İnsanlar erkekler ve kadınlar diye değil
dâhiler ve doğallar diye ikiye ayrılır.
Erkek dâhiliğe, kadın doğallığa yatkındır.
Kötüler bunu beceremeyenlerden çıkar.
3. BÖLÜM
FİREZOF
-Hep yanlış seçimler yapmışsın,
artık sana alternatif sunamayacak
kadar daraltmışsın hayatı...
-Yanlış seçim yoktur,
fakir seçimler vardır.
-Belki de sensin yanlış seçim.
Masadaki 4 erkeğin 5’ine babalık yapmıştım.
Karı
O karının arkadaşı Firuze’yi soracak, karıyı karı diye, Firuze’yi adıyla hatırlıyor.
Karı hayatında sadece benimle birlikte oldu, Firuze arkasına gelene veriyor, Halil hariç.
Versene telefonunu diyor…
Nasıl boş bulunup veriyorum bilmiyorum, normalde bozuntuya vermeyen değil de bozmadan göndermeyen bir yapım olduğu halde hem de. Hayatın kurduğu bir tuzakmış meğer bu, bana değil de Alil’e, o beni tuzağına çekmeye çalışırken.
Alil karıyı arıyor, bir süre konuşup kapatıyorlar. Bu da şehirli karılara benzemiş diyor ardından, mutsuz, isyankar. İşi gereği İzmir’de hayatını kurmak durumunda kaldı, yeni şehrinde demek karı diyorlar arkadaşlarının eski sevgililerine…
Bunu da ona söylemiyorum, tutuyor beni yine bir şeyler.
Konu geçiyor, masadaki Metil’den konuşuluyor. Şans eseri karşılaştık, oturmak için istekli olunca oturdu uzadı, kısaldıkça kısaldı…
Metil kendi üzerinden dönen muhabbetten kaçmak için atılıyor.
-Yahu aklımdan çıkaramıyorum, sen neden demin Murat’ın eski sevgilisini aramaya kaktın ki?
Tuzak, bu. Hayat dersini verdi bunca yıl, şimdi ben sınava sokuyorum. Alil zorla sınava getirildi, kendi zoruyla. Başkasının dediğini ben desem, Alil’in beni düşürmeye çalıştığı tuzağa düşmüş olacağım, ekmeğine yağ sürmüş. Şimdiyse hayatın ekmeğine yağ sürüyoruz.
Beni üzerine çekmek, kızdırmak ve tartışmak istiyor. Yenilse de yense de, taraftarı kendiyle. Gururlu da gurursuz da olsa bir savaş, babasıyla ya da her kimse, alıştığı gibi… Hayat bir tiyatro sahnesiyse daha ilk provada oynadığı rol üstüne yapışmış. Kendi yazgısını yeryüzününkiyle karıştırmış.
Doğum mıknatısının çekiminden geç kurtuluyor, ölüm mıknatısının çekimine kapılıyor insan, geçmiş oluyor bu dünyadan.
Oysa Metil söyleyince duralıyor, babasıyla didişecekken anne giriyor araya, bu planlarında yok.
-Sen neden herkesi aptal sanıyorsun!
-Herkesi kendi gibi sanır o.
-Hem nasıl ona karı dersin?
-Ne var, benim eşim de karı.
-Herkesi kendi gibi sanır o.
-Hem nasıl ona karı dersin?
-Ne var, benim eşim de karı.
Demek annesini de çok sevdiği söylenemez, temel olarak kadınları:
-Valla "kıyamamlar" mazide kaldı. Güzeli gören sonuna kadar kullanıyor. Ne öpmesi kalıyor, ne de okşaması… Elde ettin ettin. Yoksa girmediği koyun, ellenmedik yer bırakmaz her yerinde sevgili...
-Kadınlarla aranda ne geçti senin; Büyük Okyanus mu?
Kadınlar serserilerle yatar, beyefendilerle evlenirlermiş…
Böylece anlıyoruz ki, bu beyefendiye göre evliliklerin çoğu, orospularla beyefendiler arasında gerçekleşiyor…
Yeni nesil aşklar mektup gibiymiş: yazarmışsın, yalarmışsın, postalarmışsın.
Ana bir bacı iki, gayrısına çal siki diyecek neredeyse; anasını bacısını, kendinden koruyor.
Gençken ilk iletişimlerimizden birini hatırlatıyorum:
-Kadınların peşinden bu kadar gitme yahu, bırak onlar gelsin.
-Benim gitmem lazım.
Güzele bakmak seraptır
-Kadınların peşinden bu kadar gitme yahu, bırak onlar gelsin.
-Benim gitmem lazım.
Yıllar sonra, kadınlarla ilişki karakterlerimiz oturduğundaki diyalogumuz da şöyle:
-İkinci eşimle evliyim, birkaç tane de Rus oldu hayatımda. Seninle yarışamam tabii.
-Yarışmana gerek yok, ben terslerim sen teselli edersin.
18 yaşındaydım. Yazlıkta beğendiğim kızla birkaç yıldan sonra tanışma fırsatı doğdu. Esprisine kıza çıkma teklif etme oyunu oynanmaya başladı erkekler, sıraya girdiler; ben de itildim sıraya. Reddediyor, reddediyor, önümde bir kişi kaldığında çıkıyorum sıradan. İlişkimiz bu kadar.
-İkinci eşimle evliyim, birkaç tane de Rus oldu hayatımda. Seninle yarışamam tabii.
-Yarışmana gerek yok, ben terslerim sen teselli edersin.
H.İ.S.
Erkeklerle bir kadın ve bir erkek kadar farklı iki ırkız.
H.İ.S. bir öykümün adı, Herkesten İyi Sevişen demek… Bir hangarın içinde erkekler toplanmış, ortada mabet gibi bir yer, yüz seksen derece etrafı merdivenlerle çevrelenmiş tepede bir yatak, çıplak bir kadın. Erkekler teker teker çıkıp kadını tatmin etmeye çalışıyorlar, genelde seks ile, istersen sadece konuşabilirsin de, ama kadın çıplak, kadın jüri… Sırasını bekleyen erkekleri konuşturarak dalga geçiyorum onlarla… Sonunda birisi kazanacak yarışmayı kadın onu işaret etmekte zorlanacak, arkası dönük “yapıldığından”, orgazm olduğunda da gözleri şaşılaşıp bir süre etrafı göremediğinden, bu arada adam arkasını dönüp gittiğinden:
“Sonraki adamı kabul etmiş kadın. Adam kadının içine girmiş, hem de çok acemice bir giriş, beceriksizlikten ya da heyecandan, artık bilmiyorum, daha ilk saniyeler oynanıyor, dikkat edin, kadın gözlerini açmış. Evet, demiş, işte bu... Bir dalgalanma olmuş kalabalıkta. Herkes birbirine bakmış. O kadar uğraşmışlar biraz önce, kıçlarından ter akmış, bırakın gözünü açtırmayı kadının ağzından bir oh duyabilmek için; bir o kadar da bunun için bekleyenler... Herifin biri, sen gel, birkaç saniyede... Ne idüğü belirsiz bir giriş. Nasıl ya? İtiraz etmişler.
Henüz denenmemiş bir dolu erkeğe, denenmiş ama seçilmediği için kadına kinlenmiş, gururuna yediremeyen bir dolu erkek de katılıyor, hiçbir şansları olmadığını bilenler de ön ellemeyi geçmenin şaşkınlığıyla bu kalabalığa karıştığında herkes itiraz etmeye başlıyor, evet, herkes.
