Cumartesi, Kasım 30, 2024
AŞKA BULAMADAN!
"Aşka bulamadan" mı! Siz aşkı bulamamışsınız bence, kahramanlarınıza da bulduramazsınız... İyi olmuş, seyretmiyordum.
Şunda da beceremediler. Tanrı böyle güzel kadınları polisiyede izleyelim diye yarattı zaten!
Şunda da beceremediler. Tanrı böyle güzel kadınları polisiyede izleyelim diye yarattı zaten!
Cuma, Kasım 29, 2024
Perşembe, Kasım 28, 2024
Çarşamba, Kasım 27, 2024
Salı, Kasım 26, 2024
UZAYA ÜÇ KİŞİ ÇIKILABİLİR
Ormana üç kişi girilmez diye bir laf var, çünkü iki kişi çıkılırmış...
İki uzaylı ırk tartışıyor... Dünya konusunda. Onlara yardım edelim, etmeyelim...
Üçüncü ırk birden belirip onlara dünyalı gibi hissettirmiş! Şaşırmışlar, habersizlermiş. Ama siz de hep tartışıyorsunuz demiş üçüncü ırk.
Tabii dünyadaki gibi düşünmeyin. Tartışma çok kibar. Sonuçta bunlar gelişmiş ırk. Yüzde 50 yüzde 50. Saygılılar birbirlerine ama karar veremiyorlar. O yüzden çıkmış üçüncü ırk. Böylece dünyaya müdahale etmeye karar verilmiş. Tek müdahale: Kendimizi göstermek.
3 ayrı gelişmişlik olabileceğini görünce -kim bilir kaç tane daha vardır- kendilerine biraz bakarlar her halde... Umutsuzluklarından kurtulurlar.
Orman değil ya uzay! Boru değil ya yaşam.
Aynı kurallar geçerli, ama dünyadaki kadar sert değil. Uzayda bir değil iki ırk bulunursa -ki mükemmelliğin de sorunları olabilir- bunlar bir konuda karar verememiş olabilirler, saygılarından. Üçüncü ırk elzem gelebilir.
Yüzde 66 yüzde 33. Tabii çoğunluğa güvenmekten gelir mükemmellik: Yüzde 100.
ELZEMLER GELDİLER. Kurtulduk.
İki uzaylı ırk tartışıyor... Dünya konusunda. Onlara yardım edelim, etmeyelim...
Üçüncü ırk birden belirip onlara dünyalı gibi hissettirmiş! Şaşırmışlar, habersizlermiş. Ama siz de hep tartışıyorsunuz demiş üçüncü ırk.
Tabii dünyadaki gibi düşünmeyin. Tartışma çok kibar. Sonuçta bunlar gelişmiş ırk. Yüzde 50 yüzde 50. Saygılılar birbirlerine ama karar veremiyorlar. O yüzden çıkmış üçüncü ırk. Böylece dünyaya müdahale etmeye karar verilmiş. Tek müdahale: Kendimizi göstermek.
3 ayrı gelişmişlik olabileceğini görünce -kim bilir kaç tane daha vardır- kendilerine biraz bakarlar her halde... Umutsuzluklarından kurtulurlar.
Orman değil ya uzay! Boru değil ya yaşam.
Aynı kurallar geçerli, ama dünyadaki kadar sert değil. Uzayda bir değil iki ırk bulunursa -ki mükemmelliğin de sorunları olabilir- bunlar bir konuda karar verememiş olabilirler, saygılarından. Üçüncü ırk elzem gelebilir.
Yüzde 66 yüzde 33. Tabii çoğunluğa güvenmekten gelir mükemmellik: Yüzde 100.
ELZEMLER GELDİLER. Kurtulduk.
Pazartesi, Kasım 25, 2024
AŞKGEN
Çantasının yanına oturdum geniş bankta sonra kendisi geldi. Pardon dedim bilerek. Böylece selamlaşmış gibi olduk. Ama devam ettirdi. Çocuğundan konuştuk çocuk parkında oynayan... Prada koymuştum adını, tanışmadan.
Çocuğuna kalktığında geldi Blondie. Diğer yanıma, biraz uzağa oturdu, genelde oturduğu yere. Esmerdi ve siyahtı genelde giydikleri, ama yazın Blondie tişörtü giymişti. Sigarasını sarıp yaktıktan sonra kulaklığını takar, etrafa pek bakmadan dinlerdi. Ama bu sefer merhaba diyerek oturmuştu. Kulaklığını takana kadar hızlı hissetmeliydim. (Hissetmeden davranamam.) Blondie dedim, severim. Sormadı; o da hızlı tahmin etmiş olmalı; müzikten konuşmaya başladık.
Prada geldi gözü çocuğunda, konuştuğumuzu fark etmemiş olacak, yaramazlıklarından şımarıklıklarından bahsetti... Blondie kulaklığını takacak diye korkarken tam tersi oldu, o da çocuklardan bahsetmeye başladı.
Bir ara üçümüz de gülümseyerek sessiz kalmışken Eggy geldi. Blondie ile aramıza oturdu, oturabilir miyim demesini kabul etmem üzerine. Zaten hep yanıma bir yerlere otururdu ama bu sefer konuşmaya kararlıydı, konuştuğumuzu fark etmemişti, ya da etmişti: Yazıyorsunuz dedi. Evet dedim, ben de günlük yazıyorum dedi.
Ben de dedi Blondie, şaşırdım, kulaklığını takmamıştı hâlâ. Başka şeyler de karalıyorum arada...
Ben fotoğraf çekiyorum dedi Prada, daha doğrusu çekiyordum, hep aynı olmaya başladığından, acaba ben de yazsam mı? Kızımın çocukluğunu...
İyi olur dedim, ayrıntılar daha görülür. Esmer güzeliydi, Blondie değişik bir esmerdi, ama Prada harikaydı, insan elinden çıkmış gibi. Eggy minicik, pıtı pıtı bir sarışındı, muhtemelen boyalı. En gençleri de oydu, hepsi gençti.
Bakalım hangisi önce kaçacaktı. Etrafımdaki bu hoş üçgen dağılacaktı. Birbirleriyle sohbet edebilirler ve kare oluşabilirdi, ama Blondie yanaşmazdı. Hangisiyle bir doğru oluşturabilirdim, henüz bilmiyordum.
Şonrası şöyle şekillendi: En rahat ilişkimiz Prada ileydi. Çünkü evliydi. Güzelce gizlenerek gayet düzenli devam ettik. Ve genelde evde. Tatilde otelde. Yalanlarla. Ama netti.
Eggy ve Blondie tam zıttılar; biri hep bana dönük, diğeri hep benden bekleyen. Evli ya da karakterleri yeterince oturmamış kadınlar, karakterliden daha kolaydı.
Ama tam tersi oldu. Değiştiler. Sınavı geçirip mezun etti Blondie. Buyurgan olmaya başladı Eggy. Ve boşandı Prada.
Üçgen teknik olarak bozuldu, tam istediğim gibi. Artık kafamda. Dörtgen yapacak kadar da anlaşamadıklarından allahtan: Parka da gitmem bir daha.
Çocuğuna kalktığında geldi Blondie. Diğer yanıma, biraz uzağa oturdu, genelde oturduğu yere. Esmerdi ve siyahtı genelde giydikleri, ama yazın Blondie tişörtü giymişti. Sigarasını sarıp yaktıktan sonra kulaklığını takar, etrafa pek bakmadan dinlerdi. Ama bu sefer merhaba diyerek oturmuştu. Kulaklığını takana kadar hızlı hissetmeliydim. (Hissetmeden davranamam.) Blondie dedim, severim. Sormadı; o da hızlı tahmin etmiş olmalı; müzikten konuşmaya başladık.
Prada geldi gözü çocuğunda, konuştuğumuzu fark etmemiş olacak, yaramazlıklarından şımarıklıklarından bahsetti... Blondie kulaklığını takacak diye korkarken tam tersi oldu, o da çocuklardan bahsetmeye başladı.
Bir ara üçümüz de gülümseyerek sessiz kalmışken Eggy geldi. Blondie ile aramıza oturdu, oturabilir miyim demesini kabul etmem üzerine. Zaten hep yanıma bir yerlere otururdu ama bu sefer konuşmaya kararlıydı, konuştuğumuzu fark etmemişti, ya da etmişti: Yazıyorsunuz dedi. Evet dedim, ben de günlük yazıyorum dedi.
Ben de dedi Blondie, şaşırdım, kulaklığını takmamıştı hâlâ. Başka şeyler de karalıyorum arada...
Ben fotoğraf çekiyorum dedi Prada, daha doğrusu çekiyordum, hep aynı olmaya başladığından, acaba ben de yazsam mı? Kızımın çocukluğunu...
İyi olur dedim, ayrıntılar daha görülür. Esmer güzeliydi, Blondie değişik bir esmerdi, ama Prada harikaydı, insan elinden çıkmış gibi. Eggy minicik, pıtı pıtı bir sarışındı, muhtemelen boyalı. En gençleri de oydu, hepsi gençti.
Bakalım hangisi önce kaçacaktı. Etrafımdaki bu hoş üçgen dağılacaktı. Birbirleriyle sohbet edebilirler ve kare oluşabilirdi, ama Blondie yanaşmazdı. Hangisiyle bir doğru oluşturabilirdim, henüz bilmiyordum.
Şonrası şöyle şekillendi: En rahat ilişkimiz Prada ileydi. Çünkü evliydi. Güzelce gizlenerek gayet düzenli devam ettik. Ve genelde evde. Tatilde otelde. Yalanlarla. Ama netti.
Eggy ve Blondie tam zıttılar; biri hep bana dönük, diğeri hep benden bekleyen. Evli ya da karakterleri yeterince oturmamış kadınlar, karakterliden daha kolaydı.
Ama tam tersi oldu. Değiştiler. Sınavı geçirip mezun etti Blondie. Buyurgan olmaya başladı Eggy. Ve boşandı Prada.
Üçgen teknik olarak bozuldu, tam istediğim gibi. Artık kafamda. Dörtgen yapacak kadar da anlaşamadıklarından allahtan: Parka da gitmem bir daha.
Pazar, Kasım 24, 2024
ÖĞRETMENLER ÖĞRETMENİ
Seks öğretmenim kadınların öğretmenler gününü kutluyorum. Onun dışındaki her şeyi kendim öğrendim. (Seksi de kendim öğrendim aslında ama tek başına olmazdı yine de.)
3. SINIF ENTEL’İN DANTEL BİR ÖRNEĞİ
"Okur için yazdığımı söyledim hep, ama okurlar (samimi, safkan okurlar) yok olmuşken halen yazmayı sürdürüyor olmam, yalnızca kendim için yazdığımı yadsınmaz biçimde kanıtlıyor."
NEYE BENZEMEK
Ad vermeyeyim ama kaypaklığı uzaydan görülüyor:
"İnsanların bana kitapları özetlemesini sevmem. Bir başlık, sahne, bir alıntı bana çekici gelir, evet ama öykünün tamamı, hayır. Bizim gibi meraklılar, kapaklardaki tanıtım yazıları, öğretmenler ve yazın tarihleri, durmadan olay örgüsünü anlatır, okuma hazzımızı büyük ölçüde yok ederler. İnsan yaşlandıkça, bellek de, bundan sonra ne olacağını bilmemenin verdiği hazzı bozabilir. Dr Jekyll ile Bay Hyde'ın aynı kişi olduğunu ya da Crusoe'nun uşağı Cuma'ya rastlayacağını bilmemenin neye benzediğini pek anımsayamıyorum şimdi."
Keşke bu kadar bariz örnekler vermeseydi, demek istediği biraz daha anlaşılır olurdu, her ne kadar toptan yanlış olsa bile: Yaş ilerledikçe hiçbir zaman ilk okuyuş olmaz, ilk okuduğun kitaplarda bile, hep bir yerlerden zaten biliyorsundur. Hem neden hep bir okur gibi okunur ki, bir yazar tarafından bile: Sen başka yöne çek öyküyü...
"İnsanların bana kitapları özetlemesini sevmem. Bir başlık, sahne, bir alıntı bana çekici gelir, evet ama öykünün tamamı, hayır. Bizim gibi meraklılar, kapaklardaki tanıtım yazıları, öğretmenler ve yazın tarihleri, durmadan olay örgüsünü anlatır, okuma hazzımızı büyük ölçüde yok ederler. İnsan yaşlandıkça, bellek de, bundan sonra ne olacağını bilmemenin verdiği hazzı bozabilir. Dr Jekyll ile Bay Hyde'ın aynı kişi olduğunu ya da Crusoe'nun uşağı Cuma'ya rastlayacağını bilmemenin neye benzediğini pek anımsayamıyorum şimdi."
Keşke bu kadar bariz örnekler vermeseydi, demek istediği biraz daha anlaşılır olurdu, her ne kadar toptan yanlış olsa bile: Yaş ilerledikçe hiçbir zaman ilk okuyuş olmaz, ilk okuduğun kitaplarda bile, hep bir yerlerden zaten biliyorsundur. Hem neden hep bir okur gibi okunur ki, bir yazar tarafından bile: Sen başka yöne çek öyküyü...
Cuma, Kasım 22, 2024
VEYN BAŞKA VEYN BAŞKA
Perşembe, Kasım 21, 2024
EKSİKSİZ YAZARLIK ŞİRKETİ
Hatırladığım kadarıyla, başkan öldürülme emrini hem onaylar hem de kendini savunur, kendi ajanlarını öldürerek! Emri onayladıysan kendini öldürmen gerekmez mi? Jack London hikayesini bitirememiş, bir şey denemez; ama Alberto Manguel’in konuyu 2’deki bağlayışı ne alaka! Bir yazarın kendi metninin içine etmesi? (Ya da 3’de dediği “hedefe ulaşmak bizim hayatımıza mal olmamalı” gibi! Neden olmasın... Kâr için değil ama, daha değerli, hayati şeyler için kendini feda etmek neden olmasın. Çünkü: Sen kimsin!)
1.
London'ın tamamlanmamış yazıları arasında, bir roman müsveddesi ile bu romanın olası sonu için alınmış birtakım notlar bulunur. Roman görkemli bir başlık taşır: The Assassination Bureau [Cinayet Şirketi]. Cinayet Şirketi, Barbarlara karşı tasarlanmış öylesine mükemmel bir toplumsal makinedir ki, durdurulması için yaratıcısının yok edilmesi gerekmektedir. Mucidi, talep üzerine ve bir bedel karşılığında cinayet işleyecek gizli bir cemiyet kurmuş olan Ivan Dragomiloff'tur. Ancak Barbarlar, yani seçilecek kurbanlar, bir müşterinin hoşlanmadığı herhangi biri olamazlar. Bir kişinin yok edilmesi teklif edildiğinde, Dragomiloff hedefin tavırları ve kişiliği hakkında bir inceleme yürütür. Şayet Dragomiloff cinayetin "toplumsal olarak meşru" olduğuna hükmederse, ancak o zaman eyleme geçilmesini emreder. Bir Barbar, ancak Dragomiloff'un da onaylamasıyla Barbar olabilir. Cinayet Şirketi, kusursuz bir biçimde geliştirilmiş bir makinedir. Bir cinayet talebi geldiğinde ve bedeli peşin ödendiğinde, müşteri Dragomiloff'un astlarının ustaya müstakbel kurbanın kabahatlerini bildirmesi için bekler. Kurban gaddar bir polis şefi ya da insafsız bir empresaryo, açgözlü bir banker, bir emek hırsızı ya da aristokrat bir hanımefendi, bir grande dame olabilir: Ancak kişinin topluma zarar verdiğinin, her koşulda, şüpheye yer bırakmayacak biçimde ispatlanması gereklidir.
(...)
