlüğünü İktidar'a kanıtlaması, kısacası "kimlik" edinebilmesi için başkalarının ("onların") küçültülmesi gerekiyor. Kara Kitap'ta ne kadar çok kimliksiz insan ve nesne var.

(...)

Kimliksiz erkek, kimlik sahibi olarak gördüğü erkeğin ne kadar kimlikli olduğunu tekrar ettikçe, yaratılan erkeklik fazlasından kendi de yararlanıyor. İdeal(ize edilen) erkek, İktidar'ın ve Göz'ün sahibi, bakan, beğenen, aktif unsur. Kahramanımızın amacı kendine baktırmak, bu beğeniye mazhar olmak, İktidar'ın yarattığı hayranlıktan pay kopar­mak, kendine "erkeklik" bulaştırmak. "Erkeklik"in fazlalaşması için "kadınlık"ın azalması gerek. Kadınlara ve genel olarak toplumda aşağıda kalanlara ("aptallara") yönelik bütün bu ayırma, dışlama, indirgeme ve küçük düşürme operasyonlarından muzaffer (galip) çıkan patriyarki, uygarlığın sınıfsal bölünmüşlüğü, Zihin, kısacası Kültürün kişileşmiş ifadesi olan "erkek" oluyor.

(....)

Kara Kitap bir "aşk" romanı. Hatta benim Türkçe'de okuduğum en mü­kemmel "aşk" romansı. Yazarın "dikkatli ve akıllı okurlar"ı kadının olmadığı yerde aşk nasıl olabilir diye soracaklardır. Ben de asıl "aşk"ın kadının olmadığı yerde olduğunu söyleyeceğim. Divan şiirinin sosyal ve psikoseksüel dünyasını hatırlayanlar sanıyorum bana katılacaklar. Ancak burada sevgiden değil, "aşk"tan söz ettiğimizi unutmayalım. Sevgi, şehvetten şefkate uzanan bir yelpaze içinde ve en önemlisi , bu dünyada gerçekleşir. Aşk ise başka bir şeydir: o Kaf Dağı'nın ardındadır; cennette ya da ana rahminin ebediyetine dönüşte muradına erer. Aynca, sevenin duygulan başkasına, aşıkın duygulan kendine yöneliktir; seven başkasını, aşık ise kendini arar. Seven, sevebilen, aramakla fazla vakit kaybetmeden bulur, kavuşur ve yeni sevgilere açılır; aşık ise aynadaki yokluğa bakar durur, soranlara "arıyorum" der.

(...)

Sait Faik'e göre her şey bir insanı sevmekle başlıyordu. Orhan Pamuk'un yapıtlarında ise her şey bir insana hayran olmakla başlıyor... ve bitiyor. Hay­ranlığın diğer ucunda küçümseme ve nefret var. Sevginin yokluğunu bu iki duygu, hayranlık ve nefret, aralarında iş bölümü yaparak gidermeye çalışı­yorlar. Ama gururlu bir tanrı olan sevgi tanrısı, kendi boşluğunu başkasının doldurmasına razı olmuyor. Sessiz Ev'de yazar "Aşk iki yüzlülüğe sürüklüyor insanı" demiş. Görüldüğü gibi, burada sözü edilen "aşk," romansın "aşk"ıdır. Seven, sevmiş olan, sevebilen herkes, sevginin, o koşulsuz ve karşılıksız verme duygusunun insanı ikiyüzlülüğe sürüklemediğini, tersine ikiyüzlülükten kurtardığını, güzelleştirdiğini bilir. Yazarın "aşk" dediği ve burada öyle koruduğumuz kavramın sevgi ile ilgisi yok bence. Bu "aşk," başkasının güzelliğine sahip olma amacıyla yapılan bir tür yatırım-sermayesi hayranlık duygusu olan bir yatırım.

(...)

