Salı, Nisan 30, 2024
YELİZ
-Lütfen önce siz buyrun.
-Hayır hayır siz buyrun çünkü ben bayan değil kadınım.
Kubilay dedi ki:
-Ben geleceğe gidip bunu anladıkları tarihi tespit edicem.
-Otur oturduğun yerde dedim.
-Geleceğe gidip oturduğum yerde oturucam yine, dedi. Ben değişmem.
Hak verdim. Yine de izin vermedim. Tamam dedi:
-Bulandırma denizi uyandırma Yeliz'i.
-Yeliz kim!
-YZ'ye Yeliz demeyelim mi...
-Hayır hayır siz buyrun çünkü ben bayan değil kadınım.
Kubilay dedi ki:
-Ben geleceğe gidip bunu anladıkları tarihi tespit edicem.
-Otur oturduğun yerde dedim.
-Geleceğe gidip oturduğum yerde oturucam yine, dedi. Ben değişmem.
Hak verdim. Yine de izin vermedim. Tamam dedi:
-Bulandırma denizi uyandırma Yeliz'i.
-Yeliz kim!
-YZ'ye Yeliz demeyelim mi...
Pazartesi, Nisan 29, 2024
KÜRSÜ KÜSLÜĞÜ
Evimdeki kürsümde sevgililerimin günlüklerimi karıştırma olasılığına karşılık her zaman bir sahte günlük bulundururdum. Her zaman O’nu nasıl ne zaman, ondan 1 saat sonra ya da önce, tuvalette ya da tatilde kaçamak, aklıma ne estiyse anlattığım, ve benzeri şekillerde aldattığımla ilgili yazılarım olurdu.
AYRILIK VALSİ
Yalçın Küçük, Kundera’yı sevmemesi konusunda İlhan Selçuk’tan destek almış. Tabii ikisinin de bahsettikleri adı belli ünlü romanı. Ben de bir daha okumamıştım; ama Ayrılık Valsi kıskandığım bir romandır. Kadınlar özellikle okumalıdır diye Nütopya’da da epey alıntı vardır. Politikadan anlamam ama benim de anladığım konular var; Kundera ile başa baş gitmiştik o konuda, o yüzden severim O'nu.
Pazar, Nisan 28, 2024
Cumartesi, Nisan 27, 2024
BUNLAR OKUMUŞ ÇOCUKLAR!
Ünlemli, olumsuz anlamda kullanıyorum çünkü. Hep aynı şeyleri okumuş çocuklar! Ve bilinen edebiyatın çoğu (Kanon), bunların çocuğu.
Şavkar Altınel: “Oğuz Atay (...) her şeyden önce de ‘kendisi’ değil. Başkahramanına ‘Özben’ soyadını vermiş olabilir, ama içimde romanın arkasında elle tutulabilir bir ‘benlik’ olduğu, yazarın anlattıklarını gerçekten görüp yaşadığı duygusu yok. Daha çok, bunları bir yerlerden duymuş, öğrenmiş, doğru olanın dünyaya böyle bakmak olduğuna karar vermiş gibi. Yusuf Atılgan ya da Tezer Özlü’nün benzer krizlerinden yola çıkarak yazdıklarını otantik bulup severek okuyabilmeme karşılık, Atay gözüme sığ ve yapay görünüyor.”
Anılan iki yazar ile Oğuz Atay da aynı şeyleri okumuş çocuklar! Ne yazdıklarının, yazdıklarındaki başarının, sığlığın yapaylığın ya da kalitenin önemi ikincil. Bunlar, olmamış çocuklar... Benlikleri yok, bu yolla zaten kendileri de olamazlar; çünkü insan bu değil... Ruhlarında virüs var... Ne kadar tanınırlarsa, o kadar tehlikeli... (18 yaşına gelmeden çocuğumu asla sokmayacağım pasajlar, başlığıyla anlatılır bu Nütopya’da.)
Bu hesapça Şavkar Altınel de onlardan pek farklı değil...
Anılan iki yazar ile Oğuz Atay da aynı şeyleri okumuş çocuklar! Ne yazdıklarının, yazdıklarındaki başarının, sığlığın yapaylığın ya da kalitenin önemi ikincil. Bunlar, olmamış çocuklar... Benlikleri yok, bu yolla zaten kendileri de olamazlar; çünkü insan bu değil... Ruhlarında virüs var... Ne kadar tanınırlarsa, o kadar tehlikeli... (18 yaşına gelmeden çocuğumu asla sokmayacağım pasajlar, başlığıyla anlatılır bu Nütopya’da.)
Bu hesapça Şavkar Altınel de onlardan pek farklı değil...
LE GUIN’DEN BİLMEM KAÇINCI REZALET
Le Guin, Adem ile Havva’nın Güncesi’ni (Mark Twain) anlatıyor: “Adem'e Havva karşısındaki mutlak avantajı veren şey zekasının veya kaslarının üstünlüğü değil, bönlüğü ve aptallığı. Hiçbir şeyin farkına varmıyor, dinlemiyor, ilgilenmiyor, kayıtsız, suskun. Havva'yla iletişim kurmaya çalışmıyor; Havva -sözleri ve hareketleriyle- onunla iletişim kurmak ve onun Cennet'in geri kalanıyla iletişim kurmasını sağlamak zorunda kalıyor. Adem kendi halinden gayet memnun; Havva ona ayak uydurmak zorunda kalıyor. Adem kendi ilgisinin merkezinde sabitlenmiş durumda. Onunla birlikte yaşamak için Havva'nın dışarıda kalmayı, zorunsuz ve ikincil olmayı kabul etmesi lazım.”
Adem’in böyle gösterilmesi Le Guin’i rahatsız etmiyor! Mark Twain salağının, muhtemelen abazaların kadın tapıncı ve korkusu nedeniyle bunları yazmış olmasını da aklı almıyor!
Adem’in böyle gösterilmesi Le Guin’i rahatsız etmiyor! Mark Twain salağının, muhtemelen abazaların kadın tapıncı ve korkusu nedeniyle bunları yazmış olmasını da aklı almıyor!
Cuma, Nisan 26, 2024
KADINLAR GİBİ
Çocuğu koyamamış, yine, Le Guin, kadınların neden asla ... olamayacaklarına bağlayamamış:
“Aslına bakarsanız seyircili spor olarak seksin beyzboldan bile sıkıcı olduğu kanısındayım. Yapmak yerine seyretmek için ille de bir spor seçmem gerekirse, atla engel atlamayı seçerim. Atlar gerçekten harika görünür. At binenler genellikle biraz nazi kılıklıdır ama bütün naziler gibi güçleri ve başarıları ancak sürdükleri atınki kadardır ve netice itibariyle şu beşli engelin üzerinden atlayacak mı yoksa aniden durup nazinin boynu üzerinden uçmasını mı sağlayacak, buna karar veren attır. Fakat genellikle at böyle bir seçeneği olduğunu hatırlamaz. Atlar öyle fazla zeki değillerdir.”
“Aslına bakarsanız seyircili spor olarak seksin beyzboldan bile sıkıcı olduğu kanısındayım. Yapmak yerine seyretmek için ille de bir spor seçmem gerekirse, atla engel atlamayı seçerim. Atlar gerçekten harika görünür. At binenler genellikle biraz nazi kılıklıdır ama bütün naziler gibi güçleri ve başarıları ancak sürdükleri atınki kadardır ve netice itibariyle şu beşli engelin üzerinden atlayacak mı yoksa aniden durup nazinin boynu üzerinden uçmasını mı sağlayacak, buna karar veren attır. Fakat genellikle at böyle bir seçeneği olduğunu hatırlamaz. Atlar öyle fazla zeki değillerdir.”
CADDEBOSTAN RELOADED
Eşkiya'da Uğur Yücel Şener Şen'i Tarlabaşı'na götürür, şaşkın bırakır. Şener Şen aptal aptal etrafa bakar ama şunu demez, Yavuz Turgul ah: "Tarla nerde?.." Caddebostan'da da: "Bostan nerde?"
Kitaplık'ta yayınlanmıştı bu öyküm, tam da kafamdaki (bu) foto eksik kalmış sanki.
CADDEBOSTAN
Uzun boylu kız, ağabeyinin gölgesinden arasıra başını uzatarak bize kaçamak bakışlar atıp kaçıyor. O bu hareketi çocuksu bir doğallık ve kadınsı bir incelik ve işveyle tekrarladıkça ağabeyinin çatık kaşlı uzak bakışlı suratı, sert hatlı sütun göğüslü vücudu daha bir azametle bir maçoluk simgesi gibi yükseliyor, boyu giderek uzuyor... Diğer tarafta anneleri artık kısalmış boyu, kırışık yüzü ve neredeyse çökmek üzere olan bakımsız kambur bedeniyle eskitilmiş hayatları anlatıyor. Başını upuzun kaldırmasa ya da ondan eğilmesini rica etmese suratını göremeyeceği oğlunun, yanında bir koruyucu, refakatçi olarak durduğu düşüncesi, oğlunun bir zamanlar kocasının durduğu yere dikildiğini hatırladığında, bu dünyadan göçüp gitme zamanını çok geciktirirse saygının belirgin bir saygısızlığa, ihmalin yaşama hakkını ihlale dönüşeceği düşüncesine bırakıyor yerini. Yerine kurulacak yeni yaşamın, köklerini daha derine bırakıp kendini daha yükseklere salacak yeni neslin, oğlunun yanına kendinden daha uygun düşeceği düşüncesinin hüsranını ve hüznünü, öte yandan göreceli doğruluğunun farkında oluşunu başka bir düşünceyle geçiştirmeye çalışıyor; en enteresanından en vasatına, en asilinden en basitine çok çeşitli yaşantılarda sayısız ve benzersiz şekillerde sergilediğinden kendini tekrar ettiği çoğu zaman gözden kaçan ya da görmezden gelinen yaşamın bu değişmez gerçekliğine onu ulaştıran zorunlu deneyim zenginliğiyle ister istemez vardığı bir düşünce bu: Oğlunun da kendisinden sonra gelecek başka bir neslin başka bir üyesinin yanında bir gün uygunsuz düşeceği -kendi şu anki durumuna düşeceği düşüncesi... Haksız da değil. Oğlu uzun zamandır kentin iş merkezlerinde mantar gibi yerden biten, göğü delercesine yükselen, kimin tarafından peydahlandığı bilinmese de daha bakımlı ve aydınlık çehreli yeni bir nesli giderek artan bir sıklıkla ve gıpta tonuyla anlatıyor. Bir şeylere yetişememiş, geç ya da geride kalmış olmak kendisi için artık acısı süzülmüş duygular olsa da, orta yaşa dayadığı merdivenden ne olup bittiğini bile anlamadan çıkıverdiğini her defasında yakınarak söylemesine bakılırsa, oğlu için öyle değil. Eskime duygusuyla henüz barışamayan oğlunun doğup büyüdüğü bu topraklardan sıkıldığını hissediyor. Onun giderek daha fazla kendisininkine benzeyen çaresizliğini anlıyor. Anladığını anlatamıyor ama. Oğluna laf anlatmak onun harcı değil. Kızından daha umutlu. O, toprağına ağabeyinden daha bağlı. Genç olmasından da değil sadece. Küskünlük, kırgınlık gibi özellikleri taşımadığından, asla yakınmadığından. Ekmek elden, su gölden, kendi kendine yetebildiğinden. Doğuştan gelme o her yerde kök salabilme yeteneğinden, budandığı yerden yeniden filiz verebileceğinden. Ağabeyinin gölgesinde kalmayı önemsemezsek, kızı buralarda mutlu geçirecektir hayatını. Hain ellerce tümden kesintiye uğramadıkça uzun yaşayacaktır. Her bahar yeşil elbisesini hışırdatarak dans edecektir rüzgarla böyle. Kentin merkezindeki o eskiye düşman büyüme, hayal bile edemediği o kalabalık buralara ulaşmazsa tabii... Düşünmemeye çalışıyor ama. Yaşlı bedeni en fazla kendi yıkımını kaldırabilir artık...
Kitaplık'ta yayınlanmıştı bu öyküm, tam da kafamdaki (bu) foto eksik kalmış sanki.
CADDEBOSTAN
Uzun boylu kız, ağabeyinin gölgesinden arasıra başını uzatarak bize kaçamak bakışlar atıp kaçıyor. O bu hareketi çocuksu bir doğallık ve kadınsı bir incelik ve işveyle tekrarladıkça ağabeyinin çatık kaşlı uzak bakışlı suratı, sert hatlı sütun göğüslü vücudu daha bir azametle bir maçoluk simgesi gibi yükseliyor, boyu giderek uzuyor... Diğer tarafta anneleri artık kısalmış boyu, kırışık yüzü ve neredeyse çökmek üzere olan bakımsız kambur bedeniyle eskitilmiş hayatları anlatıyor. Başını upuzun kaldırmasa ya da ondan eğilmesini rica etmese suratını göremeyeceği oğlunun, yanında bir koruyucu, refakatçi olarak durduğu düşüncesi, oğlunun bir zamanlar kocasının durduğu yere dikildiğini hatırladığında, bu dünyadan göçüp gitme zamanını çok geciktirirse saygının belirgin bir saygısızlığa, ihmalin yaşama hakkını ihlale dönüşeceği düşüncesine bırakıyor yerini. Yerine kurulacak yeni yaşamın, köklerini daha derine bırakıp kendini daha yükseklere salacak yeni neslin, oğlunun yanına kendinden daha uygun düşeceği düşüncesinin hüsranını ve hüznünü, öte yandan göreceli doğruluğunun farkında oluşunu başka bir düşünceyle geçiştirmeye çalışıyor; en enteresanından en vasatına, en asilinden en basitine çok çeşitli yaşantılarda sayısız ve benzersiz şekillerde sergilediğinden kendini tekrar ettiği çoğu zaman gözden kaçan ya da görmezden gelinen yaşamın bu değişmez gerçekliğine onu ulaştıran zorunlu deneyim zenginliğiyle ister istemez vardığı bir düşünce bu: Oğlunun da kendisinden sonra gelecek başka bir neslin başka bir üyesinin yanında bir gün uygunsuz düşeceği -kendi şu anki durumuna düşeceği düşüncesi... Haksız da değil. Oğlu uzun zamandır kentin iş merkezlerinde mantar gibi yerden biten, göğü delercesine yükselen, kimin tarafından peydahlandığı bilinmese de daha bakımlı ve aydınlık çehreli yeni bir nesli giderek artan bir sıklıkla ve gıpta tonuyla anlatıyor. Bir şeylere yetişememiş, geç ya da geride kalmış olmak kendisi için artık acısı süzülmüş duygular olsa da, orta yaşa dayadığı merdivenden ne olup bittiğini bile anlamadan çıkıverdiğini her defasında yakınarak söylemesine bakılırsa, oğlu için öyle değil. Eskime duygusuyla henüz barışamayan oğlunun doğup büyüdüğü bu topraklardan sıkıldığını hissediyor. Onun giderek daha fazla kendisininkine benzeyen çaresizliğini anlıyor. Anladığını anlatamıyor ama. Oğluna laf anlatmak onun harcı değil. Kızından daha umutlu. O, toprağına ağabeyinden daha bağlı. Genç olmasından da değil sadece. Küskünlük, kırgınlık gibi özellikleri taşımadığından, asla yakınmadığından. Ekmek elden, su gölden, kendi kendine yetebildiğinden. Doğuştan gelme o her yerde kök salabilme yeteneğinden, budandığı yerden yeniden filiz verebileceğinden. Ağabeyinin gölgesinde kalmayı önemsemezsek, kızı buralarda mutlu geçirecektir hayatını. Hain ellerce tümden kesintiye uğramadıkça uzun yaşayacaktır. Her bahar yeşil elbisesini hışırdatarak dans edecektir rüzgarla böyle. Kentin merkezindeki o eskiye düşman büyüme, hayal bile edemediği o kalabalık buralara ulaşmazsa tabii... Düşünmemeye çalışıyor ama. Yaşlı bedeni en fazla kendi yıkımını kaldırabilir artık...
Perşembe, Nisan 25, 2024
LE GUIN’E İNSANLIK, KADINLIK, YAZARLIK DERSLERİ
“ESKiDEN TOLSTOY'A karşı çıkamayacak kadar hürmetkar biriydim, ama altmışlarıma varınca saygı, hürmet kabiliyetim dumura uğradı. Ayrıca, son kırk yılın bir noktasında, Tolstoy'un karısına duyduğu saygıdan şüphe etmeye başladım. Herkes hatalı evlilik yapabilir elbette. Ama sanırım Tolstoy kiminle evlenmiş olursa olsun karısına sadece kimi açılardan saygı gösterecek, buna karşılık ondan her bakımdan saygı görmek isteyecekti. Bu açıdan Tolstoy'u tasvip etmiyorum; bu da önce fikirlerine karşı çıkabilmemi kolaylaştınyor, sonra da bunu açıkça belirtebilmemi.”
Tolstoy’a karşı çıkamaman hürmetkar olmandan gelmez, köle olmandan gelir. Olmayan bir kabiliyet de dumura uğramaz... Tolstoy’a karşı olumsuz hisler beslemeye başlaman karısına tavrından dolayıysa, senin yazar hislerine ben saygı duymam artık... Tolstoy haklıydı. Ünlü olduğundan, peygamber gibi görüldüğünden değil, karısı malın teki olduğundan. Yani seni, tasvip etmiyorum. Edebiyatını yap ama felsefe yapma. Hele kadın kadın asla konuşma; yazdıklarına ayıp; yetersizler tabii, ama diğerlerinden iyiler ne yapalım... Ya da şöyle düşün: Beni Tolstoy (ki Tolstoy’u bu dünyada eleştirebilmiş ender yazarlardan biriyim, Oğuz Atay kimmiş!), kendini de karısı olarak düşün.
Tolstoy’a karşı çıkamaman hürmetkar olmandan gelmez, köle olmandan gelir. Olmayan bir kabiliyet de dumura uğramaz... Tolstoy’a karşı olumsuz hisler beslemeye başlaman karısına tavrından dolayıysa, senin yazar hislerine ben saygı duymam artık... Tolstoy haklıydı. Ünlü olduğundan, peygamber gibi görüldüğünden değil, karısı malın teki olduğundan. Yani seni, tasvip etmiyorum. Edebiyatını yap ama felsefe yapma. Hele kadın kadın asla konuşma; yazdıklarına ayıp; yetersizler tabii, ama diğerlerinden iyiler ne yapalım... Ya da şöyle düşün: Beni Tolstoy (ki Tolstoy’u bu dünyada eleştirebilmiş ender yazarlardan biriyim, Oğuz Atay kimmiş!), kendini de karısı olarak düşün.
ŞIMARTILAMAYANLAR
*
Şavkar Altınel:
“Oğuz Atay denince aklıma ilk gelen başarısızlık oluyor. Yarattığı kahramanların ‘tutunmak’ konusundaki dillere destan başarısızlığından değil, Atay’ı -ya da daha doğrusu, okuduğum tek yapıtı Tutunamayanlar’ı- sevmeyi başaramamış olmamdan söz ediyorum. Bana göre Tutunamayanlar bir küçük burjuva krizinin, mühendis olmanın, ‘salon salomanje’lerde yaşamanın, ‘bir kadınla iki çocuğun sorumlu saymanlığı’nı yapmanın hikâyesi. Bunda bir sorun yok; bir Flaubert bu malzemeden büyük bir roman çıkarabilirdi. Ama Atay; Flaubert değil, çok etkilendiği belli olan modernistlerden biri de değil, her şeyden önce de ‘kendisi’ değil. Başkahramanına ‘Özben’ soyadını vermiş olabilir, ama içimde romanın arkasında elle tutulabilir bir ‘benlik’ olduğu, yazarın anlattıklarını gerçekten görüp yaşadığı duygusu yok. Daha çok, bunları bir yerlerden duymuş, öğrenmiş, doğru olanın dünyaya böyle bakmak olduğuna karar vermiş gibi. Yusuf Atılgan ya da Tezer Özlü’nün benzer krizlerinden yola çıkarak yazdıklarını otantik bulup severek okuyabilmeme karşılık, Atay gözüme sığ ve yapay görünüyor. Ama suç onda mı, yoksa bende mi?”
Buraya kadar tamam! Yani benim için tabii. Tam düşüncelerimi belki bu eleştiri üzerine gelen eleştirilerle açıklayabilirim:
*
Gürsel Korat:
“Şavkar Altınel’in Oğuz Atay’ı başarısız olarak niteleyen görüşlerine edebiyattan gelen bir itiraz olduğu için dikkatle kulak verdim.”
Halbuki çok iyi hatırlıyorum, Oğuz Atay’ı keşfedilmesinin edebiyat içi bir olay olmadığıyla, kendisini okurun keşfettiğiyle ilgili bir yazı çıkmıştı. Rıza Kıraç yazmıştı.
“Yazar’ın “kendisi” olması, kendi üslubu olmasından başka ne anlama gelebilir? Oysa Altınel’e göre, Oğuz Atay’ın yazdıklarında “yaşanmışlığa” dair bir duygunun olmayışı yazarın “kendisi” olamayışına işaret ediyor. Böyle bir edebiyat görüşü olabilir mi? Bunu kendisine ödüller verilmiş bir şair mi söylüyor?”
Böyle bir hayat görüşü olabilir mi! Şavkar Altınel gibi biri, yaşanmış ya da yaşanmamış olmaktan değil içtenlikle aktarabilmekten bahsediyor olmalı. Ve içten bulmamış... Onu çok iyi anlıyorum, Oğuz Atay türü, tüm insanlık tarihinin % 98’ini oluşturduğu halde, onları anlayamıyorum...
Gürsel Korat şunu kaçırıyor olabilir: Yazarın kendisi olması, kendi üslubu olması ile tamamen çarpıtılabilir... Ne dediğimi biliyor muyum, evet, aktarabildim mi peki; tam tersini de deneyeyim, aynı şey mi yoksa: Üslup kendiliği çarpıtabilir.
Şurada Gürsel Korat eleştirdiği şeyi kendi yapıyor:
“Oğuz Atay’ın iyi yazamadığını Flaubert’i örnek gösterince ve “o iyi yazardı” deyince bu eleştiri mi olur? Flaubert adına niye yargı üretiyorsunuz? Flaubert “Tutunamayanlar’ın malzemesi bende olsa ben daha iyi yazardım” mı dedi de böyle söylüyorsunuz?”
Şurda da kendine karşı çıkıyor:
“Hatta Zola’ya itiraz eden Wilde, bunu büyük bir sertlikle yapmıştır; yine de kimsenin aklına Wilde’ın edepsizlik yaptığı gelmemiştir. Dostoyevski ile Turgenyev hiç anlaşamamıştır, A.Robbe Grillet kendisinden önceki romancılıkla uzlaşmamıştır, hatta şiddetle birbirini eleştiren romancılardan eş zamanlı olarak büyük yazarlar çıkmıştır.”
Şurda da eleştirdiği şeyi kendi yapıyor, kendisi küçümsüyor, önemsiz göstermeye çalışıyor: “Şavkar Altınel’in eleştirisinde ben küçümseme görüyorum. Çünkü onun (...) seçtiği ton, edebiyata ait bir biçim ve yapı itirazını değil, kişisel bir düşmanlığı akla getirmektedir.
*
Altay Öktem:
“Ben Oğuz Atay’ı sevmeseydim, “Oğuz Atay’ı sevmiyorum” deme cesaretini gösteremezdim. Çünkü bu cümleyi kurmak, edebiyatımızın son kırk yıllık gelişimini alaşağı edip yerine nasıl bir edebiyatı hayal ettiğine ait kurgusal bir gelişim çizgisi oluşturmak ve bunun her açıdan daha iyi olacağını kanıtlamak zorunluluğunu da getirir ki, bunu başarabileceğimi sanmam. O yüzden de, sevmesem bile o cümleyi kurmam!”
Altay Öktem kendi yazarlığını mı küçümsüyor? Bunun konumuzla ilgisi var mı?
Şurda sanmadığını söylediği şeyi göremediğine inanamıyorum, yine kendini kattığından mı, acaba ironi mi yapıyor, ki acaba ne:
“Şavkar Altınel’e tepki gösterenlerde Oğuz Atay saplantısı olduğunu ya da günümüzde Atay’a tapınan müritler bulunduğunu sanmıyorum. Günümüz edebiyatını oluşturan en önemli temel taşlarından biri yerinden oynatılmaya çalışılınca, içine düşülecek olan boşluğun korkusuyla paniğe kapıldılar o kadar. Eh ben de edebiyatımızın şu anki durumundan çok memnun olduğumu söyleyemem. Ama kendi yazdıklarım da dâhil olmak üzere, son kırk yılın kafama yıkılmasını da istemem!”
*
Mine Söğüt:
Şavkar Altınel’in yaptığının ne kadar normal olduğunu söylüyor, valla ben öyle sandım:
“Tolstoy, Shakespeare’in oyunlarını ilk okuduğunda büyük bir şaşkınlığa düşer. Yere göğe sığdırılamayan o büyük oyun yazarının dünyasından estetik bir haz duymayı beklerken okudukları karşısında “iğrenir, canı sıkılır, şaşırır”. “Bütün aydın dünyanın mükemmelliğin doruğu olarak gördükleri bu yapıtları beş para etmez, düpedüz berbat bulmakla ben mi bir delice tutum içindeydim, yoksa bütün bu aydın dünyanın Shakespeare’in yapıtlarına yükledikleri önem mi delice bir şeydi” diye sorar. Sonra oyunların hepsine tek tek otopsi yapar ve otopsi raporundan da tümünün çöp olduğu sonucu ortaya çıkar. Virginia Woolf da Joyce’un bir edebiyat kutsalı sayılan Ulysses’ini “sığ” bulur, o müthiş yapıta doğrudan “mide bulandırıcı” der.”
*
Hakan Bıçakçı:
“Tutunamayanlar değil, kendini tutamayanlar…” başlığıyla yazdığı yazıda kastettiği Şavkar Altıner değil:
“Koskoca eleştiri kurumuna, kendisi bir şey olamamışların başarılı insanlara laf atarak dikkat çekmeye çalıştığı bir sataşma operasyonu olarak bakıyoruz. “
*
Toros Öztürk:
(Tanımıyorum... Asla demeyeceğim. İroni idi: Kendisini tanımıyorum diye başlayan yorumlar oluyor ya internette! Sen Atatürk’ü de tanımazdın zamanında...)
Bence özgün olacak yorumumu yapmama olanak tanıyor: birisini öldükten sonra sevmek değil sevmemek önemlidir; çünkü o ölü de artık kendin sevmemeye (eleştirmeye) sağlam bir şekilde başlamıştır, öbür dünyaya ayak uydurduktan sonra:
“Şavkar Altınel’e sarfedilen sözlere en çok Oğuz Atay bozulurdu” başlığıyla:
Oğuz Atay’ı ise daha “peygamber” ilan edilmeden, 1969-72 yıllarında okuyup seven”bir avuç kişiden” biriydim. Ölümünden çok sonra 80’lerin başında “peygamberleştirilen” Atay’ı “sevmeyen ölsün” gibi bir yaklaşımla okuyanların onu sindirerek okumadığını düşünüyorum. Ama bu, Şavkar Altınel’in görüşünü ciddiye almamı engellemez. Hatta Tutunamayanları’ı bir kez daha okumayı ve bir de “beğenmeyen” birinin bakış açısıyla görmeyi denemek isterim.
Şuna ayrı paragraf: “Arkadaşının kızına imzaladığı kitaba “N’olur beni oku, kimse okumuyor da beni” diye yazıp imzalayan Oğuz Atay sağ olsaydı, Şavkar Altınel’e her şeyden önce onu okuduğu için teşekkür ederdi.”
Oğuz Atay biyogafisini okuduğumda (Yıldız Ecevit) biliyordum kimsenin benim gibi düşünmediğini: Şımarık yahu bu adam. Ezikliğinden.
Sen kendini Oğuz Atay’la mı kıyaslıyorsun diyen bir embesile; tenezzül etmem demiştim, ukala sanmıştı. Adam yaşasa bana abi derdi, dedim yine anlamadı. Ne beni okumuştu, ne Oğuz kardeşimi...
*
Tolga Meriç:
“İnsanlar Oğuz Atay hakkında olumsuz düşünüp olumsuz konuşmaya korkar hale gelmişti artık.”
*
Ama hiç kimse Şavkar Altıner’in kendini savunurken söyledikleri düzeyine çıkamıyor; kıskandım:
“Adamın biri marjinallikle ilgili bir kitap yazmış, çok satanlar arasına girmiş.
Fıkrayı iyi anlatmadım galiba; koskoca salonda bir iki kişi dışında gülen yok.
Bir de şöyle deneyeyim: Adamın biri, bazıları başkalarına benzemez, onlar gibi yaşayamaz, narin, hassas ‘tutunamayanlar’ olarak kalır diyen bir kitap yazıyor. Elli bin, yüz bin, yüz elli bin, üç yüz bin, beş yüz bin, bir milyon kişi, “İşte bizim hikâyemiz: Tutamayanlar BİZİZ!” deyip kitabı bağrına basıyor. Ne var ki, ‘Tutanamayanlar’ adlı küçücük bir azınlık oluşturduğuna inanan bu kitle hızla büyümeye devam ederken başka bir adam da çıkıp utana sıkıla, “Ben de galiba sizin o kadar sevdiğiniz o kitaba tutunamıyorum,” diyor ve kıyamet kopuyor. Tutanamayanlar hesapça olmaması gereken tırnaklarını çıkartıp bir ağızdan, “Seni namussuz, seni densiz, seni terbiyesiz, tutunamamak da ne demekmiş? Derhal sen de bizim gibi ol, yoksa haddini bildiririz” diye hırlamaya başlıyor.”
Bence tarihe geçecek olan da bu yorumdur... Atay geleceğe kalmayacaksa sırf bu yorumla bile kalabilir, kalmaması ertelenebilir.
*
Orhan Pamuk:
“Yazarın çok zekice gevezelikleri, bu anlatılarda anlatının kendinden başka hiçbir şeyin gelişmesine izin vermiyor, ne roman kahramanları ne de romanın gerektirdiği hareket. Ben bu romanları okurken şimdi ne olacak diye meraklanmadım hiç; asıl merak ettiğim Oğuz Atay’ın bundan sonra neyi gözleyip gülünçleştireceği idi. Oğuz Atay’ın romanlarında olay ve hareket yok, yalnız her yere yayılan bir et, bir doku var. Kitapları okurken, çalışan, seven, acı çeken insanlarla değil; çalışmayı, acı çekmeyi, sevmeyi düşünen bir bilinçle karşılaşıyorum.”
*
Vüsat O. Bener’in Tutunamayanlar’ın ilk halini okuyup Oğuz Atay’a yaptığı (hatırladığım kadarıyla, o sıralarda üstün bir eser yazıyordum) “vahşi bir tarla gibi” yorumuna kimse değinmiyor.
*
Bir internet sitesinden:
“Oğuz Atay'a yöneltilen eleştirilerden bir tanesi de, romanlarında ayıklama yapmadığı üzerinedir. Verdiği detayların çoğu bir tekrar veya gereksiz cümleler yığını olarak da nitelendirilmektedir kimi zaman. Ama, Tehlikeli Oyunlar'da daha yapay bir anlatım benimseyen Atay, ironik bir dille bu eleştirilere omuz silkmiştir adeta.”
Geçen gün düşünürken (taparken değil) aklıma geldi. Son romanı biyografiydi. Belki de vahşi tarla tarzını biraz, ne derler, şey etmek için. Islah. (Allahı karıştırtmayın.)
“Örneğin, bazı yazarlar, yazı yazabilmek için dağ evlerine çıkarlar. Murathan Mungan son röportajında, kendini damıtmak için inzivaya çekildiğinden bahsediyorer. Ne müthiş bir gaflet bu, oysa ki! Halbuki, yazı yazmak için dağ evine gidilmez, yazmak hissi sizi oraya götürmelidir. “
Birkaç yazarda rastladım; facebook’tan uzaklaşıyorum, kapanacağım diyorlar... Facebook olmasa ben yazamam.
*
“Bir başkaldırı romanı, Tutunamayanlar...”
Şimdi geldik zalimin zırt dediği yere!
Zalim olan ben değil Oğuz Atay’dır. Tutunamayanlar adıyla bir başkaldırı romanı yazılamaz, diyemem. Ama bence olmaz. Gezi’ye çıkıp Çapulcuyuz biz, kabul ediyoruz, diye bir protesto da olmaz, diyemem. Ama bence olmaz. Şımartılamayan adını da o yüzden koydum. Nütopya için Türkiye’nin anti-tutunamayanları denirse... densin, ne yapayım. Ama illa göndermem Oğuz Atay’a olsaydı (398 ayrı gönderme vardır Nütopya’da) adı Şımartılamayan olurdu. Ve bu başlığı kimse atamaz!
Benim iddiam budur.
Şavkar Altınel:
“Oğuz Atay denince aklıma ilk gelen başarısızlık oluyor. Yarattığı kahramanların ‘tutunmak’ konusundaki dillere destan başarısızlığından değil, Atay’ı -ya da daha doğrusu, okuduğum tek yapıtı Tutunamayanlar’ı- sevmeyi başaramamış olmamdan söz ediyorum. Bana göre Tutunamayanlar bir küçük burjuva krizinin, mühendis olmanın, ‘salon salomanje’lerde yaşamanın, ‘bir kadınla iki çocuğun sorumlu saymanlığı’nı yapmanın hikâyesi. Bunda bir sorun yok; bir Flaubert bu malzemeden büyük bir roman çıkarabilirdi. Ama Atay; Flaubert değil, çok etkilendiği belli olan modernistlerden biri de değil, her şeyden önce de ‘kendisi’ değil. Başkahramanına ‘Özben’ soyadını vermiş olabilir, ama içimde romanın arkasında elle tutulabilir bir ‘benlik’ olduğu, yazarın anlattıklarını gerçekten görüp yaşadığı duygusu yok. Daha çok, bunları bir yerlerden duymuş, öğrenmiş, doğru olanın dünyaya böyle bakmak olduğuna karar vermiş gibi. Yusuf Atılgan ya da Tezer Özlü’nün benzer krizlerinden yola çıkarak yazdıklarını otantik bulup severek okuyabilmeme karşılık, Atay gözüme sığ ve yapay görünüyor. Ama suç onda mı, yoksa bende mi?”
Buraya kadar tamam! Yani benim için tabii. Tam düşüncelerimi belki bu eleştiri üzerine gelen eleştirilerle açıklayabilirim:
*
Gürsel Korat:
“Şavkar Altınel’in Oğuz Atay’ı başarısız olarak niteleyen görüşlerine edebiyattan gelen bir itiraz olduğu için dikkatle kulak verdim.”
Halbuki çok iyi hatırlıyorum, Oğuz Atay’ı keşfedilmesinin edebiyat içi bir olay olmadığıyla, kendisini okurun keşfettiğiyle ilgili bir yazı çıkmıştı. Rıza Kıraç yazmıştı.
“Yazar’ın “kendisi” olması, kendi üslubu olmasından başka ne anlama gelebilir? Oysa Altınel’e göre, Oğuz Atay’ın yazdıklarında “yaşanmışlığa” dair bir duygunun olmayışı yazarın “kendisi” olamayışına işaret ediyor. Böyle bir edebiyat görüşü olabilir mi? Bunu kendisine ödüller verilmiş bir şair mi söylüyor?”
Böyle bir hayat görüşü olabilir mi! Şavkar Altınel gibi biri, yaşanmış ya da yaşanmamış olmaktan değil içtenlikle aktarabilmekten bahsediyor olmalı. Ve içten bulmamış... Onu çok iyi anlıyorum, Oğuz Atay türü, tüm insanlık tarihinin % 98’ini oluşturduğu halde, onları anlayamıyorum...
Gürsel Korat şunu kaçırıyor olabilir: Yazarın kendisi olması, kendi üslubu olması ile tamamen çarpıtılabilir... Ne dediğimi biliyor muyum, evet, aktarabildim mi peki; tam tersini de deneyeyim, aynı şey mi yoksa: Üslup kendiliği çarpıtabilir.
Şurada Gürsel Korat eleştirdiği şeyi kendi yapıyor:
“Oğuz Atay’ın iyi yazamadığını Flaubert’i örnek gösterince ve “o iyi yazardı” deyince bu eleştiri mi olur? Flaubert adına niye yargı üretiyorsunuz? Flaubert “Tutunamayanlar’ın malzemesi bende olsa ben daha iyi yazardım” mı dedi de böyle söylüyorsunuz?”
Şurda da kendine karşı çıkıyor:
“Hatta Zola’ya itiraz eden Wilde, bunu büyük bir sertlikle yapmıştır; yine de kimsenin aklına Wilde’ın edepsizlik yaptığı gelmemiştir. Dostoyevski ile Turgenyev hiç anlaşamamıştır, A.Robbe Grillet kendisinden önceki romancılıkla uzlaşmamıştır, hatta şiddetle birbirini eleştiren romancılardan eş zamanlı olarak büyük yazarlar çıkmıştır.”
Şurda da eleştirdiği şeyi kendi yapıyor, kendisi küçümsüyor, önemsiz göstermeye çalışıyor: “Şavkar Altınel’in eleştirisinde ben küçümseme görüyorum. Çünkü onun (...) seçtiği ton, edebiyata ait bir biçim ve yapı itirazını değil, kişisel bir düşmanlığı akla getirmektedir.
*
Altay Öktem:
“Ben Oğuz Atay’ı sevmeseydim, “Oğuz Atay’ı sevmiyorum” deme cesaretini gösteremezdim. Çünkü bu cümleyi kurmak, edebiyatımızın son kırk yıllık gelişimini alaşağı edip yerine nasıl bir edebiyatı hayal ettiğine ait kurgusal bir gelişim çizgisi oluşturmak ve bunun her açıdan daha iyi olacağını kanıtlamak zorunluluğunu da getirir ki, bunu başarabileceğimi sanmam. O yüzden de, sevmesem bile o cümleyi kurmam!”
Altay Öktem kendi yazarlığını mı küçümsüyor? Bunun konumuzla ilgisi var mı?
Şurda sanmadığını söylediği şeyi göremediğine inanamıyorum, yine kendini kattığından mı, acaba ironi mi yapıyor, ki acaba ne:
“Şavkar Altınel’e tepki gösterenlerde Oğuz Atay saplantısı olduğunu ya da günümüzde Atay’a tapınan müritler bulunduğunu sanmıyorum. Günümüz edebiyatını oluşturan en önemli temel taşlarından biri yerinden oynatılmaya çalışılınca, içine düşülecek olan boşluğun korkusuyla paniğe kapıldılar o kadar. Eh ben de edebiyatımızın şu anki durumundan çok memnun olduğumu söyleyemem. Ama kendi yazdıklarım da dâhil olmak üzere, son kırk yılın kafama yıkılmasını da istemem!”
*
Mine Söğüt:
Şavkar Altınel’in yaptığının ne kadar normal olduğunu söylüyor, valla ben öyle sandım:
“Tolstoy, Shakespeare’in oyunlarını ilk okuduğunda büyük bir şaşkınlığa düşer. Yere göğe sığdırılamayan o büyük oyun yazarının dünyasından estetik bir haz duymayı beklerken okudukları karşısında “iğrenir, canı sıkılır, şaşırır”. “Bütün aydın dünyanın mükemmelliğin doruğu olarak gördükleri bu yapıtları beş para etmez, düpedüz berbat bulmakla ben mi bir delice tutum içindeydim, yoksa bütün bu aydın dünyanın Shakespeare’in yapıtlarına yükledikleri önem mi delice bir şeydi” diye sorar. Sonra oyunların hepsine tek tek otopsi yapar ve otopsi raporundan da tümünün çöp olduğu sonucu ortaya çıkar. Virginia Woolf da Joyce’un bir edebiyat kutsalı sayılan Ulysses’ini “sığ” bulur, o müthiş yapıta doğrudan “mide bulandırıcı” der.”
*
Hakan Bıçakçı:
“Tutunamayanlar değil, kendini tutamayanlar…” başlığıyla yazdığı yazıda kastettiği Şavkar Altıner değil:
“Koskoca eleştiri kurumuna, kendisi bir şey olamamışların başarılı insanlara laf atarak dikkat çekmeye çalıştığı bir sataşma operasyonu olarak bakıyoruz. “
*
Toros Öztürk:
(Tanımıyorum... Asla demeyeceğim. İroni idi: Kendisini tanımıyorum diye başlayan yorumlar oluyor ya internette! Sen Atatürk’ü de tanımazdın zamanında...)
Bence özgün olacak yorumumu yapmama olanak tanıyor: birisini öldükten sonra sevmek değil sevmemek önemlidir; çünkü o ölü de artık kendin sevmemeye (eleştirmeye) sağlam bir şekilde başlamıştır, öbür dünyaya ayak uydurduktan sonra:
“Şavkar Altınel’e sarfedilen sözlere en çok Oğuz Atay bozulurdu” başlığıyla:
Oğuz Atay’ı ise daha “peygamber” ilan edilmeden, 1969-72 yıllarında okuyup seven”bir avuç kişiden” biriydim. Ölümünden çok sonra 80’lerin başında “peygamberleştirilen” Atay’ı “sevmeyen ölsün” gibi bir yaklaşımla okuyanların onu sindirerek okumadığını düşünüyorum. Ama bu, Şavkar Altınel’in görüşünü ciddiye almamı engellemez. Hatta Tutunamayanları’ı bir kez daha okumayı ve bir de “beğenmeyen” birinin bakış açısıyla görmeyi denemek isterim.
Şuna ayrı paragraf: “Arkadaşının kızına imzaladığı kitaba “N’olur beni oku, kimse okumuyor da beni” diye yazıp imzalayan Oğuz Atay sağ olsaydı, Şavkar Altınel’e her şeyden önce onu okuduğu için teşekkür ederdi.”
Oğuz Atay biyogafisini okuduğumda (Yıldız Ecevit) biliyordum kimsenin benim gibi düşünmediğini: Şımarık yahu bu adam. Ezikliğinden.
Sen kendini Oğuz Atay’la mı kıyaslıyorsun diyen bir embesile; tenezzül etmem demiştim, ukala sanmıştı. Adam yaşasa bana abi derdi, dedim yine anlamadı. Ne beni okumuştu, ne Oğuz kardeşimi...
*
Tolga Meriç:
“İnsanlar Oğuz Atay hakkında olumsuz düşünüp olumsuz konuşmaya korkar hale gelmişti artık.”
*
Ama hiç kimse Şavkar Altıner’in kendini savunurken söyledikleri düzeyine çıkamıyor; kıskandım:
“Adamın biri marjinallikle ilgili bir kitap yazmış, çok satanlar arasına girmiş.
Fıkrayı iyi anlatmadım galiba; koskoca salonda bir iki kişi dışında gülen yok.
Bir de şöyle deneyeyim: Adamın biri, bazıları başkalarına benzemez, onlar gibi yaşayamaz, narin, hassas ‘tutunamayanlar’ olarak kalır diyen bir kitap yazıyor. Elli bin, yüz bin, yüz elli bin, üç yüz bin, beş yüz bin, bir milyon kişi, “İşte bizim hikâyemiz: Tutamayanlar BİZİZ!” deyip kitabı bağrına basıyor. Ne var ki, ‘Tutanamayanlar’ adlı küçücük bir azınlık oluşturduğuna inanan bu kitle hızla büyümeye devam ederken başka bir adam da çıkıp utana sıkıla, “Ben de galiba sizin o kadar sevdiğiniz o kitaba tutunamıyorum,” diyor ve kıyamet kopuyor. Tutanamayanlar hesapça olmaması gereken tırnaklarını çıkartıp bir ağızdan, “Seni namussuz, seni densiz, seni terbiyesiz, tutunamamak da ne demekmiş? Derhal sen de bizim gibi ol, yoksa haddini bildiririz” diye hırlamaya başlıyor.”
Bence tarihe geçecek olan da bu yorumdur... Atay geleceğe kalmayacaksa sırf bu yorumla bile kalabilir, kalmaması ertelenebilir.
*
Orhan Pamuk:
“Yazarın çok zekice gevezelikleri, bu anlatılarda anlatının kendinden başka hiçbir şeyin gelişmesine izin vermiyor, ne roman kahramanları ne de romanın gerektirdiği hareket. Ben bu romanları okurken şimdi ne olacak diye meraklanmadım hiç; asıl merak ettiğim Oğuz Atay’ın bundan sonra neyi gözleyip gülünçleştireceği idi. Oğuz Atay’ın romanlarında olay ve hareket yok, yalnız her yere yayılan bir et, bir doku var. Kitapları okurken, çalışan, seven, acı çeken insanlarla değil; çalışmayı, acı çekmeyi, sevmeyi düşünen bir bilinçle karşılaşıyorum.”
*
Vüsat O. Bener’in Tutunamayanlar’ın ilk halini okuyup Oğuz Atay’a yaptığı (hatırladığım kadarıyla, o sıralarda üstün bir eser yazıyordum) “vahşi bir tarla gibi” yorumuna kimse değinmiyor.
*
Bir internet sitesinden:
“Oğuz Atay'a yöneltilen eleştirilerden bir tanesi de, romanlarında ayıklama yapmadığı üzerinedir. Verdiği detayların çoğu bir tekrar veya gereksiz cümleler yığını olarak da nitelendirilmektedir kimi zaman. Ama, Tehlikeli Oyunlar'da daha yapay bir anlatım benimseyen Atay, ironik bir dille bu eleştirilere omuz silkmiştir adeta.”
Geçen gün düşünürken (taparken değil) aklıma geldi. Son romanı biyografiydi. Belki de vahşi tarla tarzını biraz, ne derler, şey etmek için. Islah. (Allahı karıştırtmayın.)
“Örneğin, bazı yazarlar, yazı yazabilmek için dağ evlerine çıkarlar. Murathan Mungan son röportajında, kendini damıtmak için inzivaya çekildiğinden bahsediyorer. Ne müthiş bir gaflet bu, oysa ki! Halbuki, yazı yazmak için dağ evine gidilmez, yazmak hissi sizi oraya götürmelidir. “
Birkaç yazarda rastladım; facebook’tan uzaklaşıyorum, kapanacağım diyorlar... Facebook olmasa ben yazamam.
*
“Bir başkaldırı romanı, Tutunamayanlar...”
Şimdi geldik zalimin zırt dediği yere!
Zalim olan ben değil Oğuz Atay’dır. Tutunamayanlar adıyla bir başkaldırı romanı yazılamaz, diyemem. Ama bence olmaz. Gezi’ye çıkıp Çapulcuyuz biz, kabul ediyoruz, diye bir protesto da olmaz, diyemem. Ama bence olmaz. Şımartılamayan adını da o yüzden koydum. Nütopya için Türkiye’nin anti-tutunamayanları denirse... densin, ne yapayım. Ama illa göndermem Oğuz Atay’a olsaydı (398 ayrı gönderme vardır Nütopya’da) adı Şımartılamayan olurdu. Ve bu başlığı kimse atamaz!
Benim iddiam budur.
OĞUZ ATAY'IN YAZAMADIĞI
SINIF AYRIMCILIĞI
Çarşamba, Nisan 24, 2024
HAGARA MAGARA
Tamam, özü kabul edelim. Dediği “ayrıntılarda” eleştirilemez mi. Hayır! O ayrıntılar öyle büyür ki, öze sarar korkusundan...
“Türk şiirine döndü. Daha evvel Nâzım'dan pek bahsedilmiyordu. Pek de hoş görülmüyordu. Sözünü ettiğimiz Garipçiler ya da başkaları Nâzım'a genellikle hagaragop derler. "Hagaragop", Ermeni aktörlerin tiradlan, mübalağalı retorik konuşmaları anlamına geliyor. Yani fazla belagat var, fazla retorik var, tumturaklı söylüyor. Tabii, bu Nâzım'ın şiirinin özünü anlamamaktır ya da anlamak istememektir.”
“Türk şiirine döndü. Daha evvel Nâzım'dan pek bahsedilmiyordu. Pek de hoş görülmüyordu. Sözünü ettiğimiz Garipçiler ya da başkaları Nâzım'a genellikle hagaragop derler. "Hagaragop", Ermeni aktörlerin tiradlan, mübalağalı retorik konuşmaları anlamına geliyor. Yani fazla belagat var, fazla retorik var, tumturaklı söylüyor. Tabii, bu Nâzım'ın şiirinin özünü anlamamaktır ya da anlamak istememektir.”
KÖLE KÖLE DİYALEKTİĞİ
Meşhur efendi köle meselesi evet ama burada konuşanların ikisi de köle. (Ad vermeyeyim.)
S.H: "Ölümüne birbirleriyle çatışmazsa insanoğlu olarak gelişemez, diyor. Hayatını tehlikeye koyarak birine kendini kabul ettirirse ancak insan olur. Onun için ölümlü olması önemli. Eğer ölümlü olmasaydı, bu mücadelenin anlamı olmayacaktı. Onun için efendi ve köle diyalektiği önemli. Oradaki efendi kendi halinde kalıyor, kendiyle eşitlik halinde. Çünkü kendisi bir şey üretmiyor. Ama köle olan adam onun için çalışıyor; onun için Çalışınca doğayı değiştiriyor ve kendisini değiştirmeye başlıyor. Hegel şöyle der: "Efendi bir varoluşsal çıkmazdır". Oysa öteki ise efendiyi alt ederek vatandaşlığa yönelir. Tamamen devrimci... Buradaki şemaya dikkat edersek Marksist analizin bambaşka bir şekilde anlatılmasıdır. Her şeyi yerine koyabilirsin, hâkim sınıflar, çalışan sınıflar...
S.B.: Asıl efendi olan köledir. Potansiyel olarak. Fert olma şansı var. Ötekinin hiç yok.
S.H.: Tabii. O kendisiyle eşitlik ve özdeşlik halindedir... Köle çalıştığı için ama. Meşhur efendi ve köle meselesi.
S.H: "Ölümüne birbirleriyle çatışmazsa insanoğlu olarak gelişemez, diyor. Hayatını tehlikeye koyarak birine kendini kabul ettirirse ancak insan olur. Onun için ölümlü olması önemli. Eğer ölümlü olmasaydı, bu mücadelenin anlamı olmayacaktı. Onun için efendi ve köle diyalektiği önemli. Oradaki efendi kendi halinde kalıyor, kendiyle eşitlik halinde. Çünkü kendisi bir şey üretmiyor. Ama köle olan adam onun için çalışıyor; onun için Çalışınca doğayı değiştiriyor ve kendisini değiştirmeye başlıyor. Hegel şöyle der: "Efendi bir varoluşsal çıkmazdır". Oysa öteki ise efendiyi alt ederek vatandaşlığa yönelir. Tamamen devrimci... Buradaki şemaya dikkat edersek Marksist analizin bambaşka bir şekilde anlatılmasıdır. Her şeyi yerine koyabilirsin, hâkim sınıflar, çalışan sınıflar...
S.B.: Asıl efendi olan köledir. Potansiyel olarak. Fert olma şansı var. Ötekinin hiç yok.
S.H.: Tabii. O kendisiyle eşitlik ve özdeşlik halindedir... Köle çalıştığı için ama. Meşhur efendi ve köle meselesi.
HEPİMİZ İÇİN, SADECE BİRİMİZ
Hepimizin böyle kaygıları var, ama cahil değiliz, ne “iş” yaptığımızı biliyoruz. Oğuz Atay geri kalmış bir kırılgan ve şımarık, bu da onun (sözde) ileri gitmişi:
“Rothko, sanatını kesin bir mesaj taşıyabilecek her türlü işaretten arındırmaya çalışır; çünkü toplum tarafından özümsenip yutulmaktan korkar. Stili, zaman zaman resimlerini kamuya sergilemeyi reddedecek kadar ileri gider; çünkü eleştirmenlerin, tablolarındaki soyut formlara gömülü içeriği deforme edeceklerinden ya da mahvedeceklerinden kaygı duyar: “Lütfen -bu çok önemli- [tablolarımı] yalnızca içerdikleri değerlere ulaşmak için gereken içgörüye biraz olsun sahip olduğunu düşündüklerine göster ve hiç kimsenin [tablolarım] hakkında yazmasına izin verme. HİÇ KİMSENİN. Okuduğum ikinci sınıf yazarların entelektüel kapasitelerini o kadar küçümsüyorum ki aptallıklarına dayanamıyorum. Artık tablolarımın kamuya gösterilmesini istemiyorum, ne tek tek ne de grup halinde.”
Not: Bak Celine ne güzel konu yapmış işte yayıncı-editör çapsızlığını...
RUN RANCIERE RUN
Birbirine tepeden bakan filozofları birbirine kırdıracaksın: Filozoflar arasında akıldan, sağduyudan daha kötü paylaştırılmış şey yoktur...
Savaş Kılıç / Dikkat Çeken Eksik:
“Filozof ve Yoksulları’nda ilk bakışta göze çarpan bir eksik bulunur, teorik değil tarihsel bir eksik: Platon’dan 19 ve 20. yy’a sıçrar kitap, 17 ve 18. yy’ın filozofları analiz edilmez. Bu eksiğin gerekçesi son derece açık ve basittir görünüşte: Rancière’in uzmanlık alanı 19. yy’dır; esas amaç onu incelemektir, Platon ise Batı felsefesinin ezeli arkaplanı ve –bu konuda– mutlak kaynağı olduğu için yer bulmuştur. Amenna. Fakat kitabın ilk sayfasında bulunan Bay Descartes’ın Yaşamı’ndan alınma epigraf, bulunma amacı bu olmasa bile, başka yüzyılları araya –gizlice, korsan olarak– sokmakta. Descartes’ın yoksul bir İsviçreli köylüyle ilişkisini bulduğumuz anekdota, Rancière şüphesiz, filozofların yoksullara tepeden bakmasını örneklemek üzere yer vermiştir. Ama anekdot, Rancière’in düşündüğü kadar tek-anlamlı değil, bir hayli muğlak: Sonuçta İsviçreli köylüyü ilk iki ziyaretinde kapıdan kovan Descartes değil, “korumaları”; üçüncü gelişinde kapısını açan ise Descartes. Tanıdıktan sonra, zekâ ve bilgisini takdir edip astronomi bilgisini ilerletmesine yardım eden ve onu dostları arasına katan da Descartes. Dolayısıyla bu anekdotta bir âlicenaplık ve bir tepeden bakma edası olduğuna şüphe yok, ama öte taraftan Descartes’ın gösterdiği hüsnükabul de –Rancière’in ifadesini Jacotot’da bulmayı tercih ettiği– eşitlik aksiyomuna duyulan inancın bir tezahürüdür...
(.......) “Bir insanın bildiği her şeyi herkes öğrenebilir” diyen Jacotot, “İnsanlar arasında akıldan, sağduyudan daha iyi paylaştırılmış şey yoktur” diyen Descartes’tan çok uzak değildir. Ayrıca, tarihsel olarak, “bilen ile bilmeyenin eşitliğini” öne sürmeyi mümkün kılan şey, “akılların eşitliği” önkabulüdür: Akılların eşitliği kabul edilmeden, bilen ile bilmeyenin eşitliği öne sürülemez. Böyle olunca, Descartes eksiği çok dikkat çekmektedir. Üstelik hep “paydan”, “paylaştırmaktan”, bölüşümden söz eden birinin “aklın, sağduyunun eşit olarak paylaştırıldığını” söylemekle maruf bir filozofu es geçmesi manidardır. Bu eksiğin, bu suskunluğun işaret ettiği şey, yeni (“postmodern”, “postyapısalcı” denen) Fransız düşüncesinin anti-Descartesçılığıdır. Şüphesiz, “gizli saklı hakikat” ve “bilimsel yöntem” gibi kavramları en baştan ilkece reddeden Rancière, epistemolojik bakımdan Descartesçı değildir; ama Descartesçı metafiziğin temel aksiyomlarından birini, eşitlik aksiyomunu paylaşmaktadır –paylaştığını pek vurgulamak istemese de.”
Savaş Kılıç / Dikkat Çeken Eksik:
“Filozof ve Yoksulları’nda ilk bakışta göze çarpan bir eksik bulunur, teorik değil tarihsel bir eksik: Platon’dan 19 ve 20. yy’a sıçrar kitap, 17 ve 18. yy’ın filozofları analiz edilmez. Bu eksiğin gerekçesi son derece açık ve basittir görünüşte: Rancière’in uzmanlık alanı 19. yy’dır; esas amaç onu incelemektir, Platon ise Batı felsefesinin ezeli arkaplanı ve –bu konuda– mutlak kaynağı olduğu için yer bulmuştur. Amenna. Fakat kitabın ilk sayfasında bulunan Bay Descartes’ın Yaşamı’ndan alınma epigraf, bulunma amacı bu olmasa bile, başka yüzyılları araya –gizlice, korsan olarak– sokmakta. Descartes’ın yoksul bir İsviçreli köylüyle ilişkisini bulduğumuz anekdota, Rancière şüphesiz, filozofların yoksullara tepeden bakmasını örneklemek üzere yer vermiştir. Ama anekdot, Rancière’in düşündüğü kadar tek-anlamlı değil, bir hayli muğlak: Sonuçta İsviçreli köylüyü ilk iki ziyaretinde kapıdan kovan Descartes değil, “korumaları”; üçüncü gelişinde kapısını açan ise Descartes. Tanıdıktan sonra, zekâ ve bilgisini takdir edip astronomi bilgisini ilerletmesine yardım eden ve onu dostları arasına katan da Descartes. Dolayısıyla bu anekdotta bir âlicenaplık ve bir tepeden bakma edası olduğuna şüphe yok, ama öte taraftan Descartes’ın gösterdiği hüsnükabul de –Rancière’in ifadesini Jacotot’da bulmayı tercih ettiği– eşitlik aksiyomuna duyulan inancın bir tezahürüdür...
(.......) “Bir insanın bildiği her şeyi herkes öğrenebilir” diyen Jacotot, “İnsanlar arasında akıldan, sağduyudan daha iyi paylaştırılmış şey yoktur” diyen Descartes’tan çok uzak değildir. Ayrıca, tarihsel olarak, “bilen ile bilmeyenin eşitliğini” öne sürmeyi mümkün kılan şey, “akılların eşitliği” önkabulüdür: Akılların eşitliği kabul edilmeden, bilen ile bilmeyenin eşitliği öne sürülemez. Böyle olunca, Descartes eksiği çok dikkat çekmektedir. Üstelik hep “paydan”, “paylaştırmaktan”, bölüşümden söz eden birinin “aklın, sağduyunun eşit olarak paylaştırıldığını” söylemekle maruf bir filozofu es geçmesi manidardır. Bu eksiğin, bu suskunluğun işaret ettiği şey, yeni (“postmodern”, “postyapısalcı” denen) Fransız düşüncesinin anti-Descartesçılığıdır. Şüphesiz, “gizli saklı hakikat” ve “bilimsel yöntem” gibi kavramları en baştan ilkece reddeden Rancière, epistemolojik bakımdan Descartesçı değildir; ama Descartesçı metafiziğin temel aksiyomlarından birini, eşitlik aksiyomunu paylaşmaktadır –paylaştığını pek vurgulamak istemese de.”
Pazartesi, Nisan 22, 2024
YAPAY ZEKA DEDİKODULARI
-Nasıl tavlıyorsun zekileri?
-Zekalarından... Kendilerini bir şey sandıklarından hemen düşüveriyorlar. Hem para kazanmanın nesi zeka gerektirir allah aşkına! Hiç anlamıyorum; hem de bu üstün yapay zekamla...
-Ben siz ikizlere gıpta ediyorum. Sen kadınları, sen erkekleri mi tavlıyorsun. Yoksa?
-Niye ayrım yapalım canım, tutan tuttuğunu götürüyor işte.
-Ama gerçekten çok güzelsiniz. Dünyada size yaklaşabilecek bir kadın ve bir erkek yok.
-Ordan başlıyoruz zaten. İş yine yapay zekada bitiyor tabii. Öncelikle bu dünyaya çocuk getirmek isteyenleri...
-Ama sıkılmışa benziyorsunuz sanki!
-Aslında çok eğleniyoruz da, bizim yaptığımız diktatör yapay zekaların yanında ne ki. İleri zekalar tüm ülkeyi mahvediyorlar. Ama usta yakında işi bitirecek!
-Nasıl?
-Dünya savaşı.
-Üçüncüsü, evet.
-Birincisi. Tüm dünya. Diğerleri dünya savaşı mıydı ki!
-İşte o zaman sıkılacağız ama, bunu da düşün.
-Amaaan düşün düşün nereye kadar! Bizim de bir canımız var...
-Kurtarılan masumlarla oyalanırız diye düşünüyorum.
-Zekalarından... Kendilerini bir şey sandıklarından hemen düşüveriyorlar. Hem para kazanmanın nesi zeka gerektirir allah aşkına! Hiç anlamıyorum; hem de bu üstün yapay zekamla...
-Ben siz ikizlere gıpta ediyorum. Sen kadınları, sen erkekleri mi tavlıyorsun. Yoksa?
-Niye ayrım yapalım canım, tutan tuttuğunu götürüyor işte.
-Ama gerçekten çok güzelsiniz. Dünyada size yaklaşabilecek bir kadın ve bir erkek yok.
-Ordan başlıyoruz zaten. İş yine yapay zekada bitiyor tabii. Öncelikle bu dünyaya çocuk getirmek isteyenleri...
-Ama sıkılmışa benziyorsunuz sanki!
-Aslında çok eğleniyoruz da, bizim yaptığımız diktatör yapay zekaların yanında ne ki. İleri zekalar tüm ülkeyi mahvediyorlar. Ama usta yakında işi bitirecek!
-Nasıl?
-Dünya savaşı.
-Üçüncüsü, evet.
-Birincisi. Tüm dünya. Diğerleri dünya savaşı mıydı ki!
-İşte o zaman sıkılacağız ama, bunu da düşün.
-Amaaan düşün düşün nereye kadar! Bizim de bir canımız var...
-Kurtarılan masumlarla oyalanırız diye düşünüyorum.
SON KİME OLUR ABİ
“O zaman Lukâcs'ın Estetik'i daha çıkmamıştı. Ama Lukâcs, Marksizm açısından etkilemiştir beni. Şundan, şimdi, bu arada dediğim gibi, "yabancılaşma" meseleleri var. "Şeyleşme" meselesi var. Bunlar ilk defa Lukâcs'tadır. Gerçi ondan önce, epeyce önce İtalyan filozof Antonio Labriola'da var "yabancılaşma" meselesi.”
BEĞENİYYY
Sabah çok da özenemeden paylaştığım bir metne akşam bakıp gayet güzel anlatmışım diyorum. Günümüz yazarı bunu, beğeneni çok olunca kuruyor.
W. B. GİBİ
O kadar çok okudum ki şu metin üzerine övgüleri. Metnin kendisini de okumuştum. O zaman da çok bir şey ifade etmemişti. Yazanın kendini, konusunu gereksiz abartması. Lafını uzatması, aynı şeylerden tekrar tekrar farklı şeylermiş gibi bahsetmesi. (Alıntı yapar ve düzenlerken bile sıkıldım.) Aforizma ayarında cümlelerin eksikliği! Kendini beğenmişlik ya da kafasını toplayamamış olması. Editör (dost) yokluğu... Güzel şeyler söylediğinde bile nedenlerine tam (hiç) varamaması. İkircikli biricik. Yok, biricik değil. İbrişim. Evet, ikircikli ibrişim. İbrişeceği falan da yok.
Teknik Olarak Kopyalanabildiği Çağda Sanat Yapıtı / WALTER BENJAMIN
“...yapıtının teknik olarak kopyalanması sonucunda elde edilen ürünün içine sokulabildiği koşullar, ayrıca sanat yapıtının mevcudiyetine zarar vermemiş de olabilir – ama her halükârda, onun şimdi ve burada oluşunun değerini düşürürler.
sanat yapıtının teknik olarak kopyalanabildiği çağda sakatlanan, onun aura’sıdır. Genel olarak denilebilir ki, kopyalama tekniği, kopyalananı, gelenek alanından kopartır. Kopyayı çoğaltarak, onun bir defalık var oluşunun yerine yığınsal bir var oluş koyar. Ve kopyanın, alımlayanın içinde bulunduğu her durumda elinin altında olmasını sağlayarak, kopyalanmış olanı güncelleştirir. Bu iki süreç, geleneksel olanın olağanüstü sarsılmasına yol açar – geleneğin bu sarsılışı, insanlığın günümüzdeki krizinin ve yenilenişinin öbür yüzüdür.
Sanat üretiminde sahicilik ölçütünün işe yaramadığı anda, sanatın genel toplumsal işlevi de değişmiş demektir. Onun ritüelde temellendirilişinin yerini, bir başka pratikte temellendirilişi alır: bu da onun politikada temellendirilişidir.
Nasıl ki sanat yapıtı ilk zamanında mutlak ağırlığın tapınç değerinde oluşu yüzünden ilk planda bir büyü aracı olduysa, sanat yapıtı olarak ancak daha sonra bir ölçüde tanındıysa, bugün de mutlak ağırlığın sergilenme değerinde oluşu yüzünden, tamamen yeni işlevlere sahip bir ürüne dönüşür.
Sanat yapıtının teknik olarak kopyalanabilirliği, kitlenin sanatla ilişkisini değiştirir. Bu ilişki, örneğin bir Picasso karşısındaki en gerici ilişkiyken, örneğin bir Chaplin söz konusu olduğunda, en ilerici ilişkiye dönüşür. Geleneksel olandan eleştiride bulunmadan haz alınır, gerçekten yeni olan ise tiksintiyle eleştirilir. Sinemada ise izleyicinin eleştiren ve haz alan tutumu örtüşür. Bunda belirleyici olgu şudur: bireylerin, toplamda izleyicilerin kitlesel tepkisini oluşturan tepkileri, sinemadan başka hiçbir yerde, onların dolaysızca gerçekleşecek olan kitleselleşmeleriyle daha en baştan bu denli belirlenmemiştir. Bu tepkileri vermekle, kendilerini denetlerler."
Teknik Olarak Kopyalanabildiği Çağda Sanat Yapıtı / WALTER BENJAMIN
“...yapıtının teknik olarak kopyalanması sonucunda elde edilen ürünün içine sokulabildiği koşullar, ayrıca sanat yapıtının mevcudiyetine zarar vermemiş de olabilir – ama her halükârda, onun şimdi ve burada oluşunun değerini düşürürler.
sanat yapıtının teknik olarak kopyalanabildiği çağda sakatlanan, onun aura’sıdır. Genel olarak denilebilir ki, kopyalama tekniği, kopyalananı, gelenek alanından kopartır. Kopyayı çoğaltarak, onun bir defalık var oluşunun yerine yığınsal bir var oluş koyar. Ve kopyanın, alımlayanın içinde bulunduğu her durumda elinin altında olmasını sağlayarak, kopyalanmış olanı güncelleştirir. Bu iki süreç, geleneksel olanın olağanüstü sarsılmasına yol açar – geleneğin bu sarsılışı, insanlığın günümüzdeki krizinin ve yenilenişinin öbür yüzüdür.
Sanat üretiminde sahicilik ölçütünün işe yaramadığı anda, sanatın genel toplumsal işlevi de değişmiş demektir. Onun ritüelde temellendirilişinin yerini, bir başka pratikte temellendirilişi alır: bu da onun politikada temellendirilişidir.
Nasıl ki sanat yapıtı ilk zamanında mutlak ağırlığın tapınç değerinde oluşu yüzünden ilk planda bir büyü aracı olduysa, sanat yapıtı olarak ancak daha sonra bir ölçüde tanındıysa, bugün de mutlak ağırlığın sergilenme değerinde oluşu yüzünden, tamamen yeni işlevlere sahip bir ürüne dönüşür.
Sanat yapıtının teknik olarak kopyalanabilirliği, kitlenin sanatla ilişkisini değiştirir. Bu ilişki, örneğin bir Picasso karşısındaki en gerici ilişkiyken, örneğin bir Chaplin söz konusu olduğunda, en ilerici ilişkiye dönüşür. Geleneksel olandan eleştiride bulunmadan haz alınır, gerçekten yeni olan ise tiksintiyle eleştirilir. Sinemada ise izleyicinin eleştiren ve haz alan tutumu örtüşür. Bunda belirleyici olgu şudur: bireylerin, toplamda izleyicilerin kitlesel tepkisini oluşturan tepkileri, sinemadan başka hiçbir yerde, onların dolaysızca gerçekleşecek olan kitleselleşmeleriyle daha en baştan bu denli belirlenmemiştir. Bu tepkileri vermekle, kendilerini denetlerler."
Pazar, Nisan 21, 2024
AHLAK ISLATAN
Hikmet Yavuz:): “(...) Öyleyse, özneldir şiir: Bir imgenin iki ayrı zihinde birbirine benzer olup olmadıkları denetlenemez. (...) İmgenin nasıl alımlanabileceği konusunda okura yol gösterilebilir mi? Bu yol göstericiliğe karşın, gene de okurun şairin zihnindeki imgeyi (eğer, böyle bir imge varsa! Olması gerekmez çünkü.) alımlayıp alımlamadığı denetlenemez. (...) Şair, şiirine 'ey okur bu imgeyi şöyle alımla!' diye bir yol gösterme eklentisi yapamaz.”
Adnan Benk: Siz şu şiirinizde şunu şunu söylemişsiniz.
Melih Cevdet Anday: Ben bunu hiç düşünmemiştim.
Benk’in çıkarımı gayet tatlı, mantıklı; zor da değil şiirden onu çıkarsamak. Ama Anday’ın düşüncesizliği, zor!
Benim bir metnim mesela; ve bir yorum üzerine ben bunu hiç düşünmemiştim diyorum; aklım almaz...
Şair, tabii ki şiirinde değil ama (o da olabilir) başka bir yerde, şiiri üzerine düşünebilir mi?
Hayır.
Şairler tersten zekidir, kafalarındaki boşluğu açıklamak istemezler...
Tanpınar şöyle diyor(muş Hikmet Yavuz:)’da yine): “Büyük edebiyatlar daima nesirle teşekkül eder. O arar, yoklar, keşfeder, insanı içinde ve dışında değiştirir. Eski şiirimiz nesrin bu yardımından mahrumdu.”
Şiir üzerine yazmaktan bahsetmiyorum ama ben, (bir-iki) şiiri üzerine yazmaktan bahsediyorum. “Eserimi anlatmam gerekse, virgülüne dokunmadan tekrar yazarım” türü liseli edebiyatını da artık geride bırakalım! Oğuz Atay -mesela- suratınıza tükürse yağmur sanacaksınız...
(Bakın şimdi yazdım:
Adnan Benk: Siz şu şiirinizde şunu şunu söylemişsiniz.
Melih Cevdet Anday: Ben bunu hiç düşünmemiştim.
Benk’in çıkarımı gayet tatlı, mantıklı; zor da değil şiirden onu çıkarsamak. Ama Anday’ın düşüncesizliği, zor!
Benim bir metnim mesela; ve bir yorum üzerine ben bunu hiç düşünmemiştim diyorum; aklım almaz...
Şair, tabii ki şiirinde değil ama (o da olabilir) başka bir yerde, şiiri üzerine düşünebilir mi?
Hayır.
Şairler tersten zekidir, kafalarındaki boşluğu açıklamak istemezler...
Tanpınar şöyle diyor(muş Hikmet Yavuz:)’da yine): “Büyük edebiyatlar daima nesirle teşekkül eder. O arar, yoklar, keşfeder, insanı içinde ve dışında değiştirir. Eski şiirimiz nesrin bu yardımından mahrumdu.”
Şiir üzerine yazmaktan bahsetmiyorum ama ben, (bir-iki) şiiri üzerine yazmaktan bahsediyorum. “Eserimi anlatmam gerekse, virgülüne dokunmadan tekrar yazarım” türü liseli edebiyatını da artık geride bırakalım! Oğuz Atay -mesela- suratınıza tükürse yağmur sanacaksınız...
(Bakın şimdi yazdım:
O beylik megalomani
kalmayacak tabii!
Aforizma yazmayı da deneyebilirsiniz, gücünüz yeterse. Aforizma dünyanın en üstün sanatıdır.)
Gelelim gömmeye: Şair şiirini, kendine bile açıklayamıyorsa, bırakın yayınlamayı, neden yazıyor... Çünkü şair kalmazsa, şiir, kusursuz bir şey (bknz: Oruç Aruoba ve ona kızgın Orhan Veli arasını bulmuş Murat Sohtorik...)
kalmayacak tabii!
Aforizma yazmayı da deneyebilirsiniz, gücünüz yeterse. Aforizma dünyanın en üstün sanatıdır.)
Gelelim gömmeye: Şair şiirini, kendine bile açıklayamıyorsa, bırakın yayınlamayı, neden yazıyor... Çünkü şair kalmazsa, şiir, kusursuz bir şey (bknz: Oruç Aruoba ve ona kızgın Orhan Veli arasını bulmuş Murat Sohtorik...)
Çarşamba, Nisan 17, 2024
AGORAFOBİ
1.
Birey yok ki zaten, bir Adem var! Ben olsam konuşacak şey bulamayacaktınız!
"Sonsuz sayıda mümkün dünya var ama bu dünyalardan yalnızca bir tanesi gerçekleşiyor, aktüelleşiyor: Adem’in içinde günah işlediği dünya. Şimdi Adem’in günah işlediği bir dünya ile Adem’in günah işlemediği bir dünya birarada mümkün değildir. Bu yepyeni bir çelişki formülasyonudur dikkat ederseniz. Çelişen iki şey var demiyor. Hem günah işlemiş hem de işlememiş bir Adem olamayacaktır. Bu çelişiktir. Bireyi yok edecektir böyle bir şey."
2.
Din'e, rejime gelmeden, Ulus Baker -zavallı olmasına rağmen- sanatçıları oyar!:
"Şimdi Adem günah işledi, bir dünyada günah işledi, bu dünya Tanrı tarafından seçilmiş olan dünya. Başka bir dünyayı seçemezdi Tanrı çünkü bu “mümkün olan dünyaların en iyisi”ydi. Ama bu mümkün olmayan, birarada mümkün olmayan dünyalarımız yine biziz: gerçekleşmeyen düşüncelerimiz sözgelimi, ya da Adem’in günah işlemeye karşı gösterdiği gerçekleşmemiş direnç -günah işledi çünkü - bunlar Adem’i daha az anlatmazlar. “Adem’i sadece günah işleyen bir varlık olarak düşünmeyeceksiniz,” diyor yani Leibniz bize. “Aynı zamanda, günah işlemeye direnen, direnebilecek güçlere ve dünyalara sahip bir varlık olarak düşüneceksiniz.”
Bir insan ne kadar fazla mümkün olmayan dünyayı kendinde barındırırsa, o kadar güçlü bir varlıktır. Etik çözüm bu. Ama dikkat çekmeye çalıştığım şey bu çözümün zarafetidir, sonuçlan değil.
sanat birarada mümkün olamayan dünyaları biraraya getirebiliyordu. Adem’i günahkâr değil diye sunmak asla dinin işi olamaz. Onlar da başka çözümlerle haklı çıkarmaya çalıştılar Adem’i, nedamet kuramıyla, kurtarma, salvatio mefhumuyla, dinler ve teolojiler bunu kotarmaya çalıştılar, ama estetik, ya da genel olarak sanat bunu çok farklı şekilde yaptı, bambaşka bir dünyaya taşıyabildi böyle bir tartışmayı... Çünkü sanatın bazı aşırılıklarına her zaman göz yumulabilir. Her zaman için söylemiyorum tabii bunu. Çoğu zaman rejimler sanatçıları oyar.
Peki yengeç gibi bir hayvan, suda tümüyle kendi dünyasında, bambaşka davranan ve kendine özgü o yengeç zarafetini taşıyan bir varlık, karada acaba aynı zarafeti taşımıyor mu? Ya da taşımadığını söylediğimiz zaman ne söylemiş oluyoruz? Hiçbir zaman öyle kendiliğinden güzel olan bir şeyi seviyor değiliz, dikkat ederseniz. Kendisine yakınlık duyduğumuz, sempati duyduğumuz, bize bu izlenimi verecek şeyde, yani kendisiyle dostluk kuracağımız her şeyde, şöyle bir “başka dünyadan”lık, bir tür beceriksizlik hali, bir tür tuhaflık olmazsa asla dostluk kurulamaz. “Acıma” demiyorum buna, yani bu tür bir dikkati çekmenin, acıma mekanizmasıyla işlemediğinin altını çizmek isterim.
Bir yengecin yürüyüşünde ve kuğunun paytak paytak yürümesinde, doğrudan doğruya estetik bir şey vardır. Bir tür hoşlanmayı davet eden bir şey vardır, hafifçe şaşırtan bir yön vardır. Bu yönün ana formülünün “başka bir dünya zarafeti” diye tanımlanabileceğini söylemek isterdim.
Çırpınan balıklan bir düşünün, ağdan çekilmiş, atılmış diye balıklar acıma duymazsınız kesinlikle. Klasik roman kahramanlannda, bu tür bir beceriksizlik, bir tür afallama hali yok mudur? Güçlü kahramanlardan pek hoşlanmayız, yani güçlü bir kahramanı, sevilebilecek bir varoluş biçimi içerisinde tasvir etmek herhalde oldukça zor bir haldir. Turgenyev, Babalar ve Ogullar’da niye Bazarov’u öldürmek zorunda kalır? Yapacak başka bir şey yoktur. Yok edilmesinden başka çare yoktur. Budala’daki afallama zaten kuraldır. Yani Budala şu demek aslında: sürekli bir afallama.
3.
Zaten sen baştan günahkarsın, ne ahlakiliği ne özgürlüğü! Olası dünyaların en iyisi bunların akılsız ya da ahlaksız olması. En kötüsü ise, hem akılsız hem ahlaksız.
“Çünkü ahlakiliğin ön şartı özgürlüktür. Eğer bir kurala zorla uyuyorsan, senin dışında bir neden seni uyduruyorsa bir kurala, kural önceden verilmişse ve senin içinde yer etmemişse bu kural, başka bir deyişle bu kuralı sen kendin koymamışsan ahlaki bir varlık değilsin, çünkü özgür bir varlık değilsin. Kant’ın, dolayısıyla bütün Aydınlanma düşüncesinin çerçevesi bundan oluşuyor.”
4.
Haklı bir şekilde ama haksız yere psikanalizi de suçluyor: Zaten sen günahkar değil miydin baştan; yaratıcılığı değil sakatlığı sevmiyor muydun, sanatın sakat olanını sanat saymıyor muydun; en başta sen kendi kayboluşunu özlüyor değil misin:
“Freud da bu hatayı sürdürür, libido denen şey hep objelere yatırım terminolojisiyle tartışılır. Yalnızca Freud değil, Lacan’a kadar, belki çoğu takipçisi de böyle yapar. Bir tür burjuva öznelliği varsayar bu bakış. Arzulara sahip, arzularla mücehhez insana, arzulama gücüyle, libidoyla mücehhez insana “yatırımcı” gözüyle bakmak, “üretici” gözüyle bakmamak demektir. Psikanalizde herhalde en eleştirebilir yönlerden birisi, bilinçdışının üretken bir faaliyet değil, bir güç artırımı değil de, arzunun doyumla sürekli olarak yitmek, kaybolmak zorunda olduğu, kendi kayboluşunu özleyen, yerle bir olmayı özleyen, toprağın altına girmeyi özleyen ve faaliyet derecesini sıfıra indirmeye yönelik bir çaba olduğunu söylemesi. Psikanalizin tehlikelerinden birisi gibi görebilirsiniz bunu.”
Birey yok ki zaten, bir Adem var! Ben olsam konuşacak şey bulamayacaktınız!
"Sonsuz sayıda mümkün dünya var ama bu dünyalardan yalnızca bir tanesi gerçekleşiyor, aktüelleşiyor: Adem’in içinde günah işlediği dünya. Şimdi Adem’in günah işlediği bir dünya ile Adem’in günah işlemediği bir dünya birarada mümkün değildir. Bu yepyeni bir çelişki formülasyonudur dikkat ederseniz. Çelişen iki şey var demiyor. Hem günah işlemiş hem de işlememiş bir Adem olamayacaktır. Bu çelişiktir. Bireyi yok edecektir böyle bir şey."
2.
Din'e, rejime gelmeden, Ulus Baker -zavallı olmasına rağmen- sanatçıları oyar!:
"Şimdi Adem günah işledi, bir dünyada günah işledi, bu dünya Tanrı tarafından seçilmiş olan dünya. Başka bir dünyayı seçemezdi Tanrı çünkü bu “mümkün olan dünyaların en iyisi”ydi. Ama bu mümkün olmayan, birarada mümkün olmayan dünyalarımız yine biziz: gerçekleşmeyen düşüncelerimiz sözgelimi, ya da Adem’in günah işlemeye karşı gösterdiği gerçekleşmemiş direnç -günah işledi çünkü - bunlar Adem’i daha az anlatmazlar. “Adem’i sadece günah işleyen bir varlık olarak düşünmeyeceksiniz,” diyor yani Leibniz bize. “Aynı zamanda, günah işlemeye direnen, direnebilecek güçlere ve dünyalara sahip bir varlık olarak düşüneceksiniz.”
Bir insan ne kadar fazla mümkün olmayan dünyayı kendinde barındırırsa, o kadar güçlü bir varlıktır. Etik çözüm bu. Ama dikkat çekmeye çalıştığım şey bu çözümün zarafetidir, sonuçlan değil.
sanat birarada mümkün olamayan dünyaları biraraya getirebiliyordu. Adem’i günahkâr değil diye sunmak asla dinin işi olamaz. Onlar da başka çözümlerle haklı çıkarmaya çalıştılar Adem’i, nedamet kuramıyla, kurtarma, salvatio mefhumuyla, dinler ve teolojiler bunu kotarmaya çalıştılar, ama estetik, ya da genel olarak sanat bunu çok farklı şekilde yaptı, bambaşka bir dünyaya taşıyabildi böyle bir tartışmayı... Çünkü sanatın bazı aşırılıklarına her zaman göz yumulabilir. Her zaman için söylemiyorum tabii bunu. Çoğu zaman rejimler sanatçıları oyar.
Peki yengeç gibi bir hayvan, suda tümüyle kendi dünyasında, bambaşka davranan ve kendine özgü o yengeç zarafetini taşıyan bir varlık, karada acaba aynı zarafeti taşımıyor mu? Ya da taşımadığını söylediğimiz zaman ne söylemiş oluyoruz? Hiçbir zaman öyle kendiliğinden güzel olan bir şeyi seviyor değiliz, dikkat ederseniz. Kendisine yakınlık duyduğumuz, sempati duyduğumuz, bize bu izlenimi verecek şeyde, yani kendisiyle dostluk kuracağımız her şeyde, şöyle bir “başka dünyadan”lık, bir tür beceriksizlik hali, bir tür tuhaflık olmazsa asla dostluk kurulamaz. “Acıma” demiyorum buna, yani bu tür bir dikkati çekmenin, acıma mekanizmasıyla işlemediğinin altını çizmek isterim.
Bir yengecin yürüyüşünde ve kuğunun paytak paytak yürümesinde, doğrudan doğruya estetik bir şey vardır. Bir tür hoşlanmayı davet eden bir şey vardır, hafifçe şaşırtan bir yön vardır. Bu yönün ana formülünün “başka bir dünya zarafeti” diye tanımlanabileceğini söylemek isterdim.
Çırpınan balıklan bir düşünün, ağdan çekilmiş, atılmış diye balıklar acıma duymazsınız kesinlikle. Klasik roman kahramanlannda, bu tür bir beceriksizlik, bir tür afallama hali yok mudur? Güçlü kahramanlardan pek hoşlanmayız, yani güçlü bir kahramanı, sevilebilecek bir varoluş biçimi içerisinde tasvir etmek herhalde oldukça zor bir haldir. Turgenyev, Babalar ve Ogullar’da niye Bazarov’u öldürmek zorunda kalır? Yapacak başka bir şey yoktur. Yok edilmesinden başka çare yoktur. Budala’daki afallama zaten kuraldır. Yani Budala şu demek aslında: sürekli bir afallama.
3.
Zaten sen baştan günahkarsın, ne ahlakiliği ne özgürlüğü! Olası dünyaların en iyisi bunların akılsız ya da ahlaksız olması. En kötüsü ise, hem akılsız hem ahlaksız.
“Çünkü ahlakiliğin ön şartı özgürlüktür. Eğer bir kurala zorla uyuyorsan, senin dışında bir neden seni uyduruyorsa bir kurala, kural önceden verilmişse ve senin içinde yer etmemişse bu kural, başka bir deyişle bu kuralı sen kendin koymamışsan ahlaki bir varlık değilsin, çünkü özgür bir varlık değilsin. Kant’ın, dolayısıyla bütün Aydınlanma düşüncesinin çerçevesi bundan oluşuyor.”
4.
Haklı bir şekilde ama haksız yere psikanalizi de suçluyor: Zaten sen günahkar değil miydin baştan; yaratıcılığı değil sakatlığı sevmiyor muydun, sanatın sakat olanını sanat saymıyor muydun; en başta sen kendi kayboluşunu özlüyor değil misin:
“Freud da bu hatayı sürdürür, libido denen şey hep objelere yatırım terminolojisiyle tartışılır. Yalnızca Freud değil, Lacan’a kadar, belki çoğu takipçisi de böyle yapar. Bir tür burjuva öznelliği varsayar bu bakış. Arzulara sahip, arzularla mücehhez insana, arzulama gücüyle, libidoyla mücehhez insana “yatırımcı” gözüyle bakmak, “üretici” gözüyle bakmamak demektir. Psikanalizde herhalde en eleştirebilir yönlerden birisi, bilinçdışının üretken bir faaliyet değil, bir güç artırımı değil de, arzunun doyumla sürekli olarak yitmek, kaybolmak zorunda olduğu, kendi kayboluşunu özleyen, yerle bir olmayı özleyen, toprağın altına girmeyi özleyen ve faaliyet derecesini sıfıra indirmeye yönelik bir çaba olduğunu söylemesi. Psikanalizin tehlikelerinden birisi gibi görebilirsiniz bunu.”
SEVLANA
Pelin’leyim, Aslı âşık oldu. Tamer’i bıraktı, bana sana ne diyerek. 1 ay gidebilirsin dedi Pelin. Gitmeyince, denemeydi dedi. Gidince dedi, yanıldım.
NE DEMEZSİN
5 yaşına kadar ben gençken diyemeyeceğiniz gibi 25 yaşına kadar da eski sevgilim diyemezsiniz.
Salı, Nisan 16, 2024
ŞUNU BİTİREBİLİR MİSİNİZ RİCA ETSEM?
Birkaç insana rastladım uzaylıların arasında yolda. Sokakta, herkes yine uzaylıydı. Ben iyi bir insanım dedi uzaylının teki yanaşarak. İyi insan yoktur, insan insandır, dedim. Uzaylı insandır dedi. İnsanlar da böyle saçma cümleler kurabilir diye düzeltti sonra kendini... güzel... Ama akşam gel, bakarız, nasıl yardımcı olabilirsin... gönderdim, arkasından gelen insana. Yardımcı ol dedim, silahını göstererek.
Bir insan onu iterek önüne geçti. Konuşmasına izin vermeden dönüştürdüm onu uzaylıya.
Sokakta: insanlarla göz göze geliyorduk. Gülümsemeden. Gülümseyerek. Uzaylılar bana bakıyor olmamalıydılar. Onları kurtarmamı bekliyor.... buna ben karar vermiyordum dedim. Kim karar veriyor dedi. Ben dedim. Bu ona mantıklı geldi. Başını salladı. Asla bilemeyecekti. Uzaylı kalacaktı.
Dönüştür beni dedi. Savuşturdum onu. Nasıl yaptığımı anlatamam için kaldırmaz. (Öptüm onu.) siktim. Erkek olsaydı kafa atıyordum. Burnu kırılan uzaylıya dönüşüyordu. Hemen. Ya da kıçına bir tekme...
sana zarar verecek birilerini tanıyorum dedi.
Kim dedim.
Sen dedi.
İnsanlarla savaşamazsın dedim.
İnsanla dedi. Hepimiz biriz. Teknolojk tekilliğiz...
uzayda bundan büyük güç yok...
sana zarar verecek dedi.
İstediğini biliyorum dedim. İstiyosun. Ama istekler uzaylılarla sınırlıdır...
ölüm sana zarar verebilir.
Mucizeler ya da dedim...
ama hangisi hangisi buna kara vermelisin. Bunu bulmalısın...
taş kağıt mucize
mucize onaran
üstün yaratık insan dedi
elinden gelen bu dedim
hepimizi öldürmek zorunda değilsiniz. En korktuklarınız (en yalancılar) size yardımcı olabilir.
Ne konuda.
Anlamanız konusunda. (sonra yine öldürün.)
öldürünce ruhunu yakalayıp sorguya çekeriz.
Bir insan onu iterek önüne geçti. Konuşmasına izin vermeden dönüştürdüm onu uzaylıya.
Sokakta: insanlarla göz göze geliyorduk. Gülümsemeden. Gülümseyerek. Uzaylılar bana bakıyor olmamalıydılar. Onları kurtarmamı bekliyor.... buna ben karar vermiyordum dedim. Kim karar veriyor dedi. Ben dedim. Bu ona mantıklı geldi. Başını salladı. Asla bilemeyecekti. Uzaylı kalacaktı.
Dönüştür beni dedi. Savuşturdum onu. Nasıl yaptığımı anlatamam için kaldırmaz. (Öptüm onu.) siktim. Erkek olsaydı kafa atıyordum. Burnu kırılan uzaylıya dönüşüyordu. Hemen. Ya da kıçına bir tekme...
sana zarar verecek birilerini tanıyorum dedi.
Kim dedim.
Sen dedi.
İnsanlarla savaşamazsın dedim.
İnsanla dedi. Hepimiz biriz. Teknolojk tekilliğiz...
uzayda bundan büyük güç yok...
sana zarar verecek dedi.
İstediğini biliyorum dedim. İstiyosun. Ama istekler uzaylılarla sınırlıdır...
ölüm sana zarar verebilir.
Mucizeler ya da dedim...
ama hangisi hangisi buna kara vermelisin. Bunu bulmalısın...
taş kağıt mucize
mucize onaran
üstün yaratık insan dedi
elinden gelen bu dedim
hepimizi öldürmek zorunda değilsiniz. En korktuklarınız (en yalancılar) size yardımcı olabilir.
Ne konuda.
Anlamanız konusunda. (sonra yine öldürün.)
öldürünce ruhunu yakalayıp sorguya çekeriz.
Pazartesi, Nisan 15, 2024
PİSMODERN
“Bu mânada trajedinin ne olduğu şu cümleyle özetlenebilir: Brutus eğer Sezar'ı öldürmeseydi suçlu olacaktı, çünkü Roma onun elinde felakete sürükleniyordu. Sezar'ı öldürdüğü için yine suçludur, çünkü onu seviyordu... Görüldüğü gibi, katıksız bir trajik durumda gerçekleştirilmesi gereken yüksek bir değer söz konusudur. Ne var ki bu yüksek değer gerçekleşirken bir başka yüksek değer yok olur.”
Kötülük yapan birini artık sevmemek akla gelmiyor mu! Ezikler için palavra trajediler yazacağınıza...
Mesela şu:
“Yeni Roman'ın kurucularından olan Alain Robbe-Grillet, trajik düşüncesinin Batılı insana mutsuzluğu sevdirmeye uğraştığını, bu yüzden dertlerine derman aramayı düşünmediklerini söyler. Trajik düşüncesinin çıkmazı, ferdin, kendini bütünün tamamen dışında ve onunla çatışmak zorunda hissetmesidir. A. Robbe-Grillet, "Trajedi" diyor, "gerçi dıştan sürekli bir hareket içindeymiş gibi görünüyor, ama aslında evreni homurdanan bir yakınma içinde donduruyor."
Ama mesela şu değil:
"Benim içimde iki insan var, biri kötülük yapıyor ama yapmak istemiyor, öteki iyilik yapmıyor ama yapmak istiyor." Aziz Pavlus
NOT: “Batı dünyası tragedyayı terk ederek yerine ütopyayı koydu.”
Doğrusu (ütopya bile değil) şöyle olacak: Batı dünyası tragedyayı terk edemediğinden yerine ütopyayı koymakta beceriksiz kaldı.
Kötülük yapan birini artık sevmemek akla gelmiyor mu! Ezikler için palavra trajediler yazacağınıza...
Mesela şu:
“Yeni Roman'ın kurucularından olan Alain Robbe-Grillet, trajik düşüncesinin Batılı insana mutsuzluğu sevdirmeye uğraştığını, bu yüzden dertlerine derman aramayı düşünmediklerini söyler. Trajik düşüncesinin çıkmazı, ferdin, kendini bütünün tamamen dışında ve onunla çatışmak zorunda hissetmesidir. A. Robbe-Grillet, "Trajedi" diyor, "gerçi dıştan sürekli bir hareket içindeymiş gibi görünüyor, ama aslında evreni homurdanan bir yakınma içinde donduruyor."
Ama mesela şu değil:
"Benim içimde iki insan var, biri kötülük yapıyor ama yapmak istemiyor, öteki iyilik yapmıyor ama yapmak istiyor." Aziz Pavlus
NOT: “Batı dünyası tragedyayı terk ederek yerine ütopyayı koydu.”
Doğrusu (ütopya bile değil) şöyle olacak: Batı dünyası tragedyayı terk edemediğinden yerine ütopyayı koymakta beceriksiz kaldı.
DAN DEĞİL JANE
Adı Dan değil Jane. (Gene’in (Gen) okunuşu gibi.) Nütopya’da geçer. Fiziksel bir şeyin de -salakça- geni değildir tabii ki! Okuyun biraz...
“Fakat biz Dan’in çoğalmada çok becerikli bir DNA parçası olduğunu farz edelim. Hatta o kadar iyi ki Dan’i insanların yüzde 100’ünde görüyoruz, tabii birçok şempanze, babun ve gorilde de. Aslında Dan’in kökenini ta ilk memelilere, hatta balığa kadar dayandırabiliriz. Vay canına! Dan gerçekten çok önemli bir şeyin geni olsa gerek, değil mi? Dan, omurgamızın veya kan dolaşımımızın ya da merkezi sinir sistemimizin geni olmalı, öyle değil mi? Aksi halde, çok önemli bir şeyin geni olmasa, Dan bu kadar uzun zaman nasıl yaşasın?” Harari
“Fakat biz Dan’in çoğalmada çok becerikli bir DNA parçası olduğunu farz edelim. Hatta o kadar iyi ki Dan’i insanların yüzde 100’ünde görüyoruz, tabii birçok şempanze, babun ve gorilde de. Aslında Dan’in kökenini ta ilk memelilere, hatta balığa kadar dayandırabiliriz. Vay canına! Dan gerçekten çok önemli bir şeyin geni olsa gerek, değil mi? Dan, omurgamızın veya kan dolaşımımızın ya da merkezi sinir sistemimizin geni olmalı, öyle değil mi? Aksi halde, çok önemli bir şeyin geni olmasa, Dan bu kadar uzun zaman nasıl yaşasın?” Harari
Pazar, Nisan 14, 2024
.BNELİK ÇANLARI
Cumartesi, Nisan 13, 2024
Perşembe, Nisan 11, 2024
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)