Derken, beklenmedik bir şey olur. Şirketi dağıtmaya çalışan girişimci bir genç, benzersiz bir cinayet talebinde bulunur. Dragomiloff'la buluşur ve adını anmadığı ama çok önemli bir kamusal figürün öldürülmesi için gerekli parayı öder. Dragomiloff (elbette ki söz konusu kişinin suçlu bulunması koşuluyla) talebi kabul ettikten sonra, genç adam kurbanın adını açıklar: Kurban, Dragomiloff'un ta kendisidir. Şirket verdiği sözden hiçbir zaman geri dönmediğinden, Dragomiloff kendi ölümüne yol açacak bu talebi de kabul eder. Dragomiloff öylesine etkili bir toplumsal düzenek yaratmıştır ki, düzeneğin açıklanan amacı, yani toplumsal olarak istenmeyen kişileri talep üzerine tasfiye etme gayesi, kendi tasarımcısının canından dahi daha önemlidir.
2.
(...)
Birkaç üslup değişikliği ve birkaç güncel örnekle, London'ın sert eleştirisi 1905'te olduğu kadar bugün de geçerlidir. London'ın Dragomiloff'u nakit ödemenin ardından talep doğrultusunda öldürmekle görevli toplumsal bir makine tasarlamıştı; bizse, insan hayatındaki bedeli ne olursa olsun, sınırsız miktarda nakit
kazanmak üzere iktisadi düzenekler kurduk. Her ikisi de, tam da mükemmele ulaştıkları anda yaratıcılarını yok etmeye yazgılı olduklarından, eninde sonunda başarısız olmaya mahkûmdurlar.
3.
Jack London'ın Cinayet Şirketi gibi Hal da hata payı olmayan bir makinedir, "her ne pahasına olursa olsun, "hatta yaratıcısının hayatı pahasına dahi, istenen hedefe ulaşmak üzere inşa edilmiştir. Toplumumuzun itici gücü olarak kurduğumuz ticari yapı da tıpkı bu diğer hayali inşalar kadar mükemmel ve öldürücü niteliktedir. Ona bir hedefe ulaşma, her ne pahasına olursa olsun mali kâra erişme komutunu verdik; ancak belleğine şu ihtarı kazımayı ihmal ettik: Hedefe ulaşmak, bizim hayatımıza mal olmamalı. Çünkü toplumlarımızın her yönüne hükmeden uçsuz bucaksız iktisadi düzenekten her şeyi yargılayan Dragomiloff'a ya da teknolojik açıdan kusursuz Hal'e kalırsa, Barbar olan bizleriz. Bizi bekleyen kimlik, görünüşe bakılırsa Barbarlıktan başka bir şey değil.
1.
London'ın tamamlanmamış yazıları arasında, bir roman müsveddesi ile bu romanın olası sonu için alınmış birtakım notlar bulunur. Roman görkemli bir başlık taşır: The Assassination Bureau [Cinayet Şirketi]. Cinayet Şirketi, Barbarlara karşı tasarlanmış öylesine mükemmel bir toplumsal makinedir ki, durdurulması için yaratıcısının yok edilmesi gerekmektedir. Mucidi, talep üzerine ve bir bedel karşılığında cinayet işleyecek gizli bir cemiyet kurmuş olan Ivan Dragomiloff'tur. Ancak Barbarlar, yani seçilecek kurbanlar, bir müşterinin hoşlanmadığı herhangi biri olamazlar. Bir kişinin yok edilmesi teklif edildiğinde, Dragomiloff hedefin tavırları ve kişiliği hakkında bir inceleme yürütür. Şayet Dragomiloff cinayetin "toplumsal olarak meşru" olduğuna hükmederse, ancak o zaman eyleme geçilmesini emreder. Bir Barbar, ancak Dragomiloff'un da onaylamasıyla Barbar olabilir. Cinayet Şirketi, kusursuz bir biçimde geliştirilmiş bir makinedir. Bir cinayet talebi geldiğinde ve bedeli peşin ödendiğinde, müşteri Dragomiloff'un astlarının ustaya müstakbel kurbanın kabahatlerini bildirmesi için bekler. Kurban gaddar bir polis şefi ya da insafsız bir empresaryo, açgözlü bir banker, bir emek hırsızı ya da aristokrat bir hanımefendi, bir grande dame olabilir: Ancak kişinin topluma zarar verdiğinin, her koşulda, şüpheye yer bırakmayacak biçimde ispatlanması gereklidir.
(...)
Derken, beklenmedik bir şey olur. Şirketi dağıtmaya çalışan girişimci bir genç, benzersiz bir cinayet talebinde bulunur. Dragomiloff'la buluşur ve adını anmadığı ama çok önemli bir kamusal figürün öldürülmesi için gerekli parayı öder. Dragomiloff (elbette ki söz konusu kişinin suçlu bulunması koşuluyla) talebi kabul ettikten sonra, genç adam kurbanın adını açıklar: Kurban, Dragomiloff'un ta kendisidir. Şirket verdiği sözden hiçbir zaman geri dönmediğinden, Dragomiloff kendi ölümüne yol açacak bu talebi de kabul eder. Dragomiloff öylesine etkili bir toplumsal düzenek yaratmıştır ki, düzeneğin açıklanan amacı, yani toplumsal olarak istenmeyen kişileri talep üzerine tasfiye etme gayesi, kendi tasarımcısının canından dahi daha önemlidir.
2.
(...)
Birkaç üslup değişikliği ve birkaç güncel örnekle, London'ın sert eleştirisi 1905'te olduğu kadar bugün de geçerlidir. London'ın Dragomiloff'u nakit ödemenin ardından talep doğrultusunda öldürmekle görevli toplumsal bir makine tasarlamıştı; bizse, insan hayatındaki bedeli ne olursa olsun, sınırsız miktarda nakit
kazanmak üzere iktisadi düzenekler kurduk. Her ikisi de, tam da mükemmele ulaştıkları anda yaratıcılarını yok etmeye yazgılı olduklarından, eninde sonunda başarısız olmaya mahkûmdurlar.
3.
Jack London'ın Cinayet Şirketi gibi Hal da hata payı olmayan bir makinedir, "her ne pahasına olursa olsun, "hatta yaratıcısının hayatı pahasına dahi, istenen hedefe ulaşmak üzere inşa edilmiştir. Toplumumuzun itici gücü olarak kurduğumuz ticari yapı da tıpkı bu diğer hayali inşalar kadar mükemmel ve öldürücü niteliktedir. Ona bir hedefe ulaşma, her ne pahasına olursa olsun mali kâra erişme komutunu verdik; ancak belleğine şu ihtarı kazımayı ihmal ettik: Hedefe ulaşmak, bizim hayatımıza mal olmamalı. Çünkü toplumlarımızın her yönüne hükmeden uçsuz bucaksız iktisadi düzenekten her şeyi yargılayan Dragomiloff'a ya da teknolojik açıdan kusursuz Hal'e kalırsa, Barbar olan bizleriz. Bizi bekleyen kimlik, görünüşe bakılırsa Barbarlıktan başka bir şey değil.
Çarşamba, Kasım 20, 2024
CENNETTE PARASIZ
Fakirler mutluluk içinde sıkılıyor. Ancak zenginler sorun satın alabiliyor. Problem çözmek için varlıklı olmak gerek. En zenginler ancak, acı satın alabiliyor.
Benim için problem yok; ben acı vericiyim. Kasayım ben; kasıyorum parasıyla.
Benim için problem yok; ben acı vericiyim. Kasayım ben; kasıyorum parasıyla.
Salı, Kasım 19, 2024
Pazartesi, Kasım 18, 2024
MİMARLARLA SINIRLAMA KENDİNİ
"Mimarlar her zaman "farklı" giyinmeyi severler... Özellikle papyon, bundan neredeyse yüz yıl önce Modernistler tarafından kullanıma sokulduğundan beri, pervasız mimarın bir simgesi haline geldi... Mimarlar kendilerini şık radikal sanatçılar olarak sunmayı severler. Ama gerçekte iktidarların en sadık hizmetkarlarıdırlar... Mimariden başka hiçbir "sanat," var olmak için dalkavukluğa bu denli ihtiyaç duymaz. Gerçekte güç ve para sahibi olanlara hizmet ediyorken, tehlikeli bir şekilde radikal olduğunuz izlenimini nasıl yaratırsınız? Gayet basit: Bir papyon takarak..."
ŞUNLAR!
Şunları anlamakta zorluk çekiyorum! Her yerini aşağılayabilirim ama Allahtan Nütopya yazdım, bugüne kadar yazılmış her şeyin ön sözü olmalıydı.
"Eğer herkes mükemmel olsaydı, o zaman her bir bireyin yeri bir başkası tarafından doldurulabilirdi. İnsanlar kusurlu oldukları içindir ki her birey eşsiz ve vazgeçilmezdir.” Kusurlarımızdan mahrum kalmakla aslında kendimizi tehlikeye atıyoruz. İnsanlık şu anda mükemmelliği gerçek bir seçeneğe dönüştürmenin eşiğinde bocalıyor olmasaydı, tüm bunlar sadece akademik bir tartışmadan ibaret kalırdı."
"Eğer herkes mükemmel olsaydı, o zaman her bir bireyin yeri bir başkası tarafından doldurulabilirdi. İnsanlar kusurlu oldukları içindir ki her birey eşsiz ve vazgeçilmezdir.” Kusurlarımızdan mahrum kalmakla aslında kendimizi tehlikeye atıyoruz. İnsanlık şu anda mükemmelliği gerçek bir seçeneğe dönüştürmenin eşiğinde bocalıyor olmasaydı, tüm bunlar sadece akademik bir tartışmadan ibaret kalırdı."
HAX.KT.R
Sanki dünyada yaratıcı bir yazar çıkabilmiş: Pearce karşısında Huxley’e Hax.kt.r diyorum! (Ve tabii Nütopya ilacını öneriyorum, acı isteyenler için de; onlara da bire bir!)
Pearce, "Cennetin Doğallaştırılması" başlığını taşıyan bir bölümde, insanların gelecekte ilaçlar, cerrahi ya da genom tasarımı sayesinde acıdan tümüyle muaf bir dünyada yaşayacaklarını iddia ediyor:
Nanoteknoloji ve genetik mühendislik, hoşa gitmeyen deneyimleri canlılar dünyasından silip atacak. Önümüzdeki bin yıl içinde, acının biyolojik temelleri ortadan kaldırılacak. İnsan-sonrasına özgü büyüleyici nitelikte mutluluk durumları biyolojik olarak sonsuza dek arıtılmış, çoğaltılmış ve yoğunlaştırılmış olacak. Günümüzde makul derecede iyi olduğu kabul edilen zihinsel sağlık durumları yerini daha iyilerine bırakacak... Üreme tıbbında vuku bulan genetik devrim daha da geliştikçe, bir zamanlar binyılcı düşlemlere ait görünen her şey bilimsel olarak gerçekleştirilebilir bir araştırma programına dönüşecek. Bunun benimsenmesi veya reddedilmesi, son kertede, bir sosyal politika meselesi olacak. Gelecek çağlarda, ne miktarda hoşnutsuzluk yaratmak veya muhafaza etmek istediğimizi, etkin ya da edilgin bir şekilde, seçmek durumunda olacağız.
Bu bir ütopya mı, yoksa distopya mı? Bu konu, öteden beri edebiyatın da ilgisini çekmiştir. Aldous Huxley'in 1932'de yayımlanan romanı Cesur Yeni Dünya, acının olmadığı bir geleceğe ilişkin en erken araştırmalardan biridir. Hazzın başlıca baskı aracı olduğu totaliter bir dünyada bireycilik, melankoli, tekeşlilik ve hafıza cezalandırılmakta, insanlar hipnopedya, soy arıtımı ve soma adı verilen resmi bir ilaç yoluyla uyuşturularak haz dolu bir teslimiyet içinde yaşamaktadırlar. Sonuçta ortaya çıkan aşırı mutluluk hali, ütopik olmaktan ziyade, bilgiye, özgürlüğe ve bizzat acıya yönelik bir tehdittir. Huxley'e göre, mutluluğa katışıksız haz yoluyla ulaşılamaz; hatta, ışığın karanlığa muhtaç olması gibi, mutluluk da acıya ve zorluğa ihtiyaç duyar.
Tüm bunlardan etkilenmemiş görünen Pearce'a göre ise, Huxley'in uyuşuk ve kimyasal distopyası, sadece onun yanlış ilacı seçtiğini gösterir. Pearce, aşırı mutluluk veren modern ilaçların, enerjiyi bastırmak yerine bizzat ürettiklerini ve istenmeyen yan etkilere daha az yol açtıklarını ileri sürüyor. Fiziksel ve hatta duygusal hazdan ziyade, haysiyet ve özgürlükle ilgilenen Huxley, muhtemelen Pearce'ın bu cevabını tatmin edici bulmazdı.
Diğer yandan, ünlü yüzücü lan Thorpe'un dünya çapında bir atlet olmanın zorlukları hakkındaki düşüncelerini okumak ilginçtir. Thorpe, acı eşiğini yükseltmenin de ötesinde, acının kendisine olumlu bir nitelik atfediyor.
Acıya bağımlı hale gelmiştim. Kendimi acıya kaptırmıştım. Bunu özlüyorum, ağlama derecesine gelinceye dek kendimi zorlamayı özlüyorum... En sevdiğim an, bir yarışı bitirdiğimde vücudumun acıdan çökmek üzere olduğu ve bana, "İyiyim. Aslandan kaçmayı başardım ve ölmeyeceğim," dediği an.
Mesele sadece vücutla da sınırlı değil. Thorpe'a göre sürekli bir mutluluk hali ne doğaldır ne de sürdürülebilir: "Bu yoğun ve aşırı mutlulukları fazla sık yaşamanın iyi bir şey olmadığını düşünüyorum... Bu tür deneyimleri arada sırada yaşamanız gerekir, her hafta değil." Belki de, demeye getiriyor Thorpe, acı hazzın karşıtı değil , olmazsa olmaz bir parçasıdır.
(...)
Hippi başkaldırısından yarım yüzyıl sonra , "Eğer acıtıyorsa, sizin için iyi demektir" şeklindeki eski zihniyeti hala yıkmaya çalışıyoruz. Kötü hissettiren şeyin bizim için kötü olduğuna, iyi hissettirenin ise bizim için iyi olduğuna kendimizi inandırmaya çalışıyoruz hala. Ne var ki, gerçekte tembellik ediyoruz. Tatmin olduğumuz anda miskinleşiyoruz. Ardından sıkılıyor, sonra da depresyona giriyoruz. Bolluk depresyona yol açar; bu basit bir neden-sonuç ilişkisidir.
(...)
Oysa belki de, tersine, yaratıcı olmak hoşnutsuz olmayı gerektiriyordur; hoşnut olduğunuz anda, yaratıcılığınız da son bulur.
Pearce, "Cennetin Doğallaştırılması" başlığını taşıyan bir bölümde, insanların gelecekte ilaçlar, cerrahi ya da genom tasarımı sayesinde acıdan tümüyle muaf bir dünyada yaşayacaklarını iddia ediyor:
Nanoteknoloji ve genetik mühendislik, hoşa gitmeyen deneyimleri canlılar dünyasından silip atacak. Önümüzdeki bin yıl içinde, acının biyolojik temelleri ortadan kaldırılacak. İnsan-sonrasına özgü büyüleyici nitelikte mutluluk durumları biyolojik olarak sonsuza dek arıtılmış, çoğaltılmış ve yoğunlaştırılmış olacak. Günümüzde makul derecede iyi olduğu kabul edilen zihinsel sağlık durumları yerini daha iyilerine bırakacak... Üreme tıbbında vuku bulan genetik devrim daha da geliştikçe, bir zamanlar binyılcı düşlemlere ait görünen her şey bilimsel olarak gerçekleştirilebilir bir araştırma programına dönüşecek. Bunun benimsenmesi veya reddedilmesi, son kertede, bir sosyal politika meselesi olacak. Gelecek çağlarda, ne miktarda hoşnutsuzluk yaratmak veya muhafaza etmek istediğimizi, etkin ya da edilgin bir şekilde, seçmek durumunda olacağız.