Tuzağa düşmüş oluyorum böylece. Hangarın en uzak köşesinde gitmeye hazırlanan, kalabalıkta itiraz etmeyen tek tip olmamdan da kolayca görüp tanıyor. Herkesin uzağında tanıyor beni.
“Nasıl tanıdın?” diye soruyorum yine de ödülümü verirken. “Sırtından” diyor. “Çekip giden erkek sırtından...””
(…..)
“Allah belanızı versin.”
Allah
Sosyetik
Hiç baktın mı peki, kızın ilgisini gruptan kim çekiyor.
“İngilizce İşletmeyi kazanmış okuyordu. İstanbulluydu. Bebek’te oturuyordu. Benim için gayet sosyetik sayılırdı. Daha doğrusu farklı diyeyim. Dikkat çekici bir tipi olduğu için.”
Adam İstanbul’a sen mi büyüksün
ben mi der gibi bana.
Bebek’liyim ama yükselenim Hisar
“Bizim eşrafın gençleri öyle tipleri sevmezdi. Bir ara sorun da yaşadığını anımsıyorum hayal meyal.”
İstanbullu, Bağdat Caddeli bir tiple yaşamıştık sorunu. Beni kesen kız arkadaşını değil, kestiği için beni cezalandırmaya kalkan bu caddeli anzoyla bizi kavga edecekken ayırıp ona dayılanmasının dersini verip gönderdikten sonra daha fazlası için yardım isteyip istemediğimi sormuştu Alil’in eşraftan beni seven biri, uğraşalım mı onlarla demişti. Ona verilecek tek ders olarak kız arkadaşını elinden almak türü bir erkeksi dersin hocalığını istemediğim gibi, sevgilisi varken beni kesen bu kızı bir anzonun elinden kurtararak mutlu etmeye de gerek görmemiştim. Güzel ama basit bir kesişmeydi, bir ilişkiyi bitirecek ya da başlatacak kadar değildi.
“Dışarıdan dikkat çekiciydi ama öyle fazla aktif sayılmazdı. Yani kızlarla birlikte olmak için biraz yırtıcı olmak gerek. Armut piş ağzıma düş ortamı biraz nadir olur. Murat öyle bir beklenti içindeydi. Şimdiki hayatında bile internete kapak atmış. Oltayı sallamış internet denizine vuran balıkları çekiyor sakince kendine. Yani öyle aşırı efor harcama yok."
"Murat da okulunu bitirmiş boş takılıyordu. Sonradan bu boş takılmaların hayat felsefesi olduğunu öğrenecektim. Çalışmaya karşı antipatisi olan birisidir Sohtorik. Bilgili olmasına karşın bilgisini sadece kendi belirlediği mecralarda hayata geçirmek isteyen yapıya sahiptir. Kuralları kendi koymak kendi dünyasında mutlu olmak ister.”
“Metin yazarı olarak çalışmış gördüğüm kadarıyla iyi eserler de vermiştir. Çalışmama inadı kırıldığında halen sürekliliği olmayacak denemelere (bana göre) devam etmektedir. İyi yaşamak tarifini ince çizgilerle belirlemiş. Dışarıdan formel yaşayan insanlar için etkisiz eleman gibi duran ama yaklaştıkça insanı içine çeken ve saygı uyandıran bir yapısı yoktur dersem ona haksızlık etmiş olurum. Bilmeden çalışmayı reddetmiş bir insan değildir. Hâlâ kitaplarının çok satacağına inanmaktadır. Benim odaklandığım nokta onun kitap yazabilmiş olmasıdır. Kitapları marjinal, genel beğeni kitlesine hitap etmediğini düşünsem de (birini okudum) bu ülkede neyin tutacağını neyin tutmayacağını bilemeyecek kadar tecrübe sahibi oldum diyebilirim.”
Şarlatan Şarlok
Neyde tecrübe sahibi olmuş acaba, “her şeyde” mi…
“Bilemeyecek” yazıyor zaten, her şeyi de bilemez ki, onun dalgınlığıyla olmalı; şuuraltı da olabilir tabii; tezgah altı da.
Zen ustası demiş ki, sandviçimin içinde “her şey” olsun.
Zen ustası demiş ki, sandviçimin içinde “her şey” olsun.
Bizde her şey bulunur da, diyor Alil, bir o istediğinden yok.
Fol yok yumurta yok, sen ne satıyorsun usta?
İşte tecrübe olsun, genel beğeni olsun, her şeyin ruhunu satıyorum; üst düzey bir zanaat bu.
Tecrübe sahibi oldum derken, isim hakkını almış sanırım, her şeyde tecrübe sahibiyim diye kullanıp caka satabiliyor…
Peki o zaman: Yazdıklarımla öldükten sonra da hatırlanmak istiyorum, o bulunur mu bari? Diyecek ki şimdi, öldükten sonra gel, bakalım.
Ne anlamı var ki, sen hayatta olmayacaksın...
Ama bunu şimdi hissetmek hayatıma 10 sene katıyor; hangi zanaatın böyle bir getirisi var bugün… Yazdıkça yaşlanacak daha az şeyim oluyor...
İkinciyi geçersen kaçıncı olursun; ikinci. Demek ki kendini aşarsan ancak kendin olursun. Kendini aşamazsan; başkasını geçmeye çalışırsın.
Orijinal: İlk harika taklit
25 yıldır pazarlamacılık yapan biriyle yazarlık yapan birinin zekalarının farklı gelişeceğini aklı almıyor; pazarlık ve yazarlık…
En azından, keşke, sonradan görme olsaydın bari.
Ben sanki baştan beri biliyormuşum...
Altından kalkamayacağı durum bu zaten: Çok daha temelde bir şey, fabrika ayarları: Doğduğunda gülen bir bebek gibiyim, doğduğundan gülen bir bebek. Şaşırarak bakıyor: Bu bebek yeni çıktı şu delikten, neden gülüyor… Doğmuş olmaktan mutlu, olmuş olmaktan, sanki bu koca adamdan çok önce, bir gelmişim dünyaya, da ısınmışım yerime, ısıtmışım da yerimi, ellerimi ayaklarımı, oynatarak, uçmak istermişim gibi; annenin kucağından boşluğa fırlatmam gibi atıyorum kendimi yataktan, uçmayı unutmuşum, mutluluğuysa taşımışım, farkındayım bunun, böyle uyanıyorum her sabah, yeni bir güne ve hayata, kavuşuyorum; yeniden tanıştığım eski bir dosta. O kalkıp işe gidiyor, ama önce spora mutlaka, dün günkü gibi, annesinin kucağından uçmaya atladığında engellendiğini, enselendiğini hisseden bir bebek gibi yaşamaya başladığında mutlu olamayacağımı hissederek ağlıyor; susamıyor…
Doğuştan avantajlı olduğumu düşünüyor, ama sadece fiziksel anlamda, yani yakışıklı ve bebekli. Zekasını yarıştırmaya kalkıyor benimle, oysa ben üniversitede bıraktım bu işleri, ki deham ortaya çıksın. Matematiği bırakıp edebiyata bu yüzden yöneldim, edebiyatı yetersiz görüp felsefeye, felsefeyi edebiyat kadar belirsiz görüp edebiyatlaşmayan, bencilleşmeyen bir felsefeye; konuşmayı bırakıp, susmaya ve yazmaya… Yakışıklı olana karı boşamak kolay diyecek ama yakışıklı olup olmadığımı da hiçbir zaman bilmedim, tek bildiğim yakışıksız olmadığımdı, baştan beri; ve bunu korumaya çalıştım sadece. Karizma oluşturulur ve geliştirilir bir şeydir, sen de oluştursaymışsın bir… İkincisi, ki tüm bunlar hayatta ikincil, hayatta geçerli olan akıl, ahlakın aklıdır; ahlaklı olmayan akılsızdır.
İnternette didişerek ilgimi çekmeye çalışan eski okul grubundan az biraz tanıdığım bu kadına asılıyor.
-Hanımefendiyi tanımam! Ama haklı… Bu ne ciddiyet, bu ne hışım muratçım. Kızcağız bir şey söylemiş hem de doğrusunu söylemiş daha üstüne laf söylemeye gerek yok be kardeş. Hem kızma, senin de bilemeyeceğin konular ve konuklar çıkabilir hayatta. Takma…
Genetik mi, çevre mi; yoksa ben mi…
Rüyalarımız da bizi görecek mi: Hülya
-Hanımefendiyi tanımam! Ama haklı… Bu ne ciddiyet, bu ne hışım muratçım. Kızcağız bir şey söylemiş hem de doğrusunu söylemiş daha üstüne laf söylemeye gerek yok be kardeş. Hem kızma, senin de bilemeyeceğin konular ve konuklar çıkabilir hayatta. Takma…
Hanımefendi dediği bu kadın, bir meyhane toplantısında yine karşıma çıkıyor, Alil de yanımda…
Herkesin içinde bir sloganıma vasatmış diye laf atıyor (erkek dergisi için Adamakıllı Dergi)… Alil de onu destekliyor.
Adadayız, geç kalırsan bende kalırsın diyor Hülya, Alil de benle olduğundan o da kalacak, Hülya’ya asıldığı için beni rahatsız etmezler diye düşünüyorum.
Evde son biraları içerken yere bir şeyler dökülüyor. Neden onu oraya döktün diye başlıyor Hülya, ne adamsın, diye devam ediyor ve devam edecek, sıçacak ağzına, benim yanımda olduğu için huniyle; pardon ya, diyorum, onu ben döktüm, kusura bakma; dur temizleyeyim diyor...
Ben salonda yatacağım, hayır diyor Hülya, bir şey söyleyecek duruyor, sana misafir odasını hazırladım… Alil salonda yatıyor.
Sabah Alil geliyor yanıma, Hülya zannediyorum, korkuyorum;
-Oğlum, yanına gittim karı vermedi, lezbiyenim dedi.
-Hah diyorum, ben de homoseksüelim…
-Oğlum, yanına gittim karı vermedi, lezbiyenim dedi.
-Hah diyorum, ben de homoseksüelim…
Karı benim yanıma geldi, yanında yatacağım dedi, uykuya yeni dalmıştım, niye olduğunu anlayamadım, bir şey diyemedim, öyle yan yana yattık tuhaf ama ben yine dalıyorken, biz sevişmeyecek miyiz dedi, uyku sersemi ne cevap vereceğimi düşünürken homoseksüel misin dedi…
Evet…
Pardon deyip yerine döndü, ben de mışıl mışıl uyudum.
Alil o sırada gitmiş olmalı yanına, gerçekten homoseksüel olup olmadığımı düşünürken, lezbiyenim demek öyle aklına gelmiştir, biz sevişmeyecek miyiz dememiştir Alil, erkekler kibardır, lezbiyen misin diye de sormaz, lezbiyenim diyene de pardon demez, onun için fark etmez çünkü.
Onun için mi Murat’ın peşindeydin tüm gece diye de sormaz bu yüzden… Rekabete girer…
Rekabet falan yok oğlum, kadın seni istedi mi hiç…
Kuyruk salladı.
Sana arkasını döndüğünden öyle gelmiştir.
Karşımda içiyor şu anda. Beni dinlemiyorsun diyor.
Son cümleni tekrarlayayım istersen; 1992'de Bozburun’da söylemiştin, en son adam gibi lafın oydu.
Geçmişin peşinden geliyor götün gibi.
Gelecek de arkadan sokulur.
Bunları unutmak istiyorum, diyor.
Gösterdiğim yere bak, parmağıma değil.
Ama beni gösteriyorsun.
Çünkü faşizm iki mazeret arasında başlar...
Başını Metil’e çeviriyor: Senin hayat nasıl gidiyor?
Ben de hatırlamak istemiyorum.
Aşmayalım da bekleyelim mi…
Son cümleni tekrarlayayım istersen; 1992'de Bozburun’da söylemiştin, en son adam gibi lafın oydu.
Geçmişin peşinden geliyor götün gibi.
Gelecek de arkadan sokulur.
Bunları unutmak istiyorum, diyor.
Gösterdiğim yere bak, parmağıma değil.
Ama beni gösteriyorsun.
Çünkü faşizm iki mazeret arasında başlar...
Başını Metil’e çeviriyor: Senin hayat nasıl gidiyor?
Metil
Ama ikiniz de hatırlanmak istiyorsunuz, ben yalan hatırlayamam sizi.
Uzaklara bakıyorlar, dışarıda hayat nasıl gidiyor…
Fermuarınız açık dedim geçenlerde bir gence, fısıldamanıza gerek yok dedi, artık moda buymuş…
Merak etmeyin, içerde çırak var derlerdi eskiden.
Sohbet bilgiyi artırır, dahilerin okuluysa yalnızlıktır; geyik muhabbeti neyi artırıyor peki, geyikleri mi…
Ali yanında bir kadınla geliyor, sohbete aldırmayarak, merhaba bile demeden, anlat bakalım neymiş benimle derdin diye kabadayı kabadayı oturuyor. Hiçbir derdimi anlatamadığımdan yarın seninle konuşmak istediğim bir şey var diye mesaj atmıştım, aradı, telefonda konuşulacak bir şey değil yarın konuşuruz yazdım, yarın yine boş vereceğimden, kendime uyarı alarmıydı bir çeşit, ama alarm sizi böyle dayı dayı uyarmaz. Sonra konuşalım diyorum, şu an uygun değil, nedir derdin diye ısrar etmeye devam ediyor, biri sana bir şey mi anlattı, biri beni bir şeyle mi suçladı; hayır, böyle şeylere inanmam, bana karşı bir hatan olmuş olamaz mı peki; hayır olamaz, haydi bakalım dinliyorum anlat. Şu an çok uygun değil diye tekrarlıyorum, bu kez yanındaki kadını da işaret ederek. Duruyor, bu sevgilim şu diye tanıştırıyor, Şuşu, hadi anlat bakalım… Allah Allah diyorum, sen tercih mi değiştirdin.
Mevlana (Hitler'e):
Önce o elini indir...
Kız kalkıyor, bu da peşinden abadayı abadayı…
Yüzdük yüzdük kuyruğuna geldik, bir de baktık başını kaçırmışız diyerek parmaklarımı şaklattığımda başka bir kız geliyor, Metil’in yanına oturuyor, Metil omzuna kolunu atıyor, kız silkinip kurtuluyor adamın koltuk altından, şaşırarak bakıyor Metil kıza, kızın donmuş bakışlarını takip ederek bana yöneliyor, sevgilisi olamayacak kadar genç, daha da önemlisi güzel, en önemlisi akıllı bakıyor, Evrim diye tanıştırıyor, kızım, sen de babası olmalısın o zaman diyorum gülerek, kıza dönüyorum, Devrim koymalıymışsın adını, sütçü ya da dürümcü, ama Evrim olmadığı kesin…
(…..)
Evrim
Erkeklere verip veriştiren bir dolu kadının babasına tek laf hissetmemesi nedendir diye soruyorum Alil’e. Kızın var mıydı senin. Gerçi bunun bir önemi yok, ama varsa kesin tanışmak istiyorum; hatta benle tanışması için yap bir tane, bu iyi bir neden; yoksa prezervatife yerli ad bulmuşlar, kuşakabin…
Metil’in kızına anlatıyorum sonra her şeyi, o konu mankeni ben de sahnedeymiş gibi, bunun ironi olduğunu anlarsa kurtulacak yoksa yok olacak, beraberinde dolu erkeği dize getiriyorum diye dibe çekerek. Diğer yandan beni baba gibi görmesi, gerçek babasıyla kıyaslayabilmesine olanak tanıyacak ve gerçeklik duygusunu geliştirecek. Doğmasına daha vakit var. Babanızı sevme nedeniniz onun sadece kızı olmanızdır, anneniz gibi onla yaşamadınız. Parantez açıyorum, çoğu oğlan da aslında, anneleri gibi hatta annelerinden de kötü yaşamış olmalarına rağmen yine de toz kondurmazlar çok çektikleri babalarına. Parantezi kapıyorum. Anneniz babanızı hangi kusurlarına rağmen sevdi acaba, siz sevgilinizi neden onlara rağmen sevemiyorsunuz. Erkek arkadaşlarınızı da yerin dibine geçiriyorsunuz, haksız rekabete soktuğunuz babanız yüzünden.
Yıllar sonra tekrar bir oluşumun içine davet ediyor bu Metil. Orada ak koyun kara dul kuş beyin artık tam olarak ortaya çıkıyor. Maaş yok, müşteri almak için çalışacağız, alırsak iki kat para alacağız, alamazsak hiç. Teklifi bu ama patron teklifinin kendine getirdiği yükümlülüklerin farkında değil, her zamanki gibi. Artık patronluk yapamaz, ancak taslayabilir. Onun karışmalarıyla yaratıcı çalışma yanlış ve kötü bir yere gittiğinde eskiden, boş ver maaşımı ödüyor nasılsa noktasında durdurabilirdim itirazlarımı, ama artık müşteriyi kaçıracağımızdan para da alamayacağımız için karışmasına izin veremem; birçok Türk fakiri patron gibi parasıyla borusunu öttüremez artık; bu kez ortağız, eşitiz, yetenekli yeteneksiz, karakterli karaktersiz ne kadar eşit olabilirse artık…
Olay şöyle bir yere geliyor: Bunun bir stratejistiyle birlikte, bir kara dul, solaryum bronzu bir dişi yaratık, 2 stratejiden doğru bulduğumuz tekiyle bir yaratıcı çalışma yapıyorum. Metil olaya sonradan karışıyor ve diğer stratejiyle yapmamız gerektiğini öne sürmeye başlıyor; üzerine düşünüp, yaratıcı çalışma sürecinde yanlışlığına daha da inandığımız diğer stratejiyle. Kara dul da bunu desteklemeye başlıyor, kocasını yemiş bitirmiş, beni de satıyor. Tabii artık stratejilerin doğruluğu ya da yanlışlığı konuşulmuyor her zamanki gibi, temel sorun yine yanlış strateji olarak öne sürülmüş bir ego için yapılmış kötü yaratıcı çalışma olarak karakterleri, bu karakterlerinin benimkiyle çatışması. Fikre onlara karşı olduğum, kendi fikrimi dayattığım için katılmayacağım konusunda önyargılıdırlar, kendileri öyle yapacaklarından. Fikirlerini gerçekten ikna olmaya çalışarak dinlememi anlamıyorlar, kendileri asla böyle yapmayacaklarından. Kendi fikrime gerçekten inandığımı da anlayamazlar bu yüzden, kendileri öyle yapmadığından. Temel hata, fikirlerime değil insanlığıma karşı olmaları; karakterime ve suratıma karşı olmaları, kendi yanlışlarını suratlarına vuran doğru karakterime…
Ama işte onlar da iyi ve doğru ve hatta dürüst insanlar olduklarını düşünüyorlar, savaştıkları şey aslında sağlamlık…
Aslında sağlam… Aslına sağlam… Çünkü aslına sadık.
Güçlüyü yenerek, güçlerine güç katacaklar…
Diyorlar ki: Stratejiye göre yaratıcı çalışma yapılır.
Stratejiler yaratıcı çalışma sonrası yanlışlanabilir görüldüğü gibi diyorum, yeterince derin düşünmemişsiniz, örneklememişsiniz; biz yaratıcı çalışma için gerçek hayattan cümleler ve görüntüler ararken olayı pratik düzlemde düşünmeye başlarız ve sizin teorideki eksikleriniz ortaya çıkabilir diyorum.
Adamın biri diğerinden zekiyse aptalın yanlışlığı ortaya çıkabilir görüldüğü gibi demiyorum.
Biz böyle çalışmayız diyor kara dul, haklı olduğundan değil stratejist olduğundan; bu hep böyle olmuştur diyorum, bu genelde böyle olduğu halde, sizin dediğiniz gibi başlar ama benimki gibi devam eder.
Fikrimizi kabul etmiyorsun diyorlar.
Herkesin sizinle aynı fikirde olmasını istemeniz ne büyük alçakgönüllülük; benzersiz olmak istememeniz.
Yok, bunu anlamazlar; şöyle diyeyim: Siz de benimkini kabul etmiyorsunuz.
Söylenecek hiçbir şey kalmıyor ama hâlâ konuşuyorlar, burada bırakalım düşünüp tekrar toplanalım yarın diyorum, vaktimiz yok diyorlar.
Tartışma kazanma esnafı olarak yetiştirmişler kendilerini; en safı olarak...
O zaman benim dediğim gibi olacak diyorum.
Nasıl böyle dayatabilirsin diyorlar, gözleri fal taşı gibi açılmış, nasıl da haksızlığa uğramışlar bakın gördünüz mü…
Toplantı odasında bir ses, Murat’a dayattığınızdan o da size dayatıyor diyor. Bu da nerden çıktı? Saatlerdir suskun kalmış tasarımcımın sesi olabilir mi, yok canım, gaipten gelmiş olmalı, en mantıklı açıklaması bu, tekrar bana dönüp tartışmaya devam ediyorlar.
Benim stratejim ve benim yaratıcı çalışmamla gideceğiz diyorum. Sonuçta bu işin yaratıcı yönetmeni ben olduğuma göre…
Yaratıcı yönetmen mi diye gülüyor kara dul.
Neden güldüğünü bilmiyorum, tahmin etmek de istemiyorum… Reklam sektöründe bir şey olmak isteseydim olurdum diyorum Etil’e bakıp sırıtarak, sırıtmayı becerebiliyor muyum acaba, ben gülmeye alışığım… Ama konu daha sakat: Seni çok tanımıyorum kara kul, Metil’in onayıyla bizle çalıştığına göre şimdiye kadar benim onayımı da almış bulunuyordun, ama bu işi bitirelim, beraber çalışmaya devam edeceksek reklam sektöründeki tecrübenle ilgili bana bir sunum yapmanı bekleyeceğim.
Aval aval bakıyor: Buraya dişimle tırnağımla geldim ben!
O dişlerini fırçala ve tırnağını da kes artık.
Metilda’ya bakıyor, iyi ki Metilda yanındakileri satan biri. Bu müşteriyi almak istiyor ve tek çaresi var, ama son bir deneme:
Beğenmediğimiz, inanmadığımız işi sunmamızı mı bekliyorsun diyor, arkadan enseye duygusal yaklaşım.
Açıkça suratlarına: Beklemiyorum, sunmak zorundasınız. Para kazanmak istiyorsunuz…
Aval aval 2 çekilmiş, ilk yarıyı seyrediyorum…
Strateji budur, yaratıcı çalışmayı sizden bekliyorum, diyerek toplantıyı terk ediyorum...
-Kamburların ve körlerin birbirini, körlük daha zor, hayır kamburluk daha zor diye suçladığına tanık olmuştum.
-Körlük daha zor ama…
-Kör müsün.
-Evet. Ama yavaş yavaş açılıyor gözümün biri.
-İkisinin arasında bir hareketlenme olursa sakın şaşırma; üçüncü gözse sık, sivilceyse peygamberliğini ilan et, sakın karıştırma, bu yüzyılda bu moda.
(..…)
Kara dul
Olay şöyle bir yere geliyor: Bunun bir stratejistiyle birlikte, bir kara dul, solaryum bronzu bir dişi yaratık, 2 stratejiden doğru bulduğumuz tekiyle bir yaratıcı çalışma yapıyorum. Metil olaya sonradan karışıyor ve diğer stratejiyle yapmamız gerektiğini öne sürmeye başlıyor; üzerine düşünüp, yaratıcı çalışma sürecinde yanlışlığına daha da inandığımız diğer stratejiyle. Kara dul da bunu desteklemeye başlıyor, kocasını yemiş bitirmiş, beni de satıyor. Tabii artık stratejilerin doğruluğu ya da yanlışlığı konuşulmuyor her zamanki gibi, temel sorun yine yanlış strateji olarak öne sürülmüş bir ego için yapılmış kötü yaratıcı çalışma olarak karakterleri, bu karakterlerinin benimkiyle çatışması. Fikre onlara karşı olduğum, kendi fikrimi dayattığım için katılmayacağım konusunda önyargılıdırlar, kendileri öyle yapacaklarından. Fikirlerini gerçekten ikna olmaya çalışarak dinlememi anlamıyorlar, kendileri asla böyle yapmayacaklarından. Kendi fikrime gerçekten inandığımı da anlayamazlar bu yüzden, kendileri öyle yapmadığından. Temel hata, fikirlerime değil insanlığıma karşı olmaları; karakterime ve suratıma karşı olmaları, kendi yanlışlarını suratlarına vuran doğru karakterime…
Ama işte onlar da iyi ve doğru ve hatta dürüst insanlar olduklarını düşünüyorlar, savaştıkları şey aslında sağlamlık…
Aslında sağlam… Aslına sağlam… Çünkü aslına sadık.
Güçlüyü yenerek, güçlerine güç katacaklar…
Diyorlar ki: Stratejiye göre yaratıcı çalışma yapılır.
Stratejiler yaratıcı çalışma sonrası yanlışlanabilir görüldüğü gibi diyorum, yeterince derin düşünmemişsiniz, örneklememişsiniz; biz yaratıcı çalışma için gerçek hayattan cümleler ve görüntüler ararken olayı pratik düzlemde düşünmeye başlarız ve sizin teorideki eksikleriniz ortaya çıkabilir diyorum.
Adamın biri diğerinden zekiyse aptalın yanlışlığı ortaya çıkabilir görüldüğü gibi demiyorum.
Biz böyle çalışmayız diyor kara dul, haklı olduğundan değil stratejist olduğundan; bu hep böyle olmuştur diyorum, bu genelde böyle olduğu halde, sizin dediğiniz gibi başlar ama benimki gibi devam eder.
Fikrimizi kabul etmiyorsun diyorlar.
Herkesin sizinle aynı fikirde olmasını istemeniz ne büyük alçakgönüllülük; benzersiz olmak istememeniz.
Yok, bunu anlamazlar; şöyle diyeyim: Siz de benimkini kabul etmiyorsunuz.
Söylenecek hiçbir şey kalmıyor ama hâlâ konuşuyorlar, burada bırakalım düşünüp tekrar toplanalım yarın diyorum, vaktimiz yok diyorlar.
Tartışma kazanma esnafı olarak yetiştirmişler kendilerini; en safı olarak...
O zaman benim dediğim gibi olacak diyorum.
Nasıl böyle dayatabilirsin diyorlar, gözleri fal taşı gibi açılmış, nasıl da haksızlığa uğramışlar bakın gördünüz mü…
Toplantı odasında bir ses, Murat’a dayattığınızdan o da size dayatıyor diyor. Bu da nerden çıktı? Saatlerdir suskun kalmış tasarımcımın sesi olabilir mi, yok canım, gaipten gelmiş olmalı, en mantıklı açıklaması bu, tekrar bana dönüp tartışmaya devam ediyorlar.
Benim stratejim ve benim yaratıcı çalışmamla gideceğiz diyorum. Sonuçta bu işin yaratıcı yönetmeni ben olduğuma göre…
Yaratıcı yönetmen mi diye gülüyor kara dul.
Kara kul
Aval aval bakıyor: Buraya dişimle tırnağımla geldim ben!
O dişlerini fırçala ve tırnağını da kes artık.
Metilda’ya bakıyor, iyi ki Metilda yanındakileri satan biri. Bu müşteriyi almak istiyor ve tek çaresi var, ama son bir deneme:
Beğenmediğimiz, inanmadığımız işi sunmamızı mı bekliyorsun diyor, arkadan enseye duygusal yaklaşım.
Açıkça suratlarına: Beklemiyorum, sunmak zorundasınız. Para kazanmak istiyorsunuz…
Aval aval 2 çekilmiş, ilk yarıyı seyrediyorum…
Strateji budur, yaratıcı çalışmayı sizden bekliyorum, diyerek toplantıyı terk ediyorum...
(….)
Kör
-Körlük daha zor ama…
-Kör müsün.
-Evet. Ama yavaş yavaş açılıyor gözümün biri.
-İkisinin arasında bir hareketlenme olursa sakın şaşırma; üçüncü gözse sık, sivilceyse peygamberliğini ilan et, sakın karıştırma, bu yüzyılda bu moda.
Kör olduğun için üzülüyor musun diye sormuşlar Stevie Wonder’a, yoo demiş, beterin beteri var. Mesela zenci de olabilirdim.
Mesela metil de olabilirdi.
Normalde aralarında ben olmasam iyi anlaşabilirler aslında. Böyle düşük karakterlilerin birbirleri için karakterlerinden feda edecekleri daha az şeyleri bulunuyor çünkü. Müthiş özgürler, bir doğruya göre hareket etmek zorunda değiller. Herkesle de iyi anlaşırlar; kalabalık insanı aptallaştırır, böyle aptalsa mutlu hissettirir; her insanda ayrı bir güzellik bulan o zorlama tipler gibi, dünyaları nasıl küçük. Ama ben varken Allah büyük, duyuyor işte, duyup duyup vuruyor.