Burada ele aldığımız sadeleştirilmiş metafiziğe göre cinsel duygular "insani" olamaz, yalnız hayvani olabilir. Pla­to'dan beri çok iyi bildiğimiz, tek tanrılı dinlerin temel taşlarından biri olan, romansın onsuz yapamayacağı bir düşünme tarzı bu: aşk (sevgi) ile şehvet birarada bulunamaz!

(...)

Ro­mansın kadını hem ulaşılamayacak ideal, hem de fiziksel ya da ideolojik şiddete uğrayacak nesnedir. Bu, erkek karakter, kadınlarla cinsel ilişki kurmaz, kuramaz, demek değil. Kurabilir. Örneğin Beyaz Kale' deki ilişki kurma tarzı çok dikkat çekici. Beyaz Kale'de kahramanlarımız kadınlarla "yatar"lar ama, bu arada duyguları işe karıştırmamaya özel önem verirler. Ya da yazar onların bu işi duygusuz olarak yaptıklarının altını çizmeye çok önem vermiş. Duygu karışırsa erkekliğin azalacağı düşünülmüş.

(...)

Kadının "arıza"sı (Doğa) erkeğe bulaşmamalı. Erkeklerin "erkeklere mahsus" dünyası kirlenmemeli.

(...)

Yine sevgi çerçevesinde düşündüğümüz şefkate de Orhan Pamuk'un yapıtlarında yer olmadığını belirtmek istiyorum. Kara Kitap'ta kahramanımız hiç kimseye şefkat, sempati ve anlayış göstermiyor. Çünkü gösteremiyor. O ya hayrandır ya da küçümsüyor, iğreniyor, nefret ediyor ve korkuyor; tek istediği kendine hayran olunması.

(...)

Orhan Pamuk'un romanları aşağılama/aşağılanma ekseni üzerinde döndüğünden, bu basit ekonomi içinde dolaşıma sokulan "cüce", "piç", "topal", "uşak" ve "orospu" türünden meta-imgelerin hiç de masum anlamlar almadıkları, tersine, romansın radikal bölünmeleri içinde kolayca aşağı kutuptaki yerlerine yerleştikleri görülebilir. Bu bağlamda Beyaz Kale'de rastladığım ve çok üzüldüğüm şu "cüce" tanımlaması üzerinde durmak istiyorum:

"Allah'ın insan soyunun gururunu kırmak, saçmalığını duyurmak için yarattığı o eşsiz harikalardan birini, kusursuz bir cüceyi..."

Bence şurası çok açıktır ki insan soyunun gururunu kıran cüceler değil, cücelerden bu şekilde söz edilmesidir.

(...)

Kahra­manlar "ölümsüz"lere sürtünerek ölümsüz olmak istiyorlar. Kara Kitap’ın Galip'i başka büyük karakterlere sarılıyor, onlara muhtaç oluyor, onların desteğiyle kahraman oluyor ve kendini onların mecazı yaparak tutunmaya çalışıyor. Galip'i unutsak bile onu destekleyenleri, onun dayanmaya çalıştığı geleneği unutmayacağımız için Galip'i de hatırlayacağız ister istemez. Bu da bir kimlik edinme, Galip olma yolu.

(...)

"Yazı" ve "hikaye anlatma" açıkça kudret (İk­tidar) kazanma pazarlıklarının bir parçası haline gelmiş. Kahramanımız ken­dinde eksik gördüğü şeyi fazlalaştırmak istiyor, "anlatarak" onun fazlalığını kanıtlamaya çalışıyor. Onun patriyarkinin yapı ve kurumları ile bir sorunu yok; o kendine yoksulların piyango umutları ile alay etmeyi seçmiş (s. 334).

Modernist yazar böylece bir "protesto"da bulunmuş sayılıyor. Kahramanımız yazdıkça sıradanlıktan kurtulduğunu, anlattıkça sözünün dinlendiğini, bu yoldan kimlik, otorite ve mevki kazandığını açıkça belirtiyor, bundan gurur duyuyor.

Hiç yorum yok: