Salı, Kasım 12, 2024
MARX SOHTORİK
FASA FİSO BURUNATA
Çok konuşan ve her zaman bilgi veren bir arkadaşım vardı. Kendinden bahsetmemesi güzeldi ama bu da fikir gevezeliğiydi, kendi fikirlerinin ve bilgilerinin. Ben'den bahis yok ama ben bilirim'den değme gitsin... Bir gün kafede yanımıza bir kadın oturdu. Bu anlatmaya başladı, ondan bundan, kadın bana yakın duruyor ama buna bakıp, ne harika di mi, bilgili insanları çok seviyorum diyor; ben konuşsam ona hiç bakmayacak bile, ama ben sadece gülüyorum: Ya, öyle mi, ne enteresan... Peki şu ne?
Godard Zagdanski'ye Karşı
Ulus Baker
Sinema bir "saçmalık" mı?
-Sinema yalanın tarihinde küçük bir halkadan başka bir şey değildir. (...) Sinemanın manipülasyon ile de çok yakın bağı var. Oysa edebiyat özgürleşmeyle ilgilidir. (...) Sinemaysa, toptan, ezenin tarafındadır.
-Sinema fikirlerle çalışır, metaforlarla değil. Herakleitos "Zaman zar oynayan bir çocuktur" dediğinde, işte metaforun kalbindeyiz --duyulmadık derinlikte poetik bir
kalkıştır bu. Sinema buna varamaz, zincirlenmiştir.
-Eh tamam. Bense buna sinema diyorum, neredeyse hiç varolmamış olsa bile.
-Aşılamaz bir nedenden dolayı: bir yazar diriliş eseri yaratır, eti sözü, Kelamı ifade eder. İmaj ise tamamıyla ölüm ve yokoluş sürecine batmıştır. Bir çiçeğin fotoğrafını çektiğinizde onu zehirlersiniz, öldürürsünüz. Sinemanın bütün problemi köklerindeki bu zehiri montaj ile dengelemeye çalışmaktı.
-Montaj hiç varolmadı. Hayatı akışa hiç geçiremedi, çok ender istisnalar dışında-tıpkı evrimde olduğu gibi. Rimbaud ile Mallarmé gerçek montajcılardı. Sinema bunu yapmayı başaramadı. Yine de, çocukça niyetleri vardı ama paranın kötü kullanımı yüzünden bunlar çok çabuk yozlaşıp gittiler. Sinemanın binde biri yine de kurtarılabilir.
Godard Zagdanski'ye Karşı
Ulus Baker
Sinema bir "saçmalık" mı?
-Sinema yalanın tarihinde küçük bir halkadan başka bir şey değildir. (...) Sinemanın manipülasyon ile de çok yakın bağı var. Oysa edebiyat özgürleşmeyle ilgilidir. (...) Sinemaysa, toptan, ezenin tarafındadır.
-Sinema fikirlerle çalışır, metaforlarla değil. Herakleitos "Zaman zar oynayan bir çocuktur" dediğinde, işte metaforun kalbindeyiz --duyulmadık derinlikte poetik bir
kalkıştır bu. Sinema buna varamaz, zincirlenmiştir.
-Eh tamam. Bense buna sinema diyorum, neredeyse hiç varolmamış olsa bile.
-Aşılamaz bir nedenden dolayı: bir yazar diriliş eseri yaratır, eti sözü, Kelamı ifade eder. İmaj ise tamamıyla ölüm ve yokoluş sürecine batmıştır. Bir çiçeğin fotoğrafını çektiğinizde onu zehirlersiniz, öldürürsünüz. Sinemanın bütün problemi köklerindeki bu zehiri montaj ile dengelemeye çalışmaktı.
-Montaj hiç varolmadı. Hayatı akışa hiç geçiremedi, çok ender istisnalar dışında-tıpkı evrimde olduğu gibi. Rimbaud ile Mallarmé gerçek montajcılardı. Sinema bunu yapmayı başaramadı. Yine de, çocukça niyetleri vardı ama paranın kötü kullanımı yüzünden bunlar çok çabuk yozlaşıp gittiler. Sinemanın binde biri yine de kurtarılabilir.
ERİK
-Sanatçı olmak istiyorum.
-Beceriksizsin.
-Nerden biliyorsun?
-Geçen hayatında seni okula alan dekan bendim -senden hoşlandığım için- ama beceriksizdin. Sefil oldun.
-Bu hayatımda beceririm.
-Beceriksizsin!
-Sen bunu nerden hatırlıyorsun, geçmiş hayatlar hatırlanamaz.
-O kadar çok aynı insan olarak geldim ki senden başka bir şey hatırlamıyorum.
-Beceriksizsin...
-Beceriksizsin.
-Nerden biliyorsun?
-Geçen hayatında seni okula alan dekan bendim -senden hoşlandığım için- ama beceriksizdin. Sefil oldun.
-Bu hayatımda beceririm.
-Beceriksizsin!
-Sen bunu nerden hatırlıyorsun, geçmiş hayatlar hatırlanamaz.
-O kadar çok aynı insan olarak geldim ki senden başka bir şey hatırlamıyorum.
-Beceriksizsin...
Pazartesi, Kasım 11, 2024
TALAŞ
VE SAİRE VE SAİRE VE SAİRE
Bunlar üzerine –bu dediğim: filozoflar- neden bu kadar konuşuyorlar -evet yazıyorlar da- anlayabilmiş değilim. Çok sıkıcı değil mi! Kişisel gelişim kitabı gibi sadece, bir tane akıllı cümle-aforizma da yok; ama bu adlar BÜYÜK! Sanırım sadece adlar üzerine, bu insanların tanınmış adları olduğu için konuşuyorlar -ve böylece kendileri de uzun kuyrukta anılmış oluyorlar. “ben Şirokko kuyruğundayım, siz? Sipinoza mı, ay ne hayret!” Böylece de tatmin oluyorlar. Kadınla sevişmek yerine vibratöre sokmak gibi.
Alıntılıyorum:
Ethica Okumaları I
Ulus Baker
Spinoza felsefesinin en ilginç formüllerinden biriyle başlıyoruz: “Barış savaşın
yokluğu değil ruhun kuvvetinden kaynaklanan bir erdemdir.”
Aynı önermenin Scholium’unda Spinoza bize düşünebildiği ölçüde zihne bağlanan bütün eylemlerin ruhun, karakterin kuvvetini kurduğu ve beslediğini söyledikten sonra ruhun kuvvetinin iki önemli görünümünü ele alır. Birincisi cesaret (animositas), ikincisiyse yüce gönüllülük ya da cömertliktir (generositas). Bu mefhumlarn doğrudan doğruya bir toplumsallık karakteri içerdikleri açıktır. Cesaret herbirimizi sadece aklın buyrukları doğrultusunda varlığını sürdürmeye çabalatan arzu iken cömertlik ya da yüce gönüllülük yine sadece aklın buyrukları uyarınca herbirimizi başka insanlara yardım etmeye ve onları kendimize dostluk bağıyla bağlamaya yönelten arzudur. Bu elbette düşünme ve eyleme kudretindeki bir artış tarafından kuşatılır ve desteklenir; başka bir deyişle cesaret eylemli kişinin kişisel ve özel çıkarlarının meselesiyken yüce gönüllülük, üstüne başkalarının çıkarlarını da mesele etmektir –temkinlilik, ayıklık, tehlike anında atiklik cesaretlerdir, alçakgönüllülük ve iyilikseverlik ise cömertliklerdir.
(.......)
Ethica Okumaları II
Ulus Baker
Ve işte Spinoza'dan bir düşünce sekansı:
"Tutku olan Sevinç ve Arzu'nun ötesinde, başka türlü Sevinç ve Arzu duyguları da var --bunlar yalnızca faal olduğumuzda bizimle ilgililer."