Trenle tatile gittiğimiz bir gece, yemek vagonunda meyhane muhabbeti yaparken tren köyün birinde duruyor, akşam, öyle bekliyoruz, çok sempatik. Gençliği köyde geçmiş bir arkadaş sonradan söylüyor, köyün gençlerinin tek takılacakları yer orasıymış, tek eğlenceleri, disko derlermiş hatta... 2 tane var o gece, bizim cama yaklaşıyorlar, Alil ve Etil’e benzemiyorlar mı bunlar, teki Hande’ya öpücük gönderiyor… Bakıyorum ne yapabilirim diye, bir şey yapmalı mıyım, çıkayım mı; ne yapıyorsun gibilerinden bir el hareketi, sustalısını çekiyor, bir şeyler söylüyor suratında bir nefret, bıçağı saplarım gibi hareketler, geliyorum içeriye imaları… Artık çıkamam, o girebilir mi? Öyle önümüze dönüp gülüyoruz, önce sinirden, sonra hüzünden; Allahtan tren hareket ediyor…
Suçlu
Haksızlık yapmayalım, Alil ve Metil’e sadece benziyorlar. Ali’ye hiç benzemiyorlar, Ali’nin hep bir havası olmuştur. Belki Ali tren olabilir… Öyle aynı hatta, leyla leyla.
Metil de istasyon memurudur.
Irvin Yalom anlatıyor: İki arkadaş aynı terapiste gidiyorlar. Terapistlerine kıl oldukları için bir oyun oynamak istiyorlar ona ve aynı rüyayı anlatmaya karar veriyorlar. Terapist ilk seansta dinlediği rüyanın tıpa tıp aynısını, dördüncü seansta da dinliyor. Hiç istifini bozmadan şöyle diyor: Ne ilginç, bugün aynı rüyayı üçüncü kez dinliyorum!
Dalga
Zannediyorsunuz ki akıl akıldan üstün…
Halbuki gerçekten de aynı rüyaları görüyorlar bu ikisi. Diğer ceylanlardan değil çitadan daha hızlı olma rüyası.
Birçok şeyi üst üste kurmuşlar, ben bi tık aşağıya çekiyorum bunları, ama ne tık! En temelde bir yerden olduğundan, “sıçtık”, tüm yaptıkları yıkılacak. Yapmak zor, yıkmak kolay lafını işte böyle bir tık değiştirdim.
(.....)
Kendini bil; Dandini Bill
Yaşlanmalarını bekleyeceğiz, sonunda onlar da birçoğunun uyguladığı yöntemi uygulayacaklar, ölerek, iyi bilirdik dememiz için arkalarından…
Ölmeyecek olsalar zaten çekilmezler.
Arkadaş olduktan sonra bile bana siz diyen o okurum şöyle yazmıştı: Sert yazdığınızı düşündüm başta, ama yaşadıklarınıza tanık olunca daha bile sert olmalıymışsınız dedim. Hatta ben de size sert davranmıştım.
Sopa kilime vurulmaz, toza vurulur.
Tasavvufla yoğun ilgilenen bir ünlü yazar beni biraz tanıyıp şöyle yazmıştı: Sizin gibi aynı anda hem muhalif ve meraklı; hem öfkeli ve sevecen gözle bakabilen çok az insan var… Vicdan azabı hissetmiştim sonra, onunla ilgili öfkeli eleştiriler yazarken; meraklı ve sevecen olunabilecek şeyler yapmıyor, yazmıyordu.
Ama yine de internet profilimi ele geçirip insanlara kaba, küfürlü, hakaretli provakatif mesajlar atıp imajımı sarsmaya çalışan kişi şu ana fikirde mesajlar almış geri: Murat, yaşlandıkça kibarlaşıyorsun.
Ne de olsa okşaya okşaya düzene politikacı derler, yazar dediğin düze düze okşayandır.
Öfkelenmem esasen eğlenmemi engellemek içindir; çünkü eğlenerek tepki gösterirsem, cümleleri pusu gibi kurarsam, kurtuluş yoktur karşımdaki için, 3 haftadan başlar; erkekler 3 hafta kadar sevişemez, kadınların regl günleri 3 hafta kadar gecikir…
Küfür etmem de hakaret etmemek içindir… Örnekle açıklayayım: Acıyorum sana anlamında, ayyy çok acı çektin değil mi diyen bir kadına, ayhh kişisel gelişim orospusu dedim; hataydı, sadece orospu demem yeterliydi; o sadece bir küfür, gerçek bir şey yok, orospu olup olmadığını bilmiyorum, değilse değilim der geçer; ya da ağzına niye sıçayım mesela birinin, manyak mıyım… Ama kişisel gelişimini aşağılamam hakaret, çünkü gerçek. Kurtulamaz ondan artık, üzerine yapışır. Öküz demem, mesela, küfür ama geri zekalı demem hakaret çünkü gerçekten geri zekalı; oysa benim için kullanıldığında geri zekalı mesela, eşek gibi bir küfür, eden için kendi zekasını aşağıladığından hakaret, kendi kendine, durduk yerde…
Demek kişiden kişiye de değişmesi gerek bu kavramların; hatta zamandan zamana; eski bir Türk filminden şu replik, “Kavga etmeye, adam öldürmeye hazırım ama cinayet işleyemem.” iyi ifade ediyor...
Orospu demem sert mi, sert; peki demesem; bana kızma hakkını elinden almış olurum; oysa orospu denilince, hah diyor anlamsız kişisel kızgınlığımı oturtabileceğim bir zemin çıktı karşıma; yani fazlaca kibarım…
Düello zamanlarını çoktan geçtik, genelde sidik yarışları var çağdaş dünyada, oysa diğer düelloları bile işeten bir düello sahnesi hatırlıyorum, bir çizgi romandan:
Düelloya davet ettiği rakibin kurşunu başını sıyırır. Gerçek düelloda düelloya “davet” eden, önce rakibinin silahı önünde durmalıdır; çünkü böylece, korkakça, ben silah kullanmakta zaten ustayım, düello bir formalite, seni yeneceğim, öldüreceğim denmek yerine, gerçek bir gururla denilmiş olunur ki, sana, nefret ettiğini, beni, öldürme şansı tanıyorum… Sıra kendisine gelince nişan alır ve bekler, nişanı uzatan erkek makbul değildir, bekler bekler; rakibi de önce gururla bekliyordur; önce; ya sonra; dakikalar sonra, saat sonra, üzerine bir silah doğrultulmuş, şahitler de kibarca bekliyor, ateş edene kadar, sabahsa sabaha kadar beklemek zorundalar; bekler bekler, öldürmeyen şey gücendirir, öldürmeyen şey gevşetir, sinirleri; sinirin sonu selamet değildir, iyice gevşer ve ağlayarak yere yıkılır, sanki ayaklarına kapanır. Ateş eder de formalite icabı, basit bir yaralama, düelloyu bitirmek için; zaten bitirmiş de kurşun işin tuzu biberi...
Yani kişisel gelişimini aşağılayıp ayaklarıma kapanmasını sağlamak yerine, orospu diye küfür ederek kurşunu yapıştırmış oluyorum kalbine, yoksa alnına; gurursuz bir yenilgiden kurtarmış oluyorum onu…
-“Bir durumu tek bir güzel sözle özetleyebildiği için insanlar ona hayrandı, ama bu yaptığıyla konuşmayı başlatmıyor sonlandırıyordu.”
On Emir
-Konuşma olsun istemediği açık değil mi.
-Ama bilgelik demokrattır yazmıştın.
-Demokratlıktan ne anlıyorsun? Herkes konuşsun demek mi demokratlıktır; bence en akıllı konuşsun demek demokratlıktır; o akıllı bir de iyi biriyse, o zaman tadından konuşulmaz; ve o kişi sensen…
-Sensen?
-Susturursun.
-İnsanları susturmak ne anlatır?
-Susmadıklarını anlatır.
-İnsanları ikna etmek bir şiddet biçimidir.
-İkna etmiyorsun ki susturuyorsun… Anladın mı göt… Bak, olayı kıçından anladığını sadece ima ettim.
-Ben sana göt desem!
-Adamın ağzına sıçtığımı anlatan doğru bir tespit de olabilir.
-Hey peygamber, demiş Tanrı, onları hidayete erdirecek sen değilsin, benim. Senin bu kadar öfkeli olmaya ne hakkın var?
-Her şeyden önce üstüne itaat zımbırtısı. On emir, mon amur… Hiç bu gözle bakmadın mı, ilk beşi tanrıya, devlete, patrona, anaya-babaya itaat de altıncıdan başlıyor adam öldürmeler, hırsızlık yapmalar, yalan söylemeler. Tanrıya inanmadın birinci dereceden, devlete patrona itaat etmedin ikinci üçüncü dereceden suçlusun, adam öldürdün, olur o kadar canım, altıncı dereceden suçlusun… Son beşine uyduğunda hem, adam öldürme yok, hırsızlık yok, yalan yok, aldatma yok; ilk beş otoriteye uymana gerek yok, ne diyorum, o otoritelerin varlığına gerek yok… Patronluk taslayan birinin yazdığı açık değil mi…
-Tanrı'ya inansaydım, kendimi beğenmişliğimin haddi hududu olmazdı, soyunup sokaklarda çırılçıplak dolaşırdım demiş adam...
-Tanrıya inanmayınca da başkalarını mı soyuyormuş…
İkinci eşim de ayrılmak istiyor…
-Ama bilgelik demokrattır yazmıştın.
-Demokratlıktan ne anlıyorsun? Herkes konuşsun demek mi demokratlıktır; bence en akıllı konuşsun demek demokratlıktır; o akıllı bir de iyi biriyse, o zaman tadından konuşulmaz; ve o kişi sensen…
-Sensen?
-Susturursun.
-İnsanları susturmak ne anlatır?
-Susmadıklarını anlatır.
-İnsanları ikna etmek bir şiddet biçimidir.
-İkna etmiyorsun ki susturuyorsun… Anladın mı göt… Bak, olayı kıçından anladığını sadece ima ettim.
-Ben sana göt desem!
-Adamın ağzına sıçtığımı anlatan doğru bir tespit de olabilir.
-Hey peygamber, demiş Tanrı, onları hidayete erdirecek sen değilsin, benim. Senin bu kadar öfkeli olmaya ne hakkın var?
-Her şeyden önce üstüne itaat zımbırtısı. On emir, mon amur… Hiç bu gözle bakmadın mı, ilk beşi tanrıya, devlete, patrona, anaya-babaya itaat de altıncıdan başlıyor adam öldürmeler, hırsızlık yapmalar, yalan söylemeler. Tanrıya inanmadın birinci dereceden, devlete patrona itaat etmedin ikinci üçüncü dereceden suçlusun, adam öldürdün, olur o kadar canım, altıncı dereceden suçlusun… Son beşine uyduğunda hem, adam öldürme yok, hırsızlık yok, yalan yok, aldatma yok; ilk beş otoriteye uymana gerek yok, ne diyorum, o otoritelerin varlığına gerek yok… Patronluk taslayan birinin yazdığı açık değil mi…
-Tanrı'ya inansaydım, kendimi beğenmişliğimin haddi hududu olmazdı, soyunup sokaklarda çırılçıplak dolaşırdım demiş adam...
-Tanrıya inanmayınca da başkalarını mı soyuyormuş…
(....)
Müstahak
Alil’in neden bu kadar durgun olduğu anlaşıldı. Müstahaktır demek istemiyorum. Ben söylemiştim demek istemiyorum çünkü söylememiştim, anlamayacaktı. Evlilik, ilk bölümünde esas adamın öldüğü bir aşk romanıdır derler, Alil esas adam da değildi; değilsen kadınlara esas kızmış gibi davranıp kraliçelermiş gibi kandırmayacaksın, mutsuz olarak öderler. Eğer ile meğer evlenmiş, keşke adlı çocukları olmuş da derler; bu lafları doğrulamak için yaşadığını düşünüp içten içe gururlan bari.
Absürtük Metinler’den şunu okuyorum: Siz erkekler kaba değilsiniz kibarsınız aslında; ama yalancı kibarlık, işte bu çok kaba.
Kitabını imzalı isterim, diyor; 32 yerinden imzalayacağım sana…
Yıllar önce üç araba güneyden dönerken, ben artık bunların peşinden gitmeyeceğim demiştim öndeki devamlı sollayan iki erkek şoför arkadaş için. Kararlaştırılan konaklama yerine onlardan 7 dakika kadar sonra vardığımızda yemeklerinin gelmemiş olmasından değilmiş asık suratları, kavga çıkmasındanmış fazla hızdan, kızlar korkmuş, uyarmışlar, adamlar da her halde gururlarına yedirememiş, ne de olsa bu yolda ölürler bile onlar… Sıkılmalarının, kavgalarının acısını bana bulaşarak çıkarmaya çalışıyor erkekler: Korkuyor musun oğlum hızlı araba kullanmaktan…
Niye korksun canım diye beni korumaya çalışırken kızlardan biri, yo diyorum korkuyorum, tabii ki korkuyorum, canımı sokakta bulmadım.
Silah as, silah çat, silah dik (miydi) 3 komut vardı, 100 kişiyiz, 3 çavuşun çevresini çevirmişiz, seri bir şekilde onlar komutları veriyor, biz yapıyoruz. Bir yerden sonra şaşırıyor ve hata yapıyorsun, hata yapan silah sırtında (bunun da bir adı vardır) bir tur koşuyor ve gölgeye geçip artık seyrediyor. 3 ya da 4 kişi kaldık. Çavuşumuz, ki bizden önce orda askerlik yapmış, ve eğitmen olarak kalmış, aynı kafadayız ama rütbe ve otorite onda, diğerlerini boş verip gözlerimin içine baka baka bana yaptırtmaya başladı, hata yaptırtmaya. Yapmadım. Hata. Vazgeçmedi. Vazgeçmedim. Silah as, silah asıyorum, silah çat silah çatıyorum, silah neyse onu yapıyorum, çavuş neyse onu da yapıyorum, belki ağustos sıcağında yarım saattir. Artık asker rahat eğitim bitti falan demesi gerekirken devam ediyor. Buyrun biz Karate Kid 2 filmine geçelim o yandım Allah komut vermeye devam ederken, öğrenci der ki, bak ne güzel kadın kobraya uyarak başını sağa sola eğiyor. Ustası der ki, dikkat etmemişsin, kobra kadına uyarak başını sağa sola eğiyor. Kid, çok konuşan annesine bunu uygulamaya çalışır, anne ağız ishali şeklinde konuşurken gözlerine odaklanır ve başını sağa sola oynatmaya başlar, anne devem eder devam eder yeter şöyle başını sağa sola oynatma der… Silah as dedi silah çaktım, çok mutlu olamadı, güldüğümü görmüştü, ama erkeksi hava atılmıştı, diğerlerine, ben sırrını saklayacaktım, cezamı buyurdu, diğerleri toplanıp gitmeye hazırlanırken alanın çevresini silah omuzda turlamaya gittim mutlu.
