*
Sadece dünyanın kendi etrafında dönmesini istemiyor, bu basit bir egoistlik; o benim dünyamın da onun etrafında dönmesini istiyor, bu diktatörlük.
*
Günah çıkarma, ortada bir günah yokken gerçekleşiyorsa, bu, insanın kendine karşı işlediği bir günah değil midir…
*
Birçok evlenme teklifi, teklifin kabul edilmesinden dolayı yaşanacak o üstünlük, hakimlik, becermişlik, isteğini onaylatmışlık, layık olduğu onaylanmışlık duygusuyla yapılır. Çoğu erkek, bu kadınla evlenmeli miyim? diye sormaz kendine. Bu kadınla evlenmeyi gerçekten istiyor muyum? Şu an yaşadığım hayatta en önemli amacım bu mu? Sormazlar erkekler böyle şeyleri kendilerine, onun yerine kadınlara sorarlar.
*
Gerçeğin peşindeydim ben, kadınların değil. Çünkü gerçek kadınlara çıkmıyordu.
*
Aşkı anlayıp hayatı anlamadan kalırsanız, şaşkınlaşırdınız; ama hayatı anlarsanız aşkı aşar, aşkınlaşırdınız.
*
-Neden beraber intihar etmiyoruz, sen de her şeyi göze al.
-Yukarı atlayacaksak gelirim.
*
-Bir adam bu kadar uzaktayken bile canımı acıtabiliyorsa ben onun için her şeyi yaparım.
-Ben acıtmıyorumdur belki de, sen acıyorsundur.
*
İyi bir kitabın yazarına kitabın etiket fiyatından daha fazlasını borçlusunuz.
*
Ayda su bulan bir astronot gibi; dünyada insan bulmuşum... Ya da; hey dünyalı biz dostuz diyor, bir uzaylı, ve cidden dost çıkıyor, acı değil mi, tek dostunuz bir uzaylı...
*
Erkekler kaba değil çok kibar aslında. Yalancı kibarlık. İşte bu kaba.
*
-İnsanları olduğu gibi kabul etmiyorsun.
-Sen de şu an beni olduğum gibi kabul etmiyorsun.
*
-Beni tahrik edebilir misin?
-Beni tahrik edebilen her kadını edebilirim.
Cumartesi, Nisan 28, 2007
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
15 yorum:
"C.A."??? başlıktaki alıntı kimden?
Cem Akaş.
Bu lafı Susan Sontag için söylüyor.
Ben de Susan Sontag gibi hissettiriyorum...
Cem Akaş gibi hissedebilmek isterdim ama, bana öyle hissettirecek birini bulmak isterdim...
ben cem aktaş gibi hissediyorum bazen sanırım. örneğin edebiyat dergileri arasındaki sosyete dergisini alıp resimlerine bakarken sema'ya yakalanınca... burdaki ahlak entellektüel bir ahlak oluyor tabi.
:)) Benim de en sevdiğim şey, yazarken ayıp sitelere bakmak. Okumayı iyi bölüyorlar, kafayı iyi uzaklaştırıyorlar, bu nedenle her halde Cem AKAŞ gibi hiç hissetmedim.
aktaş değil akaş, evet..
Sizinle çok çok uzun zamandan beri sıkı bir dostmuşum gibi hissediyorum kendimi.
Bu durum da sizi değil de, daha çok yazdıklarınızı, cümlelerinizi anladığımı hissetmemden kaynaklanıyor galiba.
Bir de ne şanslıyım ki az çok cümlelerdeki zeka ve düş izlerinin derinliğini sezebiliyorum.
Doğrusu sezdikçe de kıskanıyorum.
Kıskançlık duygumun içindeki nedenlerden biri de oluşturduğunuz kurguların içindeki düşçül sırların gizemini sadece sizin bildiğinizi düşünmem.
Oktay Coşar
Sadece ben biliyorsam ne kadar yalnızımdır kim bilir...
Kim bilir...
Bazıları yalnızlığın kendi üstlerinde koyu renkli, kirli bir leke gibi yapıştığını düşünüyorlar.
Haksız da sayılmazlar...
Böyle düşünüyorlarsa eğer yalnızlığın onlar için sadece bir lekeden öteye gitmeyecektir.
Oysa biliyorum ki düş merdivenlerinden düşe kalka inip çıkmaya çalışanlar, yalnızlığı bir baş ucu kitabı gibi kalplerinin yanından ayırmazlar.
İşte o yüzden ; bu , ikinci "kim bilir..." sözcüğünün kaç ton çektiğini hayal bile edemem...
Oktay Coşar
Rastlantı bu ya
dün çıktı şu:
O kadar yalnızdım ki
kendi yardım mesajlarımı bile
kendim buluyordum
kıyılarında
yarım adamın.
Bir dönem sıklıkla görürdüm uyku halimde o sahneyi : duvara yaslanmış merdivenin tepesindeyim, tam duvara çıkacağım, merdiven düşüyor, içimde korku ve zevkle karışık bir haz ve uyanıyorum.