Bu bir ütopya mı, yoksa distopya mı? Bu konu, öteden beri edebiyatın da ilgisini çekmiştir. Aldous Huxley'in 1932'de yayımlanan romanı Cesur Yeni Dünya, acının olmadığı bir geleceğe ilişkin en erken araştırmalardan biridir. Hazzın başlıca baskı aracı olduğu totaliter bir dünyada bireycilik, melankoli, tekeşlilik ve hafıza cezalandırılmakta, insanlar hipnopedya, soy arıtımı ve soma adı verilen resmi bir ilaç yoluyla uyuşturularak haz dolu bir teslimiyet içinde yaşamaktadırlar. Sonuçta ortaya çıkan aşırı mutluluk hali, ütopik olmaktan ziyade, bilgiye, özgürlüğe ve bizzat acıya yönelik bir tehdittir. Huxley'e göre, mutluluğa katışıksız haz yoluyla ulaşılamaz; hatta, ışığın karanlığa muhtaç olması gibi, mutluluk da acıya ve zorluğa ihtiyaç duyar.
Tüm bunlardan etkilenmemiş görünen Pearce'a göre ise, Huxley'in uyuşuk ve kimyasal distopyası, sadece onun yanlış ilacı seçtiğini gösterir. Pearce, aşırı mutluluk veren modern ilaçların, enerjiyi bastırmak yerine bizzat ürettiklerini ve istenmeyen yan etkilere daha az yol açtıklarını ileri sürüyor. Fiziksel ve hatta duygusal hazdan ziyade, haysiyet ve özgürlükle ilgilenen Huxley, muhtemelen Pearce'ın bu cevabını tatmin edici bulmazdı.
Diğer yandan, ünlü yüzücü lan Thorpe'un dünya çapında bir atlet olmanın zorlukları hakkındaki düşüncelerini okumak ilginçtir. Thorpe, acı eşiğini yükseltmenin de ötesinde, acının kendisine olumlu bir nitelik atfediyor.
Acıya bağımlı hale gelmiştim. Kendimi acıya kaptırmıştım. Bunu özlüyorum, ağlama derecesine gelinceye dek kendimi zorlamayı özlüyorum... En sevdiğim an, bir yarışı bitirdiğimde vücudumun acıdan çökmek üzere olduğu ve bana, "İyiyim. Aslandan kaçmayı başardım ve ölmeyeceğim," dediği an.
Mesele sadece vücutla da sınırlı değil. Thorpe'a göre sürekli bir mutluluk hali ne doğaldır ne de sürdürülebilir: "Bu yoğun ve aşırı mutlulukları fazla sık yaşamanın iyi bir şey olmadığını düşünüyorum... Bu tür deneyimleri arada sırada yaşamanız gerekir, her hafta değil." Belki de, demeye getiriyor Thorpe, acı hazzın karşıtı değil , olmazsa olmaz bir parçasıdır.
(...)
Hippi başkaldırısından yarım yüzyıl sonra , "Eğer acıtıyorsa, sizin için iyi demektir" şeklindeki eski zihniyeti hala yıkmaya çalışıyoruz. Kötü hissettiren şeyin bizim için kötü olduğuna, iyi hissettirenin ise bizim için iyi olduğuna kendimizi inandırmaya çalışıyoruz hala. Ne var ki, gerçekte tembellik ediyoruz. Tatmin olduğumuz anda miskinleşiyoruz. Ardından sıkılıyor, sonra da depresyona giriyoruz. Bolluk depresyona yol açar; bu basit bir neden-sonuç ilişkisidir.
(...)
Oysa belki de, tersine, yaratıcı olmak hoşnutsuz olmayı gerektiriyordur; hoşnut olduğunuz anda, yaratıcılığınız da son bulur.
Cumartesi, Kasım 16, 2024
Cuma, Kasım 15, 2024
KILIÇ SAVAŞI
Kılıcıyla saldırdığında birkaç hamleye karşı koyup atıldım ve birkaç hamle sonra da kılıcını düşürdüm. Şaşkın suratına biçilmiş kaftan bir darbe indirdim sonra da, burnunu biçtim... Kılıçsız son bir hamleyle atıldı ve ben yana çekilir o düşerken bacağını da kestim; artık topallayacaktı da.
Öldür beni dedi yerde, bacağını tutarken, suratını görmüyordu henüz, yoksa senden intikamımı almak için yaşayacağım.
Arkamdan vurursan, dedim; kalleş derler; karşıma çıkarsan yine yenerim. Nasıl yapacaksın!
Tavla oynayalım, dedi. (Rüyamın bundan sonrasını hatırlayamadığım için.)
Sevgilini tavlamamı istiyorsun yani... Söz, seni bu halinle bile terk etmezse tavlayacağım...
Ne varmış halimde?
Öncekinden daha iyi.
(Başka bir şeyler vardı ama bununla yetinin. Çünkü Sotori metni. Yola devam etmeli.)
Öldür beni dedi yerde, bacağını tutarken, suratını görmüyordu henüz, yoksa senden intikamımı almak için yaşayacağım.
Arkamdan vurursan, dedim; kalleş derler; karşıma çıkarsan yine yenerim. Nasıl yapacaksın!
Tavla oynayalım, dedi. (Rüyamın bundan sonrasını hatırlayamadığım için.)
Sevgilini tavlamamı istiyorsun yani... Söz, seni bu halinle bile terk etmezse tavlayacağım...
Ne varmış halimde?
Öncekinden daha iyi.
(Başka bir şeyler vardı ama bununla yetinin. Çünkü Sotori metni. Yola devam etmeli.)
Perşembe, Kasım 14, 2024
GÖMME BİÇİMLERİ
ÇEHOV’UN ÖPÜCÜĞÜ
Bir partide -uzun yazamıyorum, çok becerikliyim- karanlık bir odada kadın adamı öper ve gider. Adam salona çıkar ve yüksek bir yere -orkestra yanı- çıkar ve beni kim öptü diye seslenir. Herkes birbirine bakar -daha çok kadınlara...
Duraklama bozulur; bir kadın BEN der...
İkinci duraklama da bozulur; başka bir kadın Ben der...
Erkekler karizma kaybının itkisiyle yorumlar yaparlar yüksek seksle.
Üçüncü kadın: Kaçtıysa; kendini beğenmiyordur belki, güzel olduğunu düşünmüyordur...
Adamımız: Demek ki O siz değilsiniz...
Erkekler atılır yine, gitmiştir belki de, sıkıntıdan yapmıştır, bir saniyelik bir heyecandır. Başkasına âşıktır, sizi kullanmıştır...
Adam orkestraya döner herkes bir kafadan konuşurken: Bir daha öp Samantha, der...
Orkestra bu ünlü şarkıyı çalmaya başlar.
Duraklama bozulur; bir kadın BEN der...
İkinci duraklama da bozulur; başka bir kadın Ben der...
Erkekler karizma kaybının itkisiyle yorumlar yaparlar yüksek seksle.
Üçüncü kadın: Kaçtıysa; kendini beğenmiyordur belki, güzel olduğunu düşünmüyordur...
Adamımız: Demek ki O siz değilsiniz...
Erkekler atılır yine, gitmiştir belki de, sıkıntıdan yapmıştır, bir saniyelik bir heyecandır. Başkasına âşıktır, sizi kullanmıştır...
Adam orkestraya döner herkes bir kafadan konuşurken: Bir daha öp Samantha, der...
Orkestra bu ünlü şarkıyı çalmaya başlar.
2A
Böyle durumlarda bunları yazan kişinin 2A ile ilişkisini sorgulayın, ünlü diye okumayın! Akıl. Ahlak.
1. Umut kötü bir duyguymuş!
2. Korkudan ayrılamazmış! O yüzden Umut saf değilmiş!
3. Aslında da (ve da), otorite imiş Umut’u kötü gösteren!
Bende 2A’dan da sınıfta kaldı.
Buydun Ulus Baker (Yanlış yazdım ama harika oldu:) Ön adı bile olabilir:
“1. Spinoza'nın umudu kederli, yani kötü duygular arasında sayması günümüz okuru için başlangıçta biraz tuhaf gelebilir. (...) Umut tacirlerinin yer almadığı toplum yok gibidir --rahip kastları, modern toplumlarda medyatik kurumlar, hatta muhalif partiler hep insan umutlarını işleyerek ve kullanarak serpilip gelişirler. Dinsel yaşam, mesihçilik ve genel olarak kurtuluş öğretileri, insanlara umut aşılamaya çalışırlar. Ya da insanlarda umut duyguları uyandırarak iş görürler. Ama iktidar işleri ve kurumları yalnızca umutla yürütülemez. Dolayısıyla iktidarlar biraz da korkuya ve korkutmaya, yüreklere korku salmaya ihtiyaç duyarlar.
2. Birbirlerini içlerinde taşıyor olmaları, umutla korkunun hiçbir zaman saf bir halde bulunamayacaklarını gösterir. Dolayısıyla, salt korku üzerine inşa edilen bir devlet
yaşayamaz. Aynı şekilde salt umut vermek üzere inşa edilmiş bir devlet de öyledir.
3. Evet, umut Spinoza'da belki şaşırtıcı bir şekilde kötü duygular arasına katılmıştır. Ama bunun daha derin bir nedeni bulunuyor. Her iktidar insanlarda duygular ve tutkular uyandırarak çalışır. Umut ile korku bu duyguların en belirginleridirler. Ama iktidar bunları "kederli" duygular haline dönüştüren, yani insanların, bendeler olarak güçlerini ve kudretlerini azaltmaya, azımsamaya yarayan temel unsurdur.”
Çarşamba, Kasım 13, 2024
AIRBAD
Bana torunum şımarık de. Beni sevmiyor de. Çocuklarımla aram bozuk de. Böyle yaklaşırsan yardım etmeye çalışırım. Ama ben 4 tane çocuk doğurdum diye hava atmaya kalkarsan; indiririm. Kedi 8 tane doğurabiliyor, hem de aynı anda.
ABLA ABLA ABLA
Kadın evlenmek üzere olan kızına fırça çekiyor telefonda dibimde. Haklı. Aferim diyorum iyi anne, kızını değil çocuğu haklı buluyor... Sonra ablasıyla konuşuyor. Kızını özellikle şımartıp hiç bir sorumluluk üstlenmemesine özellikle çalıştığını ve kendini fırçalayan ablasından öğrendiği ilişki tarzını kızına uyguladığını abla abla abla diye devamlı anlatmasından anlıyoruz: Benim kızımdan bi bok olmaz abla elalemin çocuğuna da yazık, dedi demin. Mazohist sadiste demiş ki, sen de mazohist ol.
Salı, Kasım 12, 2024
MARX SOHTORİK
FASA FİSO BURUNATA
Çok konuşan ve her zaman bilgi veren bir arkadaşım vardı. Kendinden bahsetmemesi güzeldi ama bu da fikir gevezeliğiydi, kendi fikirlerinin ve bilgilerinin. Ben'den bahis yok ama ben bilirim'den değme gitsin... Bir gün kafede yanımıza bir kadın oturdu. Bu anlatmaya başladı, ondan bundan, kadın bana yakın duruyor ama buna bakıp, ne harika di mi, bilgili insanları çok seviyorum diyor; ben konuşsam ona hiç bakmayacak bile, ama ben sadece gülüyorum: Ya, öyle mi, ne enteresan... Peki şu ne?
Godard Zagdanski'ye Karşı
Ulus Baker
Sinema bir "saçmalık" mı?
-Sinema yalanın tarihinde küçük bir halkadan başka bir şey değildir. (...) Sinemanın manipülasyon ile de çok yakın bağı var. Oysa edebiyat özgürleşmeyle ilgilidir. (...) Sinemaysa, toptan, ezenin tarafındadır.
-Sinema fikirlerle çalışır, metaforlarla değil. Herakleitos "Zaman zar oynayan bir çocuktur" dediğinde, işte metaforun kalbindeyiz --duyulmadık derinlikte poetik bir
kalkıştır bu. Sinema buna varamaz, zincirlenmiştir.
-Eh tamam. Bense buna sinema diyorum, neredeyse hiç varolmamış olsa bile.
-Aşılamaz bir nedenden dolayı: bir yazar diriliş eseri yaratır, eti sözü, Kelamı ifade eder. İmaj ise tamamıyla ölüm ve yokoluş sürecine batmıştır. Bir çiçeğin fotoğrafını çektiğinizde onu zehirlersiniz, öldürürsünüz. Sinemanın bütün problemi köklerindeki bu zehiri montaj ile dengelemeye çalışmaktı.
-Montaj hiç varolmadı. Hayatı akışa hiç geçiremedi, çok ender istisnalar dışında-tıpkı evrimde olduğu gibi. Rimbaud ile Mallarmé gerçek montajcılardı. Sinema bunu yapmayı başaramadı. Yine de, çocukça niyetleri vardı ama paranın kötü kullanımı yüzünden bunlar çok çabuk yozlaşıp gittiler. Sinemanın binde biri yine de kurtarılabilir.
Godard Zagdanski'ye Karşı
Ulus Baker
Sinema bir "saçmalık" mı?
-Sinema yalanın tarihinde küçük bir halkadan başka bir şey değildir. (...) Sinemanın manipülasyon ile de çok yakın bağı var. Oysa edebiyat özgürleşmeyle ilgilidir. (...) Sinemaysa, toptan, ezenin tarafındadır.
-Sinema fikirlerle çalışır, metaforlarla değil. Herakleitos "Zaman zar oynayan bir çocuktur" dediğinde, işte metaforun kalbindeyiz --duyulmadık derinlikte poetik bir
kalkıştır bu. Sinema buna varamaz, zincirlenmiştir.
-Eh tamam. Bense buna sinema diyorum, neredeyse hiç varolmamış olsa bile.
-Aşılamaz bir nedenden dolayı: bir yazar diriliş eseri yaratır, eti sözü, Kelamı ifade eder. İmaj ise tamamıyla ölüm ve yokoluş sürecine batmıştır. Bir çiçeğin fotoğrafını çektiğinizde onu zehirlersiniz, öldürürsünüz. Sinemanın bütün problemi köklerindeki bu zehiri montaj ile dengelemeye çalışmaktı.
-Montaj hiç varolmadı. Hayatı akışa hiç geçiremedi, çok ender istisnalar dışında-tıpkı evrimde olduğu gibi. Rimbaud ile Mallarmé gerçek montajcılardı. Sinema bunu yapmayı başaramadı. Yine de, çocukça niyetleri vardı ama paranın kötü kullanımı yüzünden bunlar çok çabuk yozlaşıp gittiler. Sinemanın binde biri yine de kurtarılabilir.
ERİK
-Sanatçı olmak istiyorum.
-Beceriksizsin.
-Nerden biliyorsun?
-Geçen hayatında seni okula alan dekan bendim -senden hoşlandığım için- ama beceriksizdin. Sefil oldun.
-Bu hayatımda beceririm.
-Beceriksizsin!
-Sen bunu nerden hatırlıyorsun, geçmiş hayatlar hatırlanamaz.
-O kadar çok aynı insan olarak geldim ki senden başka bir şey hatırlamıyorum.
-Beceriksizsin...
-Beceriksizsin.
-Nerden biliyorsun?
-Geçen hayatında seni okula alan dekan bendim -senden hoşlandığım için- ama beceriksizdin. Sefil oldun.
-Bu hayatımda beceririm.
-Beceriksizsin!
-Sen bunu nerden hatırlıyorsun, geçmiş hayatlar hatırlanamaz.
-O kadar çok aynı insan olarak geldim ki senden başka bir şey hatırlamıyorum.
-Beceriksizsin...
Pazartesi, Kasım 11, 2024
TALAŞ
VE SAİRE VE SAİRE VE SAİRE
Bunlar üzerine –bu dediğim: filozoflar- neden bu kadar konuşuyorlar -evet yazıyorlar da- anlayabilmiş değilim. Çok sıkıcı değil mi! Kişisel gelişim kitabı gibi sadece, bir tane akıllı cümle-aforizma da yok; ama bu adlar BÜYÜK! Sanırım sadece adlar üzerine, bu insanların tanınmış adları olduğu için konuşuyorlar -ve böylece kendileri de uzun kuyrukta anılmış oluyorlar. “ben Şirokko kuyruğundayım, siz? Sipinoza mı, ay ne hayret!” Böylece de tatmin oluyorlar. Kadınla sevişmek yerine vibratöre sokmak gibi.
Alıntılıyorum:
Ethica Okumaları I
Ulus Baker
Spinoza felsefesinin en ilginç formüllerinden biriyle başlıyoruz: “Barış savaşın
yokluğu değil ruhun kuvvetinden kaynaklanan bir erdemdir.”
Aynı önermenin Scholium’unda Spinoza bize düşünebildiği ölçüde zihne bağlanan bütün eylemlerin ruhun, karakterin kuvvetini kurduğu ve beslediğini söyledikten sonra ruhun kuvvetinin iki önemli görünümünü ele alır. Birincisi cesaret (animositas), ikincisiyse yüce gönüllülük ya da cömertliktir (generositas). Bu mefhumlarn doğrudan doğruya bir toplumsallık karakteri içerdikleri açıktır. Cesaret herbirimizi sadece aklın buyrukları doğrultusunda varlığını sürdürmeye çabalatan arzu iken cömertlik ya da yüce gönüllülük yine sadece aklın buyrukları uyarınca herbirimizi başka insanlara yardım etmeye ve onları kendimize dostluk bağıyla bağlamaya yönelten arzudur. Bu elbette düşünme ve eyleme kudretindeki bir artış tarafından kuşatılır ve desteklenir; başka bir deyişle cesaret eylemli kişinin kişisel ve özel çıkarlarının meselesiyken yüce gönüllülük, üstüne başkalarının çıkarlarını da mesele etmektir –temkinlilik, ayıklık, tehlike anında atiklik cesaretlerdir, alçakgönüllülük ve iyilikseverlik ise cömertliklerdir.
(.......)
Ethica Okumaları II
Ulus Baker
Ve işte Spinoza'dan bir düşünce sekansı:
"Tutku olan Sevinç ve Arzu'nun ötesinde, başka türlü Sevinç ve Arzu duyguları da var --bunlar yalnızca faal olduğumuzda bizimle ilgililer."
"Faal olduğu açıdan Zihne ilişkin bütün o duygular arasında Sevinçlerden ve Arzulardan başkası hiç yoktur; yani bunlardan hiçbiri Kederli değildir..."
Yani sevinçlerimizin nedeni çoğunlukla biz değiliz --dinlediğimiz bir müzik,
okuduğumuz bir kitap, seyrettiğimiz bir film, ilk bakışta aşık olduğumuz biri,
doğumumuzdan sonra annemiz, zora düştüğümüzde babamız, dostlarımız vesaire.
Bunlar pasif sevinçlerdir, çünkü nedenleri ortadan kalktığında onlar da ortadan kalkarlar. Ama faal olduğumuz sevinçler ve arzular da mümkün: ama onları bizzat "üretmek" zorundayız --çünkü faal olmak üretmek demektir: o halde --bestelediğimiz müzik, yaptığımız bir film, yazdığımız bir kitap, aşık olmayı becerdiğimiz bir an, bu anların hepsi aktif arzulara tekabül eden aktif sevinçlerdir.
Ve bu aktif sevinçler (Fortitudo: ruh güçlülüğü) Spinoza tarafından ikiye ayrılıyor:
Ruh Sağlamlığı (Animositas) ve Ruh Cömertliği (Generositas)... Bunlardan ilki
tutkularla değil de akılla varlığımızı sürdürmeye çabalama arzumuz. İkincisi ise bir
"cömertlik", yani sadece aklımızla insanlarla iletişime girmemiz, onlarla yardımlaşmamız ve ortaklaşmamız -yani toplum... İlkinde bir Ayıklık (Sobrietas), bir Oranlılık (Temperentia), tehlike anında Uyanıklık (Praesentia in periculis animi) var... Bunlar Ruh Güçlülüğüne aitler... Alçakgönüllülük (Modestia) ve Cömertlik (Clementia) ise Ruhun Cömertliğine aitler... Bununla insanlarla birarada olmak için nedenlerimiz oluyor.
(........)
Ethica Okumaları III
Ulus Baker
"Zalimlik ya da vahşet birinin bizim sevdiğimiz veya acıdığımız birine zarar vermeye yönelik hissettiği dürtüdür..." Ve Spinoza bu tanımın hemen ardından bir açıklama yapar: "Zalimliğin zıddı bağışlayıcılıktır ve zihnin pasif bir hali değil, sayesinde insanın öfkesini ve kinini sınırlayabildiği bir kudrettir..."
(.......)
Ethica Okumaları IV
Ulus Baker
Biraz önce sunduğum Spinoza özetindeki son üç bölümü kateden vazgeçilmez bir
kavram var: Acquiescentia. Latince sözlük anlamını "doyum" diye verebilirsiniz, ama bu tür bir tercümeyle hiçbir şey anlamamış olursunuz. "Memnuniyet" kelimesi
önersek bu kez suratlardaki o aptalca gülücükle bezenmiş genel budalalığı hissetme tehlikesi belirecektir. (....) : "sonuçta gerçekten iyi, insanlara iletilebilir, ve ruhun, geriye kalan her şeye boşvererek sadece onunla etkilenebileceği bir şeyin bulunup bulunmadığını araştırmaya karar verdim; dahası, keşfedilmesi ve edinilmesi bana ebediyete kadar en yüksek ve sürekli bir sevinç verecek bir şeyin olup olmadığını sordum kendime..."
(...) Spinoza farkındadır ki insanlar da bütün varlıklar gibi varlıklarında direnmeye çabalarlar ellerinden geldiğince ve ilk bakışta "çuvallamaları" mukadder gibidir. Ama bilinmesi gerekir ki, bir çaba sarfetmiyor olsaydık "doyamazdık" ve hiçbir şeyi edinemezdik. Başka bir deyişle Acquiescentia bir çabaya karşılıktır, kendiliğinden gelen bir durum değildir. Ama bu aynı zamanda "yatışmadır" da... Çünkü her çaba kendi maksimum sürekliliğini garantileyecek bir düzende ve dünyada yaşamayı istemek yönündedir (genellikle böyle olmaz, ama hep bunu isteriz). Bu "ruh dinginliği" hali galiba ta baştan beri Spinoza'nın hedefidir ve kullandığımız bu kavramın başka bir ifadesidir.
(...)
O kadar ki mutluluğun zıddı da yok gibidir: birisini mutsuz etmek ancak sizin aynı oranda bu durumdan mutluluk duyabilmeniz sayesinde mümkün hale gelir. Acquiescentia ilk başta mutluluğun sürekliliği gibi düşünülebilir. Oysa Spinoza çok kolay gösteriyor ki öyle değildir --çok basit bir nedenle: sürebilmesi için önce mutluluğun olması gerekir. O halde Spinoza'nın ahlak felsefesi basit ve yalın bir "hazcılık" (hedonizm) olarak düşünülmemeli. Başka bir deyişle doyumlarımızın peşinde koşuşturup durdukça, "hayata yapıştıkça" mutlu filan olmuyoruz, olsa olsa
mutluluğun yerine koyduğumuz birtakım hazların gergin ve belirsiz dünyasında
yaşayıp gidiyoruz.
(...)
Spinoza hiçbir zaman tutkuları reddetmeye kalkışmadı, çünkü böyle bir irade zaten asla mümkün olamazdı. O halde bütün Etik sevinç duygularını yaşamaya, kederli duyguları ise azaltmaya yönelik olmalıydı. Acquiescentia: Spinoza sevinçli ve neşeli duyguların filozofu olarak bilinir ve bu yüzden de suçlanır... Çünkü karşıtları sevinçli duyguların insanları ve oluşturdukları toplumları kuvvetlendirdiğini, onları kolay kolay "yönetilmez" kıldığını da bilirler. Şimdilik "memnuniyet" diye --geçici olarak-- tercüme etmeyi sürdüreceğim acquiescentia terimi ilk kez Descartes tarafından "kendi halinden memnun olmak" anlamında kullanılmıştı.
(.....)
Alıntılıyorum:
Ethica Okumaları I
Ulus Baker
Spinoza felsefesinin en ilginç formüllerinden biriyle başlıyoruz: “Barış savaşın
yokluğu değil ruhun kuvvetinden kaynaklanan bir erdemdir.”
Aynı önermenin Scholium’unda Spinoza bize düşünebildiği ölçüde zihne bağlanan bütün eylemlerin ruhun, karakterin kuvvetini kurduğu ve beslediğini söyledikten sonra ruhun kuvvetinin iki önemli görünümünü ele alır. Birincisi cesaret (animositas), ikincisiyse yüce gönüllülük ya da cömertliktir (generositas). Bu mefhumlarn doğrudan doğruya bir toplumsallık karakteri içerdikleri açıktır. Cesaret herbirimizi sadece aklın buyrukları doğrultusunda varlığını sürdürmeye çabalatan arzu iken cömertlik ya da yüce gönüllülük yine sadece aklın buyrukları uyarınca herbirimizi başka insanlara yardım etmeye ve onları kendimize dostluk bağıyla bağlamaya yönelten arzudur. Bu elbette düşünme ve eyleme kudretindeki bir artış tarafından kuşatılır ve desteklenir; başka bir deyişle cesaret eylemli kişinin kişisel ve özel çıkarlarının meselesiyken yüce gönüllülük, üstüne başkalarının çıkarlarını da mesele etmektir –temkinlilik, ayıklık, tehlike anında atiklik cesaretlerdir, alçakgönüllülük ve iyilikseverlik ise cömertliklerdir.
(.......)
Ethica Okumaları II
Ulus Baker
Ve işte Spinoza'dan bir düşünce sekansı:
"Tutku olan Sevinç ve Arzu'nun ötesinde, başka türlü Sevinç ve Arzu duyguları da var --bunlar yalnızca faal olduğumuzda bizimle ilgililer."
"Faal olduğu açıdan Zihne ilişkin bütün o duygular arasında Sevinçlerden ve Arzulardan başkası hiç yoktur; yani bunlardan hiçbiri Kederli değildir..."
Yani sevinçlerimizin nedeni çoğunlukla biz değiliz --dinlediğimiz bir müzik,
okuduğumuz bir kitap, seyrettiğimiz bir film, ilk bakışta aşık olduğumuz biri,
doğumumuzdan sonra annemiz, zora düştüğümüzde babamız, dostlarımız vesaire.
Bunlar pasif sevinçlerdir, çünkü nedenleri ortadan kalktığında onlar da ortadan kalkarlar. Ama faal olduğumuz sevinçler ve arzular da mümkün: ama onları bizzat "üretmek" zorundayız --çünkü faal olmak üretmek demektir: o halde --bestelediğimiz müzik, yaptığımız bir film, yazdığımız bir kitap, aşık olmayı becerdiğimiz bir an, bu anların hepsi aktif arzulara tekabül eden aktif sevinçlerdir.
Ve bu aktif sevinçler (Fortitudo: ruh güçlülüğü) Spinoza tarafından ikiye ayrılıyor:
Ruh Sağlamlığı (Animositas) ve Ruh Cömertliği (Generositas)... Bunlardan ilki
tutkularla değil de akılla varlığımızı sürdürmeye çabalama arzumuz. İkincisi ise bir
"cömertlik", yani sadece aklımızla insanlarla iletişime girmemiz, onlarla yardımlaşmamız ve ortaklaşmamız -yani toplum... İlkinde bir Ayıklık (Sobrietas), bir Oranlılık (Temperentia), tehlike anında Uyanıklık (Praesentia in periculis animi) var... Bunlar Ruh Güçlülüğüne aitler... Alçakgönüllülük (Modestia) ve Cömertlik (Clementia) ise Ruhun Cömertliğine aitler... Bununla insanlarla birarada olmak için nedenlerimiz oluyor.
(........)
Ethica Okumaları III
Ulus Baker
"Zalimlik ya da vahşet birinin bizim sevdiğimiz veya acıdığımız birine zarar vermeye yönelik hissettiği dürtüdür..." Ve Spinoza bu tanımın hemen ardından bir açıklama yapar: "Zalimliğin zıddı bağışlayıcılıktır ve zihnin pasif bir hali değil, sayesinde insanın öfkesini ve kinini sınırlayabildiği bir kudrettir..."
(.......)
Ethica Okumaları IV
Ulus Baker
Biraz önce sunduğum Spinoza özetindeki son üç bölümü kateden vazgeçilmez bir
kavram var: Acquiescentia. Latince sözlük anlamını "doyum" diye verebilirsiniz, ama bu tür bir tercümeyle hiçbir şey anlamamış olursunuz. "Memnuniyet" kelimesi
önersek bu kez suratlardaki o aptalca gülücükle bezenmiş genel budalalığı hissetme tehlikesi belirecektir. (....) : "sonuçta gerçekten iyi, insanlara iletilebilir, ve ruhun, geriye kalan her şeye boşvererek sadece onunla etkilenebileceği bir şeyin bulunup bulunmadığını araştırmaya karar verdim; dahası, keşfedilmesi ve edinilmesi bana ebediyete kadar en yüksek ve sürekli bir sevinç verecek bir şeyin olup olmadığını sordum kendime..."
(...) Spinoza farkındadır ki insanlar da bütün varlıklar gibi varlıklarında direnmeye çabalarlar ellerinden geldiğince ve ilk bakışta "çuvallamaları" mukadder gibidir. Ama bilinmesi gerekir ki, bir çaba sarfetmiyor olsaydık "doyamazdık" ve hiçbir şeyi edinemezdik. Başka bir deyişle Acquiescentia bir çabaya karşılıktır, kendiliğinden gelen bir durum değildir. Ama bu aynı zamanda "yatışmadır" da... Çünkü her çaba kendi maksimum sürekliliğini garantileyecek bir düzende ve dünyada yaşamayı istemek yönündedir (genellikle böyle olmaz, ama hep bunu isteriz). Bu "ruh dinginliği" hali galiba ta baştan beri Spinoza'nın hedefidir ve kullandığımız bu kavramın başka bir ifadesidir.
(...)
O kadar ki mutluluğun zıddı da yok gibidir: birisini mutsuz etmek ancak sizin aynı oranda bu durumdan mutluluk duyabilmeniz sayesinde mümkün hale gelir. Acquiescentia ilk başta mutluluğun sürekliliği gibi düşünülebilir. Oysa Spinoza çok kolay gösteriyor ki öyle değildir --çok basit bir nedenle: sürebilmesi için önce mutluluğun olması gerekir. O halde Spinoza'nın ahlak felsefesi basit ve yalın bir "hazcılık" (hedonizm) olarak düşünülmemeli. Başka bir deyişle doyumlarımızın peşinde koşuşturup durdukça, "hayata yapıştıkça" mutlu filan olmuyoruz, olsa olsa
mutluluğun yerine koyduğumuz birtakım hazların gergin ve belirsiz dünyasında
yaşayıp gidiyoruz.
(...)
Spinoza hiçbir zaman tutkuları reddetmeye kalkışmadı, çünkü böyle bir irade zaten asla mümkün olamazdı. O halde bütün Etik sevinç duygularını yaşamaya, kederli duyguları ise azaltmaya yönelik olmalıydı. Acquiescentia: Spinoza sevinçli ve neşeli duyguların filozofu olarak bilinir ve bu yüzden de suçlanır... Çünkü karşıtları sevinçli duyguların insanları ve oluşturdukları toplumları kuvvetlendirdiğini, onları kolay kolay "yönetilmez" kıldığını da bilirler. Şimdilik "memnuniyet" diye --geçici olarak-- tercüme etmeyi sürdüreceğim acquiescentia terimi ilk kez Descartes tarafından "kendi halinden memnun olmak" anlamında kullanılmıştı.
(.....)
Pazar, Kasım 10, 2024
Perşembe, Kasım 07, 2024
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)