Buyur
Adamla aynı anda bakkala girer oluyoruz, önce davranıyor, giriyor, ben de arkasından; duruyor; kız arkadaşıyla arasına aldı beni… Henüz öğrenememişse, o kız umuyorum ona öğretir, buyurmasını değil buyur etmesini.
Arda’nın hayatının ayrıntısıyla ilgilenmedim, çünkü üç aşağı beş yukarı aynıdır; 45 yaşında benzer nedenlerden kalbi durdu çocuğun, burada anıyorum.
Tedavi edilmek ya da hayatının edebiyatını “başarıyla” yapıp bir Kafkaesk’e daha imza atmak yerine ölmesine, kurtuldu demeyi tercih ediyorum, bizi de kurtardı.
Kafka’yı okuyup bir gün karşıma gelebilirdi çünkü, daha doğrusu Kafka üzerine yazılan güzellemeleri okuyup; ona hayranım, diyecekti, baba korkusunu besleyip büyüterek sorumluluklardan kaçtı ve kendine yeni bir özgür alan açtı…
Özgür mü… Neyin özgürü… Dev böcek bir sabah bunaltıcı düşlerden uyandığında, kendini yatağında bir Gregor Samsa’ya dönüşmüş olarak mı buluyordu da özgürleşiyordu…
Kafkaesktiler… Cioranesk… Shopenhauresk… Siktiretsk.
Böceğin aslında yürümediğini şuradan da anlayabilirdik ki, bu kadar suçluluk kompleksi üzerinden yürüyen -sürünen- bu edebiyat asla suçlu olmama üzerine insanlar üretmişti; bu da bu edebiyatın gerçekten okunmadığını, algılanmadığını değil, aslında gerçek olmadığını göstermiyor mu... Gerçek değil, kurgu bile değil, kurgu gerçekten beslenir, gerçektir; bununsa tek gerçekliği var, yalan olması; yazar olması, böceğe hissederek dönüşmüyor, yazarak dönüşüyor; yalan demek bile iltifat sayılır çünkü ikiyüzlü, ironi sanılanından…
Beni içine hiç alamaması böcek gibi hissedecek bir yapım olmamasından değil, aslında kendisinin böcek gibi hissetmemesi; en ufak bir aşağılık kompleksinin olmaması, tam tersi un ufak bir büyüklük kompleksinin olması…
Böceğe dönüşmek zaten birinci olmak gibi bir şey; birinci ölmek... Kazanan kutlanıyor, kazanarak zaten kutlanmamış gibi, hadi onu geçtik, kaybeden nasıl kutsanıyor…
Diktatörler neden idam ediliyor da Kafka’nın eserleri yakılmıyor; okunmaması gereken kitaplar listesi neden yok, okumadan önce ölmen gereken 100 kitap, 1000 kitap; ben neredeyim, bunlar nerede…
Tecavüz kaçınılmaz, şimdi zevk almağa bakıyoruz; haydi hep beraber, yeniliyoruz yeniliyoruz, derin bir nefes alıp daha güzel yeniliyoruz; yenilir yutulur cinsten oluyoruz.
Bilinen edebiyatın tamamı ortak aklın diliyle yazılmış. Ortak da, acaba akıl mı…
Baştan Kaybetmek adlı metnimi yazıyor ve yakıyorum; meczubun yazdıklarımı yak demesinin müthiş anti-kafkaesk bir tavır olduğunu kanıtlamak için sergilediğim performans; aslında yüksek bir değer olduğunu düşünmesini, kendini çok gösterişli saklamasını kalemime doladığım…
Kitabını imzalı isterim, diyor; 32 yerinden imzalayacağım sana…
O kadar kötü huyunu gördüm ama bir kere bile sesini yükseltmedin.
Niye korksun canım diye beni korumaya çalışırken kızlardan biri, yo diyorum korkuyorum, tabii ki korkuyorum, canımı sokakta bulmadım.
Silah
Buyur
Adamla aynı anda bakkala girer oluyoruz, önce davranıyor, giriyor, ben de arkasından; duruyor; kız arkadaşıyla arasına aldı beni… Henüz öğrenememişse, o kız umuyorum ona öğretir, buyurmasını değil buyur etmesini.
(....)
Arda ya da Hay bin Kafka
Tedavi edilmek ya da hayatının edebiyatını “başarıyla” yapıp bir Kafkaesk’e daha imza atmak yerine ölmesine, kurtuldu demeyi tercih ediyorum, bizi de kurtardı.
Kafka’yı okuyup bir gün karşıma gelebilirdi çünkü, daha doğrusu Kafka üzerine yazılan güzellemeleri okuyup; ona hayranım, diyecekti, baba korkusunu besleyip büyüterek sorumluluklardan kaçtı ve kendine yeni bir özgür alan açtı…
Özgür mü… Neyin özgürü… Dev böcek bir sabah bunaltıcı düşlerden uyandığında, kendini yatağında bir Gregor Samsa’ya dönüşmüş olarak mı buluyordu da özgürleşiyordu…
Kafkaesktiler… Cioranesk… Shopenhauresk… Siktiretsk.
Böceğin aslında yürümediğini şuradan da anlayabilirdik ki, bu kadar suçluluk kompleksi üzerinden yürüyen -sürünen- bu edebiyat asla suçlu olmama üzerine insanlar üretmişti; bu da bu edebiyatın gerçekten okunmadığını, algılanmadığını değil, aslında gerçek olmadığını göstermiyor mu... Gerçek değil, kurgu bile değil, kurgu gerçekten beslenir, gerçektir; bununsa tek gerçekliği var, yalan olması; yazar olması, böceğe hissederek dönüşmüyor, yazarak dönüşüyor; yalan demek bile iltifat sayılır çünkü ikiyüzlü, ironi sanılanından…
Beni içine hiç alamaması böcek gibi hissedecek bir yapım olmamasından değil, aslında kendisinin böcek gibi hissetmemesi; en ufak bir aşağılık kompleksinin olmaması, tam tersi un ufak bir büyüklük kompleksinin olması…
Böceğe dönüşmek zaten birinci olmak gibi bir şey; birinci ölmek... Kazanan kutlanıyor, kazanarak zaten kutlanmamış gibi, hadi onu geçtik, kaybeden nasıl kutsanıyor…
Diktatörler neden idam ediliyor da Kafka’nın eserleri yakılmıyor; okunmaması gereken kitaplar listesi neden yok, okumadan önce ölmen gereken 100 kitap, 1000 kitap; ben neredeyim, bunlar nerede…
Kafkaerkil akıl
Bilinen edebiyatın tamamı ortak aklın diliyle yazılmış. Ortak da, acaba akıl mı…
Baştan Kaybetmek adlı metnimi yazıyor ve yakıyorum; meczubun yazdıklarımı yak demesinin müthiş anti-kafkaesk bir tavır olduğunu kanıtlamak için sergilediğim performans; aslında yüksek bir değer olduğunu düşünmesini, kendini çok gösterişli saklamasını kalemime doladığım…