Biri ya da bir şeyler beni kıyıdan uzaklaştırıyor, sanki duvarın öte yanını görmemi istemiyorlardı.
Doğrusu bilinmez bir nedenle ben de görmek istemiyordum sanki duvarın öte yanını...
Bu bir şeylerin kıyısında olma dürtüsü ruhun değişmez sırlarından biri olsa gerek.
Ama denizin, ama uçurumun...
Ama...
Ama "yarım bir adamın..."
Oktay Coşar
Bu sayfa bir oda gibi sanki... Gelip, sanki sıkışmış da dışarı çıkmayı bekleyen cümleleri yazıp çıkacağım bir oda...
Bundan senelr önce çok kısa konuştuk sizinle...
Bir yazdığımı okuyup, iltifat etmiştiniz...
Çok gururlanmıştım...
Sonra doğum günümde bir arkadaşım "kısa çöp" adlı öykü kitabınızı armağan etti bana.
Uzun süre tekrar tekrar okudum.
Cümleler kimi yerde naif kimi yerde agresifti.
Ama hiç bir cümle yorucu değildi.
Bir ücmleyi okurken bir sonraki cümleyi okuma isteği uyandırmak bir yazar için kolay değildir.
Sende öyleydi.
Okurken yorulmuyordum...
Bütün bunlar düş pazarlama işiydi sanırım. Yavaş yavaş çözüyordum senin gibi yazanların asıl mesleğinin hem yazmak hem de "taze düş pazarlamacıları" olduğunu.
Sonra ben de , düşündüm ve düşündümün içindeki düşleri sıyırdım kınından...
Bir süre düşler cümlelere dönüştü. Sonra bir zaman düş ortasından yırtıldı.
Bir süre bu düş ve düşsüzlük döngüsü devam etti.
Ama işin içinde bir şekilde pazarlama hep oldu.
Bazen nabza göre düş verdim okuyanlara.
Lirik, arabesk karışımı yazılar yazdım genç aşıklara.
Tıpkı mastürbasyon heveslisi gençlere usta yazarların yazdığı pornografik kurgular gibi...
Düşlediğim bir çok şey hala düş odamın içindeki çamaşır ipinde asılı.
Beni bekliyorlar...
Oysa ben daha hazır değilim...
Sert bir yumruk yedim yaşamdan. Ve hakem saymaya başladı. Kalkamadım hala yerimden...
Şimdi şimdi, sersemlemem geçti biraz.
Siz geldiniz yıllar sonra tekrar.
Değişmeyen küçük resminizle siz hala buradaydınız ya da burada mıydınız?
Bazen...
Soru işaretleri öyle çok yorar ki beni...
O yüzden bir önceki cümlermin sonundanki soru işaretime aldırmayın...
Öylesine küçük alıştırmalar yapıyorum beynimde...
Geçen gün aklıma geldi şu cümle :
"pandomim yapan aşklar.."
bazıları doğrusu "pantomim" diyor; açıkçası umurumda değil...
Googleden tırnak içinde arattım bulamadım...
Yani hali hazırda düşünmemiş böyle bir cümleyi kimse...
Hem cümle hem de bu durum keyiflendirdi beni...
Belki... Belki bu cümlenin altını eşeleyeceğim ilerleyen günlerde...
Oktay Coşar
Yoksa sen o iki inatçı keçi metnini yazan Oktay mısın...
Eğer oysan, iltifat kelimesi yetersiz ve yapay kalır metnin hakkındaki düşündüklerimi anlatmaya... Yazılanlardan, hatta yazılmışlardan çok sıkılan biri olarak o metni gerçekten değerli ve önemli bulmuştum...
O musun... (Soru işaretini sevemedim bir türlü)
Pazarlamacı tanımlamasını da sevmedim ama... Amaç satmak değil yazmak değil mi, benim öyle en azından. Satmaya zerre kadar önem vermezken ben, hayat beni oraya, pazarlamacılığa çekmeye çalışıyor, bu doğru. Ama yenilmeyeceğime eminim... Köşeme çekilip yadıklarımın bir zaman sonra "değerli" olacağına hep inandım; tanrıya inanır gibi; o kadar belirsiz o kadar güçlü...
İnancım doğru çıkmazsa, cidden kötüye gidiyoruz demektir:)))
devinimxŞu an içimde hissettiğim gururu bana yaşattığın için teşekkür ederim...
O oktay benim... Ve seneler sonra senin böylesine taze anımsaman...
Bakınız bay Sohtorik, şu an yazacakalrım da öncekiler gibi samimi ve içtendir.
Sizle bir süredir bu ikili diyalogu gerçekleştirmek benim için bir kıymettir.
Ve bu kıymet durumu daha ne kadar gider bilmiyorum. Çünkü siz yazarlığın önemli bir noktasındasınız.
Ve pazarlama konusu. Kabul... Pazarlama çok hoş, içinde yarıcılığı barındıran bir sözcük değil...
Çok da doğru yerinde bir örnekleme değildi.
Ama daha açıklıkla şu durumu kastetmiştim..
"Hayal ve düş pazarlayan insanlar..."
Peki hayal ve düş pazarlanmalı mı ?
İnsanlara ?
Aşklara ?
Yaşama ?
Bilmiyorum... Bazen bana öyle yapıyormuşum gibi geliyor...
"okusun da büyüsün ninni, düşlesin de büyüsün ninni..." der gibi...
Ha bir de unutmadan SN. Sohtorik, iyi kötü bir zaman evvel yazdıklarımı geçenlerde bir blog sayfasında topladım.
O sayfaya da seçtiklerim kategorisi altında senin seçtiğim bir kaç yazını yerleştirdim, pek tabii imzanla..
Eğer sakıncası varsa çekebilirim...
VE bugün şimdilik son olarak,
ne olur yazdıklarımı kibirli bulma , ankaralı olmamama rağmen yakın arkadaş olduğum yazarlar tanıdım.
Özlem sezer, sema kaygusuz, özen yula.. Zihnimdeki en berrak isimler bunlar...
Ve sen.. murat sohtorik...
İyisi kötüsü tartışılır, ama yakın zamanda popüler edebiyatçılar gemisinde güverte kısmında keyifle oturacaksın bunu çok iyi biliyorum...
Oktay Coşar
Ben düş pazarladığımı düşünmedim hiç. Reklamcılık yaptığımda bile bir şey pazarlamak umurumda olmadığından bunu diğer yazılarım için çok rahatlıkla söyleyebilirim…
Seninkileri bilemiyorum tabii, o inatçı keçi hikayesini biliyorum sadece.
Diğerleri ya iktidarlarını, ya da yaltakçılıklarını pazarlıyorken (palazlıyorken) sen benim tarafımı da tutmadan durumu tespit eden gayet güzel bir hikaye anlatmıştın… Ve atılmıştın o yüzden siteden, benden bile önce… Hakem olmuştun bir çeşit ve kraliçe kaldıramadı hakemliğini, hem hakim hem hakem olamadı kendisi, hakem olamayan hakim de olmamalı. Hakem olabilmek benim değer verdiğim bir yetenektir.
Benim yazılarımı adımı yazarak yayınladıysan sorun olmaz bu, neden olsun.
Blogunun adını yazsana bakalım…
Popüler edebiyatçılar gemisinde güverte kısmında keyifle oturacağım…
Evet bu doğru… Diğerleri de makine dairesinde olacaklar ben güneşlenirken:)
Şaka bir yana, bunu anlamlandıramadım…
Keyifle oturacaksam orada, bu, yazılarımı yayınlatabiliyorum ve bundan para kazanabiliyorum diyedir. Yazmaya devam edebileceğim zamanı kazanabiliyorum diye keyifliyimdir.
Yazdıklarımın yayınlanması ruhsal rahatlık için, satılması da hayatımı sürdürebilmem için gerekli artık.
“Artık” diyorum çünkü zerre kadar umursamazdım.
Artık zorunluyum.
Benim kadar özgür adamın bile tehlikede özgürlüğü.
Son kale olarak görürüm kendimi, son kaleye kadar geldi düşman…
Hangi çağ yazarına ne vermiş ki ondan bir şey isteme hakkına sahip olsun.
Nobelli yazarımızı bile koruyamıyoruz adam yurt dışına kaçıyor.
Geçenlerde bindiğim bir taksici aşağılık dedi gözümün önünde Orhan Pamuk’a.
Nasıl sinirlenmiş, Memleket elden gidiyor! Oy verdiği adam memleketi götürüyor farkında değil… Allahtan çok kaba değildi, patronuna sinirleneceğine alakasız birine sinirlenmiş biri, tipik, halkımız işte, bir yazar ne demek hiçbir fikirleri var mı acaba… Ben çevremde yasaklamıştım, Semih Gümüşün mesela, yazdıklarını okumayan hiç kimse Orhan Pamuk ile ilgili konuşmasın, çok pis aşağılarım diye…
Bir taksici bir yazarı aşağılayabiliyorsa, ben o ülkede ifade özgürlüğü ya da demokrasi falan değil densizlik olduğunu düşünürüm…
Orhan Pamuk’u falan destekliyor da değilim, senin şu yukarıda sevdiğim hakemlik durumunu hissediyorum…
Yani o güvertenin nasıl bir yer olduğunu bilmek için o güverteye çıkmak gerekmiyor. Yazarlar yaşamadan da bilebilirler ama sadece gerçek yazarlar. Kaçı bildiğini uygular dersen, valla yazarsız kalırız…
Felsefeden biraz anlarım, edebiyattan anlamaya çalışıyorum, ama insan olmanın bazı özellikleriyle ilgili doğuştan gelen mi desem sonradan bozulmayan mı desem bazı huylarım vardır, ki çok övünürüm onlarla: Yaşam Derslerindeki o haydut karakterindeki biri olarak düşün beni Oktay.
Edebiyata-Felsefeye Tüneyen Haydut.
Gemiyi kaçırmak istemem, evet, çünkü binip de gemiyi kaçırmak istiyorum:))
http://rutubet.blogcu.com/
Yorum Gönder