"Faal olduğu açıdan Zihne ilişkin bütün o duygular arasında Sevinçlerden ve Arzulardan başkası hiç yoktur; yani bunlardan hiçbiri Kederli değildir..."
Yani sevinçlerimizin nedeni çoğunlukla biz değiliz --dinlediğimiz bir müzik,
okuduğumuz bir kitap, seyrettiğimiz bir film, ilk bakışta aşık olduğumuz biri,
doğumumuzdan sonra annemiz, zora düştüğümüzde babamız, dostlarımız vesaire.
Bunlar pasif sevinçlerdir, çünkü nedenleri ortadan kalktığında onlar da ortadan kalkarlar. Ama faal olduğumuz sevinçler ve arzular da mümkün: ama onları bizzat "üretmek" zorundayız --çünkü faal olmak üretmek demektir: o halde --bestelediğimiz müzik, yaptığımız bir film, yazdığımız bir kitap, aşık olmayı becerdiğimiz bir an, bu anların hepsi aktif arzulara tekabül eden aktif sevinçlerdir.
Ve bu aktif sevinçler (Fortitudo: ruh güçlülüğü) Spinoza tarafından ikiye ayrılıyor:
Ruh Sağlamlığı (Animositas) ve Ruh Cömertliği (Generositas)... Bunlardan ilki
tutkularla değil de akılla varlığımızı sürdürmeye çabalama arzumuz. İkincisi ise bir
"cömertlik", yani sadece aklımızla insanlarla iletişime girmemiz, onlarla yardımlaşmamız ve ortaklaşmamız -yani toplum... İlkinde bir Ayıklık (Sobrietas), bir Oranlılık (Temperentia), tehlike anında Uyanıklık (Praesentia in periculis animi) var... Bunlar Ruh Güçlülüğüne aitler... Alçakgönüllülük (Modestia) ve Cömertlik (Clementia) ise Ruhun Cömertliğine aitler... Bununla insanlarla birarada olmak için nedenlerimiz oluyor.
(........)
Ethica Okumaları III
Ulus Baker
"Zalimlik ya da vahşet birinin bizim sevdiğimiz veya acıdığımız birine zarar vermeye yönelik hissettiği dürtüdür..." Ve Spinoza bu tanımın hemen ardından bir açıklama yapar: "Zalimliğin zıddı bağışlayıcılıktır ve zihnin pasif bir hali değil, sayesinde insanın öfkesini ve kinini sınırlayabildiği bir kudrettir..."
(.......)
Ethica Okumaları IV
Ulus Baker
Biraz önce sunduğum Spinoza özetindeki son üç bölümü kateden vazgeçilmez bir
kavram var: Acquiescentia. Latince sözlük anlamını "doyum" diye verebilirsiniz, ama bu tür bir tercümeyle hiçbir şey anlamamış olursunuz. "Memnuniyet" kelimesi
önersek bu kez suratlardaki o aptalca gülücükle bezenmiş genel budalalığı hissetme tehlikesi belirecektir. (....) : "sonuçta gerçekten iyi, insanlara iletilebilir, ve ruhun, geriye kalan her şeye boşvererek sadece onunla etkilenebileceği bir şeyin bulunup bulunmadığını araştırmaya karar verdim; dahası, keşfedilmesi ve edinilmesi bana ebediyete kadar en yüksek ve sürekli bir sevinç verecek bir şeyin olup olmadığını sordum kendime..."
(...) Spinoza farkındadır ki insanlar da bütün varlıklar gibi varlıklarında direnmeye çabalarlar ellerinden geldiğince ve ilk bakışta "çuvallamaları" mukadder gibidir. Ama bilinmesi gerekir ki, bir çaba sarfetmiyor olsaydık "doyamazdık" ve hiçbir şeyi edinemezdik. Başka bir deyişle Acquiescentia bir çabaya karşılıktır, kendiliğinden gelen bir durum değildir. Ama bu aynı zamanda "yatışmadır" da... Çünkü her çaba kendi maksimum sürekliliğini garantileyecek bir düzende ve dünyada yaşamayı istemek yönündedir (genellikle böyle olmaz, ama hep bunu isteriz). Bu "ruh dinginliği" hali galiba ta baştan beri Spinoza'nın hedefidir ve kullandığımız bu kavramın başka bir ifadesidir.
(...)
O kadar ki mutluluğun zıddı da yok gibidir: birisini mutsuz etmek ancak sizin aynı oranda bu durumdan mutluluk duyabilmeniz sayesinde mümkün hale gelir. Acquiescentia ilk başta mutluluğun sürekliliği gibi düşünülebilir. Oysa Spinoza çok kolay gösteriyor ki öyle değildir --çok basit bir nedenle: sürebilmesi için önce mutluluğun olması gerekir. O halde Spinoza'nın ahlak felsefesi basit ve yalın bir "hazcılık" (hedonizm) olarak düşünülmemeli. Başka bir deyişle doyumlarımızın peşinde koşuşturup durdukça, "hayata yapıştıkça" mutlu filan olmuyoruz, olsa olsa
mutluluğun yerine koyduğumuz birtakım hazların gergin ve belirsiz dünyasında
yaşayıp gidiyoruz.
(...)
Spinoza hiçbir zaman tutkuları reddetmeye kalkışmadı, çünkü böyle bir irade zaten asla mümkün olamazdı. O halde bütün Etik sevinç duygularını yaşamaya, kederli duyguları ise azaltmaya yönelik olmalıydı. Acquiescentia: Spinoza sevinçli ve neşeli duyguların filozofu olarak bilinir ve bu yüzden de suçlanır... Çünkü karşıtları sevinçli duyguların insanları ve oluşturdukları toplumları kuvvetlendirdiğini, onları kolay kolay "yönetilmez" kıldığını da bilirler. Şimdilik "memnuniyet" diye --geçici olarak-- tercüme etmeyi sürdüreceğim acquiescentia terimi ilk kez Descartes tarafından "kendi halinden memnun olmak" anlamında kullanılmıştı.
(.....)
Alıntılıyorum:
Ethica Okumaları I
Ulus Baker
Spinoza felsefesinin en ilginç formüllerinden biriyle başlıyoruz: “Barış savaşın
yokluğu değil ruhun kuvvetinden kaynaklanan bir erdemdir.”
Aynı önermenin Scholium’unda Spinoza bize düşünebildiği ölçüde zihne bağlanan bütün eylemlerin ruhun, karakterin kuvvetini kurduğu ve beslediğini söyledikten sonra ruhun kuvvetinin iki önemli görünümünü ele alır. Birincisi cesaret (animositas), ikincisiyse yüce gönüllülük ya da cömertliktir (generositas). Bu mefhumlarn doğrudan doğruya bir toplumsallık karakteri içerdikleri açıktır. Cesaret herbirimizi sadece aklın buyrukları doğrultusunda varlığını sürdürmeye çabalatan arzu iken cömertlik ya da yüce gönüllülük yine sadece aklın buyrukları uyarınca herbirimizi başka insanlara yardım etmeye ve onları kendimize dostluk bağıyla bağlamaya yönelten arzudur. Bu elbette düşünme ve eyleme kudretindeki bir artış tarafından kuşatılır ve desteklenir; başka bir deyişle cesaret eylemli kişinin kişisel ve özel çıkarlarının meselesiyken yüce gönüllülük, üstüne başkalarının çıkarlarını da mesele etmektir –temkinlilik, ayıklık, tehlike anında atiklik cesaretlerdir, alçakgönüllülük ve iyilikseverlik ise cömertliklerdir.
(.......)
Ethica Okumaları II
Ulus Baker
Ve işte Spinoza'dan bir düşünce sekansı:
"Tutku olan Sevinç ve Arzu'nun ötesinde, başka türlü Sevinç ve Arzu duyguları da var --bunlar yalnızca faal olduğumuzda bizimle ilgililer."
"Faal olduğu açıdan Zihne ilişkin bütün o duygular arasında Sevinçlerden ve Arzulardan başkası hiç yoktur; yani bunlardan hiçbiri Kederli değildir..."
Yani sevinçlerimizin nedeni çoğunlukla biz değiliz --dinlediğimiz bir müzik,
okuduğumuz bir kitap, seyrettiğimiz bir film, ilk bakışta aşık olduğumuz biri,
doğumumuzdan sonra annemiz, zora düştüğümüzde babamız, dostlarımız vesaire.
Bunlar pasif sevinçlerdir, çünkü nedenleri ortadan kalktığında onlar da ortadan kalkarlar. Ama faal olduğumuz sevinçler ve arzular da mümkün: ama onları bizzat "üretmek" zorundayız --çünkü faal olmak üretmek demektir: o halde --bestelediğimiz müzik, yaptığımız bir film, yazdığımız bir kitap, aşık olmayı becerdiğimiz bir an, bu anların hepsi aktif arzulara tekabül eden aktif sevinçlerdir.
Ve bu aktif sevinçler (Fortitudo: ruh güçlülüğü) Spinoza tarafından ikiye ayrılıyor:
Ruh Sağlamlığı (Animositas) ve Ruh Cömertliği (Generositas)... Bunlardan ilki
tutkularla değil de akılla varlığımızı sürdürmeye çabalama arzumuz. İkincisi ise bir
"cömertlik", yani sadece aklımızla insanlarla iletişime girmemiz, onlarla yardımlaşmamız ve ortaklaşmamız -yani toplum... İlkinde bir Ayıklık (Sobrietas), bir Oranlılık (Temperentia), tehlike anında Uyanıklık (Praesentia in periculis animi) var... Bunlar Ruh Güçlülüğüne aitler... Alçakgönüllülük (Modestia) ve Cömertlik (Clementia) ise Ruhun Cömertliğine aitler... Bununla insanlarla birarada olmak için nedenlerimiz oluyor.
(........)
Ethica Okumaları III
Ulus Baker
"Zalimlik ya da vahşet birinin bizim sevdiğimiz veya acıdığımız birine zarar vermeye yönelik hissettiği dürtüdür..." Ve Spinoza bu tanımın hemen ardından bir açıklama yapar: "Zalimliğin zıddı bağışlayıcılıktır ve zihnin pasif bir hali değil, sayesinde insanın öfkesini ve kinini sınırlayabildiği bir kudrettir..."
(.......)
Ethica Okumaları IV
Ulus Baker
Biraz önce sunduğum Spinoza özetindeki son üç bölümü kateden vazgeçilmez bir
kavram var: Acquiescentia. Latince sözlük anlamını "doyum" diye verebilirsiniz, ama bu tür bir tercümeyle hiçbir şey anlamamış olursunuz. "Memnuniyet" kelimesi
önersek bu kez suratlardaki o aptalca gülücükle bezenmiş genel budalalığı hissetme tehlikesi belirecektir. (....) : "sonuçta gerçekten iyi, insanlara iletilebilir, ve ruhun, geriye kalan her şeye boşvererek sadece onunla etkilenebileceği bir şeyin bulunup bulunmadığını araştırmaya karar verdim; dahası, keşfedilmesi ve edinilmesi bana ebediyete kadar en yüksek ve sürekli bir sevinç verecek bir şeyin olup olmadığını sordum kendime..."
(...) Spinoza farkındadır ki insanlar da bütün varlıklar gibi varlıklarında direnmeye çabalarlar ellerinden geldiğince ve ilk bakışta "çuvallamaları" mukadder gibidir. Ama bilinmesi gerekir ki, bir çaba sarfetmiyor olsaydık "doyamazdık" ve hiçbir şeyi edinemezdik. Başka bir deyişle Acquiescentia bir çabaya karşılıktır, kendiliğinden gelen bir durum değildir. Ama bu aynı zamanda "yatışmadır" da... Çünkü her çaba kendi maksimum sürekliliğini garantileyecek bir düzende ve dünyada yaşamayı istemek yönündedir (genellikle böyle olmaz, ama hep bunu isteriz). Bu "ruh dinginliği" hali galiba ta baştan beri Spinoza'nın hedefidir ve kullandığımız bu kavramın başka bir ifadesidir.
(...)
O kadar ki mutluluğun zıddı da yok gibidir: birisini mutsuz etmek ancak sizin aynı oranda bu durumdan mutluluk duyabilmeniz sayesinde mümkün hale gelir. Acquiescentia ilk başta mutluluğun sürekliliği gibi düşünülebilir. Oysa Spinoza çok kolay gösteriyor ki öyle değildir --çok basit bir nedenle: sürebilmesi için önce mutluluğun olması gerekir. O halde Spinoza'nın ahlak felsefesi basit ve yalın bir "hazcılık" (hedonizm) olarak düşünülmemeli. Başka bir deyişle doyumlarımızın peşinde koşuşturup durdukça, "hayata yapıştıkça" mutlu filan olmuyoruz, olsa olsa
mutluluğun yerine koyduğumuz birtakım hazların gergin ve belirsiz dünyasında
yaşayıp gidiyoruz.
(...)
Spinoza hiçbir zaman tutkuları reddetmeye kalkışmadı, çünkü böyle bir irade zaten asla mümkün olamazdı. O halde bütün Etik sevinç duygularını yaşamaya, kederli duyguları ise azaltmaya yönelik olmalıydı. Acquiescentia: Spinoza sevinçli ve neşeli duyguların filozofu olarak bilinir ve bu yüzden de suçlanır... Çünkü karşıtları sevinçli duyguların insanları ve oluşturdukları toplumları kuvvetlendirdiğini, onları kolay kolay "yönetilmez" kıldığını da bilirler. Şimdilik "memnuniyet" diye --geçici olarak-- tercüme etmeyi sürdüreceğim acquiescentia terimi ilk kez Descartes tarafından "kendi halinden memnun olmak" anlamında kullanılmıştı.
(.....)
Pazar, Kasım 10, 2024
Perşembe, Kasım 07, 2024
Salı, Kasım 05, 2024
Pazartesi, Kasım 04, 2024
Pazar, Kasım 03, 2024
EN İYİ PARÇALAR BÜTÜNDEN GELENLERDİR
-Felsefenin artık sadece parça halinde mümkün olduğuna inanıyorum. İnfilak biçimiyle. Bir bölümden sonra bir ötekini hazırlamak, bunu kitap biçimine sokmak artık mümkün değil.
-Nietzsche, sistem oluşturma hırsında bir dürüstlük noksanlığı olduğunu söylüyordu.
-Birisi, hangi konuda olursa olsun, kırk sayfalık bir deneme yazmaya giriştiğinde, önceden saptanmış bazı doğrulamalardan yola çıkar ve onlara mahkum kalır. Bir tür dürüstlük anlayışı onu, bir yandan bu doğrulara riayet ederek kendisiyle çelişkiye düşmeden sonuna kadar gitmeye mecbur eder; bununla birlikte, ilerledikçe, metin onu başka yönlere çeker ve bunları reddetmek zorundadır, çünkü çizdiği yoldan uzaklaştırırlar. Kendi kendimize çizdiğimiz bir çemberin içinde kapalı kalırız. Bundan dolayıdır ki dürüst olalım derken sahteliğe düşeriz ve doğruluğumuz azalır. Eğer kırk sayfalık bir denemede bunlar oluyorsa, bir sistemde neler olmaz ki! (BURDA ÇELİŞMEYE BAŞLIYOR: PARÇALAR, BÜTÜNDEN GELİR.) Bütün yapılandırılmış düşüncelerin faciası buradadır: Çelişkiye izin vermemek. Sahteliğe böyle düşülür, tutarlılığı korumak için kendi kendine yalan söylenir. Buna karşılık, eğer parçalar üretilirse, bir gün içinde hem bir şey hem de onun aksi söylenebilir. Niçin? Çünkü parça, farklı bir tecrübeden gelir ve hakiki tecrübelerdir bunlar: Esastırlar. Bunun sorumsuzluk olduğu söylenecek; ama eğer durum böyleyse, bizzat hayatın sorumsuz olması anlamında sorumsuzluktur. Parçalar halindeki bir düşünce, tecrübenizin bütün veçhelerini yansıtır; sistemli bir düşünce ise sadece bir veçheyi yansıtır, denetlenen veçheyi, bundan dolayı da yoksullaştırılan veçheyi... Nietzsche'de, Dostoyevski'de, ihtimal dahilindeki bütün insanlık tipleri, bütün tecrübeler ifadelerini bulmuştur. Sistemde ise sadece denetleyici konuşur, şef konuşur. Sistem daima şefin sesidir: Bunun içindir ki sistem totaliterdir, oysa parça halindeki düşünce özgür kalır.
-Nietzsche, sistem oluşturma hırsında bir dürüstlük noksanlığı olduğunu söylüyordu.
-Birisi, hangi konuda olursa olsun, kırk sayfalık bir deneme yazmaya giriştiğinde, önceden saptanmış bazı doğrulamalardan yola çıkar ve onlara mahkum kalır. Bir tür dürüstlük anlayışı onu, bir yandan bu doğrulara riayet ederek kendisiyle çelişkiye düşmeden sonuna kadar gitmeye mecbur eder; bununla birlikte, ilerledikçe, metin onu başka yönlere çeker ve bunları reddetmek zorundadır, çünkü çizdiği yoldan uzaklaştırırlar. Kendi kendimize çizdiğimiz bir çemberin içinde kapalı kalırız. Bundan dolayıdır ki dürüst olalım derken sahteliğe düşeriz ve doğruluğumuz azalır. Eğer kırk sayfalık bir denemede bunlar oluyorsa, bir sistemde neler olmaz ki! (BURDA ÇELİŞMEYE BAŞLIYOR: PARÇALAR, BÜTÜNDEN GELİR.) Bütün yapılandırılmış düşüncelerin faciası buradadır: Çelişkiye izin vermemek. Sahteliğe böyle düşülür, tutarlılığı korumak için kendi kendine yalan söylenir. Buna karşılık, eğer parçalar üretilirse, bir gün içinde hem bir şey hem de onun aksi söylenebilir. Niçin? Çünkü parça, farklı bir tecrübeden gelir ve hakiki tecrübelerdir bunlar: Esastırlar. Bunun sorumsuzluk olduğu söylenecek; ama eğer durum böyleyse, bizzat hayatın sorumsuz olması anlamında sorumsuzluktur. Parçalar halindeki bir düşünce, tecrübenizin bütün veçhelerini yansıtır; sistemli bir düşünce ise sadece bir veçheyi yansıtır, denetlenen veçheyi, bundan dolayı da yoksullaştırılan veçheyi... Nietzsche'de, Dostoyevski'de, ihtimal dahilindeki bütün insanlık tipleri, bütün tecrübeler ifadelerini bulmuştur. Sistemde ise sadece denetleyici konuşur, şef konuşur. Sistem daima şefin sesidir: Bunun içindir ki sistem totaliterdir, oysa parça halindeki düşünce özgür kalır.
Cumartesi, Kasım 02, 2024
SEN DE HAKSIZSIN
-En iyi hikayeler kötü karşısında iyiden değil iyi karşısında iyiden çıkar. (Tolstoy)
-Sen de haklısın Nasreddin! De neden böyle bi hikaye yazamadın?
-Sen de haklısın Nasreddin! De neden böyle bi hikaye yazamadın?
MIH
-İlerleme, her kuşağın, öncekilere karşı adaletsizliğidir.
-Pek bir şey yaşamamışsın! Ben kuşakdaşlarım tarafından gerildim.
-Pek bir şey yaşamamışsın! Ben kuşakdaşlarım tarafından gerildim.
METİN BAHÇIVANI (M.S.)
Küçük bir düzeltmeyle metnin tüm eksiliği, anlattığı şeye sağlam bir karşı duruş olarak ortaya çıktı. Şak şak şak; ve şak şak şak, alkış olarak.
"Uzakdoğu uygarlığında "şiddet" fikri çok farklıdır; "doğrudan eylem" dışlanır "dolaylı eylem" övülür. En iyi tahsildar Çin'de en iyi vergi toplayan değil, vergi toplarken en az can yakandır; en iyi komutan en iyi savaşan değil, döneminde pek mesele çıkmayacak kadar talihli (BECERİKLİ: M.S.) olandır... Batı tıbbı; kesme, dikme ve delme; Çin tıbbı, uzaktan, yakma ve akupunktur... Batı'da kürek, Uzakdoğu'da yelken... Batı'da sürü-kitle çobanlığı, Uzakdoğu'da çobanlık yok -daha doğrusu manda çobanı çocuklar- genellikle sürünün kaplan tarafından kapılmalarını engeller... (...) Onlara göre en iyi otorite -yani doğanın düzenine en yakın olanı- her şeye içkin olduğu için asla bir şeye müdahale etmeye ihtiyaç duymayan otoritedir."
"Uzakdoğu uygarlığında "şiddet" fikri çok farklıdır; "doğrudan eylem" dışlanır "dolaylı eylem" övülür. En iyi tahsildar Çin'de en iyi vergi toplayan değil, vergi toplarken en az can yakandır; en iyi komutan en iyi savaşan değil, döneminde pek mesele çıkmayacak kadar talihli (BECERİKLİ: M.S.) olandır... Batı tıbbı; kesme, dikme ve delme; Çin tıbbı, uzaktan, yakma ve akupunktur... Batı'da kürek, Uzakdoğu'da yelken... Batı'da sürü-kitle çobanlığı, Uzakdoğu'da çobanlık yok -daha doğrusu manda çobanı çocuklar- genellikle sürünün kaplan tarafından kapılmalarını engeller... (...) Onlara göre en iyi otorite -yani doğanın düzenine en yakın olanı- her şeye içkin olduğu için asla bir şeye müdahale etmeye ihtiyaç duymayan otoritedir."
BENZERSE ESER DEĞİLDİR
Raskolnikov’un başarısızlığı Dostoyevski’nin Nütopya gibi bir eser okumamış olmasıdır.
“Raskolnikov’un haklılığı su götürmezdi: Bir tarafta doğanın kurallarına göre automata yaşayan bir kalabalık, diğer taraftaysa kendi hayatlarının trajik yoğunluklarıyla yaşamın vasatlığının bedelini ödedikleri için her şeyin onlara mubah olduğu seçkin bir azınlık vardı. Suçtan sonra neden vicdan azabıyla içi içini yedi? Dostoyevski, kendi prensiplerinin sonuçlarından korktuğu için olabilir mi? Fakat ölümle yüzleşmiş biri sonuçlarla ilgilenmez artık. Raskolnikov’un başarısızlığı Dostoyevski’nin kendi korkaklığıdır.” Cioran
“Raskolnikov’un haklılığı su götürmezdi: Bir tarafta doğanın kurallarına göre automata yaşayan bir kalabalık, diğer taraftaysa kendi hayatlarının trajik yoğunluklarıyla yaşamın vasatlığının bedelini ödedikleri için her şeyin onlara mubah olduğu seçkin bir azınlık vardı. Suçtan sonra neden vicdan azabıyla içi içini yedi? Dostoyevski, kendi prensiplerinin sonuçlarından korktuğu için olabilir mi? Fakat ölümle yüzleşmiş biri sonuçlarla ilgilenmez artık. Raskolnikov’un başarısızlığı Dostoyevski’nin kendi korkaklığıdır.” Cioran
Cuma, Kasım 01, 2024
MALOKURA
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)